8 Nisan 2018 Pazar

ŞİMDİ YENİ BİR ŞEYLER SÖYLEMENİN TAM ZAMANI



Biz bize çok konuştuk. Birbirimize çok şey öğretmeye çalıştık. Tartıştık, çok tartıştık. Çok şey öğrettik birbirimize. Ama hep biz bize kaldık. Artık çevreye bakma zamanı geldi de geçiyor. Bizim dışımızda milyonlar var. Bizim farkımızda olmayan, farkında olsa bile bizi anlamayan. Bir şey söyleyince "ne diyor bunlar?" diye bakınan milyonlar var.
Türkiye yetmiş beş milyon. Hayat bu yetmiş beş milyonun içinde devam ediyor. Artık milyonların içine girmek gerek. Artık yeni bir dille onlara bir şeyler söyleme zamanı geldi de geçiyor. Onlarsız, onlarla birlikte olmadan ne söylesek boş… Ve onlara yeni bir dille yeni şeyler zamanı şimdi. Yeni anlaşılır, basit bir dille milyonlara Barışı anlatmak gerek. Ama anlaşılır bir şekilde. Anlayabileceği şekilde. Barışı savaşarak mı sağlamalı? Yoksa savaşmadan barış olmaz mı? Birlikte sorgulamalı onlarla sohbetlerde. Demokratik tepki nedir? Neye tepki göstermek gerekir? Neden tepki göstermek gerekir? Nasıl tepki göstermek gerekir? Onları anlatmalı milyonlara. Yeni, yalın ve anlaşılır bir dille. Sohbet eder gibi. Öfkesiz. Küfürsüz. Kürt sorunu nedir? Bu sorun nasıl oluştu? Çözümü nedir? Savaşmak çözüm mü? Bunları konuşmalı milyonlarla. Bir yolunu bulup bunları anlatmalı onlara. Yeni bir dille anlaşılır bir dille; ama doğru bir şekilde…
Kafalarda soru bırakmadan. Hukuk nedir? Demokratik hukuk devleti nasıl olur? Adil yargı nedir? Eğitim nedir? Neyi amaçlar? Nasıl olmalı? İşçi nedir? Sendika nedir? Sosyal güvence, işçi sağlığı iş gevencesi nedir? Nasıl sağlanır? Çevre nedir? Hes nedir? Nükleer ne demek? Nükleer enerjiye niye karşı olunmalı? Suriye'de neler oluyor? Bunları anlatmalı onlara. Bunları onlara anlatmanın bir yolunu bulmalı. Ama dinleterek. Anlamasını sağlayarak. Onların diliyle. Basit yalın bir dille onlara hayatı anlatmaya çalışılmalı. Çünkü zaten onlar doğru yanlış bilgilerle, bilir bilmez, daha çok el yordamıyla aile toplantılarında, altın günlerinde, emekli kahvelerinde, köy kahvelerinde, hastane kuyruklarında, banka kuyruklarında, işyerinde, fabrikada, evde, sokakta, dükkanda her yerde bunları konuşuyor. Bunları tartışıyor. Ama ne nedir? bilmediği için içinden çıkamıyor. Kızıyor, kavga ediyıor, birbirine particilik yapıyor. Kendi partisinin veya onu yalan yanlış anlatanın papağanlığını yapıyor. Onlara yardımcı olmanın, doğruları öğrenmesinin yolları bulunmalı.
Bunlar çok mu zor? Düşünürsek hiç zor değil. Her eylemi, her yönelimi onları doğru bilgilendirme amacıyla yaparsak hiç zor değil. Bunun doğru örnekleri var. Örneğin yerel yönetimlere ilgi gösterilmeli. Okul aile birlikleri örneğin… Yeter ki onlara neyi, nerede, nasıl bir dille anlatacağımızı bilelim. Onun için yeni şeyler söyleme zamanı geldi. Yeni bir dil, anlaşılır bir dil zamanı geldi. Basit hedefler koymalıyız önümüze. Onların günlük yaşamını yüz elli, iki yüz kelime ile yaşadığını unutmamalıyız. Onu politik sloganlarla, anlamadığı bir dille sıkmamalıyız. Önceliğini bilip, tesbit edip, önceliği o tesbit edilene vermeliyiz. Onlara şimdilik kullandıkları o yüz elli, iki yüz kelime ile anlayacaği bir dille bunları anlatmalıyız. Ve en önemlisi toplumsal aydınlanmaya önem vermeliyiz.
Kitap okuma seferbirliği için, kitap okuma alışkanlığı kazandırmak için ciddi çaba harcamalıyız. Bunu hiç geciktirmemeli, ertelememeliyiz. 
Unutmamalıyız. Toplumsal aydınlanmada alınan her mesafe milyonlara ulaşımda o kadar avantaj sağlar.   





