25 Şubat 2018 Pazar

İÇİMDEN "DERTLEŞMEK" GELDİ:



18.08.2015 08:18:26
A+ A-
Merhaba; toplumsal sorunlara ilgili biriyim. Öyle olunca yaşadığı zaman süreciyle ilgili toplumla, toplumsal sorunlarla ilgili her insan gibi kafamda bazı sorular ve düşünceler oluşuyor.
                               
Bu sabahın köründe yine öyle olunca bunları yazıp okuyanlarla paylaşmak, yani onlarla dertleşmek istedim.

Ekşi sözlükteki “kişinin, yakınlarının ayrıntılarla dolu yorumları, bitmek bilmez soruları ve pek sık gerçekleşmese de şaşırtıcı duyarsızlıkları ile boğulmasındansa hiç tanımadığı bir insanın olaylar karşısında tarafsız bakış açısını, az ve öz konuşmasını tercih etmesidir” diye ifade ettiği dertleşme tam benim durumuma uyduğu için yazımın başlığını “dertleşmek istedim” diye koydum.

Biliyorsunuz veya farkındasınız. Bir süredir yaşadığımız toplumsal yapıda yaygın bir çatışma, şiddet ve ölümler yaşanıyor.

Her insan gibi bunlar beni çok tedirgin ediyor ve anlamaya çalışıyorum. Yani bu şiddetin gerisinde yatan şeyi anlamak istiyorum.

Bana göre öyle “yaşadıklarımız kandan ve ölümden siyaseten beslenenlerin kendi siyasi çıkarları için izledikleri politikanın ürünü” deyip geçerek bunları anlamak olanaksız.

İki üç gün önce Varto meydanına atılan çırılçıplak bir kadın resmi sosyal medyada paylaşıldı. Özel kuvvetlerce bu kadını sorguya çekip, işkenceyle öldürdükten sonra meydana atıldığı bilgisi dolaştı. Kadının PKK'lı olduğu yazıldı. Muş valiliğinin bu resimle ilgili “bunun sorumluları ve resmi paylaşanlar cezalandırılacaktır” açıklamasıyla anlaşıldı ki bu kadın devletin güvenlik kuvvetlerince sorgulanmış ve ölüsü oraya atılmış.

Yine dün Avcılarda belediyenin parkına yanında pitbul köpeğiyle gelen şahıs orada müzik yapan sokak müzisyenlerine “bunlar Yahudi müziği çalıyor” diye tepki gösterip köpeğiyle müzik yapanlara saldırmış. Neyse ki çevredekiler bunu etkisiz hale getirip müzisyenlere sahip çıkmış.

Bu iki olay… Bunların birbiriyle benzerliği ve görüldüğü gibi taşıdığı şey öfke ve şiddet olunca dikkatimi çekti.

Buna benzer birçok olay yaşanıyor. İnsanlar ölüyor, öldürülüyor. Ölenin veya öldürenin etnik kimliğine göre toplumda farklı tepkiler medyaya yansıyor. Siyasi hesaplarla olduğu çok belli olan her gün bir şekilde ölüm ölmek yüceltiliyor.

Yani tek tek kişilerdeki öfke ve şiddet dalga dalga bütün toplumu sarmaya başladı. Öyle ki kendini aydın demokrat olarak ifade edenler de duygu ve düşüncelerini ‘karşı taraf gördükleri için’ öfke ve küfürle ifade etmeye başladılar.

Şimdi ta başa dönersek… Yani Varto’daki görüntüye…

PKK lı olduğu söylenen bir kadın yakalanmış. Onu yakalayanlar ‘nasıl bir öfke ve nefretse’ işkence ettikten sonra çırılçıplak sokağa atmışlar. Sanırım “bize karşı gelenin sonu budur” demek istemişler.

Türkiye demokratik hukuk devleti… Siyaseten sorumlu olan etkili ve yetkili çevreler bunu söylüyor.

Demokratik hukuk devletinde az veya çok suçların cezası az veya çok olarak hukukla verilir. Doğrusu da budur. Kişiler ‘yetkileri ne olursa olsun’ kendi başlarına kimseye ceza veremez.

Ama Varto örneğinde veya Avcılar örneğinde olduğu gibi veriyor. Bunu nasıl ifade edeceğiz veya anlayacağız? Daha doğrusu güvenlik görevlisi olan birilerinin bir kadını parçalarcasına işkence edip çırılçıplak sokağa atışını nasıl anlayacağız? Ona böyle davranmaları için birileri öyle görev mi verdi? Yoksa içinden öyle mi geldi?

Neresinden tutarsan boklu değnek misali bir durum…

Pekii! O zaman Avcılarda sokak müzisyenlerine köpeğiyle saldıran kişiye kim görev verdi?

Burada ortaya çıkan sonuç kişilerin kendileri gibi olmayan düşünmeyen kişilere karşı öldüresiye nefret duymasıdır. Bu öyle bir duygu ki; bu duygusunu ifade edeni insanlıktan çıkarıp tamamen bilinç altındaki hayvani duygularının esiri yapıyor.

Bana göre asıl tehlike bu. İnsanların birbirine karşı öldüresiye düşmanlaşması…

Siyasiler; örneğin cumhurbaşkanı toplumu kutuplaştırıp kendine yakınlaştırdığı kutupla veya kitleyle iktidarını sürdürmeyi düşünüyor olabilir. Düne kadar ona destek veren herkesin; hatta düne kadar kendiyle çok yakın politik dostluğu olanların, arkadaşlarının ifade ettiği gibi 'olabilir' değil; izlediği politika bunu amaçlıyor.

Belki kendisi böyle bir kutuplaşmadan bir süre daha iktidarı için bir yarar sağlayabilir.

Peki ya sonrası? 

Yani birbirine ölümüne kutuplaşmış en basit bir müzik sesine; o müziği yapana veya görevi gereği sorguladığı kişiye öldüresiye düşmanlaşan, onu çırıl çıplak soyup sokakta teşhir edecek kadar duygu yoksunu, insani bütün değerlerin yitirmiş bir toplumsal yapıda kime ne hayır gelir ki?

Çünkü beride onlara karşı da düşmanlaşan, benzeri duygular besleyen bir kitle oluşuyor.

Bu kadar birbirine düşmanlaşmış toplumun geleceği ne olacak?

O müzisyenlere köpeğiyle saldıranın, PKK'lı diye bir kadını işkenceyle öldürüp sokağa atanın, atanların onlara sessiz kalan, görmezden gelenlerin çocukları, torunları için öyle birbirine öldüresiye düşmanlaşmış bir toplumda ‘ne gelecekleri olur? Olur mu?’ ‘Yoksa siyasi çıkarları için topumu bu hale getirenler, onların dümen suyunda gitmekten çıkar umanlar veya bunlara tepkili kendilerinin daha iyi düşündüğünü, toplumun geleceğini önemsediğini iddia edenler bu tehlikenin farkında değil mi?’ Ya da farkındalar da “adaam sen de. Biz bu günü kurtaralım. Bugünkülerden kurtulalım. Gerisi Allah Kerim” mi diyorlar.

Sabahın erkeninde aklıma geldi bunlar. Okuyanlarla dertleşmek istedim.

