31 Ekim 2016 Pazartesi

YETER Kİ GÜVENİN VE GÜVEN VERİN. GERİSİ GELİR



Bursa’da önce Reno işçilerinin sonra Tofaş dahil diğer fabrikaların Reno ile dayanışma içinde işi bıraktığını; kendilerine işveren lehine tehdit eden sendikaları Türk Metal’den toplu olarak istifa ettiklerini öğrenince seksen öncesi Bursa’da yürüttüğüm bir grevde yaşadıklarım aklıma gelince; o grevin başarısında büyük payı olan Remziye ablayı hatırladım. 

Remziye ablayı örgütlendiğimiz işyerine üye kaydı sırasında tanımıştım.

Orası sendikasız bir yerdi. Öyle olunca çok gizli örgütlenme çalışması zorunda kalmıştık; öyle de yaptık.

Geceleri işçilerin evlerine birbirlerinden habersiz ayrı ayrı gidiyorduk. Yani gittiğimiz işçi kimin sendikaya üye olduğunu bilmiyordu. Yanımda onlarla aynı fabrikada çalışan bir işçi vardı. Hepsi Hürriyet Mahallesi denen Bursa’nın dışında varoş sayılacak bir yerde otuyordu.

Mahalle Mudanya yolu üzerindeydi. Yalnız o bizim örgütlediğimiz işçiler değil o sıra Mudanya yolu üzerinde kurulu bütün fabrikalarda; daha doğrusu o sıra Bursa’daki fabrikaların tamamında çalışanların çoğu o mahallede oturuyordu. Mahalle sakinlerinin çoğu da Bulgaristan göçmeniydi. Arada Balkanların diğer bölgelerinden gelen göçmenler olsa da ben hepsini Bulgar göçmeni sanıyordum.

Hemen hepsi “Türkiye’de herkes özgür, isteyen istediği kadar para kazanıyor, iş çok, para bol” diye mektuplar aldıkları için bulundukları ülkeyi terk edip Türkiye’ye gelmişler hükümetler de Balkan savaşından sonra zorunlu göçler yaşandığı sırada gelip yurt tutanların çok olduğu Bursa’ya yerleştirmiş onları.

Sanırım bunun bir diğer nedeni de Bursa ve çevresinde hızla büyüyen sanayiye ve geleneksel tarıma işçi sağlamak içindi.

Öyle veya böyle Remziye abla ve kız kardeşi gelip Hürriyet mahallesine yerleşmişti. “Evlimiydiler? Çocukları eşleri var mıydı?” çok hatırlamıyorum.

Benim aklımda kalan Remziye abla ve kız kardeşinin sendikaya üye olmak için beni çok uğraştırmasıydı.

Üye oluyorlar sonra kafalarına bir şey takılıyor “bizim buradan başka gidecek yerimiz yok. İşimizi kaybedip aç kalırız sonra” diye üyeliklerini iptal etmem için o sıra birlikte olduğumuz işçiyle haber gönderiyorlardı.

Yani kolay olmamıştı onları diğer işçileri üye yapıp yetki almamız o iş yerinde.

Neyse uzatmayayım; yetkiyi alıp işverene çağrı yapınca da bir başka gerçekle karşılaşmıştık. Hiç akla gelmeyecek şey olmayacak şey olmuş; fabrikanın sahibi “benim işçim bana nasıl karşı gelir?” diye işçilere küsmüş sözleşme görüşmelerimize cevap bile vermiyordu.

Öyle olunca mecburen o iş yerinde grev kararı aldık. İşveren bu duruma da hiç oralı olmayınca mecburen greve çıktık.

Çıktık; ama grev yapacak hiç gücümüz yok.

Ben işverenin iş bağlantılarının yoğun olduğunu öğrenince “nasıl olsa kısa sürede pes eder” diyordum; ama aklımda işçilere hiç ödeme yapamayacak olmanın kaygısı vardı.

Dile kolay iki yüz elliye yakın işçi. En az biner lira ödesek iki yüz elli bin lira eder. Ben de iki yüz elli lira yok. Sendika da yok.

Yardım bulurum diye bir yerlere başvurdum. Bırak yardım bulmayı neredeyse “tam Maden-İş’in yetki zamanı bu grevi niye başımıza bela ettin. Bu grev batarsa seni mahvederiz” tehditiyle karşılaştım. Ama beni tehdit edip kızanların bilmediği gerçek biz o greve çıkmaya mecbur kalmıştık. Yoksa oradan geri çekilseydik asıl zararımız o zaman olacaktı düşündükleri yerlere.

Beni tehdit eden kişiye bunu söyledim ve “ben o grevi kaldırmıyorum. Kaldıracak varsa buyursun gelsin. Ben buradan çeker giderim; ama biz o grevi başarıyla bitireceğimize inanıyorum” dedim; ama dilim öyle söylese de nasıl başaracağımızı ben de bilmiyorum.

Para için gittiğimden yerden üstelik aç billaç geri grev yaptığımız fabrikaya geldim; grev yerinde pişen yemeği işçilerle birlikte yedim. Her günkü gibi akşam yemeğinden sonra bir süre fabrikanın arka tarafında ‘fabrikaya dışarıdan bir zarar gelmesin diye’ nöbet tutan işçilerin yanlarında onlarla sohbet ettim. Vakit epey ilerleyince grev çadırının önündeki grev ateşinin yanına geldim. Orada bir taşın üstüne oturdum. Aklımda ‘bu grevi nasıl başaracağız? İşçilere para ödeyemeyeceğimizi nasıl söyleyeceğim?’ soruları gözümü grev ateşine dikmiş bakıyordum.

İşte o sıra üye olurken bana kök söktüren Remziye ablanın göçmen şivesiyle “a be başkan. Ne düşüneysin öyle be ya. Karadeniz’de gemilerin mi battı?” dediğini duyup başımı kaldırıp ona baktım; ama ne cevap vereceğimi bilemiyordum. O “ben senin düşündüğünü bilirim be ya. Sen aradın, bize verecek parayı bulamadın. Onu düşünürsün be ya” dedi ve devam etti “başkan bak ne diyeceğim sana. Te bak. Bu ka insan biz sendikanın vereceği üç kuruşu almak için çıkmadık greve. Biz istesek yarın iş başı yaparız kimsecikler bizi tutamaz öyle değil mi?” dedi. Benim cevap vermemi beklemeden “biz senin sözüne güvendik çıktık bu greve. Sen dersen ben bu işte yokum o zaman başka. Ama sen dersen ben sizin başınızdayım; biz senden bir kuruş istemeden ölene kadar bu grevi sürdürüz Te o ka” dedi. O sıra çıt çıkmıyordu sonra bir alkış koptu. Oradaki gençlerden biri “Uludağın eteğinde bir cehennem şehir var” türküsünü söylemeye başladı. Bizim bu gürültümüzü duyan Reno ve diğer iş yerlerinden çıkan işçiler koşup geldi.

O moralle bir kuruş ödeme yapamadan altı ay süren grev başarıyla sona erdi. Tabi o altı ayın gün be gün nasıl geçtiğinin uzun bir hikayesi var. Ancak burada öne çıkarmak istediğim işçilerin kendilerine ve önlerine düşen kimse ona inandıkları zaman ne kadar kararlı olacağı ve içlerinden nasıl önderler çıkarabildiğidir.

TİS oturduğumuzda işveren adına sözleşmeye oturan Bursa MESS temsilcisinin bana ilk sözü “bırak şimdi sözleşmeyi. Ben biliyorum sen o işçilere kuruş ödemedin. Ama biz işverenin İpek çarşısındaki dükkanına her gün grevdeki işçilerden çağırıp para veriyorduk. Nasıl oluyorsa para verdiğimiz işçi ertesi gün grev gözcüsü önlüğüyle kapının önüne dikiliyordu. Bunu nasıl oluyordu?  Sen bunu anlat bana” derken aynı şeyin merakı içindeydi. Yani “siz bu kadar olanaksızken bu işi nasıl başardınız” derken öğrenmek istediği yukarıda yazdıklarımdı; ama bunu anlaması olanaksızdı tabi.


Çünkü ona bu şaşkınlığı yaratan ve o grevimizi başarıya ulaştıran işçilerin birbirine ve bize; bizim onlara güvenimizdi.

CUMHURİYETİN KURULUŞ SÜRECİ ÖNCESİ




Merhaba; önümüzdeki günlerde 93. yıl dönümü kutlanacak olan Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş sürecine 'nasıl gelindiği?' pek bilinmez.
Aşağıdaki anekdot o günlere nasıl gelindiğini anlatıyor.
İstanbul'da İngilizlerin basarak yayından men ettiği gazetesi kapatılan ve Mustafa Kemal tarafından Ankara'ya çağrılan Yunus Nadi 1920 Nisan ayının başında geldiği Ankara'daki izlenimlerini şöyle anlatır.  
"Gazetem İngilizler tarafından basılıp kapatıldıktan sonra Ankara'dan Mustafa Kemal'den gelen telgrafta beni oraya çağırdığını öğrendim. Bunun üzerine önce matbaa makinelerini İnebolu üzerinden Ankara'ya gönderdim. Sonra iki arkadaşımla birlikte Mudanya üzerinden kara yoluyla Ankara'ya gittim. 
Ankara'ya varınca her tarafın çamur içinde olduğu bir Anadolu şehrine geldiğimi anladım. O sırada Ankara'ya milletvekili olarak çeşitli illerden gelen milletvekilleri vardı. Hepsi telaş içinde kalacak yer arıyordu. Ankara'daki bir iki otel çoktan dolmuştu. Çoğu ev arıyordu. Hepsinde bir karamsarlık vardı. Orada Gazi'nin nerede olduğunu sordum. Onun bir bağ evinde olduğunu söylediler. Oradan bir araba kiraladım. Bata çıka şimdinin Çankaya Köşkünün bulunduğu yere vardım. Orada iki katlı bir bina önünde de silahlı bir asker vardı. Arabadan indim. Askerin yanına gittim Gaziyi sordum. O yukarıda olduğunu söyleyince onun ziyaretine geldiğimi ve ismimi söyledim. Asker yukarı çıkıp benim geldiğimi söyleyince 'gelsin' demiş.
Binaya girdim. Alt kattaki odalarda askerler vardı.
Ahşap merdivenlerden çıktım. Yukarıda iki açık kapı vardı. Birinden telgraf takırtıları geliyordu. Diğer odada Gazi üzerinde kitap yığılı bir masanın arkasına gömülmüştü. Beni görünce 'Oo! Hoş geldin çocuk' dedi ve oradaki sandalyeye işaret edip 'buyur' dedi.
Ben şaşkınlık içinde oturdum. O sıra telgrafçı er sürekli yurdun dört bir yanından yağan telgrafları getiriyordu. Gelen telgraflarda oralardaki durum açıklanıyor ve Gazi'ye 'gel başımıza geç' deniyordu.
Gazi bütün telgrafları tek tek cevaplıyor Ankara'da kalması gerektiğini söyleyip 'Ankara'da meclisin toplandığını yurdun düşmandan kurtulması için çareler aradığını ve düzenli ordunun kurulma hazırlıklarına başlandığını; hazırlıklar bitince taarruza geçileceğini' söyledikten sonra onlara morallerini yüksek tutmasını yazdırıyordu.
Benim Ankara'ya geldiğimde gördüğüm manzarayla onun telgraflara verdiği cevaplar karşısında şaşkınlığımı gören Gazi 'ne o çocuk? Niye şaşırdın?. Bunları hepsi olacak. O meclis toplanacak. Ordu da kurulacak. O düşman yurttan kovulacak. Sen şimdi gazeten için bir yer bul; düzenini kur. Çünkü şu sıra gazeteye çok ihtiyaç var' demişti diye anlatıyor.
Cumhuriyet o sıra Ankara'da yayına başlıyor. 1923 yılına kadar Tan adıyla çıkan gazete 1923 yılın 29 Ekim günü cumhuriyetin ilanıyla birlikte Mustafa Kemal'in isteğiyle adını Cumhuriyet olarak değiştiriyor.
Önümüzdeki 29 Ekim günü 93. kuruluş yıl dönümü kutlanacak olan Cumhuriyet öncesi yaşananlar bunlardı.
Sonunda Mustafa Kemal'in  o gün Yunus Nadi'ye söyledikleri tek tek gerçekleşti ve Cumhuriyet ilan edildi.
Tabi! O sürece de kolay gelinmedi. Saltanatın ve hilafetin kaldırılması sürecinde Kurtuluş Savaşında önemli görevler üstlenen silah arkadaşlarının eskinin devamında ısrarını da aşan Mustafa Kemal iradesiyle Cumhuriyetin kuruluşunu gerçekleştirdi. 
Orada da kalmadı. İlan edilen Cumhuriyetin demokrasi hedefinde yapılanması için; bunun için de öncelikle Osmanlının bilinçli olarak kara cahil bıraktığı Anadolu Ahalisi konumundaki halkın aydınlanma sürecini yaşaması ve inancın iktidar aracı olarak kullanılmasını savunanları alt edip laik çağdaş toplum hedefinde buluşması için Millet Mektepleriyle okuma yazma kursları açıldı.
Sonuç olarak bugün yaşanan ne varsa; bunların hepsi o sırada bir şeklide yaşandı. Bugün inancın devlet yönetiminde referans olmasını isteyenler o günlerde kaybettikleri iktidarı almak için çaba gösteriyor.
Buradan bakınca öyle kuru kuru Cumhuriyeti ve Cumhuriyet değerlerini savunmak yeterli değil. Doğru olan Cumhuriyetin hangi süreçler yaşanarak nasıl kurulduğunu kendi gerçeğinde öğrenip aydınlık çağdaş Türkiye Cumhuriyeti mücadelesini öyle vermektir.
Ancak bu şekilde Cumhuriyetin kuruluşunu kutlamayı hak ederiz.

YÜREĞİMİ YAKAN SORULARDI BUNLR


Bir anne; ağlamaktan gözlerinde donup kalmış göz yaşlarıyla elinde oğlunun resmi titrek bir sesle soruyor; OĞLUM YÜZME BİLMEZDİ SUYUN İÇİNDE NE YAPTI? GECELERİ UYKU UYUYAMIYORUM. KAÇ KERE UYARDIM 'OĞLUM GİTME' DİYE. AMA DİNLETEMEDİM" diyor ve geceleri artık uyku uyuyamadığını söylüyor. Ve kocası devam ediyor. "Gözlerimiz kapıda oğlumuz gelecek diye. Gelmedi. Kimse de doğru dürüst bilgi vermedi" derken onun görüntüsü de eşinin görüntüsü gibi çaresiz.

Çünkü onlardan cevap bekleyen "dede, nine babamız nerede?" diyen torunlarına bir cevap verememenin çaresizliği içindeler.

Bunu yaşamayan bilmez. Ne menem bir çaresizliktir o. Doğru bir cevap bulamıyorsunuz, yalan cevaba diliniz varmıyor.

Lütfen anlamaya çalışın o insanları. Kendinizi onların yerine koyun. Kendi çoluğuzun, çocuğunuzun, babanızın bir gün işe gittikten sonra bir şekilde onların çalıştıkları yerde ölüm tehlikesi içinde olduğunu. Hele yakınınız maden işçisiyse onun yerin yedi kat dibinde boğulmak üzere olduğunu düşünün.

O zaman belki anlarsınız onları. Ancak yine de elinde oğlunun resmi titrek bir sesle "benim oğlum yüzme bilmezdi ki" diyen annenin çaresizliğini anlayacağınızı, 'ne kadar çabalasanız da' anlayabileceğinizi zannetmiyorum.

Buradan soruyorum; "bu sorunun doğru cevabını kim verebilir o anneye?"

Maden ocağının önünde bir umut "bari ölüleri çıksın" diye bekleşen insanların yaşadığı dramını kim anlayabilir?

Bir anneyi, anneleri böyle acılar içinde kafasında cevap bulamadığı sorularla yaşatmaya kimin ne hakkı var?

Üç kuruş daha çok kar için değer mi bu insanları göz göre göre ölüme sürmeye?

Türkiye'nin işçi ölümlerinde dünyanın üçüncüsü Avrupa'nın birincisi olmasının ayıbı kimin?

Bu ayıpla çıkıp dünya devletiyiz iddiasında bulunma yüzsüzlüğünün siyasi literatürde karşılığı nedir?

Bu sorular uzayıp gidiyor. Artık günlük yaşamamızda cevap alamadığımız o kadar çok soru var ki!

Biz böyle cevap bulamadığımız, cevap verilemeyen sorularla yaşamaya layık mıyız?

Bu çaresizlikler bizim kaderimiz mi?

Bana göre bütün bu soruların cevabı bizde, bizim irademizde.

Yeter ki o iradeyi gösterebilelim.

O zaman oğlunun yüzme bilmediğini ve orada ne yapacağını soran veya o acıları yaşayanlara, onların sorularına, o acıların yaşanmasına çare olamayız; ama o çaresizliğin ürettiği sorulara doğru cevaplar bularak o soruların yenide toplum olarak gündemimizde olmasına engel olabiliriz.

Evet çaresizliklerin çaresi kendimiziz, kendi irademizdir.

Yeter ki o iradeyi toplumsal duruş olarak hep birlikte gösterebilelim.






GURBET KUŞLARI


                                                        sakarya ölen fındık işçileri ile ilgili görsel sonucu

  • Radikal'deki habere göre Isparta'nın Yalvaç ilçesi yakınlarında mevsimlik tarım işçilerini taşıyan minibüs şarampla yuvarlanmış. İlk belirlemelere göre on beş kişi ölmüş otuz kişi yaralıymış. Haberi merak eden Radikal'den ayrıntısını öğrenebilir.
  •  
  • Benim aklıma takılan soru; bir minibüste salkım saçak doluşup 'sabahın essalatında' yolculuk yapan bu insanların kim ne kadar farkındadır?
  •  
  • Çünkü böyle trafik kaza haberleri 'eğer çok cana mal olmuşsa' bir iki gün haber olur sonra unutulup giderler. Yoksa farkına bile varılmaz bunların.
  •  
  • Bu insanları kim ne kadar tanır bimiyorum; ama eminim haberi okuyan herkes bir acıma hissine kapılmıştır.
  •  
  • Ama eminim hiç kimsenin "sabah sabah o minibüste  o kadar kişinin ne işleri vardı?" diye sormak akıllarına gelmemiştir.