30 Mart 2018 Cuma

O ÇOCUKLAR



O ÇOCUKLAR
17.04.2014 10:30:07
A+ A-
Bu resmi geçtiğimiz yıl Köy Enstitüleri kuruluş yıldönümünde de O ÇOCUKLAR başlığıyla paylaştım.
Çünkü Köy Enstitülerinin kuruluş amacını, bu okulların o yıllar nasıl kimler tarafından heyecanla karşılandığını en iyi anlatan bu resim diye düşündüm.
Ben yaş itibarıyla şanslı bir insanım. Çünkü ilkokul öğretmenlerimin tamamı Köy Enstitülerinde okumuş, oralardan mezun olmuş öğretmenlerdi. Düşünüyorum da hemen hepsinin o genç yaşlarında çevresinde saygınlık uyandıran kişilikleri gözümün önüne geliyor. Hemen hepsi köy çocuğuydu. Tün yaşamları boyunca da o köylerden hiç kopmadılar. Onların hepsini hep sevgiyle hatırlayıp saygıyla anıyorum.
Çünkü hemen hepsi Köy Enstitüsünde eğitim almış olmanın heyecanını ve gururunu tüm yaşamları boyunca taşırken bizlerin eğitiminde çok önemli katkıları olmuştu.
Buradan bakınca Köy Enstitüleri gerçekten cumhuriyet döneminin aydınlanma heyecanını köy çocuklarıyla köylerden başlayarak bütün Türkiye'ye taşımıştı
'Toplumsal aydınlanmanın öneminin farkında olan her İnsanın yaşı ne olursa olsun Köy Enstitülerini tanıdıkça aynı heyecanı bugün bile duyar' diye düşünerek bunları yazıyorum.
Önümde Reşat Keser dostumun gönderdiği 'Savaştepe Köy Enstitülü Yıllar' kitabı var. Uzun zamandır satır satır okuyorum.
Yıllar öncesinde yaşanmış aydınlanma hamlelerinin anlatımında sanki o yıllara, o okullara bir özlem var gibi.
Kitabın sonunda Köy Enstitüsünün açıldığı günü anlatırken "O gün Güneş'in doğuşu bir başkaydı Savaştepe'de. Sanki dağda bayırda kendi kendine açıp solan köy çocukları için, gelecek aydınlık günlerin habercisiydi bu geliş" ifadesi benim kapak remini doğruluyor.
Gerçekten Köy Enstitüleri öncelikle o çocukları, onların eğitim ihtiyacını düşünerek açıldı.
Çünkü yaratılan aydınlanma heyecanıyla köy çocukları eğitim isteğinde bulunsa, okuyup tahsil yaparak geleceklerini kurtarma ve toplumsal gelişmeye eğitimli insanlar olarak katkı sağlamayı istese bile o yıllarda köy çocuklarının eğitim yapması çok zordu.
Benim bir süredir paylaştığım Onun Hikayesi öyküsünde ifade edilmeye çalışıldığı gibi o yıllar eğitim, hele köy çocuklarının eğitimi 'her yiğidin harcı değildi'.
Onun Hikayesi' başlıklı uzun öyküde bir çocuğun, köyde okuma heyecanı yaşayan bir çocuğun okuma aşkına yanıt bulmaya çalışan ana, babanın gayreti fedakarlığı ve çaresizliğini, çocuğun okuma özlemini anlattım..
Öykü bütünüyle gerçek bir yaşamdan kurgulanmış bir öyküydü. Yine geçen yılda üzülerek yazdığım gibi; o günlerde bir dağ köyünden okumak için kasabaya gelen bir çocuk onurundan aç kaldığını kimseye söyleyemediği için açlıktan ölmüş, ölüsü 'ırbıkçı deresi' deriz orada derenin içinde kaldığı evde bulunmuştu. Ama onun öyküsünü o uzun öyküde paylaşmak içimden gelmemişti.
Yukarıda yazdığım ve Onun Hikayesi öyküsünde de anlattığım nedenlerle resimde görünen çocuklara bakınca; 17 Nisan 1940'da açılma kararı verilen, açılan Köy Enstitüleri'nin o çocukların köylerinde, o çocuklarda yarattığı heyecanı, sevinci anlayabiliyorum.
O yıllar o köy çocukları aç kalma, açıkta kalma tehlikesi yaşamadan Köy Enstitüleri'nde okuma olanağı buldu. O okulları açanlar pırıl pırıl o çocuklarla başlattığı aydınlanma meşalelerini yine o çocuklarla cehaletin karanlığındaki köylere, giderek bütün ülkeye taşıdı. Çocuklar okulda öğrendikleri bir zanaat, okuma yazma öğretisi becerisi ve yanlarında her biri yüz yüz elli kitapla gittikleri köylerde modern işlikler kurdu. Her köy bir kütüphaneye kavuştu. Bu yazdıklarım Köy Enstitüleri'nin açılmasının ön sonuçlarıdır.
Esas olarak o okullar ve mezun olup öğretmen olarak köylere tayin edilen o çocuklar toplumsal aydınlanma heyecanı yaratmışlardır. Onların yaktığı aydınlanma ışığı onca karartma çabalarına karşın Türkiye halkının aydınlanmasına çok önemli katkılar sağladı.
Bugün onca karatma çabalarına karşı aydınlığın karanlığa direnmesinin ana sebebi, gücü o yıllarda faaliyet gösteren Köy Enstitüleri'dir.
Onların geçmişteki değerlerini kavrandıkça; bugün geleceğe yönelik aydınlanma çabalarında doğru hedefler belirleyeceğiz.