Bana göre bu tehlikenin farkında olan ve insani değerlerini duygularını henüz yitirmemiş olanlara burada çok önemli görev düşüyor.

Onlara düşen öncelikli görev toplumun içine sokulduğu bu travmayı doğru fark edip doğru çıkış yollarında buluşup toplumun geneliyle o yola yönelmek olmalı.

Bana göre bunun yolu da ’ne olursa olsun’ öfkeleri kontrol edip barış dilini daha geliştirip inadına toplumsal barış için çaba göstermek; ölümü ölmeyi, öldürmeyi değil yaşamı yaşatmayı yüceltmek gerekiyor.

İnat edilecek olan da toplumun şiddete eğilimli fertleri değil onları bu yola sokan siyasi anlayıştaki siyasi kadrodur.

Onlar kendi siyasi çıkarları için körükledikleri şiddet sonucu olan ölüm ve öldürme acılarını kullanarak toplumu nefret ve şiddet sarmalında kutuplaştırmaya çalışıyor olabilir.

Bu tehlikenin farkında olanlara düşen aynı şekilde şiddetle tepki vermek olmamalıdır. Aksine ‘inadına’ toplumu birleştirici bir yaklaşımla öfke ve şiddetin sonuçlarının bütün toplumun geleceğini nasıl tehlikeye attığını doğru ve anlaşılır bir dille ifade etmelidir. Bu şekilde toplumsal barış için seksen milyona yaklaşan halkın büyük çoğunluğunun bütün farklılıklarını bir yana koyup barış içinde yaşama hedefinde, demokrasi hedefinde; bütün sorunların görüşülerek, konuşularak çözüleceği demokratik toplum hedefinde BARIŞ içinde bir araya gelmelerini sağlamak olmalıdır.

Ben şahsen kendinde birazcık aydın sorumluluğu gören, tehlikenin birazcık farkında olanlar yukarıda işaret ettiğim biçimde uğraşı içine girerlerse toplumun hızla birbiriyle barışık aydınlık bir geleceğe evrileceğini umuyorum.

Yeter ki “olmaz” demeyelim. Yeter ki bu sorunun başına ‘ama fakat’ gibi ikircikli ifadeler koyarak yaşadığımız soruna yaklaşmayalım.

Hepimiz, yani bu kaygı içinde olanlar olarak hep birlikte barış yolunda yürüyelim.

Emin olun toplumun, hepimizin, hepimizin geleceğinin kurtuluşu bundadır

Sabahın esselatında aklıma bunlar geldi. Kalkıp aletin başına geçtim; okuyanlarla bunları dertleşmek, derdimi ve dert edindiğim şeyi giderici olabileceği yönünde düşüncemi ifade etmek istedim.

Umarım kendimi, düşüncemi doğru ifade etmişimdir.







RASTGELE MUHABBET


O sırada kendinden oldukça yaşlı bir bey selam verip oturdu. O da selamı aldı, ama içinden ‘be herif o kadar boş yer vardı gelip beni buldun’ diye söyleniyordu.

Yanına oturan sanki onun içinden söylendiğini duymuş gibi gülümseyerek “etrafta çok boş kanepe var. Ama insan bir başına sıkılıyor. Onun için gelip yanına oturdum. Sanırım seni de evden kovaladılar” dedi.

Yaşlı adamın hoş hali konuşmasındaki sıcaklık onun tepkisini yumuşatmıştı. Adamın en son “sanırım seni de evden kovaladılar” sözüne gülümseyerek “yok dayı ben kendim kaçtım. Hanımın haberi bile olmadı” dedi.

Dayı “ha hanım kovmuş, ha habersiz kaçmışın. Ne fark eder. Sen de benim gibi deniz kenarına gelip kendini dinlemek istemişsin” deyince irkildi. Gerçekten buraya bu saatte kendini dinlemek için gelmişti. Temur efendi, kayıkçılar hepsi onun kendini dinlemesini sağlayan, onun iç dünyasında yarattığı bir dünyanın insanları değil miydi? Günlerdir Temur efendinin izini niye takip ediyordu ki?

O dayının sözleriyle içinden bunları geçirdi sonra dönüp ona “haklısın galiba. Farkında değildim, ama siz söyleyince fark ettim. Gerçekten buraya kendimi, içimdekileri dinlemek için geldim” dedi.

Onun bu sözlerini dikkatle dinleyen ‘dayı’ kendini tanıttı. Yetmiş sekiz yaşındaymış. Evliymiş. Çocuklarını çoktan yuvadan uçurmuş. Hala sevdiği bir eşi varmış. Aslında her yere onunla gidermiş.

Ama yine de ondan ayrı böyle bir kenara çekilip kendini dinlemeyi çok severmiş. Eşi uzunca süredir hastaymış. Onu rahtsız etmeden birçok sabah erkenden buraya gelir denizi seyreder sonra da evine dönermiş.

Burada deniz kenarında İstanbul’a ilk geldiği anları düşünmek ona ayrı bir hoşluk veriyormuş.

O dayı bunları söyleyince heyecanlanmıştı. “Afedersiniz. İstanbul’a ilk geldiğim günler dediniz. İstanbul’a ne zaman geldiniz?” deyince adam derin bir geçirip “Bin dokuz yüz elli sekiz yılıydı” dedi. “İlk o zaman denizi gördüm” diye devam etti.

Onun bu sözleri onu daha heyecanlandırmıştı. Etrafına bakınıp “sanırım buralar denizdi o yıllar. Öyle değil mi?” diye sordu. ‘Dayı’ başını salladı “doğru dedin. Buralar hep denizdi” dedikten sonra geriye dönüp karşıdaki binaları işaret etti. “Deniz o binalara kadar gidiyordu. Bu meydan falan hep denizdi” dedi.

Kastamonuluymuş. Kastamonu’nun bir köyündenmiş.. Babası onu okutmak için çok uğraşmış. Onun en çok öğretmen olmasını istiyormuş. Aslında haşarı bir çocuk da değilmiş, ama aklı derslere fazla ermiyormuş. Babası baktı olmayacak ilk mektepten sonra onu yanına almış.

Babası iyi duvar ustasıymış. Kerpiç ev yapmakta üstüne yokmuş. Onun yanında çalışırken askerliği gelince askere gitmiş. Askerliği yapıp köye döndüğü sırada köyde her yerde bir İstanbul yarenliği gidiyormuş. O askerlik sonrası bir iki hafta gezip dinlendikten sonra babası ona “İstanbul’a git” demiş.

Babasının İstanbul’da asker arkadaşı varmış. O babasına haber gönderip “İstanbul’a gelmesini İstanbul’da inşaat işinin alıp yürüdüğünü. Çok ustaya ihtiyaç olduğunu” diyesiymiş. Babası kendisi köyünü kıyıp o arkadaşının çağrısına uymadığına çok pişmanmış. “Şimdi bizden geçti, ama sen git oğlum gurtar kendinü” demiş. O da baba sözü dinleyip elinde babasının arkadaşına yazdığı mektup ve adresi “ver elini İstanbul” deyip düşmüş yola.

Onu dinlerken gözünün önüne Haydar dayı geldi. Onu da aynı sözlerle muhtar İstanbul’a gidip kendini kurtarmasını söyleyince o da “ver elini” deyip İstanbul yollarına düşmüş.

