29 Eylül 2017 Cuma

BENCE


İnsan yaşamını güzelleştiren
İnsanı geliştiren yanıyla
Elbet de sanat olmalı
Hatta
Sanata, edebiyata önem vermenin
İnsan olmak için
Ulaşmak için insana, insanlığa
Şart olduğu da vurgulanmalı
Amma
Bence şiir sırf aşk kokmamalı
Dillerde şarkılar
İnsanın içini karartan değil
Aydınlık geleceğe ışık tutan olmalı
Edebiyat yaşamın boşluklarında değil
Yaşamın gerçeklerinde dolanmalı
Resim de çekip olanı gösteren değil
İnsanın içinde dışında var olan duygularını
Bütün renkleriyle vurgulayan olmalı
Bence sanatın, edebiyatın amacı
Her yerde her durumda
İnsana, insanlığa ulaşmak olmalı
Çünkü bence
Ancak o zaman yaşanır
İçinde hayatın bütün kirli temiz rengi                     
Aşk ve bütün hengamesiyle birlikte
İnsan olmanın
İnsan olarak yaşamanın keyfi…






27 Eylül 2017 Çarşamba

ÜÇ BEŞ ZİLLETİ veya ÜÇ BEŞ KEYFİ



İnsanların yaşamında belli anların saatlerin unutulmaz acı tatlı hatıraları vardır.
Askerlik yapanlar bilir. Orada nöbet 1-3, 3-5 diye tekli rakamlarla ikişer saat tutulur/du.
Bu nöbet saatlerinden gecenin üç beş nöbeti de en illet nöbettir.
Askerlik yapanlara “üç-beş” dedin mi? Mutlaka “ne çektim ben o üç-beş nöbetlerinden?” diyecektir.
Çünkü o nöbetten dönen askerin ‘az sonra spor, yemek olduğundan’ sabah uykusu haram olur. Onun için o saatler yaşadıkça aklına gelecek saatlerdir.
Onların dışında hapisanelerde, hastanelerde de bu gecenin üç beş saati pek sevilmez. Çünkü oralarda bir yerde olanlar o saatleri kendi istekleri dışında yaşamak zorundadırlar. "Onlar o saatte ne yaşar? Ne hisseder? Ne düşünür? Hangi duygular içindedir?" bir onlar bilir bunu.
Bu yazdıklarımın tamamı kadın erkek bütün insanlar için bir şekilde geçerlidir.
Ama bir de o gecenin üç beşinin keyfini çıkaranlar vardır.
Öyle mecburiyetlerinden değil; o saatlerin keyfini çıkarmak istediğinden.
Örneğin ormana, ovaya ya da denize bakan bir evde oturan için gecenin o saatlerinde balkona çıkıp veya camdan bakıp ovanın, dağın, denizin sesini gecenin sessizliğinde dinlemenin keyfine doyum olmaz.
Bir de meyhanede içkiyi uzatıp o saatte kelle paçacıda cila çekmek vardır. Valla onun keyfine doyum olmaz hani.
Çok şükür bütün hanelerde geçirdiğim zamanlar olduğu için; ben bu saatlerinin hepsini bir biçimde yaşadım.
Ya şimdi olduğu gibi mecburiyetten; ya da keyfini çıkarmak için.
Bunu deyince öyle deniz kenarında, dağda, ovada villalarda kalıp bu keyfi yaşadığımı sanmayın.
İnsanın keyfi isterse en kötü, yaşadığı en zorlu anlarını bir şekilde keyifle yaşadığı anlara dönüştürebilir; yok eğer keyfi istemezse en görkemli mekanlarda bile o saatte kalkmışsa eğer 'bit tutmuş tavuk gibi' düşünür
Bu benim yaşam anlayışım. Bu anlayışla yaşamımın en kötü, en zorlu günlerinde olduğu gibi Basmane’de Kuşku caminin oralarda bir arkadaşımın bana sağladığı olanaklarla kaldığım proje büromda bu keyfi yaşadım.
O günlerde tek başınaydım yine. Bir lokma ekmek ve kendimi toparlama kavgası içinde; o büroda gündüzleri fason proje yapıyorum gece olunca da ‘mecburiyetten’ orada yatıyorum.
O sıralar büroda gündüz varsa çizim mizim yapıyorum. Gün akşama dönünce ‘para durumuna göre’ ya karşı köşedeki ciğerciden yarım ekmek arası ciğer; ya da köşedeki kebapçıdan bir adana yaptırıyorum. Rakım az çok eksik olmuyordu haliyle.
Akşam geceye dönünce benim hazırlık tamam olurdu. Kapının aralığına koyduğum sehpanın üzerinde bir bardak rakı, yanında bir bardak su. ‘Ne nevale varsa artık’ ondan bir iki ısırık; sonra sokaktaki gecenin telaşını seyre dalardım. 
Çünkü az ileride caminin parkında naylon çadırlarda yaşayan adem babaların kendince telaşları başlar; bu sırada oradan gelen sesler sokağın telaşındaki geceye ayrı bir renk katardı. 
Onlar gerçek "adem babaydı." Hiç birinin kim olduğunu? 'eğer kendileri anlatmazsa' kimse bilmezdi. Arada bir ölen olursa içlerinden belediye görevlileri gelip sessizce ölüsünü alıp onu yine bir yerlere sessizce gömerdi. 
Bunu ertesi sabah oralarda 'sanırım ölümün ürküntüsüyle' fısıltıyla haber olunca öğrenirdi başkaları. Onu öğrenen ne düşünür bilemem? Tabi bunu da en iyi kendi bilirdi.
Neyse; işte sefaletin göbeğinde yaşayan o adem babalar da kendi telaşlarıyla çekildikleri naylon çadırların içinde başlarlardı kendilerince muhabbete. Onların gülüşme sesleri gelirdi ağaçların karanlığından.
"Mübarekler neye gülüyorlarsa? Gülüşe gülüşe ölürlerdi?" demeyeceğim; çünkü o lafın şetteni.
Onların hepsi senin, benim gibi insan yavrusu olarak dünyaya çığlık atarak "merhaba" demişti. Mutlaka hepsinin o sıra götünü pışpışlayan veya ağzına meme tutan olmuştu; sonra ne olduysa olmuş? Yaşamın içinde oradan oraya savrulup gitmişlerdi.
Bir yılbaşı gecesi konuğu olunca onların bilip öğrendim onların neye gülüp neye ağladığını? Hepsinin bir ayrı hikayesi var.
Neyse; o sıra kendi kendime kadehleri tokuşturup “şerefe” derdim. 
Bu eşref saatinde son yudumu alınca oradaki koltuklardan birine kıvrılır; vurur kafayı uyurdum ve sanki çalar saatle kurmuşum gibi en geç gecenin dördünde uyanıp otururdum. Çünkü benim gecenin keyfini çıkarma saati gelmiş olurdu.
“O saatte ne keyfi bu?” demeyin.
Siz belki bilirsiniz, belki bilmezsiniz “kuşlar sabahın esselatında; yani o saatlerde ayaklanır ötüşmeye başlar."
Benim büronun karşısındaki kuşlu caminin parkında ağaçlarda tüneyen kuşlar da öyle. Tam o saatte kalkıp başlardı müzik resitaline.
Münir Nurettin bunu “kuş sesleri ovalara yayılır” diye şarkı bile yapmış.
Evet, evet. Kuşlar resmen ‘adeta’ bir konser veriyordu her gece o saatte.
Önce bir kuş ötüyor. Sonra koro halinde diğerleri… Arada içlerinden bir solo çıkış yapan da oluyordu tabi.
Bu müzik ziyafeti minarede mikrofon tıkırdayıncaya kadar devam eder; tıkırtıyla birlikte şirpedek kesilir; az sonra müezzinin sabah ezanı sesi duyulurdu.
Ezan bitince o kuşlar sanki bir yerlere işe gidiyormuş gibi telaş içinde başlardı uçuşmaya. Artık o saatte duyulan sadece kanat sesi olurdu ve tabi aynı saatte yukarıdan Agora tarafından Alsancak’a oraya buraya çalışmak için gelenlerin önümden geçerken çıkardıkları telaşlı ayak sesleri karışırdı bu hengameye.
İşte o anlar benim en keyifli olduğum; yaşamın içinde yaşamın kirini, pasını ve bütün güzelliklerini fark ettiğim anlardı.
Zorunlu olarak gecenin üç beş nöbetinde olduğum şu sıralar aklıma geldi. Sizinle paylaşmak istedim bunu.