23 Mart 2018 Cuma

Bu kin ve nefret söylemleriyle nereye??


Son günlerde medyaya servis edilen bir yerde elinde çıkını kaçışan kadın ve çocuk resimleri, bir yerde kurşunlanmış çocuk ve kadın ölülerinin resimleri ekranlarda bu çatışmalarda öldürülen asker ve polislerin cenaze törenleri ve buralardan yükselen ağıt ve beddualar.

Bu resimler, bu görüntülerle ekranlara veya internete kitlenmiş gözler ve kin ve nefret duygusuyla kitlenmiş dişler. Bugünkü Türkiye’nin görüntüsü bu…

Seksen milyona yaklaşan Türkiye Halkının bütün farklıkları nefret duygularıyla sanki birbirine karşı bilenmiş gibi.

Sizce bunlar normal bir şey mi? Bence değil. Hiç değil.

Hele siyasetin kaynayan bu öfke kazanının altına sürekli yeni nefret söylemleriyle adeta yeniden yeniden ölçermesi… Bu görüntüler ve siyasetin bu umarsız, ülkede her şey güllük gülistanlıkmış gibi hali hiç normal değil; aksine ürkütücü.

Çünkü ekranlarda veya internette yayınlanan görüntüler ve bu görüntülerde ifade edilen böyle söylemler sonucu yüreklere işleyen kin ve nefret duygusu emin olun bütün farklılıklarıyla Türkiye Halkının geleceğini yangın yerine çevirecek.

Buna bir çare bulmak gerekiyor. Resme konu alan kin ve nefret söylemini yazanlar için “ee! Onlar her gün ölüm tehlikesiyle görev yapıyor. Söylemesi kolay. Git kendin savaş orada” diye savunan veya oralarda şehir ve kasabalarda halkın yaşadıklarına tepki duyanların “bunları yazanlar ırkçı, faşist” deyip yazdıklarıma tepki gösterenler olabilir.

Yazıma tepki gösteren her kimlerse; benim yazdıklarımı hiç anlamayanlardır. Zaten bu hiç anlamayanların ikliminde oluşan siyaset bize bunları yaşatıyor.

Benim yazdığım çok açık. Seksen milyona yaklaşan Türkiye Halkının içinde milyonlarca insanın birbirine kin ve nefret duygusuyla bakmasıydı… Milyonlarca insanın geleceğini oluşturacak çocuklarının bu kin ve nefret ikliminde yetişmesiydi.

Zaten yazdıklarımı anlaşılsa; her şeye rağmen Türkiye’de bir barış iklimi oluşabilseydi; siyasette bu iklime göre kendini dizayn eder ve yaplandırırdı. Çünkü siyaset bu kin ve nefret ve korku ikliminde yaşananların sonucunu gösteriyor.

Geçmişte “Taş atan çocukları anlamadan barış olmaz” veya “Taş atan Kürt çocuklarıyla onlara düşman büyüyen Türk çocuklarını” işaret etmiş bu çocukların bu kin ve nefret duygularının ikliminde yetiştiğini ve eğer bu çocuklar arasında birbirine karşı barış duygusu oluşmazsa geleceğimizin de barış içinde dirlikli olamayacağına;  yani çocuklarımızın bizim yaşadığımız acıları misliyle yaşayacağına işaret etmiştim. Şimdi durum daha kötü... Toplum siyaseten adeta param parça hale getirildi. Korkarım yetmişlerin son yıllarını yeniden yaşacağız.

Çünkü maalesef gelişmeler bu yönde. Bu çıkmazdan çıkmanın bir yolu olmalı.

Bu farlılıkları sürekli kızıştıran bilgi körlülüğünün yarattığı ön yargı duvarını aşıp Türkiye Halkını barıştırmanın; etnik kimlik siyasi ve inanç farklılıkları içindeki milyonların birbirini anlamasının, birbirinin haklarına saygı göstermesinin, birlikte barış içinde yaşamasının, barış içinde yaşamanın bir yolu olmalı.