“Ver elini İstanbul”…

Bu aklına gelince gülümseyerek ona “Dayı ‘ver elini İstanbul demişsin. Peki İstanbul elini verdi mi sana?” diye sordu.

‘Dayı’ hafiften bir kahkaha attı. “Yeğen yanına otururken seni pek sosur bulmuşdum. Ama sen baya sohbet adamıymışsın” dedikten sonra “nerde!! İstanbul adama elini verir gibi yapar kolunu gapar. İşde bana bak. Geliş o geliş. Bi anam babam öldüğünde giddim köye. O gün bugündür kolum İstanbul’un elinde hala kurtaramadım. Amma ölünce kurtarıcam kolumu” dedi.

Onun “nasıl kurtaracaksın?” diye baktığını fark edip “çocuklara tembih ettim. Ne zaman hakkın rahmetine kavuşursam beni köyüme götürüp gömecekler” deyince onun aklına yine Temur efendi gelmişti. “Acaba çocukları babasının vasiyetine uyup onu köyüne götürdüler mi?” diye aklından geçiriyordu.

‘Dayı’ “ne o hemşerim bir den durgunlaştın” deyince o “yok dayı aklıma bir şey geldiydi de. Eee sonra?” dedi.

O “ne sonrası hepsi bu” deyince “ver elini İstanbul deyince ne oldu? Onu sordum” dedi.

‘Dayı’ “ha o mu? Nolcak canım? Bindim trene lakıdık lukuduk sallana sallana geldim. Elimde zaten adres varıdı. Haydarpaşaya gelince bir kayığa atladım. Geldim Kadıköy’e” dedi.

Geriye döndü. Karşıda meydanın yukarısında bir yeri işaret ederek “orda bir kahve vardı. Ferhat’ın kahve. Sorarak orayı buldum. Babamın asker arkadaşı zaten Kadıköy’lü. Akşamları o kahveye uğrar, oradan işçi alırmış. Kahveci de onu tanıyormuş. Akşama kadar bekledim. Babamın arkadaşı gelince gösterdiler. Verdim mektubu. Beni göre kapa aldı. Bi hoşbeş derken aldı beni evine götürdü. Ondan sonra onun yanında, başka yerlerde çalıştım. Kendime de Üsküdar’da iki katlı bir ev yaptım yukarıda. İşde öyle geçinip gidiyoruz” dedi.

Dayı “Üsküdar’da kendime iki katlı ev yaptık yukarıda. Geçinip gidiyoruz” deyip susunca “eee sonra?” dedi.

Dayı şöyle bir bakıp “ne sonrası yiğen. Öyle işte hepsi bu” deyince  “dayı valla senin sohbetine doyum olmaz” dedi. Dayı buna biraz bozulmuştu; ama gülümseyerek “şimdi ne demek oluyo bu?” diye sordu.

Dayının bu sorusu üzerine gülümsedi ve “ne olacak? O kadar yılı iki cümlede bitirdin. Bunu ‘benim diyen insan’ başaramazdı. Özetin özetiyle hallettin” deyince dayı “sen niye merak ediyorsun benim hayatı? Gazeteci falan mısın?” diye sordu.

 Dayı ona bakmaya devam ediyordu. Onun böyle kendine dikkatli baktığını görence “ne şaşırdın dayı?” dedi. Yaşlı adam gülümseyerek “hakikaten gazetecimisin diye baktım. Gerçi hiç benzemiyorsun, ama belli olmaz tabi” dedi.

Bunu duyunca “niyeymiş o? Şimdi benden gazeteci olmaz mı?” dedi. Dayı onun bu cevabına ağız dolusu güldü “sabah sabah kalkıp yanına geldiğime değdi. Seninle iyi vakit geçireceğiz” dedi.

Bu iltifat üzerine “sağol dayı. Aslında ben de sohbeti çok sevmem. Ama durduğum yerde başıma iş aldım. Onun için dolaşıyorum buralarda” dedi ve ‘onunla niye sohbeti sürdürmeye? Onu niye dinlemeye çalıştığını?’ anlattı.

Hele Temur efendinden bahsedince; onun ölümünü gördüğünü, çocuklarını, onun “beni memlekete gömün” diye vasiyetini duyunca yerinde biraz daha yayıldı “anlatayım dinle öyleyse. Bu çorbada benim de tuzum olsun” dedi. Ve anlatmaya başladı.

Tren Haydarpaşa’da durunca etrafına ‘şöyle’ bir bakınmış. Trende gelirken ona yanaşıp önce hoş beş edip samimi olan, sonra “İstanbul’da sana iş bulmada yardımcı olayım” diyen o çakır gözlü adamı görünce baka kalmış. Çünkü o adam trenden inen yirmi yirmibeş kişiyi asker gibi sıralayıp peşine takmış geliyormuş.

Dayının kendine baktığını görünce onu görmezden gelip o sıraya dizdiği adamlarla yanından gelip geçmiş.

Dayı bunu anlatınca soluklandı; sonra “meğer adam simsarmış” dedi.

Onun “o da neymiş” gibi sorarak baktığını görünce gülümsedi. “Yeğen bu simsarlar trenlerde kompartımanları dolaşır İstanbul’a iş için giden, ama tanıdık kimi kimsesi olmayanları tespit eder sonra onlara ‘ben size iş bulurum’ deyip isimlerini yazarmış. Onları önceden danışıp anlaştığı mütahitlere götürüp pazarlarmış. Ve işçi başına da bir ücret alırmış. Ama işçilerden de ayrıca yevmiye başına ‘size iş buldum’ diye ücret alırmış. Tabi garipler yol bilmez, iz bilmez. Gelip inşaat şantiyesine teslim edildikleri için her denene uyarmış” diye uzunca anlattı.

Bunları dinleyince onun aklına Temur efendinin kompartımanındaki karşısında şapkası önüne eğik adamla, oradakilere inşaatta çalıştığını söyleyen adam geldi. İçinden “belli ki onlar da simsardı” diye geçirdi.

Böylece kendi hayal dünyasının kurgusuyla dayının anlattığını örtüştürmüştü. İçinden “onlarla sonra ilgilenirim” deyip dayıya anlatmaya devam etmesi için bakıyordu.

Dayı onun bir an duraklayıp bir şeyler düşündüğünü fark etse de üzerinde durmayıp anlatmaya devam etti.