  • Haberi okuyan veya ekranda görenler bir acıma hissine kapılsa da; kimse, madalyonun arka yüzü 'mevsimlik tarım işçilerinin' benim bir öykümde 'gurbet kuşları' başlığıyla anlattığım o yaşamların gerçeğinin farkında değildir.
  •  
  • O ölen insanların sabah hangi düşlerle o minibüse bindiğini? Bindiklerinde yüz ifadelerini, birbirlerine ilk söyledikleri sözlerin ne olduğunu, her gün 'sabahın esselatında' yollara düşen o insanların hangi kaygıları olduğunu? O minibüslere sadece bugün mü? Yoksa bir mevsim mi? Yoksa çalışamaz duruma gelinceye kadar ömür boyu mu bindiği? gerçeğini bilmez. Bunu hiç düşünmez bile.
  •  
  • Çünkü bu haberi okuyanlar için bu bir trafik kazası 'çok feci bir kazadır'. Herkesin ortak temennisi 'Allah kimsenin başına böyle acılar vermesin' olur. Madalyonun öteki yüzü onları hiç ilgilendirmez.
  •  
  • Oysa madalyonun öteki yüzünde milyonlarla ifade edilen farklı etnik kimlik ve inançtaki Türkiye insanın gerçeği vardır.
  •  
  • Hani İstatistik Kurumu arada bir işsizlik rakamını yüzde on civarında açıklar, gerçekler biraz zorlayınca yüzde on iki, on üçe çıkartmak zorunda kalır ya; siz ona inanmayın hiç.
  •  
  • Çünkü istatistik kurumunun verilerinde bu insanlar yoktur. Yani kayıtlara ne işçi, ne de işsiz diye geçmezler.
  •  
  • Çünkü onlar sisteminin yok kabul ettiği insanlardır. Onların var olduğu yalnızca seçimden seçime ve o sıra kömür makarna dağıtıp oylarını almak için hatırlanırlar o kadar.
  •  
  • Onlar ama her gün taşınsınlar, ama uzak yerlere iki üç aylık taşınsınlar; hepsinin kaygısı yaşamlarını sürdürebilecekleri üç beş kuruşun peşindedirler. Yani 'sosyal güvence veya emeklilik' onların düşlerinde pek yer almaz.
  •  
  • Ölmeyecek kadar bir yaşam olanağı bulmuşlarsa en mutlu insanlardır onlar.
  •  
  •  
  • Farklı etnik kimlikteki ve inançtaki insanlar aynı kaygıyla oradan oraya taşınsa da en fazla göçü Güney Anadolu ve Doğu Anadolu verir.
  •  
  • Diğer bölgelerde kırsal kesimlerde de bu göç eskiden çok vardı.
  •  
  • O yıllar borçlanmalar, düğün dernek hesapları mevsimlik işçilik dönüşüne göre ayarlanırdı.
  •  
  • Bizim oralarda bu mevsimlik işçiliğin adı "aşşaya gitmek" diye tanımlanırdı. "Aşşadan" kasdedilen Aydın, Söke tarafında pamuk işçiliği.
  •  
  • Sonraları bizim oralarda daha uzak göçler "Alamancı göçleri" başlayınca bu mevsimlik işçi göçlerinin pek sözü edilmez oldu.
  •  
  • Atmışlardan sonra özellikle bütün Anadolu "Alamancı göçüne" katıldıysa da mevsimlik veya bugün trafik kazası geçiren işçiler gibi günü birlik göçler hiç eksilmedi.
  •  
  • Daha önceleri kamyon kasalarında veya traktör romörklerinde bu işçi taşımacılığı çok olurdu. Her şey gibi ulaşım da "moderenleşince" ulaşım kervanına minibüsler de katıldı.
  •  
  • Ama ister kamyon kasalarında, ister traktör romörklerinde, ister minibüslerde olsun yolcular hep üst üste balık istifi olur.
  •  
  • Tıpkı bugün en fazla on beş yirmi yolcu taşıma kapasiteli minibüste ölü yaralı eeliye yakın sayıda insan taşındığı gibi
  •  
  • Buradan da anlaşılacağı üzere oradan oraya taşımacılıkları da dahil çok farklı yaşamları vardır o insanların.
  •  
  • Bir kere hemen her yerde sabahın en geç üçünde dördünde ayaklanılır. hazırlık falan denirken dört civarında yola çıkılır. Ve çalışılacak yerde en geç altıda iş başı yapılır.
  •  
  • Eğer tütün, kekik işçiliğiyse saat beşte iş başı yapılması gerekir.
  •  
  • Sabahın ayazında ve çiğde girilen tarlalarda titreyek gün doğumuna kadar çalışılır. Arada bir mola sonra devam tabi.
  •  
  • Çok genç yaşta ana baba olur bu insanlar. Ve çok genç yaşta onulmaz hastalıkların pençesinde tükenip giderler.
  •  
  • Hastane koridorlarını iyi gözlemişseniz eğer; bu gurbet kuşlarının oralarda hep çoğunluğu oluşturduğunu görürsünüz.
  •  
  • Onları diğer hastalardan fark ettirense; bir köşede sep sessiz kaderine razı oturuşları, 'sorulduğunda' çok yaşlı görünümlerine rağmen çok genç olduklarını başta romatizma olmak üzere o yaşantının bütün illetlerini taşıyan hastalıklardan muzdarip olduğunu öğrenirsiniz.
  •  
  • Bunları anlatırken bile çok şikayetçi değillerdir. Çünkü onlar daha doğarken çoğunlukla o yaşamı kabullenmiş gibidirler
  •  
  • Böylece yaşamları "bir varmış, bir yokmuş" biçiminde hep yenilerini içine alıp değirmen gibi daha öncekileri öğüterek devam edip gider.
  •  
  • Ne devlet ne de toplumun geri kalanı hiç tanımadan onları, istatistik kayıtlarına bile doğru dürüst girmeden; aynı hayatları dededen, nineden miras olarak devir alıp çocuklarına ve torunlarına devrederek aynı hayatı 'bir sinema filminin sürekli tekrarı gibi' biteviye yaşarlar.
  •  
  • Ta ki 'bu sabah olduğu gibi' arada bir trafik kazalarında 'o da eğer ölümler fazla ise' gazete ve televizyonlara 'son dakika' spotlarıyla haber olurlar sonra da kendi kaygıları tasaları içinde unutulup giderler.
  •  
  • Isparta yolunda trafik kazası geçirip on altısı ölen otuzu da yaralı olan hayatlar işte böyle hayatardır.
  •  
  • Haberi okuyunca 'hemen hemen bütün' öykülerime konu olan o sıradan insanları kısaca size tanıtmak istedim.


30 Ekim 2016 Pazar

AYDINLI DAYIYLA YARENLİKLERDEN



Aydınlı dayı çıkıp gelince şaşırmadım. Çünkü o benimle ancak 'sıyasat' sohbeti yapmaya gelir. Onun için onun önceki gün "ha bi baken deyi uğradım" dese de ben onun 'sıyasat lafı' edeceğini anladım.

Evde hep oturduğu koltuğa oturdu "gelin gızım bene bi nasgafa yapıvesin. Sizinki bek datlı oluyo" dedi ve çok beklememe gerek kalmadan lafa girdi ve "seninki gine perdah vermeye başladı. Emme cazgırları ondan önce başladıydı" dedi.

Lafı "sıyasat cazgırları" dediği kamuoyu araştırmacılarına getirdi.

"Bunlan hepsi lafı sallıyo; emme adamlan işi o tabi. Kimden para aldıysa ondan yana sallecekle. Yanim parayı verenin düdüğünü çalıcekle" dedi; sonra "emme biliyon mu? Bu adamlara herkez inanıyo. Bi Allahın gulu da çıkıp; 'ula arkıdeş benim ne düşündümü müneccim mi bunla da biliyo?' demeyo" dedi sonra gülümseyerek "bizde bu işle çoğunlukla böyle olur. Yanim biz milletcek akıntıya gideriz" dedi ve bir örnek verdi.

"Misal; geçenlerde bizim köye süs eşyacı geldi. Hana düğünlerde garıla oku garşılığı çanak, tabak bardak bişeyle götürü ya. İşde öyle bi şeyle satan biri. Emme bunun satdığı hep boyalı cam bardak. Altı dakımı üçe lireden. Geldi köy meydanına arabayı çekdi; malların bazılanı çıkardı arabanın önüne koydu; sonra kendine gayfıdan bir çay söyledi. Öyle orda oturuyo. Tabi biz gayfıdan adamı görüp duruz. Emme kimse oralı değil. Derken bizim köyden bi cambaz var o geldi. 'Cambaz' dediysem öyle ipde yürüyen cambazdan değil; öküz inek alıp satıyo. Yani aleverci' İşde o cambaz bu bardakçının yana uğradı. Onla bir iki iki laf etdi sonra bizim yana geldi. Herkez garşıdan bakıyo; oralı deyil gibi gözükse de hepsi maraklı. Cambaz gelince bizim arkıdeşleden biri kendini dutamadı; 'ne satıyomuş o adam?' deyi sordu. Cambaz  'heç boyalı bardak satıyomuş' dedi. Bi başka arkıdeş 'kaçaymış?' dedi; cambaz 'üçer lireye veriyo' deyince o ilk soran arkıdeş 'adamla bizim köye enayi bulup geliyola. Ben üç lire verip de boyalı bardakları alıp götüme mi sokucemişin?' deyince gayfıdekilen hepsi onu tasdik etti. Ben de her zaman oturdum yerden onlara bakıyon. Gayfacı dört topaklı naskafamı önüme goymuş onu içiyon. Neysem lafı uzatmeyen. Adam orda arabasının önünde akşama gadar oturdu. Kimse oralı olmadı. Derken bizim cambaz 'eve giden' deyi kalktı; gine arabanın yanına gitti. Adamıla bir iki laf etti; derken o boyalı bardak kutulandan ikisini sardırıp aldı, evine yollandı. Ula arkıdeş ondan keri ilk o 'biz o bardakları götümüze mi sokucez?' deyen arkıdeş olmak üzere gayfıdan herkez ulam ulam oldu arabanın önüne; adamın bardaklara gapış gapış giddi. Sanki gıtlığı varımış gibi herkez ikişer dene sardırıken 'götümüze mi sokucez?' deyen tam beş kutu sardırdı. Vesselam adam akşama gadar oturdu oturdu; akşam vakdı arabada ne varısa satıp gitti" dedi.

Eşimin ona yaptığı neskafeden bir yudum aldı ve devam etti "meğersem bizim cambaz o adama 'sen sabırlı ol. Ben senin malları hep sardırdın. Akşam ben giderken beleş sen bene iki dene sar ver; gerisini garışdırma' demiş. Gerçi sonra yemin billah edip inkar etdi; emme onun öyle ettiğini ben sonra Nazilli bazarında bir arkıdeşden öğrendim. O bardağı satan ona 'falan köye gitdim. Orda biri böyle böyle etdi. Bütün malları sattım' demiş. Ben yalanını yüzüne vurmadım. Hem vursam nolcek. Köy içeri bardakları gapışıp götlene sokdula zaten" dedi.  

Ben "dayı sen almadım mı?" deyince gülümseyerek "almamın. Ben de aynı köyün malı değilmin?" diye cevapladı.

Yüzüne baktığımı görünce "haa! Lafı oraya getircedim. Hana decem uyuşuk olan bitenin farkında olmadan lay lom yaşamaya devem edicek olursak birileri boyalı bardakları satarken birileri ediceni eder. Biz de elimizdeki boyalı nereye sokucemizi bilimeyiz” dedi. "Şu sıra bizim adam gine yalandan ortalığı gızışdermeye başladı; cazgırları da iş başında ya. Ona deyom. İşallah bunun laflara ganan yoktur; decen emme görünen öyle değil" dedi sonra "bene müsade benim oğlan hazırlanmışdır" deyip geldiği gibi süratle gitti.

Cumhuriyetle didişenler artınca Aydınlı dayıyla geçmişteki bu yarenliği burada paylaşmayı düşündüm. "Hana decem. Lay lay lomu bırakam da; yaklaşan fırtınaya garşı önlem alam deyon.. Yoksa ölsek de! ardımızda ağlayanımız galmecek."


29 Ekim 2016 Cumartesi

KADIN ve CUMHURİYET

Aşağıda 28 Ekim 2014 günü Radikal blogda bir yazı var. Cumhuriyetin kuruluşunun 93 üncü yıl dönümünde cumhuriyetin asıl sahibinin kadınlar olması gerektiğine işaret ederek o yazıyı buradan paylaştım.


Kadın ve Cumhuriyet

Kadın ve CumhuriyetTÜRKİYE GÜNDEMİ
4,2
    
28.10.2014 15:14:20
A+ A-
  • İran Cumhuriyetle yönetiliyor. Cumhurbaşkanını halk seçiyor.
  •  
  • Mısır Cumhuriyetle yönetiliyor. Cumhurbaşkanını halk seçiyor.
  •  
  • Türkiye Cumhuriyetle yönetiliyor. Cumhurbaşkanını daha önce halkın seçtiği meclis seçiyordu; sonra yapılan bir değişiklikle en son Cumhurbaşkanını halk seçti.
  •  
  • Bu örmekler çoğaltılabilir. Cumhurbaşkanını cumhurun yani halkın seçtiği birçok örnek var.
  •  
  • Bunların yanı sıra;
  •  
  • İngiltere, Norveç, Danimarka ve Belçika meşrutiyetle yönetiliyor. Yani o ülkelerin cumhuru yani halkı kendini yöneten bir başkan seçemiyor.
  •  
  • İslam dünyasında kadınlara seçme ve seçilme hakkı İran'da 1963'te, Libya'da 1964 yılında, Ürdün'de 1974, Kuveyt'te 2005 yılında verilmiştir.
  •  
  • Suudi Arabistan'da ise ilk kez 2004 yılında o da yalnız erkeklere seçme ve seçilme hakkı verilmiştir ve bu ülkelerin hepsinde şeriat hükümleri geçerlidir.
  •  
  • Buralarda erkeğin birden fazla kadınla evlenme hakkı vardır. Ancak kadının sosyal yaşamda yer alma konusunda ne hakkı ne de söz söylemesi söz konusu değildir.
  •  
  • Dünyaya baktığımız zaman örneğin Yeni Zelenda kadınlara 1893'te seçme, 1918'de seçilme hakkı vermiştir.
  •  
  • Diğer ülkelerde de farklı farklı zamanlarda kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmış. Ancak bu ülkelerin İslam Ülkelerinden farkı kadının sosyal yaşamda yeri konusundadır.
  •  
  • Buradan bakınca kadının sosyal yaşamda yerini alması için o ülkenin Cumhuriyetle yönetilmesi yetmiyor. Çünkü kadın hakları insan haklarından ayrı düşünülemez.
  •  
  • Kadın ve Cumhuriyet; daha doğrusu kadınla demokrasiden anlaşılan; kadın erkek eşitliğinin hedeflendiği, insan haklarının öneminin kavrandığı etnik kimlik ve inanç farklılığının sorun edilmediği eşit yurttaşlık temelinde anlayışın egemen olduğu emeğe saygılı bir demokrasi olmalıdır.
  •  
  • Sanırım insanın gerçekten hedefi rejimin adının Cumhuriyet veya başka bir şey olmasından çok böyle bir demokrasiyle yönetiliyor olmalıdır.
  •  
  • Ancak böyle bir demokrasiye ulaşmanın 'bana göre' ön şartı öncelikle kadının özgürlüğüdür.
  •  
  • Doksan birinci yıl dönümünü kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyeti diğer Cumhuriyetlerden ve yönetim biçimlerinden ayıran en önemli farkı da sanırım; Cumhuriyet kurulurken aydınlanma yaşamamış toplumun fertlerinin 'tabi başta da' kadının sosyal yaşamda kendini ifade edebilme kaygısının öne çıkarılması; ilk yaslarda bu kaygıların giderilmeye çalışılmasıdır.
  •  
  • Cumhuriyetle hesaplaşmak veya Cumhuriyetle yüzleşmek isteyen veya yüzleşilmesi gerektiği tezini ortaya atanlar bana göre bu farkın mutlaka ayırdında olması gerekir.
  •  
  • Yoksa kimi boş slogan ve iddialarla yola çıkarak toplumsal aydınlanmaya katkı sağlamanın olanağı olmadığı gibi toplumda oluşan savrulma ve kafa karışıklığı sonucu toplumda aydınlara ve aydınlanmaya olan güvenin sarsılması sonucunu verebilir.
  •  
  • Yukarıda yaptığım kıyaslamalar genel hatlarıyla bu konuda bir analizdir.
  •  
  • Ama hangi derinlikte analiz yapılırsa yapılsın; yani toplumsal yapılar hangi düşünce ile sorgulanırsa sorgulansın; o toplumları 'bana göre' doğru anlamanın tek ölçüsü o toplumda kadına biçilen roldür.
  •  
  • Eğer bir toplum kadının giyimini, kıyafetini ve yaşam biçimini öne çıkararak kendini şekillendirmeyi seçmişse o toplumun yönetim biçiminin adı ne olursa olsun sonunda varacağı yer insanın ve düşüncenin tutsaklığıdır.
  •  
  • Kadını özgürleştiremeyen veya kadının haklarını yasal güvencelerle teminat altına almayan toplumların aydınlık, çağdaş bir gelecek beklentisi olamaz.
  •  
  • Cumhuriyetin kurulmasının hemen sonrasında medeni kanunun kabulü ve sonrasında kadına seçme ve seçilme hakkı tanınması Mustafa Kemal Atatürk'ün öncülüğünde kurulan Cumhuriyetin niyetini açıkça anlatır.
  •  
  • Buradan yazının başlığına dönersem kadın özgürleştikçe Cumhuriyetin halkın kendi kendini yönettiği rejim olduğu iddiası doğruluk ifade eder.
  •  
  • Yoksa kadının adeta yok sayıldığı, bütün siyasi hesapların kadının kılığı kıyafeti ve sosyal yaşamdaki yeri üzerinden yapılan rejimler adı ne olursa olsun özgürlüklerin olmadığı bir ülkede dikta yönetimine heveslenenlerin rejimleridir.
  •  