Kendini “demokratım, sosyal demokratım, solcuyum, sosyalistim, komünistim ya da devrimciyim diye tanımlayanlar dahil ‘ben çocuklarımı, onların geleceğini” Türkiye Halkının aydınlık geleceğini çok önemsiyorum diyen herkes bu barışın bir yolunu bulmalı; ama mutlaka bulmalı.

Yoksa emin olun; günlerdir, aylardır, yıllardır yaşananlarla oluşan iklimde oluşan kin ve nefret duyguları ve son günlerde medyaya ve sosyal medyaya düşen  söylemlerle bu duyguları kusarak yaratan kin ve nefret iklimi; bu iklimde yetişen çocuklarla hepimizin geleceği yangın yerine dönecek.






22 Mart 2018 Perşembe

ŞEYTANLA BİLE



İnanıyorsan düşüncene
Güveniyorsan kendine
Sakın korkma cehennemden
İşbirliği yap şeytanla bile
Devam et yoluna
Ama
Zayıfsa düşüncen
Veya sen
Düşünmekten acizsen
Ve sürekli birilerinin ağzına bakan biriysen
Feriştahı bile düşse önüne
Çabaların nafile senin
Çünkü sonunda sen
Yine inanıp birilerine
Uşaklığı seçersin…………….Erdoğan Şenel



2 Mart 2018 Cuma

ALİ GIGA





Her günkü gibi oturmuş fal bakıyordu.

“Fal bakıyordu” dedikse, onu falcı biri sanmayın. Hiç inanmazdı öyle şeylere. Hani can sıkıntısından ‘elli kağıdıyla bakılan’ fal var ya; işte o falı bakıyordu. Yanına biri gelip kulağına bir şeyler söyleyince “öyle carruk currak işlere bene bakma” deyip kestirip attı.

Yanına gelen ‘artık ondan ne istediyse’ onun kesin ifadeyle ‘olmazlandığını’ anladığı için bir süre daha başında dikildi, sonra çekip gitti.

Yanına gittim; gülümseyerek “ne o Alı Gıga? Adam ne istedi senden? Bir lafla diktin adamı” deyince kafasını kağıttan çevirmeden “mırt zırt işleri bunların yeğen. Sittiret” dedi.

Zaten öyle uzun boylu konuşmayı sevmezdi. Fiziğinden mi nedir? Hep üşengeç kestirmeden laflar ederdi. Öyle çok kelime kullanmadan adeta deyim haline getirdiği yöresel sözlerle anlatacağı neyse ‘dinlettirerek’ anlatırdı. O ketum haline rağmen sohbeti çok sevilirdi.

Kimden bahsettiğimi bu kadar anlatımla onu tanıyanlar çoktan anlamıştır.

Onun tanıyan hemen herkesin ‘Ali gıga’ diye bildiği veya seslendiği Ali Palvan’dan bahsediyorum.

Ali Palvan pehlivan bir babanın Mustafa Palvan’ın oğluydu. Soyadı olan ‘Palvan’ babasının pehlivanlığından geliyor. Soyadı kanununu çıktığında soyadını yazdırmak için giden Mustafa pehlivan sanırım soyadı yazan memurun “ne iş yapıyorsunuz?” sorusuna kalın sesiyle “ben palvanlık yapıyom” demiş; bunun üzerine o memur “senin soyadın o zaman Palvan olsun” demiş veya Mustafa Pehlivan kendisi “Palvan” olsun dediği için soyadları ‘Palvan’ oldu.

Her neyse; Ali gıgayı tanıtmaya babasından başlamamızın nedeni onu daha iyi tanıtabilmek içindi. Çünkü Ali gıga Mustafa pehlivanın ilk çocuğu olduğundan sanırım babasının bütün fiziki özelliklerini taşıyordu.

 İşte Ali gıga buydu. Babası gibi acı kuvveti ve gür kalın sesi vardı.

Rivayet o ki; Ramazan ayında bir gün şehir kulübünde gece poker oynarken balkona çıkmış. Sıranın ona geldiğini söyleyen arkadaşlarına “bob” deyince herkes ‘top atıldı?” diye evinde orucunu bağlamış. Yani sesi öyle kalın gür biriydi.

Babası ‘Kasap Amad’ diye çağrılan Kasap Ahmet’in oğluydu. Bundan dolayı onları ilçede ‘Kasaplar’ diye tanırlar.

Baba Mustafa pehlivan da çok ilginç kişiliğe sahip döneminin başpehlivanlarındandı. Onun ‘göbeğinin hiç güneş görmediği’ yani hiç yenilmediği söylenir.

