Şehrin
sıcağı ‘yapış yapış’ çekilmez hale gelmişti. Gölgede derece 37 yi gösteriyordu.
Oy vermek için gelmişlerdi. Ertesi gün de adam ilacını yazdırdı; evinin aşağısında
berberden saçlarını kısaca kestirip geldi. Eşi “oo traşın çok yakışmış;
sıhatler olsun” deyince keyfi geldi. Eşine “bugün kaçalım; ben bu sıcağa
dayanamayacağım” dedi.
Eşinin bu canına
minnetti. Ancak “Tıraş olmuşsun, bir duş al sonra gidelim” deyince ona hak
verip çabucak duşa girip çıkı. Sonra hazırlandılar. Adam garaja yer ayırtmak
için telefon etti. Telefondaki ses “yer ayırmaya gerek yok. Araba zaten boş”
deyince yer işini de böylece halletmişlerdi.
İlçeye
gidecekleri son araba akşam 5 arabasıydı. Yani o arabayı kaçırırlarsa bu sıcakta bir gün daha burada kalacaklardı. O kaygıyla acele fişleri çekip ‘açık bir yer
veya unuttuğumuz bir şey var mı?’ diye bakındılar. Olmadığına kanaat getirince
torbalarını aldılar. Adam bilgisayarını ve bastonunu aldı. Eşinin yardımıyla
ayakkabısını giydi. Eşi çıkınca kapıyı iki kere kilitledi. Eşi “iki kere
kilitledin değil mi?” deyince adam” tamam kapı garantide” dedi. Birlikte asansöre
bindiler.
Adam bu
sırada kızının hediye getirdiği güneş gözlüğünü taktı. Eşi gördüğü halde “gözlük
mü taktın?” dedi. Adam “kızım almış takmayayım mı?” deyince beraber tebessüm
ettiler. Bu eşiyle arasında bir cümlelik esprilerden biriydi. Nereden geldiğini
veya ne anlam içerdiğini yalnız ikisi bilirdi. Bu sır espriler evliliklerinin
harcı gibiydi. Bu esprilerle evliliklerine renk katarlardı.
Zaten adam
‘sosur’ biriydi. Konuşmayı sevmez daha önce gördüğü şeyleri, insanları, diğer
canlıları sanki ilk kez görüyor gibi süzerek bakardı. Sürekli etrafını
gözlemesi; gördükleriyle ‘canlı cansız’ kafasından bir şeyler kurması onun
adeta en büyük eğlence kaynağıydı. Bu nedenle ‘sohbetine doyum olmayan’
tiplerdendi. İlgisi ve bilgisi olmayan konularda ‘öldür Allah" ağzından tek
kelime alamazdınız. İlgisi ve bilgisi olan konularda bile yerli yersiz
konuşmayı sevmezdi. Sizin anlayacağınız iyi bir dinleyiciydi.
Eşi onun bu
özelliğini bildiği için onun konuşmasını hiç beklemezdi. Ama susarak da vakit
geçmediği için o da ‘ne görüp duyduysa’ adamın dinleyip dinlemediğine hiç
bakmadan sürekli o görüp duyduklarını anlatır. Erkek de dilemese bile sessizce
dinliyor gibi yapar; ilgisini çeken konu olursa dinlerdi de.
İşte “kızım
almış giymeyeyim mi?” esprisini de eşinin duyduğu bir yerden naklettiği
bilgiyle kendi aralarında latife olarak kullanırlardı.
Eşinin
sorusuna “kızım almış takmayayım mı?” deyip karşılıklı tebessüm ettikten sonra
adam “nasıl yakışmış mı?” diye sordu. Eşi “tıraş da olunca gözlük çok yakıştı.
Televizyonda kara gözlüklü önemli adamlar var ya; aynı onlara benzedin” deyince
adam şişindi. Bastonla zor yürüdüğü halde ‘erkeklik damarı tutmuş’ bilgisayar çantasını
eşinin “dur ben alayım; sana ağır gelir” demesine rağmen eşine “kimee?” der gibi
çantayı sırtlanıp asansörden çıktı. Eşi arkasında elinde iki torba ısrarla
“bırak onu da ben alayım” demesine rağmen hızlıca apartman kapısını açıp dışarı
çıktı. Peşinden de eşi çıktı. Dolmuş durağına doğru yola çıktılar.
Ama yolda
adamın nefes sıkıştırmaya başlayınca içinden “bok mu vardı erkeklik
gösterisine. Al bakalım tıkandın işte” derken ‘ar belasına’ çantayı sırtından
indirmeden giderek mesafeyi açan eşinin ardından ‘apalayarak’ durağa geldi; ama
bitmişti.
Eşi
“yoruldun değil mi? Haline bakmadan kalkıp gidiveriyorsun. Ne vardı çantayı ben
taşısaydım” deyince adam eşinin ‘haline bakmadan kalkıp gidiveriyorsun’ lafına
kızmıştı; ama belli etmedi. Bir şey de söylemedi. Zaten konuşacak hali yoktu.
Eşi konuşmaya devam edecekti; elini dudaklarına götürüp ‘sus’ işareti yaptı.
Birlikte aşağıdan gelen arabalardan dolmuşu gözlemeye başladılar.
Az sonra
dolmuş geldi. Eşine bilgisayar çantasını verip dolmuşa bindi. Sonra dönüp
eşinden torbaları ve çantayı aldı ve onun da binmesine yardım. Kendisi önde boş
bir koltuğa eşi arkada bir koltuğa oturdu. Dolmuş çok kalabalık değildi. Şoför
sıcaktan kapıyı açık bırakmıştı. Bu sırada arkadan bir çocuk kalkıp geldi şoföre
“amca Telekoma gelince haber verir misin?” dedi.
Çocuk çok
küçüktü ve hafif sendelemişti. Adam ‘heyecanlandı’ “dur oğlum düşeceksin” deyip
çocuğu tutarken çocuğun arkadaki görmediği annesine sertçe “kadın çocuğuna
sahip çıksana. Böyle çocuğa sahip çıkmazsınız; sonra bir şey olunca ağzınızı
ayıra ayıra ağlarsınız” diye söylendi. Onun bu söylentilerine şoför ‘onaylar’
gibi gülümseyerek dönüp baktı. Çocuğun annesi de suçlanmış çocuğa “bir yerinde
durmadın. Bak amca kızdı sana” diye suçu çocuğa atıyordu.
Adam kadına
bir şey söyleyecekti kendini tuttu.