28 Ekim 2016 Cuma

ÖTEKİLERİN HİKAYESİ CUMHURİYETİN AYDINLANMA SÜRECİNİN HİKAYESİNDE ÜÇÜNCÜ SON BÖLÜM




Daha önceleri komutanın yanına kaymakam, doktor gelince; onlar bir şey isterse “emredersin komutanım” derdi. Kaymakam her seferinde “ben komutan değilim” diye düzelttiği için şimdi dikkat ediyordu.
Çabucak karakol çaycısının yeni demlediği çaydan bir bardak koyup geldi. O sıra yüzbaşı da giyinip gelmişti. Çayı görünce “kahve söyleseydiniz kaymakam bey” deyince kaymakam “burada çayı iyi yapıyorlar. Onun için çay istedim” dedi. Yüzbaşı çavuşa “bir çay da bana getir” dedikten sonra kaymakama “kimlerle gideceğiz?” dedi.
Kaymakam “doktor, baş muallimi alalım diye düşündüm. At bulabileceksek savcıyı da çağıralım. O ‘köylere giderken beni de çağırırsanız memnun olurum’ demişti” deyince yüzbaşı “tabi buluruz. Bizi burada şu anda devriye gidenler hariç benim atla birlikte dört at var. Oldu olacak hakim beyi de çağıralım” dedi.
Kaymakam “Olur da; at eksik” deyince yüzbaşı “Hacı Arif efendinin tavlasından iki at isteriz” dedi.
Kaymakam “bak o olur. Hacı Arif efendi geçenlerde ‘köyleri gezeceğim’ deyince ‘at falan lazım olursa; benim atları alın demişti’ dedi” diye bilgi verince yüzbaşı “tamam o zaman” dedi orada çayı getirip bekleyen nöbetçi çavuşa “Nuri postaya söyle. Bizim atları hazırlasın. Sen de Hacı Arif efendiye git. Onun iki atını iste. Giderken doktora, savcıya, hakime ve baş muallime haber ver. Buraya gelsinler” dedi.
Çavuş “emredersin komutanım” dedi ve karakola gidip postaya yüzbaşının emrini söyledi; oradan diğerlerine haber verip, Hacı Arif efendiden atları istemeye gitti.
Az sonra hakim, savcı, doktor ve baş muallim süvari kıyafetleriyle geldiler. Karakolun atları hazırlanmıştı. Çavuş da Hacı Arif efendinin atları yedekleyip getirdi.
Yüzbaşı ayağa kalktı. Kaymakam da diğerlerine gülümseyerek “haydi arkadaşlar; bugün akşama kadar at bineceğiz” dedi.
Yüzbaşı “hakim bey. Siz benim atı istemiştiniz. Ona binin” dedi. Onun bu sözüne diğerleri gülüşünce hakim “niye gülüyorsunuz arkadaşlar? Yüzbaşıya onu ben söyledim. ‘At binmeye alışkın değilim’ dedim; o da tedbir alıyor” dedi.
Hakimin bu ciddi hali diğerlerinin biraz canını sıkmıştı. Hakim “ne o beyler. Canınızı sıktım galiba. Şaka şaka. Ben yüzbaşıya daha önce ‘benim için senin atı hazırla. Atın hoşuma gidiyor” demiştim. Yüzbaşı onun için kendi atını bana önerdi. Sakarya savaşına ben Fahrettin beyin maiyetinde süvari asteğmeni olarak katıldım. Yani attan iyi anlarım” deyince soğuyan hava ısınmış kaymakam “ilahi hakim bey. Sabah sabah bizi işlettiniz” dedi.
Birlikte atlara binip yola çıktılar.
Kaymakam “yüzbaşım kılavuzumuz sizsiniz” dedi. Yüzbaşı “tabi kaymakam bey… Ben bu yollara alışkınım” dedi ve atını biraz öne sürdü.
O sırada kaymakam ve yanındakileri at üstünde gören kasabalılar merakla birbirine “sabah sabah bunlar nereye gidiyor acaba?” diye birbirine soruyordu. Ama hiç biri doğrusunu bilmediği için meraklarıyla kaldılar.
Gurup kasabayı geçip Çamdibine giden patika yola girmişti. Sol tarafta yukarı doğru çam ağaçları yükseliyordu. Sağ tarafta kıraç kırık dereler vardı.
Yüzbaşı “efendiler; az sonra çok şaşıracaksınız” dedi.
Hepsi meraklanmıştı. Aslında kaymakam ve doktor bu yoldan daha önce gitmişlerdi. Yüzbaşı hepsi için söylediği için kaymakam “hayırdır yüzbaşı? Bilmediğimiz bir şey mi var?” dedi.
Yüzbaşı “kaymakam bey; siz bu yoldan bu mevsimde hiç geçtiniz mi?” deyince kaymakam “hayır; ama” derken öndeki tepeyi geçmişlerdi.
Gördükleri sanki ressamın tuvaline çizilmiş manzara resmiydi. Bu görüntü  kaymakam dahil herkes çok şaşırmıştı.
Mevsim ilkbahar başlangıcı olduğu için aşağı doğru inen arazi rengarenk kır çiçekleriyle bezenmiş; ileride ova renklerin buluştuğu doğa harikası bir deniz gibi gözün alabildiğine uzanıyordu.
Ovanın sağ tarafında hemen aşağıda belli belirsiz gözüken dere ve derenin ucunda köylerin ortak çayırları üzerinde öbek öbek at sürüleri veya tek tek atlar, daha ilerde koyun sürüleri çayırın yeşiliyle uyumlu bir renk sunarken; ovanın sol tarafında toprakta boy vermiş çeşitli mahsul deniz gibi dalgalanıyordu sanki.
Sol tarafta yukarı doğru ardıç ağaçları vardı. Daha yukarıda yemyeşil çam ağaçları; daha yukarıda kelleşen yalçın kayalar yükseliyordu.
Bu ovanın etrafına ilerde üç ayrı kasaba ve yüzün üzerinde köy serpilmişti. Çok ileride kırmızı çatılar yeşilliklerin arasında belli belirsiz gözüküyordu.
Yüzbaşı “bu ovanın ilerde gözüken ucu değil. Gözün çizdiği sınırı… Ovanın boydan boya çapı atmış kilometreyi geçiyor. Yani buradan karşı sınırı görmek olası değil.
Bizim kasabaya bağlı köyler şu ilerde tepenin hemen dibinde gözüken evler var; orada bitiyor. O gözüken köy Yusufçuk.
Sağda aşağıda belli belirsiz gözüken derenin çizdiği sınırda beş köyümüz var. Diğer köyler hemen ileride Çamdibi var. Onun ilerisinde Kavak, Kavacık, Kayaköy, Söğüt diye sıralanır gider. Hepsi on dokuz köy. Aralarında ikişer üçer kilometre kadar aralık var” dedikten sonra eliyle yukarıda bir yeri işaret etti ve “şu yukarıda gördüğünüz ardıçlığın ucunda geçit gibi bir şey var ya! Orası Goca Hamza’nın Yunan gelecek diye ovadaki köylülerle birlikte beklediği yer” deyince; o olayı bilen kaymakam ve baş muallim ilgiyle “hey gidinin Goca Hamzası” derken Savcı, hakim merakla bakıyordu. Doktor da olayı kıyısından köşesinden öğrenmişti ve o da merakla yüzbaşıya bakıyordu.
Yüzbaşı “Goca Hamza köylüyü coşturup ‘Yunan gelirse ovaya sokmayız’ diye orada aylarca nöbet tutturmuş” dedi.
Goca Hamza efsanesini duyanlar onun köylülerle Yunanı beklediği yeri ilk kez görmenin heyecanı içindeydi. Hakim ve savcı da kulaklarına çalınan efsanenin merakıyla bakıyordu.
Yüzbaşı “düşünün. Köylerde eli silah tutan kimse kalmamış. Yunan Buldan’a inince bütün kasaba köyler; hatta bütün ova panik içindeyken Goca Hamza ‘kime? Nereye geliyormuş Yunan?’ deyip yanına aldığı Rıza çavuşla bütün ovayı dolaşmış; millete moral vermiş” dedi.
Sonra o gün hakkında bildiklerini anlatmaya başladı.
Goca Hamza o gün efelikten kalan cepkeni giymiş, kafasın poşuyu takmış. Gümüşlü mavzeri ve çoğu boş mermiyle dolu fişekliği kuşanmış. Rıza çavuşun yanına gitmiş. “Hade çavuş gidiyoz” demiş. Rıza çavuş merakla “hayırdır dede? Nereye gidiyoz?” deyince Goca Hamza “nereyesi var mı? Bütün ova Yunan korkusuyla çil yavrusu gibi dağılıcek. Onlara dur deyen olmazsa bu ova baykuşların yuvası olcek çavuş. Çok söylenme de düş peşime demiş” Rıza çavuş “dede benim silahım yok ki” deyince Goca Hamza “o ne? Ordaki ne?” diye yerdeki kırık tahrayı göstermiş. “O düşman govalamaya yetmeyo mu çavuş?” deyince Rıza çavuş anlamış Goca Hamza dedeyi. Düşman karşı savaşmak için bahane olmaz. Bunu Çanakkale’de konuştuğu İstanbul’dan savaşmak için gelen mektepli çocuktan duymuştu. O aklına gelince utanıp “anladım dede” diyerek yerdeki kırık tahrasını atının terkisine asmış; düşmüş Goca Hamza’nın peşine.
Yüzbaşı bunları anlattıktan sonra  “Tıpkı Donkişot gibi” dedi.
O böyle deyince savcı “peki köylüyü nasıl inandırmış düşmanı engelleyeceklerine” diye sordu.
 Yüzbaşı duygulu bir sesle “işin ilginç yanı da o ya. Ova köylerinden birinde köylünün biri ‘ya Hamza dayı; Biz bu halımızla Yunanı nasıl durduruz? deyince Goca Hamza ‘ne yani. Şindi biri gelse. Senin garının ümüne çökse. Sen bakıp durcen mi öyle?’ deyince köylü ‘kime? Valla anasını bellerin o gelenin’ deyince Goca Hamza ‘hah tam öyle işte. Yunan gelip bizim garımızın gızımızın ümüğüne çökmesin deyi; biz orda bekliyecez. Herkes dövüşmek için nesi varsa alsın. Ardıçlığa gidiyoruz’ demiş” diye savcının sorusunu cevapladı.
Sonra “Yani; köylerde kalan yaşlı, kör topal herkes eline dirgenini, nacağını, tahrasını alıp düşmüş Goca Hamza’nın peşine. Orada, Ardıçlıktaki geçitte aylarca Yunan gelecek diye nöbet tutmuşlar” derken gözü hafiften yaşarmıştı .
O sıra yüzbaşının tok sesiyle anlattıkları diğerlerinin de içini ürpertmiş; gözlerine yaş birikmişti. Hepsi Goca Hamza’ya karşı büyük saygı içindeydi.
Çünkü hepsi de bir şekilde kurtuluş savaşına katılmış; o sıralar aynı heyecan ve kararlılığı duymuşlardı; ama Goca Hamza gibi bir gümüşlü mavzer, bir kırık tahrayla bu işin olacağını; yani koca ovanın düşmana karşı duracağını hiç düşünemezlerdi. Goca Hamza’nın yüzbaşının dediği gibi Donkişotvari bir çıkışla köylüyü ardına düşürmesini anlamak da anlatmak da çok zordu onlar için.
Hepsi bu duygu yoğunluğu içindeyken kaymakam “o zaman yüz başım. O ardıçlığı görmeden geçmek doğru olmaz” deyince yüzbaşı sessizce atını ardıçlığa çıkan keçi yoluna çevirdi; diğerleri diye peşi sıra atlarını o tarafa sürdüler.
Ardıçların arasındaki patika yoldan ilerlerken bir sessizlik olmuştu.
Sanırım çoğunun kafasında düşman geliyor korkusuyla çil yavrusu gibi dağılan köylerin birden düşmanı durdurmak için ilkel silahlara sarılacak güveni duymasını anlamaya çalışıyordu.
Kaymakamın aklındaysa köylüye bu okuma yazma seferberliğine katmak için ne yapması gerektiği sorusu ve o sorunun cevabının bu ardıçlıkta Yunanı bekleme enerjisinde olduğu vardı.
Yani köylüye benzeri bir moral ve heves verilebilirse pekala bütün ova köylerinin bu okuma yazma kurslarına yoğun katlımı sağlanabilirdi. Böyle düşünürken aklına Kavak ve Kayaköy muhtarlarının muhalefeti gelince canı sıkıldı ve yüzünü ekşitti.
Bunu fark eden Fehmi bey sanki kaymakamın aklından geçenleri anlamış gibi “sıkmayın kaymakam bey. Bu okuma yazma kursundaki engelleri Goca Hamza’nın yöntemiyle çözeriz” dedi.
Kaymakam “nasıl?” der gibi bakınca baş muallim “yani okuma yazma öğrenmenin şart olduğunu, çoluğunun çoğunun istikbalinin bu projenin başarısında olduğunu inandırarak” dedi ve devam etti “bilirsiniz bizim halk, özellikle köylüler kendi yemez çocuğuna yedirir, kendi giymez çocuğuna giydirir; ayni onlar için yaşar. Onlar için yapamayacağı fedakarlık yok” dedi.
Dikkatlerini başmuallime veren diğerleri kafalarını sallayarak baş muallimi onaylıyordu.
Bu sırada ardıçlığın sonuna gelmişlerdi.
İki dağın birleştiği yerden yukarılardan akan suyun oluşturduğu dere hemen oradan sağa dönüp Çamdibine doğru gidiyordu.
Yüzbaşı “işte Ova halkının Goca Hamzayla birlikte yunanı beklediği bu geçit” diye derenin hemen üstünden kıvrılarak yukarı doğru giden patika yolu gösterdi.
Bu patika yol yukarıda kayalıkların arasından geçerek dağın öte yakasına ulaşıyormuş.
Derenin hemen üstünden sola doğru ve patikadan sağa doğru sık çam ormanı başlıyordu.
Sağa doğru dönen dere ardıçlığın sınırını oluşturuyordu. Derenin bu tarafında  ardıçların bittiği yerde bir çayırlık vardı. Çayırlığın dereyle birleştiği yerde  çeşme gibi bir şey önünde de ‘sanırım köylülerin hayvan sulamak için çevirdiği’ böğet gibi bir yer vardı.
Goca Hamza köylüye sanırım “düşman gelirse bu geçitten gelir. Biz geçidin başında pusu kurar düşmanı bu yana geçirmeyiz” demişti. Eğer yukarıdan düşman patika yolu tek sıra inip gelirse belki Goca Hamza’nın planı tutabilirdi. Tabi yine de mucize.
Yüzbaşının gösterdiği yere bakanların hepsinin ağzından ‘sanırım okudukları Donkişot öyküsünü hatırlayıp’ “Tam Donkişotvari bir bekleyiş” sözcüğü döküldü.
Öyle veya böyle Goca Hamza ‘düşman geliyor diye evini yurdunu terk edecek kadar korku içinde olan’ ova halkına “Yunanın burada anasını belleriz valla” demiş; inandırmış aylarca kocamış kör topal, hatta kadınlara varıncaya kadar nöbet tutturmuştu.
Yüzbaşı derenin sığı yerinden atı karşıya sürdü. Peşinden diğerleri de geçti. Yüzbaşı orada insan eliyle yapılmış setleri gösterdi “işte bu setleri de düşman gelirken gözükmemek için siper olarak hazırlamışlar” dedi.
Her şey çocukların askercilik oynadığı gibi bir görünüm içindeydi. Ama koca ova halkının bu oyuna inanarak katıldığı düşünülürse ortaya muazzam bir mana çıkıyordu.
Kaymakam ve diğerleri bu çocukçu manzaranın kafalarına oluşturduğu duygu yoğunluğuyla dalmışken yüzbaşı “bu dere Çamdibinin üstünden Kavak köyüne ulaşır. O köyün altından döner ve yine Çamdibinin altından gelirken gösterdiğim çayırlığa doğru akar” deyince kaymakam birden irkildi “beyler burada fazla kalmayalım. Bari çıktık üç beş köy dolaşalım” deyince hepsi de daldıkları duygusal yoğunluktan sıyrıldı. Yüzbaşı derenin sığ yerinden yine beri tarafa atını sürdü. “O zaman ilk olarak Çamdibine uğrayalım. Oradan Kavak öteki köylere dolaşırız” deyince kaymakam ve diğerleri yüzbaşının peşinden atları sürdüler.
O sıra hiç konuşmayan hakim “biz de cephede savaşarak bir iş yaptık sanıyorduk. Asıl cephe buralarmış. Şu Goca Hamzanın yaptığına bakınca anladım bunu. Asıl savaş buralarda verilmiş” dedi. Savcı “tabi kaymakam bey… Buralarda halk o savaşın kazanılacağına inanmasa cephedeki moral zor sağlanırdı. Buralardaki inanç dalga dalga oralara kadar ulaştı” dedi. Baş muallim “haklısınız efendim. Mesela zeybeklerin Aydın yöresinde Yunana direnişi. Düşünü eşkiyalık için dağa çıkmış insanlar bir anda vatan için savaşan kahramanlara dönüşüyor. Bütün bunlar bir şeye; yani asıl Kemal paşaya inançtan kaynaklanıyor. Bütün Türk Halkı tıpkı ova halkının Goca Hamzaya inanıp peşine düşmesi gibi Kemal paşaya inanıp onun peşine düştü. O güven, o inanç olmasaydı o savaş zor kazanılırdı. Bizim de elimizde Goca Hamzabanın gümüşlü mavzeri gibi çok kıt silahımız vardı” dedi.
Hepsi de kurtuluş savaşını yaşamış kişiler olarak Goca Hamza’nın başarısının değerini çok iyi anlıyordu.
Kaymakam “işte cumhuriyeti kurarken de alınan her karara aynı inancı yaratabilirsek başaracağız. Ben hep öyle düşünürüm. Yani emirle talimatla değil, yapılan şeyin halka yararını doğru anlatarak onların gönüllü desteğini almak. İşte o zaman tıpkı tırpanla, kırık tahrayla düşmanın yenileceğine inanç gibi yaşadıkları zor koşullara rağmen halka muasır devletler seviyesine ulaşılacağına inandırmak. Okuma yazma kursları bu anlamda çok önem kazanıyor. Sizin bu konuda desteğiniz çok önemli arkadaşlar” dedi.
Hepsi de kaymakam hak verdi, her türlü desteğe hazır olduklarını söylediler.
Bu şekilde sohbet koyulaşmışken aşağı doğru ileride keçi sürüsü, onun aşağısında bir iki ev gözüktü.
Yüzbaşı “burası Çamdibi köyü. Adını da hemen az ileride sona eren çamlıktan alıyor. Gerçekten çamların tam dibinde bir köy” dedi. Keçi sürüsünün köye ait olduğunu, bu dağ köylerinin hepsinin koyun keçi besiciliği yaptığını; aslında bu yörenin halkının hepsinin Türkmen yörüğü olduğunu; yani bir süre önce göçer olduklarını söyledi.