Aslında o sıralar adı Satırlar olan şimdilerin Yeşilova’sı yağlı güreş pehlivanlarıyla ünlüydü. İçlerinde Arif pehlivan gibi döneminin Kurtdereliler, Kel Aliçolarla boy ölçüşebilen pehlivanlar da var. Bu pehlivan diyarını insanın ilginç özellikleriyle bir başka yazı konusu yapmayı düşünüyorum. Çünkü yazdığım gibi adı ‘Teke yöresi’ diye bilinen bu yörenin insanları dağlı Yörük atalarının en yakın temsilcileriydi. Şimdilerde unutulan aslında çok ilginç ve özgün yaşam öyküleri var.

Burada Ali gıgayı tanıtmak için şöyle, kısaca değinip geçtim.

Ali gıgaya tekrar dönersem onu tanıtırken ilk yazacağım Gönen Köy Enstitüsünün ikinci dönem mezunu olduğudur. Onun çok zeki olduğu ve matematik konusunda çok başarılı olduğunu arkadaşları söylerdi.

Ali gıganın çok ilginç öğrencilik anıları arasında birini yazmadan geçersem onu eksik tanıtmış olurum.

Ali gıga Gönen’de okuduğu yıllarda yaz tatiline geldiği sırada babasının çift çubuk işlerinde yardım ederdi. En çok öküz ‘gütmeyi’ otlatmayı severdi. Tırnak içinde ‘gütme’ yazma nedenim bizim oralarda koyun, keçi veya büyük baş otlatmaya ‘gütmek’ denir.

Öyle ki bu gütme ile ilgili deyimler de vardır. Bunlardan en meşhuru “insanlar hayvanları parayla, insanları bedava güder” deyimidir. Sanırım anlamı da açık. İnsanların yaşadığı toplum içinde sürekli diğer insanlarla ilgilendiği, zamanı gelince kullanmak için onun ‘eksik gediğini aradığı’ yani kusurunu bulmaya çalıştığı söylenir. ‘eksik gedik’ de kusur anlamında kullanılan yöresel bir deyimdir. Kimbilir başka yörelerde başka türlü anlatılır bunlar. Sanırım Türkçeyi öğrenmenin zorluğu da buradan gelir.

Hani bir yabancı Türkçeyi adam akıllı öğenmiş; o güvençle istasyonda bekleyen birine “tren geçti mi?” diye sorunca o kişinin dudağıyla ıslık üfürüp elini sallayarak trenin çoktan geçtiğini anlatmasını anlayamayan yabancının “benim bu dili öğrenmem için işaret dilini de öğrenmem gerek” dediği gibi yani. Başka dilleri bilmem; ama bildiğim kadarıyla Türkçede yöreden yöreye aynı anlamı olan türlü türlü ifadeye çok rastlanır.

Bu sözcükler çok az farklıklarla bütün Anadolu’yu sarar. Öyle ki Malatya veya Kırşehir Türkmen şivesiyle Teke yöresi olarak bilinen yörenin şivesi veya sözcükleri çok az farklarla çok benzeşir.

Neyse; bunu bu kadar uzatmamın sebebi Ali gıgayı daha iyi tanıtabilmek için. Tıpkı kendisine bir ricada bulunanın “öyle carrak currak işlere bene bakma” dediği gibi yalnız ona özgü çok anlam ifade eden ve ancak onunla sohbet edenlerin bildiği öyle ilginç deyim ve sözcükler var ki.

Onun sohbetlerinin en meşhur konusu öğretmen olarak askerlik yaptığı Diyarbakır anılarıdır. Bugüne kadar o anısını dinleyen onlarca kişiden onun tezkere alıp döndüğünü bilen duyan yoktur. Yani kısa özlü kelimelerle öyle güzel bir anlatımı vardır ki ‘anlata anlata’ ne bitirebilir? Ne de dinleyene bir sıkıntı basardı.

Ama kullandığı kelimeler sadece “onda keri, ordan şeyettim, şöyle gıvrıledim” gibi kendine has kelime veya deyimlerdir. Tıpkı biberciye “biberler acı mı?” diye sorunca bibercinin “yarısı tatlı yarısı acı” demesi üzerine “benim öyle garışık guruşuk işelere aklım ermez” deyip yürüyüp gitmesi ve arkasından bibercinin onu anlamak için aval aval bakması gibi yani.

Neyse buraya onun Gönen’de okurken babasına yardım için öküz otlatmaya veya gütmeye gittiğinden gelmiştik.

İşte o öküz otlattığı günlerden bir gün az ileride o dönemin namlı pehlivanlarından Marcalı Mehmet dayı da öküz otlatıyormuş. Onun da çok yaman pehlivan olduğu “güçcücük olmasına rağmen’ çok iyi oyun bildiği söylenir.