O sırada
solda güzelce bir kadın el edince dolmuş durdu. Kadın elinden tuttuğu çocuğu
kucağına alıp dolmuşa bindi saygılı bir ifadeyle “abi sizin önünüzdeki dolmuşta
telefonum kalmış. Bir anons eder misiniz?” dedi ve boş bulduğu yere bindi. Adam
içinden kadına acıdı merakla dolmuş şoförünün anonsuna kulak verdi. Bereket
versin telefon dolmuştaymış. Şoför kadına “tamam arkadaş durakta telefonunuz
onda” dedi.
Bu sırada
adam kadın namına sevinmiş içinden “iyi ki dolmuşta telsiz var, teknolojinin
faydaları” diye geçirirken Telekom durağına gelmişlerdi ama şoför oralı
değildi. Adam şoföre “Telekomda inecek yolcunuz vardı” diye uyarınca şoför
arabayı sağa çekti. Az önce ‘çocuğuyla ilgilenmiyor’ diye kızdığı kadın inerken
ona “sağ olun beyefendi” dedi.
Adam hep
böyleydi. Hep üstüne vazife olmayan işlere karışmayı adet edinmişti. Sürekli
etrafındaki insanları gözler, onları tanımaya çalışır içinden sürekli
gördüklerini kritik ederdi. Öyle ki bir başına kalsa hiç canı sıkılmazdı. Çünkü
iç dünyası çok kalabalıktı.
Dolmuş da bu
sırada inecekleri yere yaklaşmıştı. Eşi telaşla “biz de burada inelim” deyince
adam ona gülümseyerek “az sabırlı ol hayatım. Ben ineceğimiz yeri biliyorum”
dedi. Sonra dolmuşçuya “sağa dönünce bekleme yerinde inelim” dedi.
‘Bekleme
yeri’
Adam bu
bekleme yerlerini çok iyi bilir ve buralarda araba beklemeyi çok severdi. Geçen
sene yine aynı bu bekle yerinde beklerken gördüklerini ‘Bekleme’ adında
öyküleştirmişti.
Eşi içinden
adam için ‘çok bilmiş’ diye geçirirken dolmuş sağda durdu. Önce adam indi.
Eşinin uzattığı torbaları ve sırt çantasını aldı. Birlikte bekleme yerine yeni
konan kanepelere oturdular. Adam eşine “hani bekleme başlıklı bir öyküm vardı
ya. Geçen sene burada beklerken yaşadıklarımı yazmıştım o öyküde. O sıra şu
ilerde açıkta bekleşilirdi. Aferin bak buraya gölgeye kanepe koymuşlar. Şimdi
tam bekleme olmuş” dedi. Eşi de hatırlamıştı o öyküyü. Ama burayı anlattığını
bilmiyordu. Eşine “ne acayip adamsın. Nereden buluyorsun o kadar lafı?” derken
elini sıkıyordu. Adama eşinin bu hareketinin takdir içerdiğini bildiği için
keyiflenmişti.
Birlikte
ilçeye gidecek son arabayı beklemeye başladılar.
Bu sırada
bekleme yerine yeni gelenler orada bekleyenlere gidecekleri yöne giden arabanın
geçip geçmediğini soruyor ‘eğer geçti’ cevabını alırsa “eyvah öteki araba kaçta
acaba?” diye telaşlanıyor, beklediği arabanın daha geçmediğini söylemişlerse
‘oh iyi’ deyip arabalarını beklemeye başlıyorlardı.
O sırada
yeni tanışıklıklar oluşuyor biri ötekine “orada benim falan tanıdığım var”
dediğinde öteki eğer o tanıdığı tanıyorsa dostluklar sohbetler daha
koyulaşıyor, beklenen arabalar gelinceye kadar ilk kez burada tanışan
insanların ‘sanki kırk yıllık’ tanış gibi kahkahalı hararetli sohbetlerine tanık
oluyordunuz.
İşte bu
sırada bizim adam o sohbetlere kulak kabartırken yeni yeni yaşamları tanımaya
çalışır, bir daha belki hiç görmeyeceği insanların öğrenebildiği hayatlarına
kendi içinde yepyeni dünyalar kurardı. Zaten içinde hayal dünyasında kurduğu bu
yeni dünyalar öylesine çoğalmıştı ki; bir gün sanki aniden patlayan lastikte
fırlayan hava gibi bu dünyaları dışa vurup onları öykülerde yaşatmak zorunda
kalmıştı.
Şimdi de
beklemede binip gidecekleri otobüsü beklerken o sırada görüp duyduklarını ‘gayrı
ihtiyari’ beyine yazıyordu. Bu yeni öğrendiği dünyalarını nerede nasıl bir öykü
içine yaşatacaktı kim bilir?
Adam bu
gelgit düşüncelere dalmışken eşi de ona bir şeyler anlatıyordu. Adam aniden
ayağa kalkıp uzaktan gelen araçlara bakıp kendi bekledikleri aracın gelip
geldiğini anlamaya çalışıyordu.
Eşi “daha
gelmez otur yorulacaksın” diye uyardı. Onun uyarısı eşinin yorulduğunu
düşünmekten ziyade ağzında kalan lafını tamamlamak içindi. Adam kadının
uyarısıyla oturunca kadın kaldığı yerden devam etti.
Anlattığı
dün oy kullandıktan sonra eve geldiklerinde girdiği komşu kadının kızı için
anlattıklarıyla ilgiliydi ve bu adamı hiç ilgilendiren bir şey değildi; ama
eşinin anlatmak ısrarlı olduğunu anlayınca gözü yolda bir kulağı eşinde öbür
kulağı hemen önünde o sırada tanıştığı belli olan yaşlı adama bir şeyler
anlatmaya çalışan ve bu sırada ter içinde kalan göbekli tıknaz ileri derece görme özürlü olduğu belli olan gözlüklü adamdaydı.
Eşi ‘komşu
kadının kızının eşine küsüp iki çocuğunu da peşine takıp geldiğini, komşu
kadının kızını mecburen kabul ettiğini ve bu duruma çok üzüldüğünü’ anlatmaya çalışıyordu.
Bu sırada hemen
önlerindeki tıknaz göbekli adam da yaşlı adama o adamın köylüsü olduğu
anlaşılan ortak tanışıyla aynı yerde on beş yıl çalıştığını onunla çok iyi anlaştığını
anlatmaya çalışırken o arkadaşının topal olan kızını sordu. “Nasıl Hüsnü onu everebildi mi bari? ‘herhalde arkadaşının adı Hüsnü’ydü’ ona çok
üzülüyordu” dedi.
Adam içinden
‘hem eşinin anlattıkları hem de o şişman tıknaz adamın anlattıkları için’
bunlar başkalarının hayatıyla ne kadar ilgili diye geçiriyordu.
Gerçekten
her zaman buna şaşırır, mecbur kalıp da gitmek zorunda kaldığı misafirliklerde
veya zorunlu olarak katıldığı aile toplantılarında hep aynı şaşkınlıkla dinleyici
olurdu.