“Yani yeğen senin anlayacağın o yıllar işler böyle yürüyordu. Birileri çalışıyor, birileri de hiç çalışmadan kurnazlık yapıp o çalışanların sırtından para kazanıyordu. Gerçi şimdi de işler böyle yürüyor ya” dedikten sonra ona “sen televizyon izlemiyor musun? Hani o çıkıp ‘ben de o işçilerin içinden geldim. İnşaatlarda çok çalıştım’ deyip bunu şimdi yaptıracağı büyük konutlarda reklam için söyleyen bilmemne oğulları var ya; sermayeyi hep o simsarlıklardan tuttular. O zaman her simsar önce kendi hemşerilerine dadanırdı. Yani ilk ekibi onlardan kurardı. Sonra başka yerlerden gelenlere el atardı. Bu yüzden bu simsarlar arasında az savaş olmadı. Az insan ölmedi bu kavgalarda. Neyse benim onlarla hiç ilgim olmadı. Elimde tahta bavulum koynumda babamın yazdığı mektup trenden indim. Garın dışına çıkınca denizi gördüm. Şaşırmadım desem yalan olur. Çok şaşırdım. Hiç böyle kalabalık su görmemiştim. Bu kadar su nerden toplaştı deyi çok hayret ettim. Sonra babamın asker arkadaşının tarif ettiği gibi oradaki kayıkların yanına gittim. Kadıköy’e gideceğimi söyledim. Yanaşan kayıktaki kayıkçı ‘gel hemşerim ben oraya gideyrim’ deyince bindim o kayığa. Üç kişi daha bindi. Kayıkçı kayık paralarını toplayıp, asıldı küreklere. Geldik Kadıköy’e. Kayıktan indim. Etrafıma bakındım adres soracağım. Biri bana yanaştı ‘ne bakınaysun hemşerum’ dedi. Ona ‘Ferhat’ın kahveye gideceğim, onu bakınırım’ dedim. Bana ‘sen işçumusun?’ diye sorunca ‘hayır ustayım’ dedim. Ben öyle deyince adam bana şöyle bir baktı. ‘Hiç te benzemeysun ama, hiç te pelli olmaz. Kepenek altunda yiğit yatarumuş’ deyip bana kahveyi tarif etti. ‘Ha şuradan şoyle git. Dön sağa. Biraz daha git. Sonra sola dön’ dedi. Sonra bana ‘ne bakınaysun? İşde orda kahve karşındadur da!’ deyince ben tarifi anlamış gibi ‘sağ ol’ deyip yürüdüm. Ama bir şey anlamamıştım. O arkamdan ‘anlamaduysan bi daha anlatayum’ dediyse de ben sağ ol deyip yürüdüm. Epey gittim. Geriye baktım o arkadaş gözükmüyordu. Orada bir faytoncu vardı, ona yanaşıp Ferhat’ın kahveyi sordum. O güzelce tarif etti. O tarif üzerine gittim kahveyi buldum. Kahvenin çok bahçesi vardı. Bahçede tahta masa ve sandalyeler vardı. Oralarda tek tük de oturanlar vardı.

Kahvenin içi ise çok genişti. Her tarafta tahta masa ve sandalyelerde dolu insan oturmuş. Vağıl vuğul bir gürültü. Herhalde sohbet ediyorlardı. İçerisi sigara dumanıyla dolu göz gözü görmez haldeydi.

Ben içeri girince hiç kimse benle oralı olmadı. Bakındım çay ocağının yanında bir masada pala bıyıklı biri nargile içiyor. İçimden ‘herhalde patron bu’ deyip yanına gittim. Çünkü babamın asker arkadaşı kahvenin patronuna gidip kendini sormamızı istemişti.

Adamın yanına gidip selam verdim. Adam nargile tokurdadırken bana gözüyle ‘ne var?’ der gibi işaret edince koynumdaki mektubu çıkarıp verdim. Adam mektuba şöyle bir baktı ‘ha sen Remzi ustaya geldin öyle mi?’ dedi. Ben hiçbir şey demeden öyle şaşkın bakıyorum. Ama adamın tavrı değişmişti sanki. Bana ‘yeğen Remzi Usta akşama gelir. Sen bavulu ocağın içine koy. Gez dolaş, akşama gel. Korkma bavula bir şey olmaz. Remzi ustanın misafiri benim de misafirim sayılır’ deyince rahatladım. Bavulu çay ocağına bıraktım.

O bana ‘sen şimdi in deniz kenarına. Hava fena sayılmaz. Tanı bakalım etrafı’ dedi sonra gülümseyerek ‘ama kaybolma ha’ dedi” dedikten sonra dayı biraz soluklandı.

“Yeğen senin merakın beni de ateşledi. Sanki o günleri yeniden yaşıyor gibi oldum” dedi.

Bu sırada o da adamın anlattıklarını sanki bilgisayara kayıt eder gibi kafasına yazıyordu. Adamın anlattığı simsarlara kafayı takmıştı. Gerçekten İstanbul’la ilgili yaptığı bütün araştırmalarda karşısına hep bu simsarlar çıkıyordu. İnşaatta öyle, kayıkçılıkta öyle, hamallıkta öyle kahvecilikte öyle, o yıllarda paytonculukta, sonraları dolmuş ve taksicilikte öyle, hallerde öyle; hep birileri suyun başını tutup avantadan kazanıyordu.

Öyle ki bu suyun başını tutanlar siyasi hayatımızı da belirleyenler oluyordu. Çünkü hepsi de farklı farklı partilerin delegesi veya belli yerlerinden görevli insanlardı aynı zamanda. Ve bunlar farklı partilerde olsalar da, kendi aralarında sürekli çatışsalar da ortak menfaatleri söz konusu olunca hemen biraraya gelebiliyordu. Bu da en çok büyük şehirlerde rant paylaşımında görülüyordu.

Onun aklından bunlar geçerken dayı da epey soluklanmıştı. Ona “nasıl? Sana bir faydam dokunacak mı? İstersen devam edeyim” deyince uykudan uyanır gibi oldu. Dayının ne dediğini önce anlamamıştı. Anlayınca gülümseyerek “çok sağ ol dayı. Devam edersen ben de zevkle dinlerim” dedi.

Dayı anlatmaya devam etti.

Akşama kadar deniz kenarında oyalanmış. Bunu anlatırken “sana bir şey diyeyim mi?” dedikten sonra denizin nasıl temiz olduğunu anlattı. Öyle ki içinde yüzen balıklar görünüyormuş. O sıra oltasıyla balık avlayanlar varmış. “Hepsinin önünde içi balık dolu balık sepeti vardı” dedi.

Onlara ve denize bakarak vakit geçirirken karnı acıkınca hemen orada balık kızartıp satan birinden ekmek içine balık koydurup yemiş.

“Ömrü hayatımda ilk kez balık yiyordum. Sonraları da balık yemeye alıştık, ama o balıkçıdan yediğim ekmek arası balığın tadını hiçbir zaman bulamadım” dedi.

Akşama kadar o şekilde oralarda oyalandıktan sonra tekrar kahveye gelmiş. Sabah gördüğü adamın elinde hala nargile varmış. Onun yanına gidince adam “yeğen Remzi usta daha gelmedi. Az bekle. Gelmeyecek olursa ben seni gece evine götürürüm. Çünkü ben de orada oturuyorum. Asker arkadaşlığı kardeşten ileridir” demiş.

O da adamın ilerisine bir sandalye çekip oturmuş. Çünkü bütün masalar tıklım tıklım doluymuş. Kendine bir çay söylemiş. İçerken o adamın ilerde ayakta duran birine el edip “Remzi usta” diye seslendiğini duymuş. O sırada o adam da duyup nargile içen adama doğru gelince nargile içen adam dayıyı işaret edip bir şeyler söylemiş. Remzi usta bunun üzerine gülümseyerek dayının yanına gelmiş. Çok yakınlık göstererek “hoş geldin yeğenim” diye sarılıp öpmüş.”O kadar çağırdım. Baban akılsızlık edip gelmedi. İyi ki sen geldin” demiş.