O böyle deyince savcı gülümseyerek “içimizde kökü göçer olmayan var mı ki Yüzabaşım?” dedi. Onun bu sözüne diğerleri gülümseyerek onayladı. Bu sırada bir onları gören bir çocuk koşarak köye doğru gitti.
O sırada muhtar muhtarlığın önündeki dibeğin yanında birkaç köylüyle sohbet ediyordu. Çocuk soluk soluğa geldi “muhtar emmi! Yokarıdan atlılar bu taraf geliyo!” dedi.
Çocuk soluk soluğaydı. Muhtarın “ne yandan?” sorusuna eliyle “şu yandan” diye gösteriyordu.
Muhtar “Allah Allah! Dağ yandan kim gelir ki atla?” dedi. Aklına jandarma geldi. ‘herhalde devriye geliyor” dedi. O sıra biraz nefesi yatışmış çocuk “hı ı? Gelenle adamalarıdı” deyince muhtar “kim acaba bunlar?” diye çocuğun işaret ettiği yere doğru yürümüştü ki; evlerin arasında yüzbaşı yanında kaymakam bir gurubun geldiğini gördü. Yanındaki köylüye “goş Irza emmiyi kaldır” derken gelen guruba doğru yürüdü.
Bu sırada muhtarın “goş Irza emmiyi kadır” dediği köylü hemen yakındaki bekçi Rıza’nın evine koştu. Bahçede Zehra kadın kızı kucağında duruyordu. Adam “Zehra bacı. Irza emmiyi kaldır. Köye gelen böyükle var” dedi.
Zehra “kimmiş o böyükle?” derken içeriden Rıza duydu. Zaten üzerinden bir şey çıkarmadan uzanıvermişti. Kalkıp geldi. Gelen köylü “Irza emmi… Candırma komutanı yanında birilenle geldi” deyince Rıza telaşla ayağına  çarığını çekip çıktı.
O sırada kaymakam ve diğerleri atlarından inmiş; gelen köylüler atları alıp hemen aşağıdaki derenin yanına çekmiş; atların yem torbalarını boyunlarına asmıştı.
Kaymakam, yüzbaşı ve diğerleri ayaküstü muhtarla konuşuyordu. Rıza koşup geldi. Hoş geldiniz efendim” dedi. Kaymakam “uyuyormuydun Rıza çavuş?” deyince ondan önce muhtar “bekçi gece yoca sulayanlara nizama goyunca, ben ‘git accık dinlen’ dediydim kayamakam bey” diye cevap verdi.
Kaymakam zaten o soruyu öylesine sormuştu. “Hamza dede yok mu?” dedi. Rıza “olmamı efendim. Evdedir ben çağıran gelen” dedi. Kaymakam “rahatsız etmeyelim” dediği sırada Rıza çoktan Goca Hamza’nın evine yollanmıştı.
Muhtar “ne rahadsızlığı gaymakam bey. Zaten çağırmısak ‘bene adam yerine gomadınızmı?’ deyi gızadı” deyince diğerleri ve kaymakam gülüştü.
O sırada Rıza çoktan Goca Hamza’nın evine varmıştı. Goca Hamza sabah yanına gelen Rıza’nın oğlu Ali’ye yine masal anlatıyordu. Rıza telaşla “dede goş Gaymakam bey geldi. Sene soruyo” deyice Goca Hamza Ali’ye “dur dedem” deyip kalktı. “Nerde ula. Essah mı deyon?” derken ayağına nalınları geçirmişti.
Birlikte yanlarında küçük Ali koşarak muhralığa gittiler.
Muhtar içeriden iki sıra çıkartmış; misafirler sıraların üzerine oturmuştu. Kaymakam muhtara “yemek için bir şey hazırlamayın. Seni alıp diğer köyleri dolaşacağız” dedi.
Muhtar “olur mu heç kaymakam bey” deyince kaymakam “gerçek söylüyorum” dedi.
Muhtar “o zaman bizimki sabah ot ekmeği gatmer falan yaptı. Ondan size dürüm yapalım. Yanında da ayran getiren” deyince kaymakam “işte buna hayır demem” deyip diğerlerine “siz yediniz mi bilmem? Ot ekmeği yanında ayran, çok güzel gider” dedi. Hakim “bilmez miyiz kaymakam bey? Biz de çocukluğumuzda analarımızın ot ekmeğini çok yedik” dedi. Diğerleri de onu onaylıyordu; Goca Hamza elinden tuttuğu Ali’nin oğluyla çıkıp geldi.
Kaymakam Hamza dedeyi görünce ayağa kalktı “o Hamza dedemiz de gelmiş” dedi. “Hoş geldiniz” deyen Goca Hamza’ya “ver elini öpeyim dede” dedi.
Goca Hamza yaşıyla dedeliği çoktan hak etmişti. Hiç olmazlanmadan kaymakama elini uzattı “berhudar ol oğlum” dedi. Diğerleri de sırayla elini öptü. Hakim ve savcı ilk kez görüyorlardı Hamza dedeyi. Onun için biraz saygı biraz da merakla bakıyorlardı.
Goca Hamza’nın ‘gocalığından’ kocaman elleri ve kocaman ayaklarıyla kocaman kafası bir de ezilmiş koca kulakları kalmıştı. Boyu haliyle küçülmüştü; ama omuzlar yine çok büyüktü. Görünüşünden vakti zamanında dev gibi biri olduğu çok kolay anlaşılıyordu.
Kaymakam küçük Ali’nin yanaklarını okşayıp “dede torun mu bu?” dedi. Goca Hamza’dan önce küçük Ali benim dedem Kör Emin. Hamza dede hepimizin dedesi” diye yaşından umulmayan bir olgunlka cevap verince hepsi gülüştü kaymakam “nasıl hepinizin dedesi?” diye sordu. Küçük Ali “baya hepimizin. Bütün çocuklan dedesi o” dedi.
Kaymakam “sen Hamza dedeyi çok mu seviyorsun” deyince Küçük Ali “çook” diye cevapladı.
Bu sırada Goca Hamza “bu Irzanın oğlan. Emme zehir gibi maşallah. Sabah erkenden masal anladıve deyi gelmiş” dedi.
Kaymakam Küçük Ali’ye “Hamza dede ne masal anlatıyor size” diye sordu. Küçük Ali ciddi ciddi parmaklarıyla sayar gibi “Hayber galesi, Battal gazi, Tozlu bey” diye Goca Hamza’nın anlattığı masalları saydı.
Çocuğun dilli hali hepsinin çok hoşuna gitmişti. Kaymakam “bu köye okul açılacak. Sen okula gidecekmisin?” deyince Küçük Ali “bubam da öyle dedi. Emme Fatma’da gidcek okula” diye cevap verince o sıra yanlarında olan Rıza “Fatma benim gücçük gız. Dün muhtar mektep meselesini köylüye anladırken bu da varıdı. Ordan aklında galmış” dedi.
Kaymakam muhtara döndü “sen köylüyle mektep işini konuştun mu?” diye sordu.
Muhtar “gonuşmamın gaymakam bey. Siz gidin köylüyle fonuşun deyince ben akşam yemeden sonra köylüye anladım” dedi.
Kaymakam “köylü nasıl karşıladı, kurslara katılacaklar mı?” deyince “tabi gatılcekle gaymakam bey. Gazi hazretlerinin emri olunca kim garşı duru?” dedi.
Kaymakam “emir değil. Gönüllü katılacaklar mı?” diye sorunca muhtar “tabi efendim. Akşam Emin hoca ve Hamza dede de gatılam deyince bütün köylü tamam dedi” diye cevap verdi.
Kaymakam yüzbaşı ve diğerlerine döndü “işte bunun için başaracağız. Bu köylerin sözüne güvendiği Hamza dedeleri, imamlar sayesinde başaracağız” dedi. Sonra baş mullime “Fehmi bey. Ali çok zeki çocuğa benziyor. Muhtar gelince ona Ali için defter kalem verelim” dedi. Küçük Ali “Fatma için de” deyince kaymakam kahkahayla güldü ve Ali’yi kucağına aldı “tabi abisi Fatma unutulur mu? Ona da verelim” dedi ve Ali’yi sevgiyle öptü.
Bu manzara Ali’nin konuşkanlığı gelen misafirlerin ve köylülerin çok hoşuna gitmişti.
Onlar sohbet ederken muhtar evine gönderdiği bir köylünün getirdiği siniyi boş sıranın üstüne koydu. Üzerinde yufka üzerine konmuş ot ekmekleri ve katmer vardı. Muhtarın karısı da yanında Zehra birinin elinde bardaklar birinin elinde içinde ayran olan tencere geldiler.
Muhtarın hanımı bardakları doldururken “heç olmadı böyle gaymakam bey. Çabucak bi oğlak kesedik” deyince kaymakam onun muhtarın hanımı olduğunu tahmin etti “çok sağ ol yenge. Bugün işimiz acele. Ama bir oğlak alacağımız olsun” dedi. Muhtarın karısı “ozuman önceden habar verin. Size bir oğlak çevirme yapam” dedi. Kadının konuşkanlığı kaymakamın ve diğerlerinin dikkatini çekmişti. İçlerinden “cumhuriyetin verdiği özgüven” diye geçiriyordu. Kaymakam “okuma yazma kurslarına siz de katılacaksınız değil mi?” diye sorunca muhtarın hanımı “gatılmamız heç. En başda benle Irza dayının Zehr var. Köyün bütün gadınları gatılcek evelallah” dedi.
Kaymakam ot ekmeği dürümünün yanında nefis koyun yoğurdundan yapılmış kokulu ayranı içerken muhtarın hanınımın cevaplarıyla keyif olmuştu.
“Sizler böyle hevesli olursanız, çocuklarınız daha hevesli okur. Memur olur, öğretmen, doktor, hakim, savcı, kaymakam olur. Hepinizin hayatı değişir” dedi sonra Ali’ye “sen olacaksın bakalım?” deyince Ali muallim lafını çok duyduğundan olacak “muallim olucen” dedi.
O sırada yanlarına Kör Emin geldi. Onu gören küçük Ali “işde benim esas dedem bu” deyip Kör Emin’e sarılınca kaymakam ve diğerleri gülüştü.
Kör Emin etrafı zor seçiyordu. Onun için muhtar “Emin emmi gaymakam bey geldi” deyince yüzü gülen Kör Emin “hani nerde?” der gibi baktı. Kaymakam onun iyi göremediğini fark etmişti. “Hoş bulduk Emin amca” dedi. Kör Emin sese doğru baktı “hoş gelmişsiniz bey” dedi.
Kaymakam “köyünüze ziyaret için geldik. Maşallah çok akıllı torununuz var” deyince Kör Emin’in yüzü ışıldadı “öyledir beyim. Alim maşallah çok akıllıdır. Emme onun zeynini açan hep Hamza dayı. Onlara masal anlada anlada çocuklan hep zeynini açdı sağolsun” dedi.
Kaymakam “köye okul açıyoruz. Onun için gelmiştik” deyince Kör Emin “hey gidinin gazisi. Millete adam edcen deyi ölüp ölüp diriliyo. Allah ona zeval vermesin” dedi.
Bu sözler ve Kör Emin kaymakamın dikkatini çekmişti. “Hayırdır dayı gözlerin ne oldu?” deyince Kör Emin ‘bakma sen’ der gibi elini salladı “barıt yakdı gaymakam bey” dedi.
Kaymakam “nasıl?” der gibi bakınca muhtar “Emin emmi Yemen’e gidenlerden gaymakam bey. Orda kör olmuş gözü” diye açıklama yapınca ötekilerin de dikkatini çekmişti. Çünkü Yemen harbi pek bilinmeyen; daha doğrusu o kadar savaş hengamesinde unutulan bir savaştı. Tıpkı gidip de gelmeyenlerin unutulduğu gibi.
Kaymakam “ne kadar esir kaldın dayı?” dedi. Kör Emin önce durakladı “yedi sekiz sene oldu her hal” dedi. Kaymakam Kör Emin’e saygıyla baktı. “Ne yapacaksın dayı. Kimimiz gözünü kimimiz Rıza Çavuş gibi elini kimimiz de canımızı verdik bu vatan için” dedi.
Kör Emin “deyseydi bari kaymakam bey. Deysedi bari” deyince kaymakam ve diğerleri şaşırmıştı. Şaşkınlıkla “nasıl deyseydi dayı?” diye sordu. Kör Emin “hana kaymakam bey onu deyon. Misal muhtar Ali istiklal savaşına gitti. Onla barabar çok arkıdeşi gitdi; gelmedi. Emme deydi. Vatan gurtuldu. Ya benim göz kaymakam bey. O neyi gurtardı?” deyince kaymakam ve diğerleri Kör Emin’i çok iyi anlamış ve başlarını yere eğmişti.
Kaymakam “haklısın be dayı. Bu millet savaşlara çok can verdi. Hiç itirazsız gittiler. Giden çoğu gelmedi. Geldiyse de senin gibi, Rıza çavuş bir yanı eksik geldi. Ama bazı savaşlara değdi. Mesala Rıza çavuşun eli. Çok değdi. O zaferden sonra kurtuluş savaşı umudu doğdu. Muhtarla gidip gelmeyenler oldu; ama vatan kurtuldu. Ama haklısın dayı; hem de çok haklısın.
Kaymakamın bu sözlerine Goca Hamza “çok doğru dedin gaymakam bey. Emin de onu deyo. Padişah istedi deyi savaşa evlatlanı göndere göndere millette hal galmadıydı. Hepsinin canı burnundaydı. Emme Kemal paşa çıkınca ortaya yeniden canlandı hepsi. Hepimize bi umut doğdu” dedi.
Goca Hamza’nın bu sözleri üzerine kısa bir suskunluk oldu.,
Kaymakam “işte arkadaşlar; Gazi şimdi de milleti okuryazar yapmaya karar verdi. Cehalete savaş açtı. Şimdi de bu savaşa destek olacağız. Gördüğüm gibi siz buna destek veriyorsunuz. Biz sizin gibi vatandaşlarla bu işi başaracağız evelallah” dedi.
Bu sırada muhtarın eşi ve Zehra kadın birinin elinde bakır leğen ve ibrik, öbürünün elinde sabun ve havlu geldiler.
Muhtar “tabi gaymakam bey” derken kaymakam o sırada sıranın üstüne leğeni koyan muhtarın hamına doğru yöneldi. “Muhtar ellerimizi yıkayıp bir an önce yola çıkalım” dedi.
Bu sırada Zehra elinde ibrik öbür elindeki sabunu kaymakam uzattı. Rıza koşup geldi Zehra’nın elinden ibriği aldı ve kaymakamın eline suyu döktü. Kaymakam ve sonra diğerleri sırayla ellerini yıkadılar. Ellerini ve ağızlarını Zehra’nın uzattığı havluya sildiler.
Kaymakam “evet dayılar. Anlaşıldı. Çamdibi köyü okuma yazma seferberliğinde de öncü olacak. Sağolun varolun. Şimdi diğer köyleri dolaşacağız” dedi Goca Hamza’ya “dede sen de bizimle gelebilirmisin?” deyince Goca Hamza “nerde dedem? Ben eskisi gibi at binemeyon. Bi yerimi gırasam zor gayna; ondan düşer şaşarın deyi korkuyon” dedi.
Onun bunları söylerken tavrı oradaki herkesi üzmüştü. Hiç biri aklından Goca Hamza’nın ihtiyarlığını getirmiyordu; ama işte kendi yaşlandığını söylüyordu.
Dile kolay doksan küsur sene. Hep bir kavga, bir mücadeleyle geçmiş; ama artık tamam demişti. Aslında yine istese at binerdi; ama geçenlerde Zehra kadın onu dibeğin üstüne oturmak için uğraşırken görünce “abu dedem. Allah emdesin. Düşer bi yerini gırasın biyo. Alla edmesin yatalak oluverisin” demiş sonra hatalı konuştuğunu fark edip “gerçi ben sen gene bakarın; emme kemin gaynamaz, çok acı çekesin” demişti.
Zehra kadının bu uyarısı Goca Hamza’yı ‘tingidek düşürmüştü.’ Zerha kadın doğru söylüyordu. Bir yeri kırılsa nasıl ederdi o zaman. Gerçi köylüler bakardı; ama ‘ya ölmeyiveri de’ onları bıktırırsa ne olacaktı?
Bunlar aklına gelmiş “doğru deyon gözel gızım. İnsan işde gabıl edemeyo bir türlü yaşlandını; emme haklısın. İnsan azıcık haddini bilmeli” demiş o günden sonra daha dikkat eder olmuştu. Şimdi de kaymakama öyle söylemişti. Kaymakam onu üzdüğünü düşünmüş “dede maşallahın var senin” diye gönlünü almaya, gitme lafını geçiştirmeye çalıştı.
Bu sırada Yüzbaşı “eh o zaman biz hazırlanalım. Muhtar bizle geliyor; değil mi?” dedi. Muhtar “tabi efendim” diye cevap verdi. Yüzbaşı “bekçi de gelsin” dedi. Bunun üzerine Rıza muhtarın atını almaya, Zehra da kocasının atını getirmeye gitti.
Onların atları da gelince köylüyle vedalaşıp yola çıkıyorlardı; muhtarın karısı “gaymakam bey. Oğlak çevirmeye sözünüz var ha! Unudman” dedi.
Kaymakam “tabi efendim. O zaman bizim hanımları da alalım. Hem sizinle tanışmış olurlar, hem de buraları görmüş olurlar” dedi. Muhtarın hanımı “ne demek? Başımızla barabar. Buyurup gelsinle” dedi. Bu konuşmalardan sonra muhtar biraz önde yol gösterici olarak atları sürdüler.
Köy zaten çok küçüktü. Evlerin arasından geçip ilk köy olan Kavak köyüne doğru yoluna çıktılar.
Evlerin arasından geçerken her evin önünde ağıl vardı. Kaymakam “muhtar burada herkesin sürüsü var mı?” dedi. Muhtar “sürü denmez gaymakam bey. Herkezin az ya da çok goyunu geçisi var. Emme öyle böyük sürüsü olan bir iki kişi var” dedi. Aslında muhtarın ve kayın pederinin sürüleri büyüktü; ama görgüsüzlük olmasın diye “büyük sürüler bizde var” demedi.
Ancak kaymakam “kimde büyük sürü var?” deyince biraz sıkılarak “benimle gayın pederin var efendim” dedi. Muhtarın köyün zengini olduğu böylece ortaya çıkmış oldu. Kaymakam “Rıza çavuş sende ne var?” deyince Rıza çavuş gülümsedi “garibin neyi olur gaymakam bey? Ben Zehra Köroğlu ayvazız. Bi de ellerinizden öper Aliyle Fatmamız var” deyince muhtar “Rıza çavuşun askere gitmeden epey davarı varıdı, emme gideken goycek insan bulumayınca satdı. Gelince parasıyla düğün yapdı. Emme önemli değil gaymakam bey. Bizim köyde herkezin davarı herkezin sayılır. Bizim aramızda malın mülkün lafı olmaz. Öyle de mi Irza dayı?” dedi.
Rıza çavuş “muhtar doğru söylüyo gaymakam bey. Biz Goca Hamza’dan talimliyiz. Kimse kimseye üsdünlük taslamaz. Öteki köyle de aynıdır. Bu ovanın insanı dirliklidir gaymakam bey” dedi.