26 Eylül 2017 Salı

HAYAL SATICISI


Yaşlı adam bağırıyordu
“Satıyorum! Satıyorum!
Yaşlı kadın kızdı adama
“Münasebetsiz şey! Ne satıyorsun yine?
‘Satıyorum! Satıyorum’ diye diye
Yaşlı adam bağırdı yine
“Satıyorum satıyorum” diye
Sonra döndü yaşlı kadına
“Hayallerimi satıyorum!” dedi
Yalı kadın güldü kahkahayla
“Hadi ordan bunak
Yine mi?” dedi.
Sonra devam etti
“Bırak boş lafları
Yeter atık
Kandırma kendini”
Yaşlı dede
Dudaklarını büze büze
Güldü bu sözlere
“Kandırmasaydım kendimi hayallerimle
Nasıl geçerdi seninle?
Bunca sene”







17 Eylül 2017 Pazar

YENİ ÖĞRETİM YILI BAŞLARKEN

eğitim müfredatı ile ilgili görsel sonucu


Yeni öğretim yılı bugün başlıyor.

Bir süredir eğitim sistemi üzerinde oynamalar yapılıyor. Bu oynamaların temel amacı eğitimle 'adeta' Ortaçağın karanlığına gömülmüş edilgen, sorgulamayan bir kuşak yetiştirmektir. Çünkü kendi siyasetlerine göre en makbul yurttaş sorgulamayan, verileni kabul eden yurttaştır. Ancak böyle hükümranlıklarını sürdürebileceklerini düşünüyorlar. 

Bunun için öncelikle toplumda cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki aydınlanma hamlesiyle kabul gören laik yaşam anlayışını törpülemek istiyorlar. Bunun için kullanabilecekleri en uygun aktör olarak kadınları görüyorlar. Sürekli kadını ikinci plana iten anlayışı eğitim müfredatı içine yerleştirdiler.
Yani Laiklik, Laik yaşam biçimi en büyük hedefleri.