Çünkü
oralarda konuşmanın genel konusu hal dert yarenliğinden hemen sonra o sırada
orada olmayan ortak tanıdık hısım akraba üzerine olurdu. Onların bir yerde sır durumunda olan
özelliklerine girilir; olumsuzluklar varsa o olumsuzluklara üzülüyor gibi
yapılır; ama için için sevindikleri belli edilir, olumluluklar varsa onları da
bir şekilde eleştirirken kıskandıkları belli edilirdi. Bu şekilde belki bir
şekilde deşarj olurlardı. Adam bunları ‘toplumun sosyal hastalığı’ diye
nitelerdi.
Kendi hep
dinleyici olarak kalıp o söylemlerin içerdiği gerçek anlamları kavramaya
çalışıp, kendince manalandırır; sonra yeri geldi mi onlarla dalga geçerdi.
Belki bu da onun sosyal hastalığı gibi bir şeydi. Şimdi de bir kulağıyla eşini
dinleyip onun deşarj olmasına yardımcı olurken öbür kulağıyla şişman tıknaz
adamı dinlerken kendini deşarj ediyordu.
Adam kendini
bu iki yönlü konuşmaya kaptırmıştı ki; o sıra karşıdan bineceği otobüsü görünce
durdurmak için ayağa fırlayıp bastonu havada otobüse durmasını işret etti. Tabi
o sırada eşinin lafı yarım kalmıştı. ‘Ama adam adı gibi biliyordu eşi ilk
fırsatta lafını tamamlayacaktı.’
Otobüs gelip
banketin kenarında durduğu sırada ikisi de ellerinde torbalar ve çantayla otobüsün
yanına gelmişlerdi. Gelen büyük otobüslerden değildi. İlçeye küçük otuz kişi
aldığı söylene otobüsler çalışıyordu. Önlerinde duran da onlardandı.
Muavin arka
kapıyı açıp indi. Otobüste hiç yer yok gibiydi. Garaja ettiği telefonda yanlış
bilgi verilmiş veya otobüs sonradan dolmuştu. Ama öyle veya böyle gitmeleri
gerekiyordu. Adam muavine “ya bize telefonda yer var demişlerdi” diye şikayet
eder gibi konuşurken muavin lafı ağzından aldı “bir kişilik yer var abi” dedi.
Adam “iyi de biz iki kişiyiz” deyince muavin “siz binin abi hallederiz” dedi.
“Halletmek”
veya “kolay etmek”. Bu içinde bulunduğumuz toplumun karşılaştığı güçlükler
karşısında kendini motive ettiği iki temel sözcüktü; ama bu güne kadar “kolay
ederiz” dedikleri hep zor olmuş. “Hallederiz” derken de hep kendileri
halledilmiş; ama onlar morallerini bozmadan güçlüklere karşı hep kendilerini ‘hallederiz,
kolay ederiz’ diye motive etmeye çalışmışlardı.
Şimdi de
muavinin yaptığı buydu. ‘Oturacak yer yokken’ iki müşteri daha alıp bir yerde
‘iş görmek’ veya para kazanmak.
Adam çaresiz
eşine “önce sen bin” dedi. Eşi adamın hasta olduğunu düşünüp tek kişilik yere
onun oturmasını istediği için “önce sen bin” diye karşılık verdi; ama serde
erkeklik var. ‘Erkek adam karısını sıkış depiş ortalığa sokmaz.’ Bizim ki de ne
de olsa kendini ‘erkekten’ saydığı için sertleşti; eşine sertçe “olmaz öyle şey.
Önce sen bin bakayım” dedi.
Kadın
çaresiz açık kapıdan otobüscüğe çıktı. Ardından adam sonra muavin çıktı. Bu
sırada otobüs yürümüştü. Adam muavine “hanım nereye oturacak?” dedi. Bu sırada
sallanan araba kendi de zor ayakta duruyordu. Bir eliyle bastondan destek
alırken öteki eliyle bir koltuğa tutunmuştu.
Muavin “yenge
ilerde öndeki boş yer var oraya otursun” dedi. Adam ‘eşinin oturacağı yer
güvenli mi diye’ boynunu uzatıp baktı. Anlayamadı; ama eşine “sen oraya otur”
dedi. Eşi hala “sen nereye oturacaksın” der gibi bakınıyordu. Adam “sen hele geç otur. Ben başımın çaresine
bakarım” deyince eşi mecbur öne yürüdü. Orada yaşlı bir adam kalkıp ona yer
verince kadın yerine oturdu. Yaşlı adam da o sıra hostes koltuğuna oturmuştu.
Böylece eşi rahat güvenli bir yer bulmuştu. Adam içinden öyle geçirdi.
Sonra
muavine “ben nereye oturacağım?” diye bakınırken muavin en geri koltukta
oturanlara “siz azıcık toplanın” dedi. Onlar ‘azıcık’ toplanınca adama ‘kıçını’
iliştireceği kadar yer açılmıştı. O da oraya ilişti. Bilgisayar torbası onda
kalmıştı. Onu ayağının dibine koydu. Baston ve ayaklarını gerdirip kıçıyla
oturağa tutunmaya çalışırken öteki eliyle ‘farkında olmadan’ yandaki koltuk
kenarına tutunuyorum derken orada oturan kadına dürtünüyormuş. Bunu fark edince
elini ateşten çeker gibi çekip kadından özür diledi.
Kadın şişman
sarışın biriydi. Yanında esmer genç bir bayan vardı. Bizimkinin dürtünürken
fark edip telaşla özür dileyişine iki kadın da kikirdedi. Dürtülen şişman kadın
gülümseyerek “sorun değil amca” dedi. Bizimki kendini ne kadar erkekten saysa
da anlaşılan kadınlar onu erkekten saymamıştı. Adam kadının “sorun değil amca”
deyişine bozulmuştu; ama bir şey söylemeyip yutkundu.
Bu sırada
gözü arka kapıdaki merdivenlerdeydi. Muavinin girip çıkması biterse oraya
oturmayı düşündü. Çünkü durumu gerçekten iyi değildi. Yarım kıçla tutunmaya
çalışırken kayıp gidiyordu. Beli sakattı. Ayakları da sağlam sayılmazdı. Nefes
demişsin o biçim. Hırlayıp duruyordu.
Onun için
arka kapı merdivenlerine göz dikmişti. Araba tam yola koyulsun muavinden izin
alıp geçip oraya kurulacaktı. İçinden “şuraya oturur ayakları da şuraya
salladım mı? Rap rahat giderim” diye geçirirken araba sağa yanaştı. Belli ki
binecek vardı.