Onun bu sözleri hepsinin hoşuna gitmişti. Hakim ve Savcı da biliyordu, tabi jandarma komutanı da. Bu köylerde öyle hırsızlık benzeri adi suç pek olmazdı. Davalar genelde medeni kanun çıktıktan sonra evlenme boşanma üzerine olurdu. Onlar da seyrek. Yani köyler yönünden jandarma da adliye de rahattı.
Savcı “Rıza çavuş doğru söylüyor. Çok şükür köylerde suç pek yok” diye açıkladı.
Muhtar lafi değiştirmek için “şimdi gideceğimiz Gavak köyü. Adından belli olduğu gibi bu köyün gavaklığı meşhurdur” dedi. Zaten o öyle derken sırtı dönüp aşağı doğru inmişler; bu sırada ileriden akıp gelen derenin etrafında yemyeşil kavak ağaçları gözükmüştü.
Muhtar “Gaymakam bey bu dere yokarıdan Ardıçlıkdan gelir. Gavağın üstünden dolanır. İleride Söğüt köyü ve onun altından dolanır gelir. Böyle bizden yana ovaya doğru akar gider” dedi.
Onun bu açıklamasına hakim bey “demek buranın suyu bol” deyince muhtar “bu bi şey mi beyim. İleride dağdan enen su var. İki belim gibi gadar. Orda Değirmenler köyü var. O köyde o su dört dene değirmenin daşını döndürür. Onun bi golu var. O da sırttan Yusufçuğa yönelir. Yusufçuklulan kereste biçen hizarları var. Onun motoru çalışdırır. Yanim çok şükür sudan yana heç sıkıntımız yok” dedi
Gerçekte ovayı çevreleyen dağlarda birçok su kaynağı vardı. O kasabanın ve diğer kasabaların hiç birinin su derdi yoktu. Hepsinin suları buz gibiydi.
Doktor “bu köyler hep küçük hayvan besiciliği mi yapar?” deyince muhtar “yok dokdur bey. Davarı olan bizim taraftaki köyle. Öte köylerde nohot, anason, tütün eken bile var. Misal Yusufçukda davar yok desen olur. Onla en çok anason, nohot bi de tütün eker. O yüzden bizim köyleden oraya çok insan gider çalışmaya” diye doktoru cevapladı.
Hepsi kasabada görev yaptığı halde kaymakam ve yüzbaşı hariç diğerleri köyleri pek tanımıyordu. Şimdi fırsat bulunca hepsi merak ettiği konuları muhatara sorarak öğrenmek istiyordu. Muhtar da bildiği kadar sorulara cevap verdi. Yetmediği yerde bekçi Rıza cevap verdi.
Bu şekilde Kavak köyüne vardılar.
Köye derenin hemen üstünden kavakların arasından giriliyordu. Yol boyunca uzamış kavakların hışıltısı etrafa bahar serinliği yayarken insanın gönlünü dinlendiriyordu. Kafile, özellikle kasabadan gelenler o kavak hışıltısı arasında gitmenin verdiği iç huzurla soru sormayı bırakmıştı.
Atlılar kavakları geçip köye girince derenin üstündeki yeşillikte oyun oynayan çocukların dikkatini çekti. Çocuklardan en acar olanı koşarak köy içinde kayboldu. Bunu gören kaymakam gülümseyerek “habercimiz gitti” dedi.
Onun kime “habercimiz” dediğini bilen diğerleri gülümserken o ana kadar hiç konuşmayan başmuallim Fehmi efendi “çocuktan al haberi derler efendim” deyince hepsi gülüştü. O sırada çocuk soluk soluğa köy meydanında caminin önündeki kavağın altında oturan muhtar Osman efendinin yanına gitti. Çocuğun soluk soluğa gelmesi muhtar ve yanındakileri meraklandırmıştı.
Muhtar “ne oldu oğlum?” dese de çocukta cevap verecek hal kalmamıştı. Tam “atlılar geliyor muhtar emmi” derken köşeden Çamdibi muhtarı eli efendi ve beraberinde olduğu kalabalık süvari gurubu gözüktü.
Önce Ali efendiyi tanıyan muhtar hemen yanında kaymakamı tanıyınca yanındakilere “gaymakam geliyo” dedi ve gelenleri karşılamak üzere koştu.
Muhtarı koşarken gören köylüler veya duyanlar çıkıp geldi. Kaymakam ve diğerleri atlarından indi.
Kavak muhtarı kaymakama “hoş geldiniz gaymakam bey” derken gelen köylülere atları alıp gezdirmelerini söyledi ve sırayla hepsine “hoş geldiniz” deyip muhtarlığa davet etti.
Kaymakam onların oturduğu kavak dibini işaret edip “muhtar orası iyi; oraya oturalım” deyince muhtar “tabi efendim buyurun” dedi. Köylülere de “goşun sandalye getirin” dedi ve misafirlerini caminin önüne buyur etti. Orada daha çok yaşlıların oturduğu uzun bir sedir vardı. Kaymakam ve diğerleri o sedire oturdu.
Bu sırada Kavak muhtarının Çamdibi muhtarına “ha habar vereydin Ali efendi” diye sitemini duyan kaymakam “Ali efendi ne tarafa gideceğimizi bilmiyordu muhtar. Hem haber verilecek bir şey yok. Biz öylesine geldik” dedi.
Osman efendi “olur mu efendim “bi oğlak kesedik” deyince kaymakam “sağolsun Ali efendinin hanımı sayesinde biz karnımızı doyurduk. Hem biz ziyafet için değil; öylesine köylere dolaşmak için çıktık. Oğlak sonraki iş” dedi ve hemen konuya girdi.
 “Biliyorsun dün sizinle yaptığımız toplantıda millet mekteplerinden bahsetmiş; köylerde hazırlık yapmanızı istemiştik. Bugün bizzat hem köylülerle görüşmek, hem de o konuyu köylüye yerinde anlatmak için köyleri dolaşıyoruz. İlk Çamdibin’e uğradık. Orada maşallah muhtar hemen kolları sıvamış, mektep için hazırlığa başlamış. Sizin köy ne alemde?” dedi.
Muhtar Osman efendi kaymakamın böyle konuşmasına şaşırmış ve ürkmüştü. İçinden Ali efendiye kızıyordu ‘yağcı yine yaranmayı başarmış’ diye içinden geçirirken “heç kaymakam bey. Ben daha vakıt var deyi şey eddiydim” dedi. Kaymakam “ne eddiydin?” diye üsteleyince “ha hemen toplantıya lüzüm yok dediydim. Dün akşam namazından sonra gonuşduğum arkıdeşle de ‘bi bakarız dediydi’” deyince kaymakam “neyi bakacaksınız muhtar. Ben size vatandaşa okuma yazma öğreteceğiz. Cehaletin karanlığını yenemezsek İstikal savaşını kazanmamızın bir hükmü olmaz demedim mi? Arkadaşlarla en kısa zaman bu konuda hazırlık yapın demedim mi? Şimdi sen ‘arkadaşlar bir bakarız dedi’ diyorsun. Neye bakacaksınız?” dedi.
Kaymakam biraz sert tonda böyle konuşması muhtarı şaşırtmıştı. Ayrıca “arkıdeşle bir bakarız” dediği de yalandı. Çünkü köylüler millet mektebine çok sevinmişti. Hatta en yaşlıları olan Hamdi hoca “gazi eyi yapıyo. Cahallıkdan gurtulmadıkça; yarın biri çıka gine bizi gandırı, alıp götürü bi yere” demiş ve muhtarla epey tartışmıştı.
Kaymakamın sözleri muhtarın şaşkınlığı bir sessizlik yaratmıştı. Çıt çıkmıyordu. Muhtar ne cevap vereceğini bilemezken imdadına Rıza çavuş yetişti. “Kaymakam bey Gavak köyü böyük. Muhtar haklı. Bu iş için enine boyuna düşünüp ona göre davranmaları lazım. Yoğusa işin içinden çıkımaz. Öyle de mi muhtar?” deyince muhtar Osman Rıza çavuşa “doğru. Rıza çavuş doğru deyo gaymakam bey. Valla ben işde başarılı olam deyi öyle eddiydim. Bütün köylüye habar verip de topluyam dediydim. Bizim köy çok dağınık. Ondan öyle düşündüydüm” dedi.
Kaymakam Rıza çavuşun bu araya girişinden memnun olmuştu. Çünkü muhtar onun terslemesinden alacağı dersi almıştı. İşin bu şekilde tatlıya bağlanmasına sevindi.
Bu sırada beyaz çöm çöm sakallı biri “gaymakam bey. Muhtar doğru deyo. Dün namazdan çıkınca biz de öyle gonuşduyduk” dedi. O konuşan Hamdi hocaydı. Muhtarı hiç sevmez, ona hep ‘münafığın biri’ derdi. Kaymakam böyle dediği sırada içinden muhtara “hadi bakam münafık... Bene de yalan dedirtdin. Emme böyle yalanlan günahı olmaz’ diye geçiriyordu.
Muhtar dün akşam millet mektepleri konusunda atıştığı Hamdi hocanın kendine böyle arka çıkışından utanmıştı.
Kaymakam Hamdi hocaya baktı. Temiz yüzlü bir adama benziyordu. “Tamam dayı. Ben yanlış anladım. Zaten bu okul meselesi halkın meselesi… Çocukları okuyup meslek sahibi olacak. Kendileri okuma yazma öğrenerek dünyalarını aydınlatacak. Gazi bu işe çok önem veriyor. Benim halkım cahil kalmasın diye çırpınıyor” dedi.
O sırada muhtar Ali efendi “gaymakam dün akşam Rıza çavuş bene bi şey dediydi. Ben de bunu gaymakam beye de deyem dediydim” deyince kaymakam merakla “hayırdır Rıza çavuş size ne dedi?” dedi. Rıza çavuş da bir şey anlamamış muhtara şaşkınlıkla bakıyordu.
Muhtar “hani Çanakkalede cephede mektepli çocuklan sene dediği şey canım” deyince Rıza çavuş anlamıştı. Kaymakam ve diğerlerine döndü  “cephede bir mektepli çocukla gonuşduydum muhtar onu deyo” deyince kaymakam ve beraber geldikleri çok meraklanmıştı.
Kaymakam “anlat çavuş” dedi.
Rıza çavuş “Çanakkale’de bi gün garavanadan yiyeceklerimi alıp bi köşeye çekildiydim. Orda çok genç biri geldi yanıma. Selam verdi. Baktım çocuktu. Şaşırdım tabi. Selamını aldım. O çocuk İstanbol’dan arkdeşleriyle sınıfcek gelmişle. Onla gonuşurken dediydi ‘dayı bu savaş gazanılsa da gaybedilse de möhim değil. Bu savaşı gaybederiz. Ondan keri savaşı gazanırız. Yani illa biz bu düşmanı govarız’ dedi. Sonra ‘dayı bizim asıl savaşımız cehaletle olucek. Eğer cehaleti yenemezsek ebediyen ona buna köle oluruz’ dediydi. Bene ‘evli min?’ deyi dorduydu. Ben ‘bekarın’ deyince ‘dayı eğer burdan sağ salim döner de evlenirsen. Çocukların olursa ne yap yap onları okut. Senin onlara da bu memlekete de yapıcen en böyük fayda bu’ dediydi” diye açıkladı muhtara söylediklerini.
Herkes suspus olmuştu. Yüzbaşı “çavuş o çocuklara ne oldu? Bir daha görebildin mi?” deyince Rıza çavuş derin bir iç çekti. “Yok komutanım. O gün ben; golum kopduğunda yatarken hasda bakıcıya sorduydum ‘o çocukla noldu deyi?’ hemşire göz yaşlarına boğulduydu. Biri benim yaddığım yerde arka tarafımda yatıyomuş. Ötekile hep şehit olmuş. Ben ordan taburcu olduğumda öğendim. O çocuk da şehit olmuş” dedi.
Onun bu cevabı kaymakam, kaymakamla gelenlerin hepsinin gözünü yaşartmıştı. Köylüler de çok üzülmüştü. Hamdi hoca sessizce ağlıyordu. Kaymakam Hamdi hocayı teselelli edecekti Muhtar Osman usulca “gaymakam bey. Onun da iki gardeşi orda galdı. Ona ağleyo” diye açıklama yaptı. Kaymakam Hamdi hocanın yanına gitti. Hamdi hoca küçcücük bir şeydi. Kaymakam eğildi kulağına “başın sağ olsun dedi. Onların hepsi bizim çocuğumuz” dedi.
Ortada duygusal bir hava vardı.
Kaymakam Hamdi hocayı teselli edip doğruldu “işte arkadaşlar. Rıza çavuş anlattı. Biz bugünlere kolay gelmedik. Ama Rıza çavuşa konuşan o genç talebenin dediği gibi; eğer cehaleti yenemezsek kazandığımız istiklal savaşının hiç hükmü olmaz. Eğer çolumuz, çocuğumuz için güzel bir gelecek sağlamak istiyorsak mutlaka önce kendimiz okuyup, sonra çocuklarımızı okutmalıyız. Cehaletin zifiri karanlığından başka çıkış yolu yok arkadaşlar” dedi.
Sayıları artan bütün köylüler başlarıyla kaymakamı onaylıyordu.
Kaymakam muhtar Osman efendiye döndü “muhtar. Biz burada öteki köylere gideceğiz. Göreyim seni. Kavak köyüne yakışanı yap. Millet mektebine bütün köylüyü sok. Sizin köy büyük. Ben de bu köye okul açmaya söz veriyorum” dedi.
O sıra moda olan alkış gereği köylüler kaymakamı alkışladı. Sonra kaymakam ve diğerleri muhtar ve köylülerle vedalaştı. Muhtar kendine “hoşça kal” diyen Rıza çavuşa “sağ ol çavuş. Yine yapdın adamlığını” diye az önce kaymakamdan kurtarışı için teşekkür etti.
Köylülerin yem ve su verdiği atlara bindiler. Kaymakam Ali efendiye “muhtar şimdi nereye?” dedi. Ali efendi “efendim bu tarafta köy çok. Emme vakıt yetmez. İsterseniz Yusufcuğa gidelim. Zaten o zaman kadar akşam olur” dedi. Kaymakam diğerlerine baktı. “Muhtar doğru söylüyor. Diğer köylere daha sonra geliriz” dedi ve muhtarla birlikte atı sürdü.
Onların arkasından bakan köylüler kaymakamı çok beğenmişti. Hamdi hoca “adam evladı valla” dedi. Muhtar Osman efendinin şaşkınlığı hala geçmemişti. Oradakilere “varen ben bi eve gideyim” deyip gitti.
Bu sırada kafile Kavak köyünden aşağı inen yoldan köyün sonuna gelmişlerdi.
Muhtar Ali efendi “kaymakam şurdan sapıcez” dedi. Onun işaret ettiği tarafa atları sürdüler.
Muhtar Ali efendi etrafı tanıtmaya başladı. “Şo ileride gözüken gayalıklan dibindeki evle Gayaköyün kaymakam bey” dedi. Kaymakam ve diğerleri kayalıklara ürküntüyle baktılar. Hemen evlerin üzerinde yükselen kayalar sanki köyün üstüne kösüverecekmiş gibiydi.
Hakim bey “muhtar o köyde insanlar korkmaz mı o kayalardan. Baksana evlerin üstüne düşüverecekmiş gibi” dedi.
Muhtar “korksalar elden ne gelir efendim. Bi kere oraya yurt dutmuşlar. Hepsi o köyde o gayaların dibinde doğup yaşamış. Bir kere deprem olmuş ta eskiden. Köyü göçürmüşler başka yere. Ama köylü duramamış o göçtükleri yerde; birer ikişer geri dönmüşler. ‘Öleceksek ata toprağında ölürük demişle” dedi.
Onun bu sözlerine yüzbaşı “bunun adına vatan hasreti derler. O vatan ki; insanın doğup büyüdüğü, havasını soluduğu gülüp oynadığı, acılarıyla yüreğinin yandığı yerdir. Orası insanın kendini bulduğu yerdir hakim bey. Kayalığın dibi de olsa, çölün ortası da olsa; insanın kendini en güvende bulduğu yerdir vatanı. Bunun için vermedik mi biz savaşımızı. Vatan bellediğimiz bu topraklar için değil miydi onca akan kan. İstanbul’dan okulunu, geleceğini bir tarafa koyup koşup gelen çocukların kavgası da vatan kavgası değilmiydi?” dedi.
Söze kaymakam bey girdi “işte gazinin büyüklüğü burada. Yıllardır kendini padişahın kulu olarak bilmiş insanlara buraların padişahın mülkü değil onların vatanı olduğunu hatırlatıp kabul ettirmiş. Onun için daha önceki savaşlara padişah, kadı kaymakam korkusuyla giden halk İstiklal savaşına kendine ait olanı vatanını korumak için güle oynaya kadın erkek gitmiş” dedi.
Hepsi İstiklal savaşına katılmış olan kafiledekiler kaymakamın bu sözleriyle duygulanmıştı. Çünkü onlar da ‘örneğin doktor, hakim, öğrenciyken savcı veya muallim’ hiç düşünmeden hepsi de Ankara’ya koşarak gitmişlerdi. Orada yurdun dört bir tarafından gelen çoğu köylü çocuğu olan insanlarla aynı duygularla yan yana savaşmışlardı.
Aslında hepsi kaymakam gibi düşünüyordu; ama yine de anlayamadıkları halkı daha yakından anlamak için çabalıyorlardı. Çünkü hepsi biliyordu ki; bu halkı anlayıp ona gerçekten ulaşmayı becerebilirlerse can verdikleri, kan verdikleri istiklal Savaşının bir anlamı olacaktı.
Hepsi bu duygu yoğunluğu içindeydi. Onları sessizce dinleyen Muhtar “kaymakam bey… Müsadeniz varsa Rıza çavuş bir türkü çağırsın. Sesi çok yanıkdır” dedi.
Kaymakam “öyle mi? Tabi! Çok güzel olur. Değil mi arkadaşlar?” deyince hepsi de çok iyi olacağını, yolculuğa bir anlam katacağını biliyorlardı.
Bu sırada Rıza çavuş muhtara “bunu da nereden çıkardın şimdi?” der gibi bakıyordu. Baktı bütün gözler üzerinde çok üsteletmedi ve “Havada bulut yok bu ne dumandır?”  diye başlayan Yemen türküsünü söylemeye başladı.
Sesi gerçekten çok yanık, avazı da çok güzeldi. Atlar yavaş yavaş yol alırken üstündekiler türküyle alıp başlarını gitmişlerdi bir yerlere. Atlar bile sanki yanık sesle söylenen türküyle büyülenmiş adımlarını çok yavaşlatmıştı.
Rıza çavuş türküyü bitirince ortalığı bir sessizlik kapladı. Hepsinin aklına Kör Emin’in kaymakama ““hana kaymakam bey onu deyon. Misal muhtar Ali istiklal savaşına gitti. Onla barabar çok arkıdeşi gitdi; gelmedi. Emme deydi. Vatan gurtuldu. Ya benim göz kaymakam bey. O neyi gurtardı?” dediği geldi.