Bunun için sürekli oynanan bu müfredatla ilgili muhtemelen sosyal medyada, medyada “ileri gelen, geri giden” herkes bu konuda bir şeyler söyleyecek.

                                                                     


"Ağzı olan konuşuyor" özdeyişine uygun olarak herkes bir şeyler söylerken çocukların eğitiminde ilk öğretmen olan ana babaların görüşünü soran olmuyor. Eğitimle doğrudan ilgili öğretmenler, öğretmen örgütleri ciddi olarak muhatap alınmıyor.

Örneğin bir süredir uygulanan adına TEOG denen sistem için cumhurbaşkanı "ben bu TEOGU beğenmedim. Kaldırılsın" dedi. Başta başbakan olmak üzere bu konuda devlet içinde söz ve karar sahibi olanlar hemen "emrin olur" deyip TEOG sisteminin uygulamasına son verme yoluna gitti.

Hiç kimse "bu sistemi şunun için kabul etmiştik. Şimdi ne oldu da kaldırılıyor? Bu sistemle eğitime kazanılan öğrencilerin hak kayıpları ne olacak?" diye soran yok.

Eğitim müfredatı da aynı emir komuta zinciri içinde hazırlandı.

Müfredatın her kademesinde görülen Laik anlayışı ve Laik yaşam biçimini toplum bilincinden söküp atmak. Bütün müfredat bunu işliyor. İmam Hatip Okulları sürekli öne çıkarılarak gelecek kuşakların hepsinin adeta 'imam' olarak yetiştirilmesi amaçlanıyor.

Bütün bunlar olurken biz ana babalar 'bu çalışmalara seyirci mi kalacağız?' yoksa 'hoop! O çocuk benim. Onun geleceği üzerinde asıl söz ve karar sahibi olması gereken benim. Çünkü çocuklarımız bizim geleceğimizi temsil edecek' deyip çocukların eğitimine müdahil mi olacağız? Bu konuda bize düşen görev ne?

Benim bu konuda yazacaklarım biraz farklı. Yani “tamam çocuklarımız bugün 6 yaşından itibaren okullu oluyor”. Anne babalar ‘kırıp, sarıp’ çocuklarının etiğimi için mutlaka bir çaba içinde; ama bence bu yetmez. Hele günümüzde hiç yetmez.

Freud gerçi “çocukların kişiliği ilk dört yaşında oluşur” dese ve biz o treni kaçırmış olsak da; bence çocukların eğitimi veya eksik oluşan kişiliğini tamamlamak için özellikle anne babalara çok önemli görevler düşüyor.

Çocuklarıyla mutlaka ilgili olsunlar. “Ben paralarını veriyorum. Elimden geleni yapıyorum” veya varlıklı ailelerin “en iyi okullarda okutuyorum; bir dediğini iki etmiyorum; daha ne yapayım?” demesi çocuklarının eğitiminden hiçbir şey anlamadıklarını gösterir.

İçinizde mutlaka belgesel izleyenler vardır. Vahşi doğada bile hayvan türünden, türüne annelerin özellikle yavrularıyla ilgilenme yaşı değişiktir. Daha çok hayvanın ömrüyle ilgilidir bu. Örneğin dişi filler ilk yavrularını doğurana kadar annelerinden yardım bekler. Öküz başlı antiloplarda yavrularıyla ilgilenme onları doğurduktan sonra sadece emzirmekle sınırlıdır. Emmeyecek kadar büyüyünce ilgisi biter

Yani demem o ki! Hayvanca hayvanda bile türünden türüne annelerin özellikle yavrularıyla ilgisi ‘farklı sürelerde de olsa’ hemen bitmez.

İnsan yavrusu en geç yürüyen, en nazlı olandır. Anne babaların gözlerinden sakındıkları çocuklarını hayata hazırlama gibi bir görevleri vardır. Çağdaş ülkelerde bu görevi önemli ölçüde eğitim kurumları yüklenir; ama bizde devletin eğitime verdiği değere, uygulamaya sokulan eğitim sistemine bakınca; bu görev daha çok anne babaya kalıyor.

Özellikle günümüzde çocukları ‘ham yapmak için’ etrafta bunca canavar varken.

Yani diyeceğim dostlar; tamam bir meslek edinmeleri için onları devletin okullarında okutalım; ama insan olmaları, hayatı doğru okumaları ve onları bekleyen tehlikelere karşı donanımlı olmaları, Laik yurttaşlar olarak geleceğe güvenle bakmalarını sağalama görevi bize; yani anne babalar düşüyor.

Örneğin; onları bilgisayar virüsünden koruyup kitap okuma alışkanlığı kazandırmak bu görevlerin başında geliyor. Kendiyle ve çevresiyle barışık aydın yurttaş olarak yetişmeleri; özellikle günümüzde onları hayat yolculuğunda bekleyen tehlikelere karşı donanımlı yetiştirme görevi anne babaya düşüyor.

Bunu çocukları sıkmadan, onların olağan büyüme yaşını doğru gözleyerek yapmak doğru olandır.

Bu yazdıklarımın öyle masrafı falan da yok. Örneğin çocuklara kitap okuma alışkanlığı kazandırmak için kendimiz kitap okumasak da; çok küçük yaştan itibaren onların yanında kitaba ilgi, sevgi göstersek ve belli bir süre okuyormuş gibi yapsak yeter. 