Muavin
kapıyı açıp aşağı indi. Binecek olan önden binmesini söyledi. Ön kapıdan giren
genç bir bayan başı gözüktü. Sanırım öğrenci gibi bir şeydi. Gülümseyerek
şoföre ‘ben nereye oturacağım’ der gibi bakıyordu. Eşine yer verip hostes
koltuğuna oturan adam kalktı genç kıza yer verdi. Elinde fanatik gazetesi yavaş
yavaş geri geliyordu. Otobüste de yürümüştü.
Bizimki
adamın elinde fanatik gazetesini görünce biraz şaşırmış içinden “bu da bizden
at yarışçı her halde” diye geçirirken adam geldi arka merdivenin en üst
basamağına gazeteyi serip üstüne oturdu. Tam bizimkinin düşündüğü gibi
ayaklarını alt basamaklara sallayınca bizim adam şaşkınlık ve biraz kızgınlıkla
baktı kaldı.
Yaşlı adam
oturunca kafasını kaldırdı. Bizim adamla gözgöze gelince gülümsedi. Bizim adam
dayanamadı “dayı valla ben oraya göz dikmiş oturayım diye fırsat kolluyordum,
gelip benim yere kondun” deyince muavin yaşlı adam gülüştü. Yandaki şişman
sarışın kadın ve onun yanındaki esmer genç kadın da kikirdedi.
Adam çaresiz
etrafına bakınırken ona yer verenler adama acıyıp biraz daha kıpırdayınca o
kıçını oturağa biraz daha yerleştirmeye çalıştı. Ama ne yapsa rahat değildi. O
sıra aklından “acaba yolda inecek var mı?” diye geçiriyordu. Yanındakilere
soracaktı. Sağına bakındı. Biri şişman öteki zayıf iki kişi vardı. Zayıf olan cam
kenarında avurtları çökmüş, dalıp gitmişti. Belli ki çok derdi vardı. Hemen
sağındaki şişman olan ‘gestapo’ askerleri gibi sert bakışlarla karşıya
bakıyordu. Sorsa belki ters cevap verebilirdi veya adam öyle düşünmüştü.
Soluna
bakındı. Orada üç kişi vardı. Dipteki iki kişi gençti. Herhalde öğrenciydiler.
Ellerinden yeni telefonlar vardı. Onlara dürtünmeye dalmışlardı. Hemen
sağındaki şapkalı gençten bir köylüydü. Ama konuşkan birine benziyordu. Şimdi
ona “nerede ineceksiniz?” diye sorsa adam lafıyla onu boğabilirdi. Ondan da
vazgeçti. Bu sırada muavin yaşlı adamın yanından buzdolabındaki su şişesini
çıkarmaya çalışıyordu. Çünkü öbür elinde dolu plastik bardak vardı.
Muavin epey
uğraştıktan sonra dolaptan su şişesini çıkardı. Elindeki bardaklardan birini
öne çıkardı ve bizimkinin sağındaki iki yolcudan itibaren su dağıtmaya başladı.
Bizimkinin
bir elinde baston vardı. Öbür eliyle arabadaki direğe tutunmuştu ve avucunda da
su şişesi vardı. Sıra ona gelince muavin ona ‘su ister misin?’ diye sorunca
gülümseyerek “sağol” dedi. Aslında susamıştı; ama öteki elinde baston vardı.
Direğe tutunduğu elini bırakırsa dengesi bozulacaktı. Çünkü arabanın her
sallanışında oturduğu yerden kaydığı için oraya tutunmaya çalışıyordu. Bu
vaziyette muavinin uzattığı bardağı alamayacaktı. Bu nedenle gözleriyle muavini
izlemekle yetindi.
Çok yolculuk
yapmıştı. Otobüsle, kamyonla; Yani ne bulduysa onunla yaptığı yolcuklar
sırasında aklından kalan çok anı vardı. Her yolculukta bu anlar bir şekilde
beyninde uçuşur. Şimdi de öyle; muavini gözlerken aklından bin türlü
yaşanmışlık adeta resmi geçit yapıyordu.
Geçmişte
müşteriyi memnun etmek su, çay kahve dağıtma; hatta bazı otobüslerde hazır kek
ve pasta dağıtıldığına şahit çokça şahit olmuştu. Özellikle şehirlerarası
çalışan büyük otobüs firmaları bu müşteri memnuniyeti için başlattıkları ikram
ritüellerini adeta yarışa çevirmişti.
Bu
ikramlardan daha önce otobüslerde kolonya dağıtma alışkanlığı vardı. Muavin bir
elinde kolonya şişesi öbür eliyle şişenin altına ‘kolonya damlamasın diye’
tuttuğu peçete ile yolculara kolonya ikram ederlerdi. Bazı yolcular iki avucunu
açıp muavine “dök dök” diye ikaz eder, sonra avucuna doldurduğu kolonyayı yüzüne,
başına, boynuna sürer temizleme ile serinleme arası ellerini oralarda
oğuştururdu.
Daha
eskilerden özellikle yazları kimi erkek yolcuların şişen ayaklarını rahatlatmak
için ayakkabıdan çıkarınca ortaya saçılan efir efir ayak kokusu kolonya kokusuyla
karışınca çok farklı bir koku arabanın içini kaplardı.
Sanırım o
sıra yellenmesi gelenler kolonya dağıtımını fırsat bilip hafif yana eğilerek
‘gürültüsüz’ fısıl fısıl yellenmeye çalışırdı. Bizimkinin özellikle
gençliğindeki yolculuklarından bunlar hep aklında kalmıştı. Hele Adanalı bir
arkadaşından duyduğu fıkra gibi anekdotu hiç unutmazdı.
O arkadaşı
anlattığına göre Hatay’a kadar giden Has turizmle Adana’ya gidiyormuş. O sıra
arabanın içine çok pis yellenme kokusu yayılmış. Bu kokuyu duyan yolculardan en
önde olan biri arkaya doğru dönmüş ve “ya Hacı fıslatma şaklat şaklat” diye
seslenmiş. Yolcunun bu seslenişine bütün yolcular kahkahayla karşılık vermiş.
Arkadaşı bu
anekdotu anlattıktan sonra “fıslayan yellenme çok kokarmış. Ben ondan sonra dikkat
ettim, gerçekten doğru” diye o yolcunun sözleri üzerine kendi gözlemiyle
edindiği tecrübeyi aktarmıştı. O yıllar bizim adamın da böyle durumlarda; yani
bir yerde yellenme kokusu yayılırsa içinden “ya Hacı fıslatma, şaklat şaklat”
demek geçermiş. Denk gelirse bazen de bu uyarıyı bulunduğu yerde yaparmış.