Neyse Mehmet dayı bakmış hiç güreşte yenemediği Mustafa pehlivanın oğlu yakınında. Sanırım ‘Dur şunu biraz ezeyim de; babasından öcümü alayım’ diye düşünerek “Mustuva’nın oğlan. Gel sene birez oyun öğredem” demiş. Ali gıga dönemin genci. Babası yaşında birine ‘çatmak’ ayıp olacak diye olmazlanmış önce. O olmazlanınca Mehmet dayı “ne o Mustuva’nın oğlan gorktun mu? Gorkma ezmem dayım” deyince Ali gıga genç tabi. Bu meydan okuma da gençliğine dokunduğu için “eyi dayı güleşem bakam” deyip onunla güreş tutuşuyor. Mehmet dayı iyi oyun bildiğinden Ali gıgayla oynamaya çalışırken Ali gıga tutup bunu altına alıp üzerine çöküyor. Ali gıga her ne kadar oyun bilmese de kuvvetinin farkında. Mehmet dayı alttan bildiği bütün oyunları denese de Ali gıgayı kıpırdatamıyor başlıyor “ula oğlum; sen de epey varımışsın ha. Salıve gari” demeye. O öyle dese de Ali gıga ‘bırakırım da yenilgisinin acısıyla beni döver’ diye oralı olmuyor. Mehmet dayı ne ettiyse Ali gıgayı razı edememiş. En son “ula Mustuvanın oğlan, bi kakasam ben bilirin yapıcemi” diye tehdit savurunca Ali gıga kalkıp kaçıyor. Tabi Mehmet dayının onun arkasından koşacak hali yok.

Mehmet dayı bunu “ula mengene gibi sıkdı beni döyüsün oğlu. Canım çıkıvecek sandım” diye anlatıyordu çevresine.

İşte Ali gıga böyle biri. O acı kuvvetine rağmen onun herhangi birine efelendiği, çalım sattığı veya dövdüğünü gören olmadı. Biraz kızdı mı “imanımı gızdırman. Garışmam bak” derdi o kadar.

Öğretmenlik anıları da çok ilginçti. Onu tanımayan veya çekemeyenler öğrencileriyle yeterince ilgilenmediğini ve gece geç vakte kadar oyun oynadığı için sınıfta uyukladığını söyleseler de onun öğrencisi olan hemen herkes ondan çok memnundu. İçlerinde çok başarılı eğitim hayatı olanlar vardı. Onlar özellikle matematiği Ali gıga sayesinde çok sevdiğini söylerlerdi.

Ali Palvan’ı ‘Ali gıga’ diye ünlendiren onun hoş bir muhabbet adamı olması ve çok güzel sofra adamı olmasıydı. Yani sofra adabını çok iyi bilirdi. Bu özelliği onu yörenin Aydın Boysan’ı yapmıştı. Bütün düğün derneklerde Ali gıganın masasında olmak herkesin istediği bir şeydi. Onun tatlı tatlı “carraklı curraklı” veya “mırtlı zırtlı” kendine özgü kestirme sözcük ve deyimlerle sohbetine kimse doyamazdı.

Dönemin Köy Enstitüsü mezunlarının özelliklerine uygun çok sosyal, görev yaptığı köylerde ve uzun süre görev yaptığı ilçesinde halka kendini sevdiren biriydi.

Burada kısaca tanıtmaya çalıştığım Ali gıga böyle ilginç özeliklere sahip, çok hoş yaşam anıları olan bir kişiydi.

Birçoğumuzun sıradan yaşamlarını yaşayan; ama bunları yaşarken o yaşamları sıradanlaştıran farklı kişiliği nedeniyle burada Ali gıgayı kısaca tanıtmayı seçtim.

“Kısaca kestim” diyorum; çünkü Ali gıgayı anlatmak öyle bir iki sayfayla olacak bir şey değil.

Kısmet olursa onu bir gün mutlaka “Ali gıgalı günler” başlığı altında onun bütün yaşamını hikayeleştirmek istiyorum. Çünkü özellikle Köy Enstitülü yılların Türkiye’sini daha iyi anlayabilmek için böyle ilginç kişileri tanımak ve tanıtmak doğru olacak diye düşünüyorum.

25 Şubat 2018 Pazar

İÇİMDEN "DERTLEŞMEK" GELDİ:



18.08.2015 08:18:26
A+ A-
Merhaba; toplumsal sorunlara ilgili biriyim. Öyle olunca yaşadığı zaman süreciyle ilgili toplumla, toplumsal sorunlarla ilgili her insan gibi kafamda bazı sorular ve düşünceler oluşuyor.
                               
Bu sabahın köründe yine öyle olunca bunları yazıp okuyanlarla paylaşmak, yani onlarla dertleşmek istedim.