Bu şekilde onları sosyal hayata donanımlı hazırlanmalarını sağlayabiliriz. Ayrıca onlara alacağımız oyuncaklar barış ve sevgiyi içerse; onları silah vb. oyuncaklardan sakınsak onların barış duygusuyla yetişmesine yetecektir.

Yani dostlarım. Çocuklarımız; onlardan doğacak torunlarımız bizim canımız ciğerimizdir. Onlar için gözümüzü kırpmadan ölümü bile göze alabiliriz.

Yani öyle ölümü falan göze almadan; onlarla doğru ilgilenelim yeter.

Göreceksiniz kitap okuma alışkanlığı kazanmış ve doğal yeteneği gözlenip o konuda önü açılmış çocuklarımız Ortaçağ karanlığına karşı daha dirençli olurken eğitimleri için de bize en az yük olacaklar ve hayat yolculuğunda umduğumuzdan daha başarılı olup bizleri mutlu edeceklerdir.

Lütfen kendimizden; başlayıp çocuklarımız ve torunlarımızla Laik yaşam biçimini özümsemiş, çağdaş mutlu bir dünya yaratmak bu kadar kolayken; çocuklarla ilgili görevlerimizden kaytarmayalım; biraz özen gösterelim.

Lütfen…

11 Eylül 2017 Pazartesi

YIL DÖNÜMÜNDE FAŞİST DARBEYİ DOĞRU ANLAMAK


Merhaba; bence 1980 yılında 12 Eylül günü gerçekleşen faşist darbeyi doğru anlamak için sadece o süreçte yaşanan zulüm, baskı ve işkenceler ve işkencecilerden hesap sorulması biçiminde öne çıkarılmamalı. Çünkü o darbenin; yani “bayrak harekat planı” denen planın amacı sadece başta solcular olarak halkı işkenceyle, baskı ve zulümle sindirmek değildi. Darbenin bunların ötesinde Türkiye Halkının geleceğini çok yakından ilgilendiren siyasi hedefleri vardı.
Bana göre o darbenin bu siyasi hedefleri doğru anlaşılmadıkça o günden bugüne, bugünden yarına toplumsal yapının siyaseten savrulmasını; bugün hemen herkesin hem fikir olduğu yargı bağımlılığını ve demokrasinin, kişisel özgürlüklerin tümden yok olmasına evrilen süreci anlamak olası değildir.
Bence 12 Eylül faşist darbesinin gerçekleştirilmesinin üç temel nedeni vardı.
Birincisi önceden oluşturulan işkence merkezlerinde adeta bütün herkese yönelik görünümde gerçekleşen acımasız baskı, zulüm ve işkenceyle bir yandan sol muhalefeti parçalanırken, 12 Eylül öncesi toplumda giderek etkinliği artan başta TKP olmak üzere sol siyasal yapılanmaları darmadağın edildi. Yine seksen öncesi yükselen DİSK'in öncülüğünde sendikal hareket, demokratik kitle örgütlenmeleri etkisiz hale getirildi ve bütün toplumda siyaset yapmaya yönelik bir ürküntü, bir korku yaratılarak toplumda oluşan muhalif bilinci dumura uğratıldı ve toplumun geçmişle bütün bağlarını koparıldı.
ABD onaylı faşist darbenin taşeronluğunu üstlenen faşist cunta bu görevlerini layıkıyla yaptı.
Bunların yanında özellikle Kürt Halkına yönelik yediden yetmişe mezralara kadar uzanan baskı, zulüm ve işkenceyle onların temel sorunları olan dillerini konuşabilmek, eşit yurttaşlık haklarını kazanmak gibi sorunların demokratik yollardan demokrasi mücadelesiyle çözüleceği ve barış içinde birlikte yaşanacağı umudunu yok etmek de faşist cuntanın görevleri arasındaydı; bunu başardılar.
Bunun yanı sıra şehirlerden köylere, mezralara kadar bütün Kürt Halkına yapılan acımasız baskı ve zulüm sonucu dağlara savrulan Kürt gençleri adeta devlete karşı silahlı mücadeleye kışkırtıldı. Burada amaç yaşanacak kanlı çatışmalarda gerçekleşecek ölümlerin acısıyla Kürt ve Türk Halkını birbirine karşı ölümüne düşman edilmesi; böylece Kürt ve Türk Halkının demokrasi mücadelesinde siyaseten buluşmasının önüne geçmekti. 12 Eylül faşist cuntası taşeronluğunu yaptığı “bayrak harekat planıyla” bu görevini de layıkıyla yaptı.
Faşist cunta marifetiyle bunlar yapılırken darbenin asıl amacı ABD kontrollü ılımlı İslam projesinin siyasi zeminini oluşturup ABD nin güdümünde inancı siyasetin merkezine koymuş; ama radikalleşmeyen bir iktidar oluşturmaktı. Ancak bu uzun vadeli bir projeydi. Önce bu projeyi hayata geçirecek kadroların oluşması için bir cemaatin devlet içinde örgütlenmesine gereksinim vardı.