Muavin su
dağıtırken aklından bunlar geçiyordu. Şimdi teknik ilerlemiş her arabada
havalandırma sistemi vardı. İster şaklat ister fıslat koku anında o sistem
sayesinde dışarı atıldığından yellenme kokusu hiç duyulmaz olmuştu. Aklında
bunlar yolcuları süzmeye başladı.
İçinden “şu
yolcu yellenmeye müsait, göbekli. Şu yolcu ince zayıf… O kesin fıslatır ve çok
koku yapar” diye geçirirken gözü sağ yanında hemen önündeki koltuktaki şişman
kadına takıldı. İçinden “valla bunun yellemesi de bir başlarsa hücum borusu
gibi epey öter” diye geçirdi.
Nedense o
kadına kafayı takmıştı.
Muavin de bu
sırada su servisini bitirip gelmişti. Basamakta oturan ‘sanırım arabanın
sahibi’ yaşlı dayı muavine “servis önden başlamıyor muydu? Sen buradan
başladın?” diye sorunca muavin gülerek “öyle dayı da buradan daha münasip
geldi” diye cevap verdiği sırada araba sağa yanaştı. Sanırım binecek yolcu
vardı.
Muavin
kapıyı açıp aşağı atladı. Kapının önünde dört kişi belirdi. Muavine “yer var
mı?” diye sordular. Muavin “Ayakta gitmek isterseniz yer var” dedi. Son araba
olduğu için yerdeki yolcular mecburen bindi. Muavin eşyalarını alıp bagaja
yerleştirdi ve arabaya binerken “devam et” diye bağırdı. Şoför zaten yürümüştü.
O dört kişi araya sıralandılar.
Bizimki
içinden ‘araba doldu. Her halde bir daha durmaz’ diye geçirdi. Yoldaki yerleşim
yerlerinde kim inebilir diye bakınmaya başladı. Aklı fikri bir yolcunun yolda
inmesi, geçip onun yerine oturmaktaydı. Çünkü kıçı oturağa ilişik olduğundan;
kaymayacağım diye ayaklarını gere gere bacaklarına ağrı girmişti.
Otobüs’te bu
sıra Bağbaşını geçmiş ‘Şahin tepesine’ doğru ağmış, giderek yükseğe
tırmandıkları için havalandırmadan gelen hava serinlemeye başlamıştı. Bu
şekilde otobüs tırmanırken bizimkinin aklına ‘Şahin tepesi’ takıldı. İçinden
“burası Dallas’ın hatırası’ diye geçirdi. Gerçekten burası Şahin Tepesi adını
orada Denizli’ye kuşbakışı bakan içkili lokantadan almıştı. (Gerçi şimdi zamana
uyan o lokanta da içki servisini geceye almış ve kapıda görünen yere ‘içkisiz
aile yeri vardır’ diye tabela asmıştı.
(Buradan
aklından ‘her halde burada içkili aile yeri de var. Bekarlar için de ayrı’ diye
geçiyordu. Bunları düşünürken “ne günlere kaldık” diye mırıldandı.)
Sonradan bu
‘Şahin tepesi’ adı çok tutmuş (Denizli’nin nüfusu arttıkça) aşağıdan yukarıya
sıra sıra ‘Aile için yerimiz vardı’ vb. tabelalarla donanmış çok yer açılmıştı.
Daha önceleri özellikle yazları şehrin hemen dışındaki Çamlıkta piknikle
yetinen Denizlililer sanayi atak yaptıkça gelişen nüfus Çamlığa sığmayınca
yazın sıcağından buralara kaçmaya başlamıştı. Özellikle yazları buralarda yol
kenarlarında dolu araba vardı.
Otobüs yavaş
yavaş tırmanırken adamın aklından bunlar geçiyordu. Arada bir yolun eski halini
tahmin etmeye çalışıyordu. Ama aradan çok zaman geçmişti. Sadece biraz daha
yukarı çıkınca aşağılarda eski yolun izini taşıyan kesik kesik asvalt yola
benzeyen bir şeyler gözüküyordu. Eski yoldan veya şimdiki bu yoldan başlayan
tırmanma 400-450 m yüksekliğinden yaklaşık yirmi beş otuz kilometre sonra 1200
m. yüksekliğine ulaşırdı. Haliyle bu ani yükseliş özellikle alışkın
olmayanlarda bir baş dönmesi bulantı yaratırdı. Eskiden ulaşım seyrek yukarı
kasaba köylerden Denizli’ye iniş de çok seyrek olurdu. Çoğu yolcu denk düşerse
bir iş için yılda veya iki yılda bir bu yükseklik farkını yaşadığı için inişte
veya çıkışta çok istifra eden olur; o sıra arabanın içini istifra edenin
yediklerinin ‘yediği her neyse’ kokusu yayılır bunun üzerine muavin hemen
kolonya servisine başlardı.
O yıllar her
otobüste küçük naylon torbalar olur; araba hareket edince isteyenlere önce
naylon torba servisi yapılırdı. Utanıp veya gerek görmeyip sonra aniden istifra
eden olursa muavin “kardeşim az önce torba dağıttık niye almadın?’ diye fırça
atardı. Muavin bu fırça atmada haklıydı; çünkü yere dökülen pisliği o
temizlemek zorundaydı.
Adamın araba
tırmanırken bunlar aklından geçiyordu. İçinden ‘ulaşım artınca millet yolculuğa
alıştı, ondan şimdi istifra eden yok’ diye geçirmişti ki; önden bir köylü kadın
muavine ‘naylon torba var mı? Çocuk bozuldu da’ diye seslendi. Muavin ‘teyze
şimdi naylon torba mı kaldı?’ deyip ‘cık cık’ ederken telaşla su koyduğu
dolabın yanındaki gözü açtı. Orada azalan peçete torbasını aldı. Peçeteleri
çıkarıp kadına ‘al bunla idare et. Aman etraf pislenmesin’ dedi.
Kadın mahcup
peçete kılıfı naylonu alırken muavin ‘ne günlere kaldık?’ der gibi elini
sallarken bizim adamla göz göze geldi. Bizimki çok bilmişçesine “ne yapacaksın,
her mesleğin katlanılası bir riski var. Senin risk de bu. Takma kafana” dedi.
Muavin kafaya taksa ne olacaktı ki?
Neyse
korkulan olmadı. Çocuk istifra edemedi. Bu sırada otobüs tırmanışını
sürdürüyordu. Az sonra eskiden Çukur diye diye bilinen köyün yeni yapıları
karşıdan gözükmüştü. Yol önceleri Tekke köyünün üzerinden Çukur köyünün içinden
geçer sonra Kazık beline doğru tırmanırdı.
O yıllar
yollar çok virajlıydı… Hele Çukur köyünün içinden bağçelerin arasından döne
döne tırmanırdı araçlar. Aşağıdan viraja yaklaşan olursa yukarıdan gelen
aşağıdan gelen aracın virajı alması için beklerdi. Bu yollar ve virajlar
eşeklerin yol mühendisliği yaptığı yıllarda yapılmıştı.