Gerçekten giden onca canların dönmediği, adına türküler yakılan Yemen savaşı Türkiye Halkının bağrında büyük bir acıydı. Onca can beceriksiz bir yönetimin kurbanı olmuştu. Yetmemiş Allahüekber dağlarında güney cephesinden getirilip yazlık kıyafetleriyle kışın ayazına sürülen canlar da aynı beceriksizliğin kurbanı olmuştu.
Ama bu halk onca giden cana rağmen; taa Yemen çöllerinde esir kamplarında adı ünlenen Çanakkale kahramanı Kemal paşaya inanmış, Yemen çöllerindeki esir kamplarından dönenler ayağının tozuyla Ankara’ya koşmuştu.
Yemen türküsü bir acıyı, bir hasreti dile getirse de buram buram yiğitlik çağrıştıran Kürt’üyle Türk’üyle, Arap’ıyla Anadolu insanın türküsüydü. O türkülerin çığlığıyla koşmulardı cephelere Antep’te Maraş’ta Urfa’da. O türkülerle zeybekler geçit vermemişti dağlarında Yunana.
Hepsi Kurtuluş savaşını bir şekilde yaşamış olan kafiledekiler Yemen türküsünün duygusallığı içindeydi. Bu sırada hemen yukarıda bir su değirmeni gördüler.
Ali efedi “burası Değirmenler köyü” dedi. Değirmenler köyü sırtın hemen arkasındaymış. Karşıda görünen değirmenlerden dört taneymiş. Muhtar bu bilgileri verdikten sonra “az ileride yol Yusufçuk’a döner” dedi.
Sağ tarafta aşağıda düzgün ekilmiş tarlalar gözüküyordu. Sanki her biri özel düzenlenmiş gibiydi. Ali efendi kaymakamın aşağıdaki tarlalara baktığını görünce “o tarlala Yusufcuklulan kaymakam bey” dedi.
Yusufçuklular ilk geldiği yıllar ilk işleri tarlalardaki taşları elleriyle tek tek toplamak olmuş. Arazi zaten sulak, toprak verimli... Bu taş temizliğinden sonra tamamen ortaya çıkan toprak hamur gibi ekilen bitkiyi besleyip gür bir şekilde büyütüyormuş.
Ovanın biraz kıraç düşen tarafına tütün ekiyorlarmış. Yukarılara düşen kısma nohut… En sulak yerine de mısır, bostan ekiliyormuş. Ayrıca her Yusufçuklunun etrafını muntazam çevirdikleri ve hepsi aynı büyükle gözüken meyve ağaçlarının düzgünce sıra sıra dikildiği bahçeler de yem yeşil yolun aşağısında boydan boya sıralanmıştı.
Bahçeler sıklaşınca köye yaklaştıklarını anladılar. Nitekim önlerinde küçük tepeyi dönünce sırtını tepelere vermiş Yusufçuk köyü gözüktü.
Köyün görüntüsü insanın içi açıyordu. Köye doğru giden üzeri kayrak taşlarıyla düşenmiş yol, iki tarafında yükselen ağaçlarla sanki bulvar havası veriyordu.
Kaymakam ve kafile huzur içinde atla ilerlerken ileride hemen hepsi kırmızı kiremitleri ile evler usta bir ressamın fırçasından çıkmış manzara görüntüsünün şaşkınlığı içindeydiler.
Muhtar Ali efendi Yusufçukluların köyün arka tarafında kırmızı tepelerin orada kiremit ve tuğla ocakları olduğunu çevredeki bütün kasabaların tuğla ve kiremit ihtiyacını onların sağladığını söyledi. Yine kırmızı tepelerin yanına düşen kumluk olan tepelerde üzüm bağları varmış.
Yusufçuklular doksan üç harbinden sonra göç edip geldikten sonra sancak yönetimi onları burada iskan ederken onların geldiği yere uygun bir yer olmasına özen göstermişti. Yusufçuklular Üsküp’ten gelmişti. Orada da tuğla ve kiremit işçiliği yapıyorlarmış. Ayrıca üzüm bağları varmış. Orada üzümden şarap ve pekmez üretirlermiş. Buraya gelince yalnızca pekmez yapıyorlarmış. Sırttaki kırmızı tepelerin toprağı tuğla ve kiremit, çanak çömlek için uygundu.
Geldikleri yerleşen göçmenler ilk iş olarak kendileri için tuğla ve kiremit imalatına geçmişlerdi. Aralarında muazzam dayanışma olan köylüler karınca gibi dayanışma içinde çalışarak köylerini kurarken evlerini tuğladan yapmış, çatılarına da kiremit kaplamıştı. Sonra temelli yerleşince de tuğla ve kiremit üretiminin yanında toprak çanak, çömlek, su testisi, saksı gibi eşya üretimine geçmişti.
Ayrıca ileride değirmenlere giden sudan ayırdıkları suyla çalışan bir de küçük hizar yapmışlardı.
Öyle ki köy sanki modern bir işlik gibiydi.
Daha önce de yazmıştım; sokaklar çok düzgündü. Evlerin etrafı duvarla çevrili. Duvarların üzeri de kiremitle kaplanmıştı. Köye girerken etraftaki düzen ve temizliğe hepsi hayran kalmıştı. Daha önce yüzbaşıdan bu köy hakkında dinledikleriyle biraz bilgileri vardı; ama bu kadar muntazam çok düzgün bir köy olacağını asla düşünmemişlerdi.
Geçip geldikleri Çamdibi ve Kavak köyü ve hatta kasaba ile bile kıyaslanmayacak bir farklılık vardı köyde. İşin ilginç yanı etraftaki köylüler işinde gücündeydi. Hiç kimse kafileye ilgili değildi. Sanki her gün buraya böyle atlı insanlar geliyor gibiydi.
Kaymakam şaşkın bakınırken muhtar Ali efendi “bu köy alışkındır yabancıya gaymakam bey. Her gün çevreden iş için gelen çok olur” diye açıkladı.
Daha önce de yazdım köyde üç dört arabacı ve demirci dükkanı, marangoz atelyeleri ve saraç dükkanları vardı. Çevre kasabalardan ve köylerden araba, araba tekeri, atlar için koşum, çanak çömlek veya tuğla kiremit almak isteyenler, ağaç biçtirmek isteyenler vb. ihtiyaç sahipleri her gün gelip gidiyordu. Muhtarın söylediği oydu.
Diğer her gittikleri yerde yoğun ilgi gören kasabanın ileri gelenleri bu kayıtsızlığa biraz bozulmuş gibiydi. Bu sırada muhtarlık binasına yaklaşmışlardı.
Karşıdan onları gören Yusufçuk muhtarı Hayri efendi “vay kimler gelmiş be ya” diye koşup geldi. O kafileye koşunca etraftan bir iki köylü de koşup geldi.
Kaymakam ve diğerleri attan indiler. Muhtar onlara “oj geldin” derken köylüler konukların atlarını alıp gitti. Bu sırada muhtarın yanına küçük kardeşi gelmişti. O da gelenlere “oj geldiniz” derken muhtar Hayri efendi onun kardeşi Musa olduğunu söyledi ve Musa’ya “sen git, söyle Acer’e; fırını yaksın” dedi. Musa giderken Hayri efendi şaşkınlıkla ona bakan kaymakama “siz de şöyle buyurun gaymakam bey” diye muhtarlığa misafirleri buyur etti. Bu sırada belediye başkanının aralarında olmadığını fark edince “başkan nerde be ya? O niye gelmedi?” deyince kaymakam gülümseyerek “bravo muhtar. İki köy geçtik. Belediye başkanının olmadığını onlar fark etmedi; sen fark ettin” deyince muhtar “tabi fark edeceğim be ya. Bu köyde adamı kolayına muhtar yapmazlar üyle” diye cevap verince hepsi gülüştü. Sonra kaymakam belediye başkanının vilayete gittiği için gelemediğini söyledi. O bu cevabı verirken kafiledekiler de şaşkındı. Çünkü onların hiç birisi aralarında belediye başkanı olmadığını fark edememiş veya aklılarına gelmemişti. Muhtarın bu cinliği onları da şaşırtmıştı.
Muhtarlık iki katlı büyük bir binaydı. Bina evlerde olduğu gibi tuğla kiremitle kapılıydı. Etrafı duvarla çevrili güzel bir bahçe içindeydi. Diğer köylerdeki muhtarlıklara hiç benzemiyordu. Bahçe kapısı iki kanatlıydı. Kapıdan içeri girdiler; hepsinin gözü kamaştı. Bahçe sanki park gibi rengarenk çiçeklerle bezenmişti.
Çiçekler belli bir düzen içinde dikilmiş, araları çimenlikti. Duvarın kenarına düzgün sıra ile aralıklı olarak meyve ağaçları dikiliydi. Hemen orada geniş çimenlik olan yerde güzel bir masa etrafına üç sıra konmuştu.
Muhtar misafirleri oraya buyur etti. Kaymakamın ve diğerlerinin gördükleri karşısında dilleri tutulmuştu. Yalnız Ali efendi ve Rıza çavuş şaşkın değildi. Çünkü onlar çok kere bu köye gelip gitmişti.
Misafirler sıralara oturdu. Birisi kırmızı bir testi getirip koydu. Biri de tepsi de pırıl pırıl dört üzeri çiçek desenli su bardağı getirdi. Hayri efendi “siz susamışsınızdır be ya. Hele için bakalım bizim çatal pınarın suyundan da kendinize gelin” dedi.
Onun göçmen şivesiyle konuşması, her sözünün ardına “be ya” diye eklemesi çok tatlıydı. Kaymakam “içelim bakalım be ya. Koy suyu muhtar” deyince gülüştüler.
Kırmızı testinin suyu buz gibiydi. Muhtar “bu testiler suyu sovuk tutar. Hele bir de sabahın ayazını yesin. Valla çelik gibi olur” dedi. Hepsi susamıştı. Çatal pınarın suyundan ikişer bardak kana kana içtiler. Muhtar “eh! Böylece karnınızı da doyurduk” dedi. Sonra “şaka ettim be ya” dedi.
Gülüşmeler devam ederken kaymakam bu gezintinin niye olduğunu söyleyince muhtar Hayri efendi “çok iyi yapmışsınız be ya. oj gelmişsiniz sefa getirmişsiniz. Biz de dün gece karı kızan epimiz köylüyle toplaştık. Onlara sizin dediklerinizin epsini bi tamam anlattım. Epicinin aklı yattı bu işe. ‘Epimiz varız bey ya okumaya. Yeter ki devlet elimizden dutsun’ dediler” dedi.
Muhtar “karı kızan episi” deyince kaymakam ve diğerleri biraz şaşırdı. Hiç söze karışmayan baş muallim Fethi bey “kadınlar da geldi mi?” deyince muhtar “gelmez mi be ya. Biz de kadın erkek ayrı olmaz muallim bey. Erkek nereye kadın oraya… Biz de öyle” dedi. Kadınların Gazi’ye adeta taptıklarını söyledi. Onun kendilerine sağladığı hakları, kendilerini insan yerine koymasını hele nikah ve miras işini çok beğendiklerini söyledi.
“Gerçi bizim orada da üyleymiş. Ama buraya gelince iş değişmiş tabi. Koca karılar ele; ‘Gazi’ diyor başka bir şey demiyor” dedi
Muhtarlıkta iki salon olduğunu birinin erkekler için diğerinin kadınlar için yaptıklarını, muhtarlığın arka tarafına da gençlerin kışları toplanıp sohbet edecekleri bir yer yaptıklarını söyledi. “Köy çok böyük be ya. Taa nerden nereye… Episi gelemiyor. Kısmet olursa ta öte tarafa da kadınlar için bir yer yapacaz. Hani toplaşıp dikiş nakış yapsınlar diye” dedi.
Yaşlılardan geldikleri yerde okula gidenler varmış. Bu mektep işi için en çok onlar sevinmiş. “çok ehtiyaç bu. Okumadan üğrenilmez” demişler.
Bu şekilde soru cevap epey sohbet ettiler.
Muhtarı şaşkınlıkla dinleyen kaymakam, muallim ve diğerleri çok memnun olmuştu. Hepsinin Kavak köyünde sıkılan canları Yusufçuk köyünde bulduğu moralle çok mutluydu.
Kendi aralarında bu mektep işinin tutacağı yönünde inançlarını belirtirken muhtar bir ara kayboldu.
Sonra bulundu geldi “buyurun efendim muhtarlığa”
Kaymakam “doğru buraya kadar gelip muhtarın anlattığı muhtarlığı, toplantı odalarını görmeden olmaz” deyince hepsi kalktı muhtarın peşi sıra muhtarlık binasına yürüdü. Kapıdan girince geniş bir hol olduğunu oradan yukarı bir merdiven çıktığını ve iki kapı olduğunu gördüler.
Muhtar “bu merdivenden yukarı muhtar odasına ve gelen misafirleri ağırlamak için ayırdığımız iki odaya çıkılır” dedi.
Kapılardan birini açtı “burası erkeklerin toplantı yeri. İçinde ela da var” dedi.
Sonra “evet bu arası da kadınların ve kızçelerin odası” deyip kapıyı açınca içerde büyük bir masanın üzerinde tabaklar olan büyük bir salon gördüler. Muhtar “buyurun bakalım. Benim karı size bi şeyler azırlamış” deyince kaymakam “ne ara hazırlattın bunu muhtar?” dedi; ama memnun olmuştu.
Çünkü Çamdibinde yedikleri börekten bu yana at sırtında gelirken hepsinin karınları acıkmıştı. O memnuniyetle kadınların salonuna girdiler. Hepsi şaşkınlık içindeydi.
Çünkü böyle düzgün yerleşim kendi evlerindeki salonda bile yoktu. Duvarın tavanla birleştiği yerde ahşap tura dönüyordu. Duvarın birinde bir duvar halısı asılıydı. Yer muntazam ahşap kaplıydı. Yine ahşap düzgün sıralar vardı. En dipte bir kapı gözüküyordu. Muhtar oranın bayanların tuvaleti olduğunu söyledi. Onun yanında ocak, önünde kuzine vardı. Muhtar kadınlar toplanınca orada kendilerine çay falan yaptıklarını söyledi. Erkeklerin orada da aynısı olduğunu anlattı.
Hemen önlerinde ahşap çok düzgün bir masa üzerinde çiçekli örtü serilmişti. Masanın etrafında sandalyeler vardı. Pencerelerde de çiçekli perdeler vardı.
Muhtar “bizim karılar, kızçeler burada toplaşır. Birbirine nakış dikiş üğretirler. Ama ben o iş için ayrı bir yer yaptıracağım” dedi. Salonu kendi hanımının başkanlığından kadınların keyfine göre döşediğini, akşamları ve hafta sonları özelikle kışın buranın dolu olduğunu anlattı.
Kaymakam ve diğerleri şaşkınlık içindeydi. Bu sırada kapıda bir kadın gözüktü; onlara “oj geldiniz” dedi. Yanında iki kız çocuğu vardı. Onlarla birlikte masanın üzerine tabak, çatal, kaşık koydular. Ortaya dışarıdaki çiçekli su bardaklarını getirip koydular.
Muhtar kaymakamın onlara merakla baktığını görünce kadını gösterip “bu benim Acer’im gaymakam bey. Bunlar da kızçelerim. Bir ablaları vardı. Kocaya gitti. Bir de ellerinizden üper kızanım var” dedi bakındı; onu göremeyince “kızan çalışır galiba” dedi.
Muhtarın bu tanıştırmasını ilgiyle izleyen kaymakam muhtarın eşine “memnun oldum efendim” dedi. Bu sıra hafif gülümseyerek oldukları yerde salınan kızlara baktı “maşallah muhtar. Kızların çok güzelmiş. Bunları da okutacaksın değil mi?” diye sorunca muhtar “epiciği okuyacak gaymakam bey. Acer bile akşam çok sevindi mektap işine. Kızçelerim okuyup memur olacaklar be ya. Üyle değil mi kızçeler?” deyince kız çocukları hafif salınarak “üyle babişko” dediler. Kızlardan biri Rıza çavuşun Ali yaşlarında vardı. Öbürü ondan bir iki yaş büyüktü. İkisi de sarı bukleli saçlı renkli gözlü, beyaz tenliydi. Renkli mintanları ve çiçekli şalvarlıyla çok hoş gözüküyorlardı.
Muhtarın hanımı Hacer de renkli gözlü; başında renkli tülbent başörtüsü vardı. sarı saçları tülbentin kenarından hafif çıkmıştı. Üzerinde işlemeli pembe mintanı altında çiçekli şalvarıyla güzel bir kadındı. Davranışlarıyla anaç birine benziyordu.
Konuklar muhtarın anlattıklarını dinlerken muhtarın eşi masayı donatmıştı. Fırından çıkmış göçmen ekmeğinin kokusu salona yayılmıştı. Kaymakam dayanamadı ev sahibiymiş gibi “beyler buyurun masaya” deyince gülüştüler.
Muhtarın eşine döndü “masa çok güzel gözüküyor. Elinize sağlık efendim” deyince muhtarın karısı saygılı bir ifadeyle gülümseyerek “hepsini kendi elcağızımla yapdım. Afiyet olsun” dedi sonra kızlarıyla dışarı çıktılar.
Hepsi masanın etrafına sıralanmış ahşap sandalyelere oturdular. Muhtar dışarıdan elinde büyük tencere ile geldi. İçinde çorba vardı. “Bakalım bizim güçmen çorbasını beğenecekmisiniz? Emen garnınız doyurmayın. Güvece de yer ayırın” dedi.
Çorbayı ve güveci fırında pişirdiklerini söyleyince kaymakam muhtarın onlar gelince orada tanıştırdığı kardeşi Musa’ya “acere süyle fırını yaksın” dediğini hatırlayıp muhtara “sen yemek siparişini biz gelince verdin her halde” deyince muhtar güldü.
Hanıma fırını yakması için haber göndermesi şifreymiş. Hanımı öyle haber alınca konuk geldiğini anlar hemen yemek için işe koyulurmuş. Her evin bahçesinde fırın varmış. Ekmeklerini hepsi kendi fırınlarında pişirirmiş. Diğer köylerde olduğu gibi yufka pişirmeyi burada öğrenmişler. Ondan da yaparlarmış.
Muhtar bunları anlatırken kepçeyle tabaklara çorba koydu. “Buyrun efendim” dedi.
Çorba çok lezzetliydi. İştahla içtiler. Sonra muhtar dışarıdan ikinci bir tencere getirdi. Onun içinde de etli güveç vardı. Ondan tabaklara koydu. Ortada dört tabakta da turşu vardı. Muhtar “güçmen turşusu. Acıdır aa!” dedi.