Ancak aynı amaçla İran için hazırlanan Humeyni liderliğinde 1979 yılında İran’da gerçekleşen devrim sonrası iktidarı radikal İslam ele geçirince “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oldu” örneği İran'da çok başarısız olundu. Öyle ki! O devrim sonrası iktidarı ele geçiren radikal İslamcıların etkisiyle İran’da çok güçlü ABD aleyhtarı bir kamuoyu oluştu; bunun sonucu daha önce şah kanalıyla İran’da üzerindeki etkinliği kaybettiği gibi İran'ın o dönemin Sovyetlerine yanaşmasını da önleyemedi.
Onun için aynı sonucu yaşayıp yıllardır ‘stratejik ortak’ ilan ettiği Türkiyeyi de kaybetmemek; aynı zamanda Türkiye’de İslam dünyasında etkin; hatta lider konumunda kendisiyle uyumlu bir iktidar oluşturmak için daha seçici olundu. Darbe sonunda ‘ılımlı İslam’ projesi için en uygun cemaatin Fetullah Gülen cemaati olduğu tespit edildi. Faşist cunta marifetiyle bu cemaat lideriyle; yani Fetullah Gülen’le anlaşmaya varıldı. Bu anlaşma sonucu bu cemaatin öncelikle ordu, emniyet ve yargıda yapılanması için start verildi. Bunun için Gülen cemaati daha önce orduda ve emniyette kadrolaşmada gerekli görülen çok titiz ön araştırmalardan muaf tutuldu ve cemaatin tespit ettiği kadroların askeri okullara ve polis kolejlerine kolaylıkla yerleşmelerinin önü açıldı. Tabi bunun için de eğitimde Gülen cemaatine tabi eğitimli insan yetiştirmek için eğitime, okullaşmaya, dershaneciliğe, yurtlara öncelik verildi.
Bütün bunlar yapılırken bütün Türkiyeyi kasıp kavuran, baskı ve zulüm sonucu kimseye göz açtırmayan doğu ve güneydoğuda mezralara kadar 'siyaset yapsın yapmasın' yediden yetmişe kadın, erkek çoluk çocuk Kürt halkına acımasız zulüm uygulayan faşist cunta nedense ‘devletin seksen öncesi kullandığını itiraf ettiği’ Abdullah Öcalan’ın ve kadrosunun Bekaa vadisinde yeniden örgütlenmesini görmezden geldi.
1986 yılında M. Ali Birant’a röportaj veren Abdullah Öcalan faşist cuntanın kendisine yönelik bir uygulamaya gitmemesini ve örgütlenmesini engellememesini “bizi ciddiye almadılar” diye açıklıyordu. Yani o sıra 'Abdullah Öcalan'ın kendi ifadesiyle' başta Mossad ve CIA olmak üzere çeşitli devletlerin yardım ve işbirliği teklif ettiği Abdullah Öcalan'ın defalarca Türkiye'ye gidip gelmesini seksen öncesi kadrolarını Bekaa vadisine taşımasını faşist cunta dönemindeki Türk istihbaratı fark etmedi; görmedi.
Bilindiği gibi sonrasında PKK ile yaşanan kanlı çatışmalarda gerçekleşen ölümler nedeniyle Kürt ve Türk Halkı arasında düşmanlık derinleşti; barış çabaları hep güdük kaldı. Yani faşist cunta bu konuda da görevini layıkıyla yerine getirmişti.
Buradan bakınca; sonuç olarak o darbenin amacını ve o faşist darbeden bugüne siyasal yapıyı, içinde savrulduğumuz iç ve dış politikayı; kısacası siyaseten ve ekonomik anlamda yaşananları, gelecek kuşakların eğitiminde yaşananları; bu gelişmelere karşı toplumdaki ilgisizliği; bunun nedenlerinin doğru anlaşılabilmesini sağlayacak olan yukarıda yazdıklarımdır. Ancak bu şekilde 1980 yılında 12 Eylül’de gerçekleşen faşist doğru anlaşılabilir.
12 Eylül faşist darbesinin yıl dönümü bugün bana bunları düşündürdü.
Buradan ifade etmek istedim.




9 Eylül 2017 Cumartesi

DÜNE BAKARKEN GÖRDÜKLERİM

TÜRKİYE GÜNDEMİ
 09.09.2015 09:13:41
SALDIRILARA KARŞI DİRENEN GAZETECİLİK

Blogunda yazdığım Radilal blogda peş peşe "Diren Gazetecilik" başlıklı yazıları görüp okuyunca hem memnun oldum; hem ürktüm.

Blok yazarlarına kadar bu boyutta tepkiye iten durum beni ürküttü.

Dün gece CNNTÜRK'de gördüğüm Hürriyet gazetesi Sedat Ergin'in görüntüsü de, durumu da ürkütücüydü.

Ondan daha ürkütücü olan bir zamanlar Zaman gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni olan ve Fetullah Gülen'e yakınlığıyla bilinen; ancak iktidarın Gülen'le yolu ayrılması sonucu 'gemiyi ilk terk eden fare örneği' Zaman' gazetesini terk edip iktidar gemisine atlayan Hüseyin Gülerce'nin Sedat Ergin'in saldırının hemen sonrası ürkmüş haline bakıp attığı tivitti. O tivitte Sedat Ergin'in ekrandaki durumuna bakıp onunla "korkmuş" diye alay etmesiydi.