Ekşi sözlükteki “kişinin, yakınlarının ayrıntılarla dolu yorumları, bitmek bilmez soruları ve pek sık gerçekleşmese de şaşırtıcı duyarsızlıkları ile boğulmasındansa hiç tanımadığı bir insanın olaylar karşısında tarafsız bakış açısını, az ve öz konuşmasını tercih etmesidir” diye ifade ettiği dertleşme tam benim durumuma uyduğu için yazımın başlığını “dertleşmek istedim” diye koydum.

Biliyorsunuz veya farkındasınız. Bir süredir yaşadığımız toplumsal yapıda yaygın bir çatışma, şiddet ve ölümler yaşanıyor.

Her insan gibi bunlar beni çok tedirgin ediyor ve anlamaya çalışıyorum. Yani bu şiddetin gerisinde yatan şeyi anlamak istiyorum.

Bana göre öyle “yaşadıklarımız kandan ve ölümden siyaseten beslenenlerin kendi siyasi çıkarları için izledikleri politikanın ürünü” deyip geçerek bunları anlamak olanaksız.

İki üç gün önce Varto meydanına atılan çırılçıplak bir kadın resmi sosyal medyada paylaşıldı. Özel kuvvetlerce bu kadını sorguya çekip, işkenceyle öldürdükten sonra meydana atıldığı bilgisi dolaştı. Kadının PKK'lı olduğu yazıldı. Muş valiliğinin bu resimle ilgili “bunun sorumluları ve resmi paylaşanlar cezalandırılacaktır” açıklamasıyla anlaşıldı ki bu kadın devletin güvenlik kuvvetlerince sorgulanmış ve ölüsü oraya atılmış.

Yine dün Avcılarda belediyenin parkına yanında pitbul köpeğiyle gelen şahıs orada müzik yapan sokak müzisyenlerine “bunlar Yahudi müziği çalıyor” diye tepki gösterip köpeğiyle müzik yapanlara saldırmış. Neyse ki çevredekiler bunu etkisiz hale getirip müzisyenlere sahip çıkmış.

Bu iki olay… Bunların birbiriyle benzerliği ve görüldüğü gibi taşıdığı şey öfke ve şiddet olunca dikkatimi çekti.

Buna benzer birçok olay yaşanıyor. İnsanlar ölüyor, öldürülüyor. Ölenin veya öldürenin etnik kimliğine göre toplumda farklı tepkiler medyaya yansıyor. Siyasi hesaplarla olduğu çok belli olan her gün bir şekilde ölüm ölmek yüceltiliyor.

Yani tek tek kişilerdeki öfke ve şiddet dalga dalga bütün toplumu sarmaya başladı. Öyle ki kendini aydın demokrat olarak ifade edenler de duygu ve düşüncelerini ‘karşı taraf gördükleri için’ öfke ve küfürle ifade etmeye başladılar.

Şimdi ta başa dönersek… Yani Varto’daki görüntüye…

PKK lı olduğu söylenen bir kadın yakalanmış. Onu yakalayanlar ‘nasıl bir öfke ve nefretse’ işkence ettikten sonra çırılçıplak sokağa atmışlar. Sanırım “bize karşı gelenin sonu budur” demek istemişler.

Türkiye demokratik hukuk devleti… Siyaseten sorumlu olan etkili ve yetkili çevreler bunu söylüyor.

Demokratik hukuk devletinde az veya çok suçların cezası az veya çok olarak hukukla verilir. Doğrusu da budur. Kişiler ‘yetkileri ne olursa olsun’ kendi başlarına kimseye ceza veremez.

Ama Varto örneğinde veya Avcılar örneğinde olduğu gibi veriyor. Bunu nasıl ifade edeceğiz veya anlayacağız? Daha doğrusu güvenlik görevlisi olan birilerinin bir kadını parçalarcasına işkence edip çırılçıplak sokağa atışını nasıl anlayacağız? Ona böyle davranmaları için birileri öyle görev mi verdi? Yoksa içinden öyle mi geldi?

Neresinden tutarsan boklu değnek misali bir durum…

Pekii! O zaman Avcılarda sokak müzisyenlerine köpeğiyle saldıran kişiye kim görev verdi?

Burada ortaya çıkan sonuç kişilerin kendileri gibi olmayan düşünmeyen kişilere karşı öldüresiye nefret duymasıdır. Bu öyle bir duygu ki; bu duygusunu ifade edeni insanlıktan çıkarıp tamamen bilinç altındaki hayvani duygularının esiri yapıyor.

