Her günkü gibi
oturmuş fal bakıyordu.
“Fal bakıyordu”
dedikse, onu falcı biri sanmayın. Hiç inanmazdı öyle şeylere. Hani can
sıkıntısından ‘elli kağıdıyla bakılan’ fal var ya; işte o falı bakıyordu.
Yanına biri gelip kulağına bir şeyler söyleyince “öyle carruk currak işlere
bene bakma” deyip kestirip attı.
Yanına gelen
‘artık ondan ne istediyse’ onun kesin ifadeyle ‘olmazlandığını’ anladığı için
bir süre daha başında dikildi, sonra çekip gitti.
Yanına gittim;
gülümseyerek “ne o Alı Gıga? Adam ne istedi senden? Bir lafla diktin adamı”
deyince kafasını kağıttan çevirmeden “mırt zırt işleri bunların yeğen.
Sittiret” dedi.
Zaten öyle uzun
boylu konuşmayı sevmezdi. Fiziğinden mi nedir? Hep üşengeç kestirmeden laflar
ederdi. Öyle çok kelime kullanmadan adeta deyim haline getirdiği yöresel
sözlerle anlatacağı neyse ‘dinlettirerek’ anlatırdı. O ketum haline rağmen
sohbeti çok sevilirdi.
Kimden
bahsettiğimi bu kadar anlatımla onu tanıyanlar çoktan anlamıştır.
Onun tanıyan
hemen herkesin ‘Ali gıga’ diye bildiği veya seslendiği Ali Palvan’dan
bahsediyorum.
Ali Palvan
pehlivan bir babanın Mustafa Palvan’ın oğluydu. Soyadı olan ‘Palvan’ babasının
pehlivanlığından geliyor. Soyadı kanununu çıktığında soyadını yazdırmak için
giden Mustafa pehlivan sanırım soyadı yazan memurun “ne iş yapıyorsunuz?”
sorusuna kalın sesiyle “ben palvanlık yapıyom” demiş; bunun üzerine o memur
“senin soyadın o zaman Palvan olsun” demiş veya Mustafa Pehlivan kendisi
“Palvan” olsun dediği için soyadları ‘Palvan’ oldu.
Her neyse; Ali
gıgayı tanıtmaya babasından başlamamızın nedeni onu daha iyi tanıtabilmek
içindi. Çünkü Ali gıga Mustafa pehlivanın ilk çocuğu olduğundan sanırım
babasının bütün fiziki özelliklerini taşıyordu.
İşte Ali gıga buydu. Babası gibi acı kuvveti
ve gür kalın sesi vardı.
Rivayet o ki;
Ramazan ayında bir gün şehir kulübünde gece poker oynarken balkona çıkmış.
Sıranın ona geldiğini söyleyen arkadaşlarına “bob” deyince herkes ‘top atıldı?”
diye evinde orucunu bağlamış. Yani sesi öyle kalın gür biriydi.
Babası ‘Kasap Amad’
diye çağrılan Kasap Ahmet’in oğluydu. Bundan dolayı onları ilçede ‘Kasaplar’
diye tanırlar.
Baba Mustafa
pehlivan da çok ilginç kişiliğe sahip döneminin başpehlivanlarındandı. Onun
‘göbeğinin hiç güneş görmediği’ yani hiç yenilmediği söylenir.
Aslında o
sıralar adı Satırlar olan şimdilerin Yeşilova’sı yağlı güreş pehlivanlarıyla
ünlüydü. İçlerinde Arif pehlivan gibi döneminin Kurtdereliler, Kel Aliçolarla
boy ölçüşebilen pehlivanlar da var. Bu pehlivan diyarını insanın ilginç
özellikleriyle bir başka yazı konusu yapmayı düşünüyorum. Çünkü yazdığım gibi
adı ‘Teke yöresi’ diye bilinen bu yörenin insanları dağlı Yörük atalarının en
yakın temsilcileriydi. Şimdilerde unutulan aslında çok ilginç ve özgün yaşam
öyküleri var.
Burada Ali
gıgayı tanıtmak için şöyle, kısaca değinip geçtim.