Ona “hadi bakalım eve gidelim.

Bugün bende kal. Sana sonra kalacak yer ayarlarım” deyince dayı da çay ocağındaki bavulunu alıp Remzi Ustanın peşinde onun evine gelmiş.

“Hanımı da anam olsun çok muhterem bir kadındı. İkisi de hakkın rahmetine kavuştu. Ama şu an neye sahipsem hep Remzi ustanın sayesindedir. Nur içinde yatsınlar” dedi.
Remzi usta onu ertesi gün kendi müteahitliğini yaptığı inşaata götürmüş.

Dayı burada durakladı. Sonra “o yıllar İstanbul’un her yerinde inşaat vardı. Bizim usta Bağdat Caddesi üzerinde üç villa almış onları yapıyormuş” dedikten sonra onun sorar gibi baktığını görünce “ne bakıyon yeğen. O yıllar Bağdat Caddesi boydan boya hep bağ bahçe içindeydi. O yıl hükümet oralarda yolları genişletse de bazı yerlerde yapılaşma devam etmiş. Ama üç kata kadar. O bağ bahçenin sahipleri de bu karar üzerine oralarda daha çok villa olmak üzere ev yapmaya karar vermişler. Orası boydan boya, Caddebostan her yerde inşaat vardı. Karşıda da öyleymiş. Taksim’de Nişantaşı’nda yani İstanbul’un her yerinde inşaat varmış. Simsarların işçi kavgası da bu yüzdenmiş. Çok işçi lazımdı yani. En çok da amele ihtiyacı vardı. Çünkü şimdiki gibi teknik yok. Her şey elle. Beton elle karılıyor. Sırtta tenekelerle taşınıyordu.

İstanbul'a taşı toprağı altın diye gelenler taşın toprağın içinde bir lokma ekmek için sürünüyordu.

Herkes benim gibi şanslı değildi. Benden fazla ne ustalar vardı, ama aynı simsarların elinde harcanıp gitti. Onun için ben babama çok dua ederim. Benim elime mektup verip asker arkadaşına gönderdi diye. Arkadaşı sayesinde Üsküdar’da Fikirtepe’de iki katlı ev yaptım. Çoluğu çocuğu everdim.

Gerçi şimdi evin başına, daha doğrusu Fikirtepe’nin başına baykuşlar üşüştü. Onlarla mücadele ediyoruz ya” deyince meraklanmıştı. “Nasıl?” diye sordu. Onun “nasıl?” demesine gülümseyen dayı “az sabret yeğen. Oraya gelene kadar anlatacak daha çok şey var” deyince keyif olmuştu.

Sabahleyin evden deniz kenarında hem kendini dinlemek hem de o yıllar trenle gelip, kayıklarla Kadıköy’e geçenleri; İstanbul’un geçmişinin hayalini kurmak için gelmişti. Ama hiç ummadığı bir şeyle, o yılların canlı tanığıyla karşılaşmıştı. Bu arada suyu da bitmişti.

“Dayı burası güneş oldu. Gel şu ilerideki çay bahçesinde çekilelim bir kenara; sen yaşadıklarını anlat. Ben de zevkle dinleyeyim” deyince dayı hafiften gevrek bir gülüşle “Olur yeğen. Sana ne yaşadıysam dipden tırnağa anlatacağım. Ben birçok sabah buraya gelirim. Ama sayende bugün ben de ilk kez farklı bir şey yaşıyorum ” dedi.

Birlikte kalkıp deniz kenarındaki çay bahçesinde deniz kenarında bir masanın yanına oturup iki çay söylediler. Sonra kendine bir de su söyleyip dayıya “dinlemeye hazırım” der gibi baktı.

Garson çayları bırakıp gitti. O şekeri menüsünden çıkaralı çok olmuştu. Onun şekerleri kenara çekip şekersiz çayı içmek için eline alması dayının dikkatini çekti. Kendisi iki şekeri de çayının içine koyup karıştırırken “ben şekersiz edemiyorum. Halbuki doktor yasakladı” dedikten sonra bardağı eline aldı ve karşı tarafa doğru işaret etti. “Biliyor musun? Şu karşıda görünen kısımlar ben geldiğimde yoktu” dedi.           

İstanbul’un o yıllar çok tenha olduğunu söylerken oturdukları yeri ve çevresini işaret edip “buralar hep denizdi. O yıllar Şirketi Hayriye’nin vapurları vardı ‘yandan çarklı’. Karşıdan buraya saatte bir gelip giderlerdi. O vapurlarda en çok İstanbul'a iş için gelenler önlerinde simsarlarıyla birlikte onlar olurdu.

Kadıköy'e trenle gelip Ferhat'ın kahvede veya Harem’de iskelenin hemen ilerisindeki kahvede toplananlardan simsarlar adam seçer alır karşıdaki inşaatlarda çalışmak üzere vapura bindirip götürürdü” dedi ve gülümseyerek devam etti “O sıra o ilk kez vapura binecek olan insanların vapurun gelmesini beklerkenki halleri aklıma geldi. Hayatlarında ilk defa vapura binecekler. Aralarında dua eden mi ararsın? Son anda ‘ben vapura binmem diye’ ayak direyip gitmekten vazgeçen mi ararsın? Vapurların önünde kaynaşıp dururlardı” dedikten sonra ‘sen şimdi bana sen bunları nereden biliyorsun? Sen denizden korkmadın mı?’ diyeceksin. “Hiç korkmaz olur muyum? Ben de ilk defa vapura bindiğimde çok korkmuş, bildiğim bütün duaları okuyordum. Benim bu halime de Hayri çok gülerdi” dedi.

Onun “Hayri de kim?” der gibi baktığını görünce “doğru ya ben sana onu anlatmadım. Vapuru görünce aklıma geleni anlattım” dedi ve devam etti.

Hayri Remzi Usta’nın büyük oğluymuş.

Remzi Usta ona “hadi bakalım eve gidelim. Bugün bende kal. Sana sonra kalacak yer ayarlarım” deyince Remzi ustayla onun evine geldiğinde tanımış Hayri’yi.

Remzi usta’nın evi Fikirtepe’de büyük bahçe içindeymiş. Bu ev Remzi Ustaya babasından kalmış. Evlendikten sonra da babasıyla bu evde altlı üstlü oturmuşlar.

Remzi ustanın babası da ustaymış; ‘hem de ne usta?’. Bütün Kadıköy’de onu tanımayan yokmuş. ‘Hayri Usta’ dedin mi? Akan sular dururmuş. Onlar Bayburtluymuş. Dedesi İstanbul’a göçtüğünde henüz padişah işbaşındaymış.

Yanında üç kızı bir oğluyla gelip Fikirtepe’de evin olduğu büyük bahçeyi satın almış. O yıllar Fikirtepe ve etrafı hep bağlık bahçelikmiş. Etrafta in cin yokmuş. Dedesinin evi İstanbul işgal edildiğinde işgale karşı direnenlerin adeta sığınağı olmuş.

Dayı bunları anlattıktan sonra “konuyu çok dağıtmayayım. Zaman olursa onları da anlatırım. Ben sana kendimi anlatayım” dedi.