Bana göre asıl tehlike bu. İnsanların birbirine karşı öldüresiye düşmanlaşması…

Siyasiler; örneğin cumhurbaşkanı toplumu kutuplaştırıp kendine yakınlaştırdığı kutupla veya kitleyle iktidarını sürdürmeyi düşünüyor olabilir. Düne kadar ona destek veren herkesin; hatta düne kadar kendiyle çok yakın politik dostluğu olanların, arkadaşlarının ifade ettiği gibi 'olabilir' değil; izlediği politika bunu amaçlıyor.

Belki kendisi böyle bir kutuplaşmadan bir süre daha iktidarı için bir yarar sağlayabilir.

Peki ya sonrası? 

Yani birbirine ölümüne kutuplaşmış en basit bir müzik sesine; o müziği yapana veya görevi gereği sorguladığı kişiye öldüresiye düşmanlaşan, onu çırıl çıplak soyup sokakta teşhir edecek kadar duygu yoksunu, insani bütün değerlerin yitirmiş bir toplumsal yapıda kime ne hayır gelir ki?

Çünkü beride onlara karşı da düşmanlaşan, benzeri duygular besleyen bir kitle oluşuyor.

Bu kadar birbirine düşmanlaşmış toplumun geleceği ne olacak?

O müzisyenlere köpeğiyle saldıranın, PKK'lı diye bir kadını işkenceyle öldürüp sokağa atanın, atanların onlara sessiz kalan, görmezden gelenlerin çocukları, torunları için öyle birbirine öldüresiye düşmanlaşmış bir toplumda ‘ne gelecekleri olur? Olur mu?’ ‘Yoksa siyasi çıkarları için topumu bu hale getirenler, onların dümen suyunda gitmekten çıkar umanlar veya bunlara tepkili kendilerinin daha iyi düşündüğünü, toplumun geleceğini önemsediğini iddia edenler bu tehlikenin farkında değil mi?’ Ya da farkındalar da “adaam sen de. Biz bu günü kurtaralım. Bugünkülerden kurtulalım. Gerisi Allah Kerim” mi diyorlar.

Sabahın erkeninde aklıma geldi bunlar. Okuyanlarla dertleşmek istedim.

Bana göre bu tehlikenin farkında olan ve insani değerlerini duygularını henüz yitirmemiş olanlara burada çok önemli görev düşüyor.

Onlara düşen öncelikli görev toplumun içine sokulduğu bu travmayı doğru fark edip doğru çıkış yollarında buluşup toplumun geneliyle o yola yönelmek olmalı.

Bana göre bunun yolu da ’ne olursa olsun’ öfkeleri kontrol edip barış dilini daha geliştirip inadına toplumsal barış için çaba göstermek; ölümü ölmeyi, öldürmeyi değil yaşamı yaşatmayı yüceltmek gerekiyor.

İnat edilecek olan da toplumun şiddete eğilimli fertleri değil onları bu yola sokan siyasi anlayıştaki siyasi kadrodur.

Onlar kendi siyasi çıkarları için körükledikleri şiddet sonucu olan ölüm ve öldürme acılarını kullanarak toplumu nefret ve şiddet sarmalında kutuplaştırmaya çalışıyor olabilir.

Bu tehlikenin farkında olanlara düşen aynı şekilde şiddetle tepki vermek olmamalıdır. Aksine ‘inadına’ toplumu birleştirici bir yaklaşımla öfke ve şiddetin sonuçlarının bütün toplumun geleceğini nasıl tehlikeye attığını doğru ve anlaşılır bir dille ifade etmelidir. Bu şekilde toplumsal barış için seksen milyona yaklaşan halkın büyük çoğunluğunun bütün farklılıklarını bir yana koyup barış içinde yaşama hedefinde, demokrasi hedefinde; bütün sorunların görüşülerek, konuşularak çözüleceği demokratik toplum hedefinde BARIŞ içinde bir araya gelmelerini sağlamak olmalıdır.

Ben şahsen kendinde birazcık aydın sorumluluğu gören, tehlikenin birazcık farkında olanlar yukarıda işaret ettiğim biçimde uğraşı içine girerlerse toplumun hızla birbiriyle barışık aydınlık bir geleceğe evrileceğini umuyorum.

Yeter ki “olmaz” demeyelim. Yeter ki bu sorunun başına ‘ama fakat’ gibi ikircikli ifadeler koyarak yaşadığımız soruna yaklaşmayalım.

Hepimiz, yani bu kaygı içinde olanlar olarak hep birlikte barış yolunda yürüyelim.

Emin olun toplumun, hepimizin, hepimizin geleceğinin kurtuluşu bundadır

Sabahın esselatında aklıma bunlar geldi. Kalkıp aletin başına geçtim; okuyanlarla bunları dertleşmek, derdimi ve dert edindiğim şeyi giderici olabileceği yönünde düşüncemi ifade etmek istedim.

Umarım kendimi, düşüncemi doğru ifade etmişimdir.