Hep yazarım. 'Ancak deliler ve ölüler korkmazmış'

Sedat Ergin ne ölü ne de deli. Senin benim gibi etten kemikten yapılmış bir insan.

Yönetmeni olduğu gazetesine eli sopalı kişilerin saldırdığını, onların saldırıya devam ettiği sırada polisin aldığı güvenlik önlemlerinin zayıflığını görüp; üstüne kendi güvenlik görevlileri onların 'adeta' içeri kaçmalarını söyleyince içeri kaçmışlar. Sedat Ergin de soluğu soluğuna ekrana çıkmış.

Aslında Sedat Ergin soğukkanlı ve sözlerini tartarak söyleyen biridir. Öyle görüntü veriyor. Ancak gece ekrandaki görüntüsünde bir panik vardı ve haklıydı. Çünkü her akıllı, aklı başında olan biri gibi; belki daha fazlasıyla Sivas'ta aydınların diri diri yakıldığını biliyordu. Bu ülkede vadalizmin kışkırtmayla neler yapabileceğini birçok örneğiyle biliyordu. Bunları bilen biri olarak yönetmeni olduğu gazetesine saldırıyı görüp 'tıpkı Sivas'ta, Maraş'ta, Çorum'da olduğu gibi' hükümetin yeterli güvenliği almadığını fark edince her akıllı insan gibi korkmuş; ama o korkuyla çıktığı ekranda korkusuna telsim olmadan mertçe olaylara ve hükümetin ilgisizliğine tepkisini koyabiliyordu.

Gülerce'nin kişiliği kaybolmuş insan örneği attığı tivitte dalga geçtiği işte Sedat Ergin'in bu insani onurlu duruşuydu.

Neyse; konum o değil. Dün gündüzden başlayıp gece boyu devam eden olaylar.

Benim bir süredir dikkate çekmek istediğim dünkü yaşananlardı. Taş atan çocuklara işaret edip "onları anlamalı" deyip; onlara düşman büyüyen çocuklarla aralarındaki düşmanlığın giderilmesini yazdım.

Daha sonra Diyarbakır'da dün taş atan çocukların bugün eline silah aldığını, batıda onlara düşman büyüyen çocuklar da ellerine silah alırsa özellikle batıda yaşancakları düşünmek bile istemediğimi yazdım.

Paylaştığım hemen her yazıda ülkenin bir ateş çemberi içinde olduğunu kitlelerin benzine çakılacak çakmak gibi adeta hazır beklediğini yazdım.

Dün yine kendi ilgili olduğum sayfalarda 6-7 Eylül olaylarından bir gün sonra dönemin cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın İstiklal caddesinde hasar tespiti yaparken 'Ayşe Hür'ün yazısından aldığım' resim altında 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili yine Ayşe Hür'ün yazısından aldığım 'İstiklal Caddesinde o sıra dolaşan Celal Bayar'ın kaldırımdakilerin duyacağına aldırmadan "bizimkiler işi fazla abartmış" dediğini yazmıştım.

Dünkü yazılarımın devamında gündüzkü olaylara bakıp "umarım cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan yarın veya sonraki gün illerdeki tahribatın ve kışkırtılan kitlelerin davranışlarına ve bir muhalefet partisinin genel merkez binasını yakan veya ülkenin en büyük gazetesindeki çalışanlara ölüm korkusu yaşatacak görüntülere bakıp tıpkı Celal Bayar gibi 'bizimkiler fazla abartmış' demez diye yazmıştım.

Çünkü dün gündüz başlayıp gece boyu sabaha kadar devam eden olaylar adeta benim endişelerimi doğruluyordu.

Ayrıca Ayşe Hür'ün yazısından aldığım; 'o olaylar sırasında bir görgü tanığının anlattıklarından bir anekdotu paylaştım'

O anekdota göre '6-7 Eylül olayları sırasında üç Rum'un oturduğu bir apartmanda kapıcılık yapan bir Türk 6 Eylül günü saldırılar başladığında eline bir Türk bayrağı alıp kapıya çıkıyor; gelen saldırganlara "bu apartmanda Rum oturmuyor" deyip apartmandaki Rumların canını koruyor.

Daha sonra aynı kapıcı elinde Türk bayrağıyla karşı kaldırımda bir Rum'a ait dükkanına saldırıya katılıyor.'

Buradan bakıp "Sıradan kitlelerin tepkisi böyle karmaşıktır. Eğer bu olaylar bir yangına dönüşürse milyonların ne yapacağını, nasıl davranacağını kestirmek zordur." dedim.

Dünkü saldırıları yukarıdaki kapıcı örneğinde verdiğim gibi "faşist saldırılar bunlar" deyip geçme kolaycılığına kimse düşmesin. Kuşkusuz dünkü saldırılarda kışkırtma var. Özellikle iktidar cephesi bir süredir 'siyasi çıkarını orada gördüğü için' bu tür kışkırtıcı politika izliyor. En son Hürriyet binasına saldırı bu kışkırtmaların ürünü. AKP li bir milletvekilinin başını çektiği olaylar bütün boyutlarıyla basına yansıdı. Gece özellike HDP binalarına yapılan saldırılarda milliyetçi kışkırtmalar var kuşkusuz.