Remzi ustayla evine gelmişler. Karısının adı Ayşe’ymiş. Giritliymiş. Babasının arkadaşı ve iş ortağı Cafer usta varmış. Arkadaşlıkları çok ileriymiş. Ayşe Cafer ustanın biricik kızı… Cafer usta Hayri ustanın yanında tanıdığı Remzi ustayı çok severmiş. Remzi usta bayramlarda gidip gelirken görmüş Ayşe’yi. Sonra nasip olmuş evlenmişler.

Ayşe yenge çok esaslı kadın olmuş. Remzi ustaların evini çekip çevirmiş. Babasını babası, anasını anası bilmiş. Aynı sofrada geçmiş ömürleri.

Remzi usta da Ayşe'nin bir dediğini iki etmemiş.

Bunları Remzi usta dayıya kız istemeye gitmeden önce anlatmış. “inşallah sana isteyeceğimiz kız da Ayşe yengen gibi olur. Çünkü arada ben varım. Baban seni bana emanet etti” demiş.

Dayının karısı da Giritliymiş. Daha doğrusu ailesi oradan göçmüş. Karısı burada doğmuş, ama kanındaki Giritlilik varmış tabi. Çok otoriter, ama dayıya çok saygılı bir kadınmış.

Dayı burada güldü “hiç hissettirmeden bana her dediğini yaptırdı. Sonraları fark ettim. Evin reisi ben değilmişim, asıl reis oymuş” dedikten sonra “sağ olsun her sıkıntıma ortak oldu. Babam vefat edince anamı yanıma aldım. Kendi anası gibi onu da baktı. Bana da iki oğlan iki kız evlat verdi. Onları da öyle terbiye etti ki; hepsi tam istediğim gibi oldu. Bize karşı saygılı, birbirlerine sevgili” dedi.

Çocuklarından anlatırken onlarla övündüğü belliydi. Burada lafa girdi “doğru söylersin dayı. Çocuklar insanı ya vezir, ya da rezil edermiş. Hani yeri geldi de söyleyeceğim. İki kızım var. Bu güne kadar beni hiç üzmediler. Aklıma gelince bile canıma can katarlar” deyip uzu uzun çocuklarından bahsetti. Sonra gülümseyerek “dayı lafını kestim kusura bakma” dedi.

Dayı onu ilgiyle dinliyordu. O böyle deyince “ne kusuru yeğen. Öyle bir anlattın ‘canıma can katarlar’ deyişin var ya. İşte onun değerini kimse biçemez” deyip geçmişe döndü.

“İşte o akşam Remzi ustayla gelince karşılaştığım Ayşe yenge böyle bir kadındı” dedikten sonra anlatmaya devam etti.

Remzi ustanın iki oğlu bir kızı varmış. Büyük oğlunun adı Hayri… Dayıyla aynı yaşta… Öteki oğlunun adı da Cafer… Yani kendi babasıyla Ayşe Yengenin babasını oğullarında yaşatmış. Kızı Hayri’nin küçüğüydü. Adı Esma'ydı. Onu yanında çalışan Necati ustaya vermiş. Necati usta tipik Karadenizli,  Rize’nin Çayeli’nden neşeli biri… “Onunla ertesi gün inşaatta tanıştım” dedi ve devam etti.

Remzi usta beni karısına ve aynı bahçe içinde kendi yaptıkları evde oturan oğulları Hayri ve Cafer’le tanıştırmış. Hayri ve Cafer’in evleri ayrı olsa da özellikle akşam sofraları babasının evinde birlikte olurmuş. Hayri’nin karısı Remzi usta’nın Boşnak arkadaşı Recep’in kızıymış. Cafer’in karısı da Ayşe yengenin Arnavut komşularının kızıymış.

Damadı hemen ileride küçük bahçenin içinde kendi yaptığı evinde oturuyormuş. Onlar hafta sonları Remzi ustanın evinde hep birlikte olurmuş.

O akşam aynı sofrada birlikte yemek yedikten sonra epey sohbet etmişler. Remzi usta dayının babasından bilgiler almak için dayıya çok soru sormuş. Sonra dayının babasıyla askerlik anılarını anlatmış uzun uzun.

Öyle tatlı bir sohbet ortamı içinde Remzi ustanın karısı, oğulları dayıyı sımsıcak bir yuva duygusu yaşatmışlar.

Ertesi gün erkenden kalkılmış. Çünkü inşaat epey uzaktaymış. Şimdi olduğu gibi öyle dolmuş taksi de yok tabi. Yolda şansına çıkarsa bir at arabası onun üzerinde veya yayan inşaata gider gelirlermiş.

Sabahleyin erkenden yaptıkları kahvaltı sonrası Remzi usta ve Hayri'yle yola düşmüşler.

Remzi Usta yolda ona “sen şimdi ustayım deme. Çünkü ustalık bir duvar örmekle olmaz. Usta dediğin komple olmalı. Duvardan, sıvadan en önemlisi de kalıptan anlamalı” deyince dayı “kalıp da neymiş?” gibi bakmış.

Çünkü o babasıyla hep kerpiç ve taş evler yapmışlar. Öyle kalıp beton ne bilmezmiş.

Remzi usta dayının “kalıp da neymiş?” der gibi baktığını görünce gülmüş. “Belli ki sen kalıp görmemişsin. Kalıp inşaatın esasıdır. Çünkü buralarda inşatta demir çimento kullanılır. Usta dediğin kalıpcılıktan mutlaka anlamalı. Çünkü inşaat giderek fennileşiyor. Karşıda dört beş katlı binalar hep demirli çimentolu harçla yapılır. Sen bunları benim damattan Necati’den öğreneceksin. Necati biraz neşeli, hatta gevezedir, ama hoş adamdır” demiş.

Böyle konuşa konuşa inşaata gelmişler. Remzi usta onlardan ayrılıp yandaki inşaata geçmiş. O sırada geldikleri inşatta Necati usta işçilere çoktan işbaşı yaptırmış. Onları görünce gülerek “oho beylerime, ha gelmeseydinuz da. Biz işleri yapayruk nasıl olsa” diye seslenmiş.

O sırada ilerden Remzi ustayı görünce “şaka yapayrum şaka. Ha pu uşak da kimdir da?” demiş. O sıra yanlarına gelen Remzi Usta Necati ustaya “Necati usta bu uşak benim asker arkadaşımın oğlu. Buraya çalışmak için gelmiş. Onu sana telim edeceğim. Biraz ustalığı var, ama kara ustalık. Yetiştir onu göreyim” deyince Necati usta dayıya bakıp “baba benim bu uşağa gözüm tutti. Kumaşı da iyi gibi… Ben onu bir kesip biçeyum da siz o zaman onu görün da” deyince dayı biraz utanmış, ama Remzi usta ve Hayri gülmüşler tabi. Remzi usta Necati ustaya “göreyim seni” deyip inşaata dolaşmaya çıkmış.

Dayı bunları anlattıktan sonra “Çok iyi ustaydı rahmetli. Ne öğrendimse ondan öğrendim” dedi.

Sesi biraz mahzunlaşmıştı. Sonra kendini topladı. “Ya işte böyle yeğen insan eskiye dalınca böyle duygusallaşıyor” deyip devam etti.