Büyük bir iştahla onu da yediler. Sonra tabaklarda baklava servisi yapıldı. Ardından ‘kahve’ derken güzelce karınlarını doyurmuşlardı.
Kaymakam muhtara “yukarıları gezelim” dedi. Yukarıda geniş bir muhtar odasında büyük bir masa duvarda kaymakamın verdiği Gazi’nin resmi asılıydı. Kenarlara da gelenlerin oturması için sıra konmuştu. Masanın hemen yanında iki de sandalye vardı. Muhtar için de ağaç koltuk vardı.
Konuk odaları da tertemiz çarşafların serildiği ikişer yatak olan odalardı. Odada gelen konuk için birer dolap bir masa ve iki sandalye vardı. Konuk odalarının içinde tuvalet vardı.
Az önce yemek yemeden önce ellerini yıkadıkları tuvalette çeşme görünce kaymakam şaşırmıştı. Şimdi de konuklar için olan tuvalette lavabo ve çeşme görünce dayanamadı “muhtar sizin evlerde de böyle çeşme var mı?” diye sordu.
Muhtar “var tabi efendim” dedi. Göç edip gelince köyü kurarken geldikleri yerdeki köylerini örnek almışlar. Muhtar “orada bütün evlerde çeşme varmış” dedi.
“Orada” dediği Üsküp’tü. Kaymakam bunu duyunca içi acıdı. Çünkü kasabada bile henüz bütün evlerde çeşme yoktu.
Muhtar öyle deyince “işte Gazi onun için ‘muasır medeniyetler seviyesi’ diyor. Orada ne varsa burada olsun istiyor. Çünkü kendi oraların yaşamını yaşayıp görmüş” dedi.
Muhtar “valla gaymakam bey. Başkalarını bilmem. Bizim küy alkı Gazi ülün diyecek ülür valla. Ele yaşlılarımız. Bize ‘bu adama iyi sarılın. Bu adam buraları bizim oralar gibi yapacak’ der” diye açıkladı.
Kavak köyünden sonra Yusufçuk ziyaretinde görüp duydukları hem kaymakamı, hem diğerlerini hem çok şaşırtmış, hem de çok sevindirmişti. Çünkü Yusufçuk köyü öteki köylerin imrendiği, benzemeye çalıştığı bir köydü. Ortada böyle mükemmel bir örneğin olması kaymakam ve diğerleri için bi şanstı. O ana kadar sessiz kalan savcı “bu köyden bana gelen hiç olay yok. Sanırım medeniyet bu işte” dedi.
Onların memnunluğu muhtarın keyfini artırmıştı. Hele kaymakam ilk olarak okul açılacak köylerine başında bu köyün geldiğini söyleyince muhtar daha memnun olmuştu.
Kaymakama “siz bize muallim verin yeter. Biz okulu da muallimin kalacağı evi de yaparız evelallah” dedi.
Kaymakam birlikte geldiği arkadaşlarına döndü “işte benim şansım böyle köylerin olduğu bir yerde görev yapmam. Gerçi Anadolu insanı her yerde aynı… Bizden onlara doğru güvenilir önderlik yapmasını bekliyor. Tarih bize çok önemli bir görev verdi. Bir devlet kurma görevi. Bu iş için hepimiz görevliyiz. Yani yarını biz kuracağız. Temeli ne kadar sağlam atarsak ileride ortaya çıkacak gafillere kaşı o kadar dayanıklı olacaktır. Sizi bilmem; ama ben bugünkü geziden çok memnun oldum. Çok şey de öğrendim. Bu gezileri sıkça yapıp köylerimizi daha iyi tanımak istiyorum” dedi.
Bu sırada etrafına toplanan köylüler alkışlamak isteyince kaymakam “alkış yok arkadaşlar. Alkış yok. Çünkü siz biz hepimiz el ele vereceğiz. Öyle şatafata da gerek yok. Kasabaya gelince ne derdiniz varsa gelip anlatın. Gerçi muhtarınız sizin sorunlarınızı anlatıyor; ama belki ona da söyleyemediğiniz sorunlarınız vardır. Ben ve arkadaşlarım sizin kardeşiniz ağabeyiniz sayılırız. Çekinmeden gelip derdinizi, isteğinizi anlatın” dedi sonra dönüp birlikte geldiklerine dönüp “öyle değil mi arkadaşlar?” diye sordu.
Hepsi de kaymakamı onayladı. Her zaman kapılarının açık olduğunu söyledi.
Kaymakamın yaptığı konuşmadan sonra muhtar ve oradaki köylülerle teker teker vedalaştılar. Kaymakam muhtara her şey için teşekkür edince muhtar “estağfurullah gaymakam bey. Ne yaptık. Er zaman bekleriz. Yengeleri de getirin” dedi.
Sonra dışarı çıktılar. Getirilen atlara bindiler. Ve “hoşça kalın” deyip atlarını yola sürdüler.
Arkalarından bakan muhtar kaymakamın çok faydalı biri olduğunu söyledi. “Epiciği üyle. Başımızda büyle adamlar oldukça sırtımız yere gelmez” dedi. Bu sırada iş için gelen birileri vardı. Onların yanına yürüdü.
Yolcular da gedikleri yoldan gerisin geri gidiyordu. Bu köy gezisi hepsini çok memnun etmişti. Kaymakama sık sık bu geziyi yapmayı önerdiler. Haftaya Çamdibine konuk gelmeyi kararlaştırdılar. Yol boyunca neşe içinde sohbete devam ettiler. Rıza çavuş ve muhtara çok teşekkür ettiler.
Bir süre sonra yol ayrımına geldiler. Kaymakam “muhtar biz bu yoldan dönelim. Bu gün bizimle olduğun için teşekkür ederim. Bu mektep işi tutacak. Onu gördüm. En zor köy Kavak’ta bile Hamdi hoca gibi bir destekçimiz var” dedi.
Onlar da vedalaşıp kasabaya yollandılar…
Muhtar ve Rıza çavuş da bu geziden memnun olmuşlardı. Onlar da atlarını köylerine sürdüler.
Kaymakam Ali efendilerden ayrılınca yanındakilerin belediye başkanını merak edip sormadığını fark etmiş; ama nedense onlar merak etmeyince o da bilgi verme gereği görmemişti “Nasılmış? Ben size hep anlatırım “bu millet her şeyin fakında diye” dedi ve “sizin merak edip sormadığınız belediye başkanının olmadığını muhtar bir bakışta anladı” dedi. Sonra belediye başkanının vilayete niye gittiğini anlattı; arkasından “Gördünüz değil mi? Halk yeniliğe susamış. Yıllardır sanki paslanmışlardı. İstiklal savaşıyla başlayan uyuşukluktan sıyrılmanın verdiği moral aynı devam diyor. Gazi bu işi iyi biliyor. Yani halktaki manevi gücü… Hiç beklemeden sanki önceden hazırlamış gibi her şeyi başlattı. Hele şu okuma yazma işi. Valla büyük cesaret… İlk konuşulmaya başladığında, Latin harfleri kabulünde bile ben çok umutlu değildim. Düşünsenize; hiç okuma yazma bilmeyen veya biraz Arapça bilen insanlara başka harflerle okuma yazma öğretmeye kalkıyorsunuz. Her vatandaşın başına birini diksen, eğer vatandaş istemezse olmaz. Bunu bildiği halde vatandaşta bu büyük enerjiyi görmüş. Daha dün toplantı yaptım. Bugün köylerde her şeyin konuşulduğunu görüyoruz. Akşam şehir kulübündeki manzarayı doktorla Fehmi bey gördü.
Herkes okuma yazma öğrenmeye gönüllüydü. Orada bir Tahsin efendi biraz mırın gırrın etti o kadar. Köyler demişsin ateş gibi. Valla arkadaşlar sizi bilmem ama ben çok kısa sürede büyük işler başarılacağına yürekten inanıyorum” dedi.
Onun bu uzun konuşmayı sessizce dinleyen kafiledekiler de benzer şeyler söyledi. Hele bu okuma yazma kurslarının bu kadar çabuk kabul görmesine şaşırdıklarımı ifade ettiler.
Baş muallim Fehmi bey millet mektepleri tartışmalarına katılan Cumhuriyet gazetesi sahibi Yunus Nadi beyin bu işin tutması için on yıl ömür biçtiğini, Kazım Karabekir Paşanın ise ‘yirmi yılda zor başarılır bu iş’ diye karşı çıktığını; ama Gazi’nin onlara “siz bu milleti tanımıyorsunuz. Tanımadığınızı da kısa sürede göreceksin” dediğini bir yerde okuduğunu söyledi. “İşte Gazi’nin liderliği buradan anlaşılıyor. Sanki bizden önce bu köylere dolaşıp onlarla konuşmuş gibi iddialı” dedi.
Söze giren yüzbaşı “tabi muallim bey… Gazi bu milleti çok iyi tanıyor. Bu milletin çocuklarının hangi zorluklara nasıl dayanıp neler başardığını görev yaptığı cephelerde görmüş. Onlara inandığı için neredeyse tek başına İstiklal savaşı için ayağa kalktı. Milletle el ele verip kazandı o savaşı. Şimdi de milletle el ele verince her şeyi başaracağına inanıyor. Onun için her şeyi birden başlattı. Bir mektep meselesi değil, şeriat kanununun yerine koyduğu medeni kanun az şey mi? Şapka demişsin öyle. Milleti Arapların görüntüsünden kurtarıp yeni bir kimlik kazandırdı. Yani yapılan şeyleri görünce gerçekten Gazi’nin ufkunun ne kadar geniş olduğu anlaşılıyor” dedi.
Diğerleri de cephede görüp tanıdıkları Mustafa kemal’le başarılamayacak hiçbir şey olmadığını söylediler.
Bu moral ve keyifle kasabaya giriyorlardı.
Sabah onları görüp “sabah sabah nereye gidiyor bunlar?” diye merak eden kasaba halkı kafilenin gülüşerek sohbet ederek döndüklerini görünce merakları iyice artmıştı. Bu meraklarını ancak Hacı Arif efendi veya tüccar Şaban efendinden gidereceklerini anlayan esnafın hepsi akşam yemeğinden sonra gidecekleri kulüp saatini iple çeker olmuştu.
Kafiledekiler Jandarma karakoluna kadar geldiler. Orada askerler gelip atları alıp gitti. Hacı Ariften emanet alınan atları yüzbaşı bir erle gönderdi. Kaymakam ve başmuallim de atlarını başka bir erle Hacı Arif’in oraya gönderdi. Çünkü atları hep orada duruyordu.
Bir süre jandarmanın kameliyede oturup günü değerlendirdiler. Akşama kulüpte buluşmak üzere evlere dağıldılar. Kaymakam ve muallim komşu olduğu için onlar birlikte gitti.
O akşam hepsi evlerinde yemek hazırlayan eşlerine karınlarının tok olduğunu söyleyip Yusufçuktaki ikramı ve gezide gördüklerini anlatıyordu. Bu sırada Çamdibi muhtarının hanımının davetini söyleyip haftaya Pazar günü oraya gideceklerini söylediler.
Kaymakam da aynı keyifle evine geldi. Onu hoşlukla karşılayan eşine o günkü geziyi özellikle Yusufçukta gördüklerini ve yedikleri yemeği anlattı. “Haftaya Çamdibine ailecek gideceğiz” dedi. Eşi “neyle gideceğiz?” deyince “o iş kolay. İki at arabası hazırlatırım. Onunla gideriz” deyince eşi çok sevinmişti.
O da o gün belediye başkanının evinde hanımların toplantısını anlattı. Kadınların hepsinin okuma yazma öğrenmeye çok hevesli olduğunu söyledi.
Kaymakam “öyle köyler, kasaba halkı hepsi gönüllü bu işe. Biliyormusun hanım. Ben çok şanslı insanım. Böyle bir yerde görev yapıyorum ve senin gibi sürekli destek olan bir eşe sahibim” deyince eşi “aa! Çok teşekkür ederim. Ben de senin bütün zorlukları aşıp başaracağına inanıyorum. İyi ki senin gibi bir kocam var” deyip sarılıp kaymakamı öptü.
Eşi de belediye başkanının hanımının ikramının çok iyi olduğunu söyleyip karnının tok olduğunu söyleyince; birlikte kendi yaptığı eşinin sütlaçı yediler. Sonra karşılıklı kahve içtiler… Kaymakam “hanım ben kulübe gideyim. Dün millet çok iyi tepki verdi. Sıcağı sıcağına bu işi başlatmak istiyorum. Orada dünden bu yana ne oldu; bir nabız yoklayayım” dedi.
Eşinden izin alıp kulübe doğru yürüdü.
O sırada kulüp her zamanki gibi erkenden dolmuştu. Özellikle akşamcılar masalarını kurmuş, oyun salonunda da şimdiden üç masa oyun kurulmuştu. O masalarda parasına kumar oynayanlar vardı.
Kaymakam öyle paralı oyunlara oturmazdı. Başka programı yoksa akşamları ve hafta sonları kulübe gelir briç, bezik oynardı.
Doktor, savcı, baş muallim, hakim, yüzbaşı hepsi bu kağıt oyunlarında usta sayılırdı.
Önce de yazdım; kasaba halkı aslında çok iyiydi. Öyle kavga gürültü olmazdı; ama erkeklerin iki özelliği vardı. Çok içki içmek ve kumar oynamak… Kumar yasak olunca evlere kaydığını gören kaymakam ‘göz önünde ne yapacaklarsa yapsınlar” diye Şaban efendi ve arkadaşlarının kulüp açmasına ve burada içki içilmesine izin vermişti. Kumar da bir şekilde izin verilmiş gibi olmuştu. Yani göz yumuluyordu.
Kulüp olarak kullanılan bina buna müsaitti. İki büyük salonu vardı. Biri oyun salonu, diğeri içki içilen kısım. Bir de arada bölüm vardı. Orası da oturup sohbet yapılan yerdi. Oranın en iyi müşterisi Hacı Arif efendi idi… Her akşam yemekten sonra gelir bir yandan kahve içerken bir yandan da nargilesini içerdi. Aslında hanın yanında kahve vardı. Orada da nargile içebilirdi. Ama kulübü işleten Mehmet efendi kendi de içtiği için güzel nargile sarardı. Ayrıca burada sohbet olanağı buluyordu.
Kulüp kapısından girince ilk göze çarpan o sohbet yeriydi. İki salona iki ayrı kapıdan giriliyordu.
Kaymakam kulüp kapısını açınca kendini karşılayan Mehmet efendi “buyurun efendim” derken kaymakamın gözü ileride yerini almış olan Hacı Arif efendiyi gördü. Mehmet efendiye “hoş bulduk. Ben Hacı efendinin yanında oturayım” dedi. Mehmet efendi kaymakamın “kahvemi oraya getir” dediğini anlamış kahve yapmak için ocağa yönelmişti.
Kaymakam da Hacı Arif efendiye doğru yürüdü. Onun gülümseyerek “ooo! Kaymakam bey buyur” deyişine gülümseyerek mukabele etti ve “bakıyorum yerinizi erkenden almışsınız” deyip oradaki sandalyeye oturdu.
Hacı Arif efendi “öyle oldu” sonra “sizi merak ettim. Heyet olarak köyleri dolaşmışsınız. ‘Ne var ne yok?’ Diye soracaktım. Millet de merak içinde. Bana ‘senin haberin vardır’ diye kaç kişi gelip sordu” dedi.
Kaymakam gülümseyerek “valla bu kasabada adım atsan haber oluyor” deyince Arif efendi “ne yapacaksınız kaymakam bey. Göz önünde insansınız. Bizim millet hayvanı parayla insanı bedava güder” dedi sonra gülümseyerek “yanlış anlamayın. Bu bizim buraların deyişidir” diye açıkladı. Kaymakam hafif bir kahkaha attı “ne yanlış anlaması Hacı efendi. Söylediğiniz gerçek. Biz ona ‘dedikodu alışkanlığı’ diyoruz. Hepimizin sosyal gıdası bu” dedi.
Bu sırada Mehmet efendi yanında bir bardak suyla kahveyi tepside getirip “buyurun kaymakam bey” dedi. Kaymakam kahveyi ve suyu teşekkür edip alırken Mehmet efendi “Doktor ve komutan içeride salondalar efendim” dedi. Mehmet efendinin verdiği bilgiyle yüzü gülen kaymakam “öyle mi? Ne çabuk gelmişler” dedi sonra “söyleyin kendilerine masada bana da yer ayırsınlar. Hacı beyle biraz laflayıp geleceğim oraya” dedi.
Onun doktor ve komutanın içeride haberiyle yüzünü gülüşüne gönderme yapana Hacı efendi “bakıyorum sizin de keraat satiniz gelmiş kaymakam bey” dedi. Kaymakam “yok Hacı efendi… Yanlış düşünüyorsunuz; ben akşamcı falan değilim; arada bir iki tek atarım. Bugün beylerle köyleri birlikte dolaştık. Onun muhasebesini yapmak için uğrayacaktım yanlarına” deyince Hacı efendi “ahh! Şu hacılık olmasa ben de uğrardım; ama şimdi pek yakışık almıyor” dedi. Kaymakam “derin ‘ah!’ çektiniz Hacı efendi. Yoksa Hacı olduğunuza pişmanmısınız?” deyince “ne münasebet efendim. Her turşuyu kaşıkladıktan sonra çok şükür tövbe edip o nurlu memlekete gidip Hacı olma muradına erdim. Benim dediğim aranızda bulunamamanın verdiği sıkıntı. Ne güzel olurdu? Şu köy ziyaretini dinlerdim sizden. Epey oldu gidemedim oralara. Goca Hamza nasıl iyiler mi? Belki bilmezsiniz. Goca Hamza benim ta efeliği zamanından dedemin iyi dostuydu. Daha doğrusu öyleymiş. Orasını ben tam bilmem; ama dedem bir keresinde anlatmıştı” dedi.
Kaymakam “ya öyle mi? Hamza dede efelik de mi yapmış?” deyince Hacı Arif doktorun yanında muhtar Ali efendi ve Hayri efendiye anlattıklarını anlattı; sonra “çok yiğit adamdır o. Bu kasaba ve köylerin ona büyük saygısı vardır. Onun Yunanı ovaya sokmamak için aldığı tedbiri duymuşsunuzdur” dedi.
Kaymakam “duydum tabi. Bugün köylere giderken ilk olarak onun düşmana pusu kurduğu Ardıçlığı ziyaret ettik. Orada aldığı tedbirleri gördük. Tıpkı Donkişot gibi” dedi.
Hacı Arif efendi “o da kim?” der gibi bakınca kaymakam kısaca Donkişot hakkında bilgi verdi.