‘Eşeğin yol
mühendisliği yaptığı yıllar’ sözcüğü gençlere yadırgadıcı gelebilir; ama
gerçektir. Özellikle DP iktidara geldikten sonra ‘Tren demir yolu komünist işi’
denip Marşal yardımıyla birlikte kamyon otobüs ithalatı hız kazanınca yol
gereksinimi doğmuş ‘o yıllar mühendislik eğitimi sanırım tam cevap
veremediğinden’ yol yapımında eski usule bağlı kalınmış; yani eşeklerin sırtına
bir direk bağlayıp eşeğin özellikle engebeli arazide sırığa çizdirdiği çizgi
yol güzergahı kabul edilmişti.
Bizim adam
eşeklerin yol mühendisliği yaptığını Başkale’nin Heretis köyünde öğretmenlik
yapan kardeşine ziyarete gittiği sırada ilk orada öğrenmişti. O köyde Mahmut
Ağa vardı. Ertuş Aşiretinin Türkiye’deki kalanlarının aşiret reisiymiş. Heretis
köyü de o aşiretin başkenti gibi bir şeymiş.
O sıra
öğrenmişti bizimki bunları. Kardeşiyle Mamut ağanın ziyaretine gittiğinde
Mahmut Ağa anlatmıştı Menderes’e Van’da nasıl elini öptürdüğünü. “Bu geldiğiniz
yolu o zamanlar ben açtırdım” demiş sonra gülerek “o zamanlar mühendiz mi var?
Yolu eşeklere çizdirirlerdi. Mübarek hayvan nedense hep kuzeye bakan sırtta
gitmiş. O yüzden bizim yollar kar yağdı mı kapanır” diye açıklamıştı. O
yıllarda asfalt yol yok gibi bir şeydi. Örneğin Erzurum’dan Van’a giden yol yer
yer ‘şose’ denilen kara yoluydu. Van Hakkari arsı hepten ‘şoseydi’. O yıllar
böyle gidişli gelişli yolda yok gibi bir şeydi. Şimdi gittikleri yol da o
yıllar ‘şoseydi’. Köylüler ‘şose’ diyemez ‘süse’ derdi. Ama o ‘şose’ yol da
ancak büyük şehirler arasında olur, ‘şoseye çıktın mı?’ medeniyete kavuşmuş
gibi olurdun.
Nereden
nereye? Bin dokuz yüz yetmişlerin başında yaşadığı bir anekdot bizimkinin aklından
neler geçiyordu neler. Sanırım bu da insan beyninin gücünü kapasitesini
gösteriyor. En mükemmel bilgisayarları yapıp en mükemmel programları yükle; ama
onlar yine bazen basit bir insan beynin yanında pek ala aciz kalabilir. Bizimki
bir şey olunca “internete bak” diyen veya “bu projeyi bilgisayar çözdü” diye
şişinen oldu mu?´oldu mu çok kızar insan beyninin mükemmelliğini savunur hep.
Şimdi de
aklından benzeri düşünceler geçerken otobüs Çukur köyünün ‘şimdi adı
Cankurtaran olmuş’ altından tırmanmaya devam ediyordu. Cankurtaran’ı bilen
bilir. Gerçekten Denizli’nin sıcağından çıktın mı? ‘hem araçlar için, hem de
insanlar için’ tam bir cankurtarandır buranın serinliği.
‘Arabaların’
dediğime şaşırmayın. Yirmi beş kilometrede sekiz yüz metre tırmanan arabanın
‘hele eski şose denilen karayolundan çıkıp geldi mi?’ motorunu ısınmaması olası
mı? Şimdi yine iyi… Yollar yağ gibi asfalt. Daha rahat çıkıyorlar. Ama sanırım
onların da mutlaka motoru hararet yapıyordur. Neyse bizim adam sıkış depiş
kıçını zor tutturduğu yerde tutunmaya çalışırken aklı geçmişe kaydı. O yıllarda
otobüsler şose veya süse denilen toprak yoldan veya seçim asfaltı dökülmüş yer
çukurlaşmış dar yollardan inil inil bu rampaya tırmanırdı.
Bizimki aklı
eskilerdeyken otobüsün tırmandığı rampada hemen solda ilk cankurtaran istasyon
gözüktü. Tabi sağı solu; özellikle tepeler ‘Törkiş mimari’ görgüsüzlük abidesi
doğayla hiç uyumu olmayan zengin evleriyle dolu. Onlarda oturanlar veya çevrede
insanla bunlara ‘villa’ diyorlar.
‘Villa’
sözcüğü eski Roma’da zengin toprak sahiplerinin kırsal alanda yaptıkları konut
olarak bilinir. Bugün ise şehrin dışında bahçeli bir veya iki katlı gösterişli
yapılara ‘villa’ deniyor. Ancak burada ‘villa’ denen yapılar öyle bahçeli falan
değil. Üst üste yapış yapış görünümlü betonarme binalar.
Görgüsüzlük
burada başlıyor. Çünkü zenginlerin kırsal alanda yaptıkları bir veya ili katlı
binalar genelde kargir yapılardır ve yemyeşil doğanın sanki bir parçası
gibidirler. Yapıların üzerindeki renkler seçilirken bile doğayla uyumuna dikkat
edilir. Daha doğrusu öyle olması gerekir. Ama burada tepelere ‘yığıl yığıl bok
üstü görünümlü’ yapılan ‘villa’ niyetine binalar ancak gözü yoruyor. Doğayla
haşır neşir doğa aşığı biri için anca ‘ne bunlar böyle?’ diye irkilti uyandıran
görüntüler. Zaten sahipleri de kooperatif usulü yapılan yapılara taksitle giren
orta gelir sahibi guruplar oluyor.
Bizimki
bunlara bakarken aklına daha önce gördüğü örnekler geliyor; içinden ‘bunlar
burada huzur falan bulmaz. Sanırım birbiriyle didişip, çekişmekten helak
oluyorlardır’ diye geçirdi.
Belki öyle
değildirler. Hepsi belki buralarda mutluluktan uçuşuyorlardır. Ama ne yapalım
bizim adam ‘çokbilmiş az da ukala olunca’ böyle her şeye kendince bir kulp
takar. Bu nedenle aklından yazdığım benzer düşünceler geçtiğini düşündüm.
Neyse ‘bizim
adam ne düşünürse düşünsün’ gördükleri üzerine aklından düşünceler uçuşurken
otobüs bu mola yerini pas geçip yoluna devam etti. Bizimki içinden “bu otobüs nerede duracak acaba?” diye geçiriyor gibi geldi. Çünkü davranışlarından ‘kıçı
kaydıkça yerinde durması için uğraşırken gerilen bacaklarına kramp girmiş, mola
yerinde aşağı inip ayaklarını ve kıçını dinlendirmek istiyor’ gibi geldi.