Necati usta Karadenizliliğin sıcaklığı ile kabul etmiş onu. Sonra alıp inşaatı dolaştırmış. Sonra inşaatın biraz ilerisinde bir barakaya götürüp “ha burda uşaklar yatıp kalkayu” demiş.

Remzi usta o inşaatın bahçesine Necati ustaya önce bir baraka çaktırmış. İnşaatta çalışan gurbetçi işçileri burada yatırıyormuş.

Necati Usta ona baraka içindeki boş bir ranzayı gösterip “haçan sen de burada kalırsın da” demiş.

Böylece yatıp kalkacağı yer de belli olmuş. O gün akşama kadar Necati ustanın yanında çalışmış. Akşama Remzi ustalarla birlikte eve gelmiş. Ertesi gün bavulunu inşaata malzeme taşıyan arabaya yükleyip inşaata gelmiş. O günden sonra üç dört ay o inşaatta çalışmış.

Bunları anlattıktan “sonraları hükümet karar almış. Bağdat caddesinde tramvayı da kaldırıp o cadde üzerinde yapılaşmayı yasakladı. Yolun iki tarafındaki bağ bahçeleri de istimlak etti. Ondan sonra Kadıköy Florya, Çamlıca, Ankara caddesi üzerinde sağlı sollu yapılan fabrikalara yakın yerlerde ve İstanbul’un diğer semtlerinde kat yüksekliğini artırınca; her tarafta inşaatlarla doldu taştı. Dolayısıyla çok fazla usta ve işçiye ihtiyaç oldu. Trenlerle otobüslerle akın akın İstanbul'a gelenler yine simsarlar tarafından toparlanıp, toparlanıp bu inşaat sahalarına götürülmeye başladı. İşte o sıra ben de Remzi ustanın büyük oğlu Hayri'yle birlikte sıkça Kadıköy'e Ferhat'ın kahveye iniyor simsarların görmediği veya simsarlardan kurtulup gelen işçilerden inşaata adam alıyorduk. Onları o sıra tanıdım. Üç kişiydi. Karşıda Karadenizli bir simsarın götürdüğü inşaatta yatıp kalktıkları yere hayvan bağlasan yatmazmış. Yedikleri, içtikleri de öyle. Pislikte kokmuşlar adeta… Yevmiyeleri onları götüren simsar dağıtıyormuş. Simsarın yevmiyelerinden anlaştıklarının iki misli fazla kestiğini fark edince bu üçü bir olup simsarı dövmüş. İnşaattan kaçmışlar. Sora sora karşıya geçmişler” dedi.

Ferhat'ın kahvesinin hemen yukarısında bekar evlerinde birinin hemşehrisinin yanında kalıyorlarmış. Niyetleri memlekete geri dönmekmiş.

Dayı onları dinleyince çok üzülmüş. Kendinin de gurbetçi olduğunu söylemiş. Remzi ustayı methetmiş. Onun simsarlarla iş yapmadığını yattıkları koğuşların çok temiz olduğunu, banyo yapmak için ayrı yerlerinin bile olduğunu anlatmış.

Üçü de güçlü kuvvetliymiş. Yani tam Remzi ustanın istediği gibi amelelermiş. Onları, kahveden de Kırşehir’den gelen iki ustayı alıp gitmişler.

“O sıra gördüm bekar evlerini” dedi. Her odada onbeş yirmi kişi üst üste yatıyormuş. Her yer pislik içindeymiş. O odalara adam başına ayda on onbeş lira veriyorlarmış.

Dayı bunları anlattıktan sonra soluklanınca “dayı yorulduysan burada keselim. Sonra vaktin olursa yine buluşuruz. O zaman devam ederiz” dedi, ama aslında içinden “devam etse bari” diye geçiriyordu.

Dayı sanki onun içinden geçeni anlamış gibi “yeğen aslında yoruldum, ama burada kesmeyeyim. Lafın sonuna varmadım. Oraya varıncaya kadar senin çok işine yarar bilgiler vereceğimi umuyorum. O zaman nokta koruz. Dediğin gibi ondan sonrası için olmazsa sonra devam ederiz” deyince keyif olmuştu. “Sağ ol dayı” dedi ve garsona iki çay daha söyledi. Dayıya “içeriz değil mi dayı?” diye sormayı da ihmal etmedi. Dayı “tabi yeğen içeriz” deyince bekleyen garsona iki de su söyledi.

Garson çayları getirinceye kadar oradan buradan söyleştiler. O şekersiz çayını içerken, dayı iki şekerli çayını karıştırıp içmeye başladı.

Çaydan bir iki yudum aldıktan sonra “birinin adı Muhittin’di” dedi.

O sıra dalmıştı… Dayı “birinin adı Muhittin’di” deyince irkildi.

Dayın onun dalgınlaştığını fark edince açıkladı. “O üç işçinin canım. İkisi Erzurumluydu. Dadaş olanın adı Muhittin’di. Öteki Horasan’lı Kürt’dü. Adı Ahmet’ti. Üçüncüsü Ağrılı Nizam’dı. O da Kürt’dü.

Azizim bunlar bizim Necati ustayla bir kaynaştı, anlatamam. Sen bilmezsin aslında kalıpçı ustaları, hele Necati usta gibi baş usta olanlar çok çalımlı olur, ama Necati Usta öyle değildi. Ve bu üç ameleyi çok sevdi. Muhittin’le Nizam’ın sesi çok güzeldi. Nizam Kürtçe bir uzun havaya başlasın, arkasından Necati Usta Karadeniz’in oynak türkülerinden girerdi. Muhittinse tam dadaş…

Amele mamele, ama çok mağrur. Omzuna koyduğu harç tenekesini tahta merdivenleri tırmanıp kolonlara dökerken sen sanırsın Bar’a çıkmış. Yani Bar oynuyor” dedikten sonra kafasını öne eğdi, sanki o günleri hatırlamıştı “ne güzel insanlardı onlar” dedi.

Yine mahzunlaşmıştı…

“Nizam sözlüymüş. Başlık parası için gelmiş. Bizimle çalıştığı yerde iyi para alıyordu. Başlığı biriktirirken adeta gün sayıyordu. Parayı bitirir bitirmez köyüne gidip sözlüsünü alacak.

Çok yiğit oğlandı. Neşeliydi de. Yemek molalarında Necati usta oynak Karadeniz Türkülerine başlayınca Muhittin, Ahmet, Nizam kalkıp ‘ha uşak’ deyip tempo tutarak hora teper, oradakileri güldürmekten kırar geçirirdi.

O gün Nizam kolonun üstünde elinde bir kazık dökülen harcı şişliyor” dedikten sonra açıklama yaptı. “O zamanlar şimdiki gibi vibratör yok. Varsa bile o inşaatta yoktu. Ameleler harcı getirip kolon kalıplarına boşaltınca biri elinde kazıkla betonu sıkıştırırdı” dedi.

O işgüzarlık yapmamak veya lafı bölmemek için kendi mesleğinin asıl inşaatçılık olduğunu söylemeden bunu ilk defa duyuyormuş gibi başıyla anladım der gibi yaptı.