Ali gıgaya
tekrar dönersem onu tanıtırken ilk yazacağım Gönen Köy Enstitüsünün ikinci
dönem mezunu olduğudur. Onun çok zeki olduğu ve matematik konusunda çok
başarılı olduğunu arkadaşları söylerdi.
Ali gıganın çok
ilginç öğrencilik anıları arasında birini yazmadan geçersem onu eksik tanıtmış
olurum.
Ali gıga
Gönen’de okuduğu yıllarda yaz tatiline geldiği sırada babasının çift çubuk
işlerinde yardım ederdi. En çok öküz ‘gütmeyi’ otlatmayı severdi. Tırnak içinde
‘gütme’ yazma nedenim bizim oralarda koyun, keçi veya büyük baş otlatmaya
‘gütmek’ denir.
Öyle ki bu gütme
ile ilgili deyimler de vardır. Bunlardan en meşhuru “insanlar hayvanları
parayla, insanları bedava güder” deyimidir. Sanırım anlamı da açık. İnsanların
yaşadığı toplum içinde sürekli diğer insanlarla ilgilendiği, zamanı gelince
kullanmak için onun ‘eksik gediğini aradığı’ yani kusurunu bulmaya çalıştığı
söylenir. ‘eksik gedik’ de kusur anlamında kullanılan yöresel bir deyimdir.
Kimbilir başka yörelerde başka türlü anlatılır bunlar. Sanırım Türkçeyi
öğrenmenin zorluğu da buradan gelir.
Hani bir yabancı
Türkçeyi adam akıllı öğenmiş; o güvençle istasyonda bekleyen birine “tren geçti
mi?” diye sorunca o kişinin dudağıyla ıslık üfürüp elini sallayarak trenin
çoktan geçtiğini anlatmasını anlayamayan yabancının “benim bu dili öğrenmem
için işaret dilini de öğrenmem gerek” dediği gibi yani. Başka dilleri bilmem;
ama bildiğim kadarıyla Türkçede yöreden yöreye aynı anlamı olan türlü türlü
ifadeye çok rastlanır.
Bu sözcükler çok
az farklıklarla bütün Anadolu’yu sarar. Öyle ki Malatya veya Kırşehir Türkmen
şivesiyle Teke yöresi olarak bilinen yörenin şivesi veya sözcükleri çok az
farklarla çok benzeşir.
Neyse; bunu bu
kadar uzatmamın sebebi Ali gıgayı daha iyi tanıtabilmek için. Tıpkı kendisine
bir ricada bulunanın “öyle carrak currak işlere bene bakma” dediği gibi yalnız
ona özgü çok anlam ifade eden ve ancak onunla sohbet edenlerin bildiği öyle
ilginç deyim ve sözcükler var ki.
Onun
sohbetlerinin en meşhur konusu öğretmen olarak askerlik yaptığı Diyarbakır
anılarıdır. Bugüne kadar o anısını dinleyen onlarca kişiden onun tezkere alıp
döndüğünü bilen duyan yoktur. Yani kısa özlü kelimelerle öyle güzel bir
anlatımı vardır ki ‘anlata anlata’ ne bitirebilir? Ne de dinleyene bir sıkıntı
basardı.
Ama kullandığı
kelimeler sadece “onda keri, ordan şeyettim, şöyle gıvrıledim” gibi kendine has
kelime veya deyimlerdir. Tıpkı biberciye “biberler acı mı?” diye sorunca
bibercinin “yarısı tatlı yarısı acı” demesi üzerine “benim öyle garışık guruşuk
işelere aklım ermez” deyip yürüyüp gitmesi ve arkasından bibercinin onu anlamak
için aval aval bakması gibi yani.
Neyse buraya
onun Gönen’de okurken babasına yardım için öküz otlatmaya veya gütmeye
gittiğinden gelmiştik.
İşte o öküz
otlattığı günlerden bir gün az ileride o dönemin namlı pehlivanlarından Marcalı
Mehmet dayı da öküz otlatıyormuş. Onun da çok yaman pehlivan olduğu “güçcücük
olmasına rağmen’ çok iyi oyun bildiği söylenir.