Sanırım sol
elindeki baston da bastır bastıra bileğini acıtmıştı. Çünkü arada bir elinde baston olduğu halde bileğini sağa sola hareket ettiriyordu. Bu sırada da bir
önündeki basamakta keyifle oturan dayıya “dayı bir yer değişsek” demeyi
düşünüyor sonra içinden “mola yerine kadar dayanayım. Orada dinlenirim. Sonra
yolda inen olur nasıl olsa onun yerine ‘rap rahat’ otururum” diye geçirdi. Gözü
sağa kaymıştı.
Sağda
aşağıda Çukur Köy’ünün eski evleri gözüküyordu. Ama onlar azalmıştı. Aralarında
yeni ‘Alamancı işi’ evler gözüküyordu. Onlara bakarken eskiden aralarında
otobüsün döne döne inip, çıktığı yolun sağında solundaki yemyeşil bahçelerin
yok olduğu düşüncesi aklına düşünce içi ‘cız’ etti.
Gerçekten
otantik hiçbir değerimizi koruyamadık. Köylerimizde kasabalarımızda her biri
onlarca yüzlerce yıl geçmişten bize selam getiren asırlık ağaçlarımızı, yem yeşil
bahçelerimizi bağlarımızı bir işgalci hoyratlığıyla tarumar ettik.
Bizim adamın
kasabasının altında dillere destan, gören gözlere ziyafet manzaralı gölün hemen
kıyısında yükselen İskender’in Anadolu seferinin izlerini taşıyan kayalık
tepenin altındaki köyün adını taşıyan bağlar vardı. ‘Kayadibi bağları’. Onlar
da hoyratça tarumar edilmiş şimdi sadece ismi kalmıştı. Yine kasabanın hemen
doğusunda ‘bağ köy’ diye bilinen üzüm bağları ve güllükler vardı. Onların da
yerinde yeller esiyordu.
Çukur
köy’ünün eski ev görüntülerine bakarken oradaki bağlar aklına gelince sanırım yüreği
‘cız’ eden bizim adam kasabasındaki Kayadibi bağlarının, Bağ köyün kasabanın
içindeki ulu kavağın akıbetinin de aynı olduğunu hatırlayınca içine temelli
sıkıntı basmıştı. O sıkıntıyla arabanın mola yapması için sabırsızlanır gibi
sağına soluna ilgisiz bakış attı. Otobüs bizim adamın aklından geçenleri hiç
umursamadan inil inil sağında solunda mola yerlerini pas geçip yoluna devam
ediyordu.
Adam içinden
muavine ‘nerede mola vereceğiz?’ diye sormayı geçirdi; üşendi. ‘Nerede verirse
verir; sen de az sabırlı ol’ diye kendine fırça atıp kayan kıçını yerine
yerleştirdi ve bakınmaya devam etti. Gözü arada bir arabanın içindeki yolculara
kayıyordu.
Arada
dikilenleri düşündü. İçinden ‘onların durumu daha zor… Sen haline şükret’ diye
geçirirken ‘ama onlar sağlam. Ben olsam ben de hiç tınmadan beklerdim ayakta’
diye kendine açıklama yapıyordu. Gerçekten adamın gençliği ‘şöyle böyle değil’
çok hareketli, bir o kadar da zorluklar içinde geçmişti.
O
yolculuklar ‘Otobüsle olmadı kamyon kasalarında, olmadı traktörle, olmadı
taksi, sıkış depiş dolmuşlarla daha olmadı atla veya yayan’ çoğu kişinin gidip
görmediği, gitmekten ürküntü duyacağı diyarlarda; her biri ayrı nitelikteki
yolculuklar’ çok kolay geçmemişti. Ama o sıralar bizim adam gençti. Kilosu da
hafif olunca kolay bile olmuştu. Hemen her yere sığışırdı.
Hele
trenlerle yaptığı yolculuklar. Trenlerin ‘kara tren, motorlu tren’ ovalardan
dağların arasından tünellerden geçerken attığı çığlığın dili olmalı da
söylemeli. Söylemeli bu sosur somurtkan adamın hiç dillendiremediği yüreğinde,
beyninde sönmeyen bir köze dönmüş; ancak kara toprağın serinliğinde dinginliğe
kavuşacak aşkını sevdasını Onun yerine dağlara taşlara bilcümle canlıya nasıl
haykırdığını.
Bizimkinin
bu yolculuklar sırasında tren çığlıklarına karışan duygularına tercüman olmaya kalksak
bu iki saatlik hiç yolculuğa sığmaz. Onun için ‘belki ilerde denk düşer elimiz
varırsa bir yerlere sıkıştıracağımız’ bu anıları şöyle bir değinip geçtik. Çünkü
otobüsün içinde ayakta gidenlere bakarken onun aklından bunlar geçiyordu.
Bu sırada gözü
koltuklarında oturanlara kaydı. Sanki hemen herkes uyuyor gibi geldi. Arabanın
içindeki sessizlik öyle düşünmesini sağladı. Solundaki şişman bayana baktı. O
da boynu önüne düşmüş uyukluyordu. Solundaki esmer bayan ise camdan dışarı
izliyordu. Adam içinden o esmer kadın için “aklından kim bilir neler
geçiyordur?’ diye geçirdi.
Herkesin hiç
olmayacak hayali vardır her halde. Çocuklar izledikleri çizgi film
kahramanlarıyla özdeşleştirirler kendilerini. Geçmişte sinemaları olduğu için
biliyordu. Filmleri izleyenler kendilerini özellikle başrol oyuncularıyla
özdeşleştirirdi. En çok benzemek istedikleri de Yılmaz güney, Cüneyt Arkın
olurdu. Tabi sevgilisi; daha doğrusu sevdiği bir kız olan gençler de Ediz Hun
Kartal Tibet gibi jönlere öykünürdü.
Bizim adamın
fantezisi hiç olmayacak olandı. O sinek olmak isterdi. Sinek olup her yere
girip çıkmak, kim nerede ne konuşuyor bunu öğrenmek isterdi. Bir de beyin
böceği olup herkesin aklından geçenleri öğrenmek. Eşşek kadar adam oldu arada
bir hala “ah herkesin beynine giren bir böcek olsam” diye geçirirdi. Bu sıra en
çok istediği de kızlarıyla konuşurken telefon hattının içinde akıp gidip aniden
onların karşısına çıkmak, sonra doya doya öpmekti onları. ‘Kim bilir’ belki
insanın beyninin telepati gücü bunu sağlar diye düşünür; onun şimdi olmasını
isterdi.