Dayı bu açıklamayı yaptıktan sonra “baktım Nizam çok durgun. Yanaştım kolonun dibine. O sıra Muhittin geldi o da çok üzgün. Ahmet geldi o da öyle. Bu sırada Nizam yanık yanık Kürtçe bir türkü söylüyordu, gözü de yaşlı gibiydi.

Ben Muhittin'e ‘ne oldu?’ der gibi baktım. Muhittin bir şey demeden tenekeyi boşaltıp merdivenden inince peşi sıra gittim. Nizam’dan epey uzaklaşınca Muhittin ‘abe ya, Nizam'ın sözlüsünü vermişler’ dedi. Ben ‘nasıl anlamadım?’ deyince anlattı. Gece telgraf gelmiş. Telgrafı kardeşi çekmiş. Kızın babası kızı peşin daha yüksek başlık veren birine vermiş. Nizam onun için çok üzgünmüş.

Muhittin ‘abe valla geceden beri ağzını bıçak açmıyor. Biz de ne yapacağımızı şaşırdık valla’ dedi.

Nizam akşam Remzi ustadan parasını istemiş. O da bir şey bilmediği için ‘ihtiyacı var’ diye bütün alacağını vermiş.

Nizam'ı o günden sonra gören olmadı…

Florya’da bir inşaatta çalışırken Muhittin söyledi…

Nizam doğru Ağrı’ya köyüne gitmiş. Kızın babasını da, onu alan adamı da vurup öldürmüş.

Muhittin ‘Nizam oradan İran'a kaçmış. Kardeşi geldi bizimle çalışıyor o söyledi’ dedi. Beni kardeşiyle tanıştırdı. O da aynı Nizam gibiydi, ama sanırım ağabeyinin durumuna canı sıkın olduğu için çok durgundu” dedi.

Sonra “işte böyle yeğen… Çok insan tanıdım. Çok acılara, çok mutluluklara şahit oldum. Sana bir şey diyeyim mi? O zamanlar İstanbul bir başka güzeldi. İnsanlarda bir samimiyet vardı. Biri düşkün olsa öteki o düşkünün elinden tutardı. Elbet it, puşt insanlar da vardı. Ama inan; o yılların itinde puştunda bile bir insanlık vardı. İstanbul altmışlardan sonra hızla çok bozuldu” dedi.

Belli ki çok dertliydi.

Bu sözler üzerine onun aklına kendi yaşanmışlığından bir an gelmişti.

O askere çok geç, seksen birde gitmişti. Keşan’da Askerlik yaparken seksen ikinin Kasım'ında tutuklanıp İzmir'e getirildiği gece İnzibat merkezinde bir gece kalmış, ertesi gün sorguculara teslim edilmişti.

İşte o gece inzibat merkezindeki nezarethanede iki kişi daha vardı. Asker kaçağı. Yaşları ‘aşağı yukarı’ onunla aynı…

Bunlar yıllardır asker kaçağıymış. Suç işleyip cezaevine konmuşlar. Cezaları bitince de asker kaçağı oldukları için inzibata teslim edilince oraya getirilmişler. Biri silahlı soygundan, öteki yankesicilik yaparken birini bıçakla yaralamadan cezaevine girmiş.

Soyguncu İzmir’li, yankesici Diyabakırlı konuşkan biriydi.

Diyarbakırlı anlatmıştı…

On üç ondört yaşlarındayken köylerine yakın köyden İstanbul’da oturan biri gelmiş. Onu ‘İstanbul’da çalıştıracağım’ diye babasından istemiş.

Babada evlat çok tabi…  Biraz da para alınca razı olmuş.

O adam bunu İstanbul'a getirmiş, bir de kol saati almış ona. O Kol saatine çok sevindiği söylemişti.

Neyse adam bununla getirdiği diğer çocuklara üç dört ay yankesicilik kursu vermiş, sonra salmış İstanbul caddelerine.

Dayı  “İstanbul altmışlardan sonra çok bozuldu” deyince onun aklına bu anısı gelmişti.

Bir de yankesicinin “ben büyüyünce restimi çekip tek çalıştım. Ama bu sefer beni tanıyan aynasızlardan baş alamayınca beni aynasızların tanımadığı küçük şehir ve kasabalara gittim” dediğini ve bu arada onun nereli olduğunu öğrenince “sizin pazar Perşembe günü çok kalabalık olur. Ben oraya çok gelip iş yaptım” deyince çok şaşırdığını hatırlamıştı.

O aklından bunları geçirirken, dayı çayını bitirmişti.

Dayı onun dalgınlaştığını görünce “ne o yeğen yine daldın” deyince o “hiç dayı aklıma bir şey geldi de” diye cevap verdi.

Aklında dayının anlattıklarından kalan sorular vardı.

Birincisi ‘Bağdat Caddesinde inşaatlar yasaklandıysa Remzi usta o inşaatlara nasıl devam etmişti? İkincisi hep Remzi ustayla mı çalışmıştı? Üçüncüsü Fikirtepe’ye üşüşen baykuşlar kimdi? Onlarla ilgili yaşadığı sıkıntılar neydi?’

Bunları sordu…

Dayı güldü. “Bravo gözünden bir şey kaçmıyor” dedi. Ve anlatmaya başladı.

Doğru o yıl Bağdat Caddesinde inşaat yasaklanmıştı. Ama Remzi ustanın inşaatını yaptığı yerin sahibi Kadıköy’de Vatan Cephesini kurmuştu. “Bilirsin DP zamanında bir Vatan Cephesi vardı” dedi. Bu cephe elli sekizlerde kurulmuştu. DP ye taraftar kaydediyormuş. O inşaatın sahibi iktidardan torpilli olduğu için inşaatı devam etmiş.

Remzi usta o inşaatı bitirince o adam sayesinde başka semtlerden çok iş almış. Dayı altmış yedinin sonuna kadar Remzi ustayla devam etmiş. Sonra kendi ekibiyle taşeronluk yapmaya başladıysa da Remzi Usta ölünceye kadar ondan hiç kopmamış.

Fikirtepe’de yaşanan sıkıntılara gelince dayı “onu anlatması uzun sürecek. Sonra denk gelirse anlatırım” dedi.

Kolundaki saate baktı “oo! vakit epey olmuş lafa daldırınca fark etmedik. Başta da dedim ya benim hanım hasta. Hem merak da etmiştir. Ben gideyim. İstersen sonra yine burada buluşuruz laflarız” deyince “olur dayı ben sana telefonu vereyim. Sen de bana ver. Birbirimizi arar müsait olursak buluşur laflarız; ben seni çok sevdim, çok da şey öğrendim” dedi.

Dayı telefon numarasını verirken “estağfurullah yeğen… Sen de beni aldın geçmişime savurdun, o günleri yeniden yaşattın. Ben de bundan çok mutlu oldum” diye cevap verip ayağa kalktı.

Bu arada birbirine telefon numaralarını vermişlerdi.

Dayı garsonu çağırıp çay paralarını vermek isteyince “şimdi olmadı dayı. Sen benim üstüme geldin. Yani benim misafirimsin” deyince dayı güldü “öyle olsun, bir dahaki sefere ben ısmarlarım. Hadi şimdi hoşça kal” dedi ve yürüyüp gitti.