Neyse Mehmet
dayı bakmış hiç güreşte yenemediği Mustafa pehlivanın oğlu yakınında. Sanırım
‘Dur şunu biraz ezeyim de; babasından öcümü alayım’ diye düşünerek “Mustuva’nın
oğlan. Gel sene birez oyun öğredem” demiş. Ali gıga dönemin genci. Babası
yaşında birine ‘çatmak’ ayıp olacak diye olmazlanmış önce. O olmazlanınca
Mehmet dayı “ne o Mustuva’nın oğlan gorktun mu? Gorkma ezmem dayım” deyince Ali
gıga genç tabi. Bu meydan okuma da gençliğine dokunduğu için “eyi dayı güleşem
bakam” deyip onunla güreş tutuşuyor. Mehmet dayı iyi oyun bildiğinden Ali
gıgayla oynamaya çalışırken Ali gıga tutup bunu altına alıp üzerine çöküyor.
Ali gıga her ne kadar oyun bilmese de kuvvetinin farkında. Mehmet dayı alttan
bildiği bütün oyunları denese de Ali gıgayı kıpırdatamıyor başlıyor “ula oğlum;
sen de epey varımışsın ha. Salıve gari” demeye. O öyle dese de Ali gıga
‘bırakırım da yenilgisinin acısıyla beni döver’ diye oralı olmuyor. Mehmet dayı
ne ettiyse Ali gıgayı razı edememiş. En son “ula Mustuvanın oğlan, bi kakasam
ben bilirin yapıcemi” diye tehdit savurunca Ali gıga kalkıp kaçıyor. Tabi
Mehmet dayının onun arkasından koşacak hali yok.
Mehmet dayı bunu
“ula mengene gibi sıkdı beni döyüsün oğlu. Canım çıkıvecek sandım” diye
anlatıyordu çevresine.
İşte Ali gıga
böyle biri. O acı kuvvetine rağmen onun herhangi birine efelendiği, çalım
sattığı veya dövdüğünü gören olmadı. Biraz kızdı mı “imanımı gızdırman.
Garışmam bak” derdi o kadar.
Öğretmenlik
anıları da çok ilginçti. Onu tanımayan veya çekemeyenler öğrencileriyle
yeterince ilgilenmediğini ve gece geç vakte kadar oyun oynadığı için sınıfta
uyukladığını söyleseler de onun öğrencisi olan hemen herkes ondan çok memnundu.
İçlerinde çok başarılı eğitim hayatı olanlar vardı. Onlar özellikle matematiği
Ali gıga sayesinde çok sevdiğini söylerlerdi.
Ali Palvan’ı
‘Ali gıga’ diye ünlendiren onun hoş bir muhabbet adamı olması ve çok güzel
sofra adamı olmasıydı. Yani sofra adabını çok iyi bilirdi. Bu özelliği onu
yörenin Aydın Boysan’ı yapmıştı. Bütün düğün derneklerde Ali gıganın masasında
olmak herkesin istediği bir şeydi. Onun tatlı tatlı “carraklı curraklı” veya
“mırtlı zırtlı” kendine özgü kestirme sözcük ve deyimlerle sohbetine kimse
doyamazdı.
Dönemin Köy
Enstitüsü mezunlarının özelliklerine uygun çok sosyal, görev yaptığı köylerde
ve uzun süre görev yaptığı ilçesinde halka kendini sevdiren biriydi.
Burada kısaca
tanıtmaya çalıştığım Ali gıga böyle ilginç özeliklere sahip, çok hoş yaşam
anıları olan bir kişiydi.
Birçoğumuzun
sıradan yaşamlarını yaşayan; ama bunları yaşarken o yaşamları sıradanlaştıran
farklı kişiliği nedeniyle burada Ali gıgayı kısaca tanıtmayı seçtim.
“Kısaca kestim”
diyorum; çünkü Ali gıgayı anlatmak öyle bir iki sayfayla olacak bir şey değil.
Kısmet olursa
onu bir gün mutlaka “Ali gıgalı günler” başlığı altında onun bütün yaşamını
hikayeleştirmek istiyorum. Çünkü özellikle Köy Enstitülü yılların Türkiye’sini
daha iyi anlayabilmek için böyle ilginç kişileri tanımak ve tanıtmak doğru
olacak diye düşünüyorum.