Gerçekten Goca Hamza’nın o sıra yaptıklarını bilenler için anlatacak tek kelime onun tam bir Donkişot gibi davrandığıydı. Donkişot’tan ayrıldığı yan o köylülere aldırdığı tedbirlerin aslında olası bir düşman işgalinde bir işe yaramayacağının farkındaydı. O o sıra öyle öne çıkıp köylülere “daha biz ölmedik” demesi köylülerin düşman korkusuyla sinmesinin ve ya kaçıp bir yerlere saklanmasını önlemişti. Kısaca kasaba ve köylerdeki halkın içlerindeki düşman korkusunu yenmesini ve bir araya gelince yapamayacakları hiçbir şeyin olmayacağı; yani birlikte güç doğacağı inancını kazanmasını sağlamıştı.
O psikoloji sonraları millet mektepleri projesi başta olmak üzere birçok konuda köylülerin getirilen yenilikleri kabulünde büyük kolaylıklar sağlamıştı.
Kaymakam da köylere bugün aynı amaçla dolaşmış; köylülere birlikte elele verirlerse okuma yazma kurslarında başarı sağlanacağını ve cehaletin yenileceğini anlatmak istemişti.
Oralarda yine en büyük yardımcısı Goca Hamza bekçi Rıza, Çamdibindeki Bekçi Kavak köyündeki Hamdi hoca ve daha önce tanıdığınız Zerha kadın, muhtarın eşi, hikayenin devamında tanıyacağınız muhtarın eşinin halası ‘Dudu bılla’ çağşır dokuyan ‘Güzel Ayşa’ vb kadın erkek kişilerdi.
Hacı Arif’e bu konuda ilk gözlemlerini anlattı; Çamdibi muhtarının eşinin oğlak ziyafeti için aileleriyle birlikte onları davet ettiğini söyledi, Kavak köyü muhtarı Osman efendiden, orada gördüğü Hamdi hocadan, Yusufçuk köyünden, köyün mükemmelliğinden bahsetti.
Hacı Arif efendi “ben eskiden sıkça giderdim oralara. Bazen av için, bazen de düğün dernekte. Yusufçuk öyledir. O köy bu kasabaya ve çevredeki kasaba ve köylere çok iyi örnek oldu. Onların hepsinin on parmağında on hüner vardır. Çok çalışkan, dürüst ve misafirperverdirler. Onların konuk odasının konforu benim hanın odalarında yok valla. Güya burası kasaba orası köy…” dedi.
Epey sohbet ettiler. Kaymakam Hacı Arifle sohbeti çok sevmişti. Çünkü Hacı Arif bilge bir kişiydi. Her şeyi görmüş yaşamış; edep erkan bilen kişiydi. Sohbeti de hep arada fıkra ve anılarla süslüyordu; ama kaymakamın aklı doktor ve komutanda kalmıştı.
Hacı Arif nargileden bir iki derin nefes çekti; köze baktı “benimki tamam kaymakam bey. Sohbetler bitmez. Yeter ki sağlıklı kalalım” dedi sonra gülümseyerek “bilirim sizin de aklınız içeride. Bekletmeyin arkadaşları” dedi. Kaymakam itiraz edecek oldu Hacı Arif ondan önce “benim de gitme vaktim geldi” deyip kalkınca kaymakam diyecek laf kalmamıştı. Hacı Arif’i uğurlayıp içki içilen salona girdi.
Bu sırada kapıda ona “güle güle Hacı efendi” diyen Mehmet efendiye Hacı Arif gülümseyerek nargileyi işaret etti “tam tatlı yerinde kaldı. Kaymakamı tutmayayım diye bıraktım” dedi. Mehmet efendi gülümseyerek “farkındayım Hacı efendi. Bir nargile alacağınız olsun” deyip Hacı Arif’i uğurladı. Gitti tatlı yerinde kalan nargileyi alıp fokurdatarak ocağa alıp geldi. “Hakikaten tam ateşi almış. Bana kısmetmiş ne yapayım?” dedi ve marpucu söküp kendi marpucunu taktı. Nargileyi o haliyle bir kenara koydu.
Çünkü komutan içeriden seslenmişti. Oraya gitti. Kaymakam için verilen siparişi aldı; hazırlayıp götürdü. Sonra geldi ‘tam tatlı yerinde kalan’ nargileyi kendi marpucuyla fokurdatarak içmeye başladı.
Arada bir her iki salona gidip istekleri yerine getiriyor; sonra geçip yerine nargileye devam ediyordu. İçinden “artık yaşlanıyorum. Yanıma bir yardımcı alsam iyi olacak” diye geçirdi ve ‘yarın’ kulüp yöneticisi Şaban efendiye bu düşüncesini söylemeye karar verdi.
Bu sırada içeri giren kaymakam masalarda oturanlara afiyet olsun deyip doktorların masaya yöneldi. Diğer masalardan “sağ olun buyurun” seslerine elini sallayıp yüzbaşının yanındaki sandalyeye oturdu.
Diğer masalardakiler gözlerini o masaya dikmiş, hepsi onların sabah erkenden nereye niçin gittiğinin merakı içindeydi. Kaymakam da bunun farkındaydı. Doktor ve yüzbaşının ona hoş geldin demelerine “oo afiyet olsun beyler” diye cevap verdikten sonra elinde kadehle ayağa kalktı “şerefinize arkadaşlar” diyerek kadehini havaya kaldırdı sonra bir yudum aldı.
Kaymakam “arkadaşlar; biliyorum bugün bizim arkadaşlarımla nereye gittiğimizi merak ediyorsunuz. Biliyorsunuz dün burada size millet mekteplerinden bahsetmiştim. Muhtarlarla toplantıda da onlara aynı söylemiştim. ‘Bugün sabah köylerde bu durum nasıl karşılanmış” diye merak ettiğimiz için birkaç köy dolaştık. Emin olun köylüler okuma yazmaya en az sizin kadar hevesli. Hemen mektep için kolları sıvamışlar. Yarın burada kasabamızdaki erkeklerle bir toplantı yapıp herkese bu konuyu anlatacağım. Niyetim önce kasabamızda okuma yazma kurslarını bir an önce başlatmak. Köylerde de gerekli hazırlığı yaptıktan sonra oralarda okuma yazma kursu açmak. Böyle bir kasabada sizin gibi yurttaşlara hizmet verdiğim için çok mutluyum. Hepinize çok teşekkür ederim” dedi. Oradakiler alkışlamaya başlayınca kaymakam “alkışa gerek yok arkadaşlar. Ele ele başaralarım yeter” dedi; yerine oturdu.
Kaymakamın bu konuşmasından sonra masalarda da sohbet koyulaşmıştı.
Onun bu davranışına şaşkınlıkla bakan doktor ve yüzbaşı kaymakam yerine oturunca ona “bu kadar çabuk mu?” diye sordular. Kaymakam “beyler. Boşa geçirecek bir gün bile yok” dedi.
Özellikle yüzbaşı kaymakama saygıyla bakıyordu. Her ikisi de “kutlarız sizi. Sizin yönettiğiniz bir ilçede olmak bize gurur veriyor” dediler.
Kaymakam bu iltifattan ziyadesiyle memnun kalmıştı. Gerçekten orta yaşlı olmasına karşın gençler gibi cumhuriyetin heyecanı içindeydi. Onun için yüzbaşı ve doktorun ifadeleri çok memnun etmişti. Tevazu içinde onlara teşekkür etti. “Sevgili dostlarım ben de sizin gibi görev arkadaşlarım olduğu için çok mutluyum. Ama biliyorsunuz Ankara, Gazi Hazretleri bu konuya çok önem veriyor. Gezide Yusufça köyüyle öbür köylerin farkını hep birlikte gördük. Aralarındaki fark yalnızca Yusufçalıların göçüp geldikleri yerle buranın eğitim farkı.
Osmanlı yıllarca Anadolu’yu hep ihmal etti. Yazık bu insanlara… Hep birlikte cephelerde şahit olduk. Bu cahil insanlar pırıl pırıl yurt sevgisi içinde. İnandıkları zaman yurtları için en önde şehit olmayı görev biliyorlar. Onların bu yurt sevgisinin ve fedakarlığının karşılığını onları ileri medeniyetler seviyesine taşıyarak vereceğiz. Bunun yolu da önce eğitim. Hepimiz birer eğitim neferi olarak onlara eğitimin aydınlanma ışıklarını yetiştireceğiz. Millet Mektepleri bu anlamda çok önemli. Düşünsenize belki bir yıl sonra köylerimizde herkes gazete kitap okuyacak seviyeye gelecek. Bunun düşüncesi bile heyecanlandırıyor insanı”.
Kaymakamın bu heyecanlı söylevini yüzbaşı ve doktor dinlerken yanlardaki masalarda çıt çıkarmadan dinliyordu. Kaymakamın konuşması bitince bir alkış koptu. Kaymakam şaşkınlıkla geriye doğru baktı memnun bir yüz ifadesiyle “çok özür dilerim. Arkadaşlarla konuşurken sesim yüksek çıkmış” dedi.
Bu sırada kaymakamın hemen arkasında onu dinleyen başmuallim Fehmi bey de kaymakamı alkışlayanlar arasındaydı. Kaymakam onu görünce “siz ne zaman geldiniz muallim bey?” deyince Fehmi bey gülümseyerek “evde duramayınca kalkıp az önce geldim. Tam yanınıza gelecekken sizin konuştuğunuzu fark ettim. Konuşmanızı kesmemek için bekledim. Yalnız vallahi kaymakam bey; millet mekteplerinin önemini öyle güzel izah ettiniz ki. Ne yalan söyleyeyim; size hayran kaldım” dedim.
Kaymakam başmuallimin bu iltifatına memnun olmuştu. Vallahi azizim. Az önce onu bahsediyordum. Sizin gibi mesai arkadaşları olunca insanın heyecan duymaması elde mi? Gördünüz; hep birlikte gezdik köyleri. Köylerin bu konuya dikkati sizin de nazarınızı celbetmiştir. Vallahi ne yalan söyleyeyim? Ben bu okuma yazma kampanyasını başlatmadan rahat huzur göremeyeceğim. Yerimde duramıyorum azizim” dedi.
Onu gülümseyerek dinleyen başmuallim “size katılmamak elde mi kaymakam bey? Gerçekten köylerdeki bu konuya ilgi övgüye mazhar bir ilgi… Kasabamız ve köylerimizle bu işin üstesinden layıkıyla geleceğiz evvelallah. Tabi sizin idarenizde efendim” dedi.
Onun bu sözlerine doktor ve yüzbaşı da başlarını sallayarak onayladı.
O saatten sonra masalarda bu konu hararetle tartışılıyordu. İçkinin de verdiği duygusallıkla herkes kaymakamın konuşmasından heyecan duymuştu.
Kaymakam doktor, yüzbaşı ve baş muallim bir süre daha sohbet ettikten sonra kaymakam izin istedi. “Yarın bu konu üzerinde başmuallimle etraflıca durup bir program yapmamız lazım. İzninizle ben eve gideceğim. Biraz dinlenmem iyi olacak” dedi. O kalkınca başmuallim de kalktı “kaymakam beyle komşu oluyoruz. Ona refakat edeyim” diye o da izin isteyip kalktı ve kaymakamla birlikte çıktılar.
Dışarı çıkınca kaymakam kulüpçü Mehmet efendiye yarın iki salonu da akşama toplantı nizamında hazırlamasını söyledi. Yardım olarak odacısını ve okul görevlisi hademeyi göndereceğini söyledi. Başmuallimle birlikte kulüpten çıktılar.
Başmuallim kaymakamın bu süratine şaşırmıştı. Dışarı çıkınca soran gözlerle kaymakama baktı. Kaymakam “yarın bütün esnafı ve çiftçi vatandaşları kulüpte toplayalım. Orada siz konuyu detaylı olarak anlatırsınız. Sonra onları guruplandırırız ve okuma yazma kurslarının başlaması için bir tarih veririz. Bu tarihi önce kendi aramızda kararlaştıralım. Sonra aynı şekilde kadınları toplar onları da guruplandırırız. Kurslar daha sonra başlasa da yarınki toplantıya kurs fitilini ateşleyelim. Herkes heyecan içinde kurs gününü bekler. Malum bizim vatandaş işi böyle sıkı tutmazsak çabuk gevşeyiverir. Bu konuları yarın birlikte daha etraflıca değerlendiririz” dedi.
Zaten evinin önüne gelmişlerdi. Başmuallime “iyi geceler” deyip evine girdi.
Başmuallim kaymakamın ardından şaşkınlıkla bakarken “işi sıkı tutmak lazım… Yoksa kaymakam yetişmekte zorlanacağım” diye mırıldanıp hemen yandaki kendi evine yöneldi.
Onlar gittikten sonra doktor ve yüzbaşı bir süre daha oturup sohbet etti. Sonra birlikte çıktılar. Yüzbaşı hesabı ödeyecekti; doktor müdahale edip hesabı ödedi.
Onlar gittikten sonra kulüpte kalanların bir kısmı oyun salonuna geçti. Ötekiler kaymakamın anlattıkları üzerinden geç vakte kadar kendi aralarında tartıştılar. O sırada orada olanların çoğu bu okuma yazma kursuna iyi sardırmıştı. Oraya biraz geç gelen Tahsin ve çetin efendiler yanlarında kendi kafalarında olan iki esnafla birlikte çıktılar.
Kaymakamın bu sürati onları çok rahatsız etmiş; itiraza vakit bulamamışlardı; ama hemen teslim olmaya niyetleri yoktu.
Tahsin efendi “efendiler ateş almış gibi çok hızlı; ama bu memleket böyle hızlıların o hızla geldikleri gibi gittiğini çok gördü. Bakarsın bunların da tekerine bir çomak sokan olur kayar gider” derken bıyık altından gülüyordu. Onun bu tavrından ve sözlerinden pek bir anlam çıkaramayan ötekiler de sanki onu anlamış da destekliyorlarmış gibi gülümsediler ve “yarın ola hayrola” deyip her biri bir taraf kendi evlerine doğru gittiler.
Tahsin efendi ve yanındakiler o sıra karanlıkta damadının evinden gelen Hacı Arif efendiyi görmemişti.
Hacı Arif efendi Tahsin efendinin sesini duyunca yanındaki hanımına işaretle sessiz olmasını söyledi ve Tahsin efendinin tüm konuşmalarını dinlemeye çalıştı. Tahsin efendiler sonunda dağılıp evlerine yönelince bir süre daha arkalarından baktı. Hanıma “yürü gidelim” derken ‘Gül! Tahsin efendi. Gül bakalım. Ama son gülen iyi güler. Kimin hızla gelip sonra kayıp gideceğini göreceğiz” diye mırıldanıyordu.
Buraya kadar yazdıklarımdan anlaşıldığı gibi okuma yazma kursu için Millet Mektepleri gibi ciddi bir projeyi yaşama geçirmek isteyen hükümet ve bu projenin savunucularının ellerinde bu konunun nasıl halledileceğine yönelik somut bilgi yoktu.
Ankara daha doğrusu Mustafa Kemal Osmanlı ahalisi olarak örgütleyip savaş sonunda bir halk olarak ortaya çıkan Anadolu insanıyla süratle kafasında kurguladığı çağdaş bir devlet yaratmak için bir mücadeleye girmişti. İnancı cumhuriyet idaresine referans almak isteyenlerle Arapça Latin alfabesi tartışmaları sonunda ‘bir yerde zorla’ Latin alfabesini ülkenin eğitiminde temel alırken yüzde doksan beşe yakını cahil olan bir halkı bu alfabeyle okuma yazma öğretmen ve okullarla öğrenim başlatma projesinin uygulanması için bir karar alıyordu. Sonra genelgelerle bu kararı valiliklere; oradan kaymakamlıklara iletirken uygulama insifiyatifini de yörenin özelliklerine göre onlara bırakıyordu.
Çok güçlü muhalifi olan bu projenin uygulaması süreci için bu kasaba ve köylerinde olduğu gibi ‘el yordamıyla’ diye nitelesek hiç de yanlış olmaz.
Çünkü henüz yeterli öğretmen kadrosu yok. Mevcut öğretmenlere askerde zeki ve öğrenim kabiliyeti olan erlere açılan kurslarla yetişenler takviye edilirken, ulaşımı zor köyler için de o köylerden devşirilen zeki çocuklar yatılı köy millet mekteplerinde yetiştirilerek o dağ köylerindeki öğrenim sağladı.
Bu rastgele uygulanan yöntem hiç farkında olmadan Köy Enstitülerinin temelini oluşturmuştu.
Burada hikaye ettiğime benzer rastgele gele bir uygulama süreciyle Millet Mekteplerinden alınan başarılı sonuçla Köy Enstitülerinin temeli atıldı.
Köy Enstitülerinin kurucusu İsmail Tonguç Köy Enstitülerinin açılma nedenini "kentli aydın halka ulaşmada başarılı olamıyor. Biz halkın içinden kendi aydınını çıkararak onlara ulaşmaya çalışacağız" diye açıklamıştı. Gerçekten Millet Mektepleriyle başlayan aydınlanma heyecanı Köy Enstitüleriyle bu heyecanın köy çocukları marifetiyle halkın içine taşınarak daha ileri boyutta devam etmesini sağladı.
Burada Millet Mektepleri serüveninin ‘Nasıl? Hangi engelleri aşarak?’ başladığını “bu Engellerin nasıl aşıldığını?” bir kasaba ve köyleri özelinde hikayeleştirmeye çalışıyorum.
Burada anlattığım yaşam koşulları birçoğumuzun unuttuğu veya bilmediği dönemlerin gerçeğidir.
Mustafa Kemal o koşullarda yaşayan Osmanlının hep ihmal ettiği cehaletin karanlığındaki halka öyle bir umut verdi ki; "köylülük" diye küçümsenen o halk dünya örneğinde görülmemiş bir aydınlanma mucizesine imza attı.
Hikayenin birinci kısmı burada bitiyor.
İkinci kısımda Millet Mekteplerinin kasaba ve köylerindeki uygulaması, o süreçte yaşananlar; Bekçi Rızanın oğlu Ali'nin Köy Enstitüsüne ulaştığı sırada ana babasıyla yaşadıkları ve Köy Enstitü yıllarında kimi anekdotları üzerinden o yılların gerçekleri hikaye ediliyor.
Dileğim Köy Enstitüleri gerçeğini doğru anlayabilmek için hikayenin öncelikle birinci kısmının okunmasıdır.
Hoşça okumalar dilerim.