Buradaki tehlike bu kışkırtmaya zemin hazırlayan olaylardır. Medyaya yansıyan PKK saldırısı sonucu şehit haberleridir. Kimileri doğu ve güneydoğuda polisin halka salsırdığına işaret edip "onlar ne oluyor? Onlara tepkisiz mi kalacağız?" diye itiraz edebilir. Bunlar PKK nın kanlı pusularını hiç bir zaman haklı çıkarmaz. PKK Türk ve Kürt Halkının arasında düşmanlık oluşturma çabasındadır. Bunu bilerek yapıyor. Yoksa HDP 7 Haziran'da parlamentoya girdikten sonra PKK'ya ancak haltetmek düşerdi; şimdi onu yapıyor.

Ben PKK yı hiç bir zaman Kürt Halkının hayrına bir örgüt gibi görmedim. Abdullah Öcakan'ın M. Ali Birant'a verdiği röportajı okuduktan sonra bu düşüncem pekişti.

Uzun sözün kısası birileri; bunun içinde PKK 'da var. Kürt ve Türk Halkını bir iç savaşa zorluyor. Bunu görmek lazım. Türkiye'de yaşanacak bir iç savaşın bedelini herkes çeker ve o savaşın kazananı olmaz.

Bu nedenle herkesin bu sıra yazdığı yazıda veya her türlü ifadesinde özellikle kullandığı her kelimeyi seçerek öfkeden arındırarak seçip kullanması çok önem kazandı.

Öfke ve küfürü seçenler bana göre bu şimdilik kıvılcım halinde olan toplumsal olaylara ateşe benzin döker gibidirler.

"Yurttaş sorumluğu şu sıra çok önem kazanıyor" diye kendi görüşümü yazmıştım.

O saatten bu saate görüşüm aynı. Aslında öteden beri aynı. Olaylara veya yaşananlara bakıp, öfkelenip küfür dilini kullanmak bana göre çok yanlış.

İnsanın özellikle böyle durumlarda öfkesini kontrol edip tepkisini insana yakışır bir dilin sertliğiyle pekala gösterebilir. Dün gece CNNTÜRK'de Sedat Ergin'in yaptığı da buydu. Tepkili bir dille cumhurbaşkanına ve başbakana olayları yeterince önemsememekle ve önlem almamakla suçladı ve bunun yanlış olduğunu ifade etti.

Gerçekten 'anlamadığım hangi siyasi hesapla' iktidarın izlediği politika gerçekten çok tehlikeli bir sonuç vermeye 'adeta' bir iç savaş çıkartmaya doğru gidiyor.

Yukarıda yazdığım ve 6-7 Eylül'de veya Sivas'ta ve diğer örneklerinde, Yugoslavya örneğinde olduğu gibi baştan kontrol edilebilir gibi gözüken kitle eylemleri o boyuta varır ki; içine bundan siyasi umar bekleyenleri de alıp bütün toplumu 'adeta akrebin intiharı gibi' yakar bitirir.

Kitlelerin saman alevine benzeyen tepkileri; bazen kontrolsüz güce dönüşebilir. Türkiye böyle bir tehlikenin hemen yanı başında günler yaşıyor.

Dileğim başta iktidar ve cumhurbaşkanı olmak üzere herkesin aklını muhafaza edip doğru siyasete dönmesi ve geleceği için beklediği neyse bunun demokrasi içinde olması için çaba göstermesidir.

Dünden beri yaşanan olaylar bende bu yazdığım düşünceleri oluşturdu.

Tekrar yazarsam cumhurbaşkanından itibaren yurttaş sorumluluğu taşıyan herkesin ülkeyi 7 Haziran'da oluşan barış ve demokrasi iklimine taşımasıdır. Çünkü dünya örnekleri de gösteriyor ki; sorunlarını veya kaygılarını demokrasi dışına çıkarak çözmeye veya gidermeye çalışan herkes sonunda demokrasi dışı ortamın felaketinde helak olup gitmiştir.

Kimse demokrasiden ve hukuktan korkmasın. En suçlu insanın bile selameti oradadır.

Çünkü demokrasinin ve hukukun ayaklar altına alındığı veya yok olduğu ülkelerde suçlu suçsuz insanların neyle nasıl cezalandırıldığının çok acı örnekleri geçmişten günümüze sıkça yaşandığı için biliniyor.

Düne bakarken gördüklerimden aklımdan geçenler bunlardı. Burada yazıp paylaştım. Umarım üşenmeden okunur.









SONUNDA KAZANAN ÇAĞDAŞLIK VE AKIL OLACAK



POLİTİKA
21.04.2015 12:46:38


“Fatih Belediyesi’nden bir rant atağı daha geldi. Belediye, 654 yıllık geçmişe sahip Kapalıçarşı hanlarının da bulunduğu 1734 binayı otele dönüştürecekmiş.”

Gazetelerde, medyada haber olan bunlar şimdi. Anlaşılan Boğazlar sırtları, Taksim, Beyazıt derken şimdi sıra Kapalı Çarşıya gelmiş.

Bu haberler aslında yeni bir düşüncenin ürünü değil.

Yani başta İstanbul olmak üzere ülkenin tarihi dokularını katletme öteden beri var. İnsanlığın kadim tarihinin en önemli belgelerini taşıyan Anadolu yıllardır yağmalanıyor, hoyratça tüketiliyor zaten.

Ama şimdi olanlar geçmişten olanlardan farklı. Bunların ötekilerden farkı giderek belirginleşen cumhuriyetin kuruluş sürecinde yaşanan kavganın öne çıkması.

O yıllarda yaşanan ve dini referansı ve şeriatı yönetime temel yapmak isteyenlerle aklı ve çağdaşlığı yönetim için ilke kabul edenler arasındaki mücadele aklı ve çağdaş ilkeleri savunanların kazanmasıyla sonuçlanmış gibi gözükse de o mücadele bitmedi. O mücadelenin öteki tarafı olanlar o günden bu güne hep rövanşı alma kaygısı güttüler. İlk hamleyi cumhuriyeti kuran iradenin çok partili demokrasi hedefini kullanarak “yeter söz milletindir” diyenler yaptı. İlk adım o sıralar atıldı. Ve özellikle İstanbul’un tarihi o sıralar yağmalanmaya başladı.

O günkü iktidarın esas desteği olan inşaat sektörü; yani “mutayıtlar”a alan açmak için o yılların iktidarı DP İstanbul’un rant yağmasına açılmasına zemin hazırlamak için başlattığı çalışmayı 1958 yılında çıkardığı İmar Yönetmeliğiyle de yasal zemine oturttu.

Artık İstanbul’un tarihinin ve doğasının yağması yasal hale getirildi.

Çok uzatmaya gerek yok. O günden bu güne olanları öğrenmek için internette kısa bir gezinti yeterli.

O yıllarda atılan ilk adım 'giderek Türkiye'nin adeta kaderi haline gelen' sağ muhafazakar anlayışı hep iktidarda tuttu.

Başlangıçta ürkek atılan adımlar 12 Eylül faşist cuntasının yarattığı iklimle daha müsait ortam bulunca daha rahat atılmaya başladı.

2002 yılında AKP iktidarıyla doruk noktasına ulaştı.

Artık şimdi her konuda çok rahatlar. Tarihin rant amacıyla yağması, doğanın katli, enerji kaygısıyla ormanların yok edilmesi, akarsuların kuruması giderek yönetim anlayışı haline geldi ve bunu dini referansları kullanarak yapıyorlar. İnsanların inancını istismar en kolay yol olduğunu için bütün çabalarını inanç istismarına yönelttiler.

İnanç diye ortaya atılan absürdlükler o kadar ilkel hale geldi ki; o kadronun okumuş insanları kendilerinin hiç inanıp ciddiye almadıkları bu absürdlükleri sırf iktidar olabilmek için görmezden geliyorlar.

Çünkü tek düşünceleri rant, rant, kar, kar, para para. Gözleri başka hiçbir şey görmüyor artık ve onların üzerinde oturdukları zemin de cehaletin verdiği körlükle bu olan bitene gözü kapalı destek verir hale geldi. Çünkü o zeminin hazırlayan anlayış temelden çağdaşlıkla tarihin iç içe olmasından rahatsızdı. Çünkü kendi dünyaları o kadar ilkeldi ki; saltanat ve özellikle hilafet kaldırılınca adeta yıkıldılar. Çünkü asırlardır padişahın kulu kölesi olmak adeta iliklerine işlemişti. Mustafa Kemal’in öncülüğünde ayaklanan halk yine ona olan güvenleriyle onun işaret ettiği aydınlığa o zor koşullarda yönelirken buna ters düşenler o gelişmeyi engellemek için ellerinden geleni yapmaya çalıştılar.

Şimdikiler de onların temsilcisi; adeta ve çağdaşlıkla tarihin iç içe olmasında rahatsız görünüyorlar. Tıpkı onlar gibi inanç diye dayatılan cehaletin karanlığını seviyorlar. Çünkü kendi dünyaları o kadar ilkel o kadar çağ dışı ki; güzel olan aydınlık saçan, tarihin güzelliklerini çağdaş dünyaya taşıyan her şeyden ölümüne korkuyorlar. Ama bu korkuların ecele faydası yok. Çünkü onlar çürümüş kokuşmuş bir yaşamı yeniden diriltmeye çalışıyorlar; tıpkı ölüyü diriltmek isteyenler gibi. Ama bilmiyorlar; onlar o çürümüş yaşamı diriltmeye çalışırken giderek herkesin irkildiği, tiksindiği zombilere dönüşüyorlar. “Ne diyelim herkesin kendi seçimi bu” demeyeceğiz. Onların seçimine karşı onların geleceğini de kurtarmak için inadına çağdaşlığı, inadına tarihin çağdaşlıkla buluşmasını ve uyumunu savunacağız ve kazanan onlara rağmen biz olacağız. Çünkü biz yeninin yeni doğanın, aydınlığın ve güzelliklerin içinde yoğrularak geleceğimizi o değerler üzerine kurmak istiyoruz. Çünkü biz toplum olarak 1923 den bu yana ve özellikle 1928 den sonra çağdaşlığın ve aklın yaşamımıza yöne vermesini düşüncesini yaşam biçimi haline getirdik. Bundan geriye dönüş asla olmayacak.