Herkesin
içinde geçmeyen bir çocukluk özlemleri gibi bizimkinin de ‘ne kadar komik, uçuk
olursa olsun’ özlemleri buydu.
Adamın aklı
böyle gelip giderken otobüs eskiden ilk cankurtaran yeri olan mola yerini de
geçiyordu. Bu mola yerinin ‘bu yollara düşen ilk otobüs ve kamyonlardan bu yana’
gürül gürül akan çeşmesi, serinliğine doyum olmayan yemyeşil ağaçların
doldurduğu bahçesi vardı. ‘Sanırım o gürül gürül akan çeşme şimdi yok.’ Burada
kebap da satılırdı. Özellikle kamyoncular içindi bu kebap lokantası. Çünkü on
onbeş dakikalık molalarda kebap yiyen pek olmaz, yolcuların çoğu bu buz gibi
gürül gürül akan çeşmenin suyunu yüzlerine çarpa çarpa serinler; sonra
avuçlarını oluk yapıp kana kana içerlerdi o buz gibi sulardan.
Bizimki
yaptığı yolculuklarda bu mola yerlerinde yemek yemeyi çok severdi. Hele kamyon
yolculuklarındaki molalara bayılırdı. Kamyon mola yerleri çok salaş gözükür.
Ama etin en güzeli, domatesin biberin en tazesi, organiği oralardadır. Bir kere
her mola yerinde mutlaka fırın vardır. Orada kebap pide ekmek pişirilirdi.
Otostopla
yaptığı yolculuklarda kamyonları çok tercih ederdi. Pozantı rampalarında mola
yerlerinde çok kebap yemişti. Hele Pozantı’ya sararken Torosların eteğindeki şeker
pınarı denen yerin güzelliğine doyamazdı. Aşağıda gürül gürül derenin serinliği,
üzerinde tarihi kemeri hemen yanı başında yükselen Toros dağlarının güzelliğine
paha biçilmezdi.
Bizimki
orada her mola verildiğinde veya kamyonlarla yolculukta Toros eteklerinde salaş
mola yerlerinde nefis kebaptan yerken yukarı dağlara bakar ‘sanki’ oralarda
İnce Memed’in ala geyiklerin izlerini arar, onlar oradaymış ve sanki
görecekmiş gibi bakınırdı
Oralarda da
çok anısı vardı. Bizimki eskinin bu ilk cankurtaranını gördüğü sırada aklından
bunlar geçerken otobüsün yola devam etmesi üzerine içinden ‘her halde mola yok.
Ne yapalım? Ben de yolda inecek biri oluncaya kadar beklerim’ diye geçirdi.
Bu sırada
muavin kola servisine hazırlanıyordu. Yine zor zahmet dolaptan bir kola şişesi
çıkardı. Kapağını fıslatıp açtı. Su dağıttığı sırada müşterilere verdiği
plastik bardakları almamış, geri vermek isteyene de “dursun lazım olacak”
demişti. Eline yine de yedek birkaç bardak alıp kola dağıtmaya başladı. Yine
arkadan başlamıştı. Bizimkine gözüyle ‘kola ister misin?’ diye sordu. O gözüyle
‘hayır istemem’ deyince onun sağındaki dipte olan zayıf genç bardağını uzatıp
kola doldurttu. Onun yanındaki bizim adamın hemen solundaki gestapo bakışlı
adam sertçe “istemez” dedi. Muavin “istemezsen canıma minnet” deyip bizimkinin
solundakilere kola isteyip istemediklerini soruyordu.
Bizim adam sağındaki gestapo kılıklının muavinin
sözüne alınacağını düşünmüştü. Ama o hiç oralı olmadan ‘nereye bakıyor? Ne
görüyorsa’ gözünü kırpmadan gözünü karşıya dikmiş bakıyordu.
Bu sırada
solundaki gençlere kola veren muavin adamın hemen önünde yanda oturan ve
uyuklayan şişman kadının önünde eğilip baktı. Sonra doğruldu bizim adama
gülümseyerek “bu uyuyor uyandırmayayım” dedikten sonra yanındaki bayana sordu.
O da kola istemediğini eliyle işaret ederek gösterdi. Muavin arada ilerleyerek
kola dağıtımına devam etti.
Bizim adamın
da gözü sağ ve solda camlardan dışarıdaydı. Her iki yanda yemyeşil çamlar
insanın içini açıyor.
Yanındaki
köylü solundaki iki gence bilgi veriyor. Sanırım onlar ya yabancı veya bu
yoldan az gidip gelmişler veya öylesine ‘gözleri ellerindeki telefonlarda’ köylünün
verdiği bilgileri dinler gibi arada bir onay veriyorlar. Köylü kenarda yamaçta
yeşeren sıralı çamları işaret edip “bunları ormancıla dikmiş. Şo ilerde tek tük
filizler var ya. Onla çamın dökülen tohomundan kendiliğinden çıkanla…
Mübarekle; misal bu çamın tohomu gayanın üstünde düşse. Ordan bi çatlak bulur
kök sala. Yanim insanla heç ellimise belki burla daha bi başka güzel olurdu
deyon ben misal” diye gençlere bilgi veriyordu.
Bizim çokbilmiş
adam içinden “işte köylü bir cümleyle kendiliğinden doğayı korumanın ne kadar
gerekli olduğunu, insanlar olmasa; daha doğrusu doğayı tahrip etmese doğal
dokunun bozulmayacağını, mevsimlerin değişmeyeceğini ve her kış aynı oranda
kar, her mevsim aynı oranda yağmur yağacağını ne güzel anlattı. Tabi anlamasını
bilene diye” geçirdi.
Gözünün
kuyruğuyla gençlere baktı. Onların ellerindeki telefona dürtünürken onlara
bilgi vermeye çalışan köylüye ‘anlat anlat dayı heyecanlı oluyor’ der gibi
davrandığını gördü. Sinirlendi. Onlara “bırakın o aletleri de bak arkadaşı
dinleyin. Size ne güzel bilgiler veriyor” dememek için kendini zor tuttu. Sağa
sola camdan dışarı bakınmaya devam etti. Ama kulağı köylüdeydi.
‘Sanırım can
sıkıntısıyla’ gençlerin kendini dinleyip dinlemediğini umursadan konuşmaya
devam eden köylü konuşmasının bir yerinde ‘neden gerekli gördüyse?’ “ben
Güneyliyin. Orda incen” dedi. Bu sırada kola seferinden dönen muavine Güneyli
olduğunu tekrar edip “arıba Güney’de yokarı çıkamı?” diye sordu.
Boyu nerdeyse
iki metreyi bulan muavin ‘arabanın tavanı kafasına çarpmasın diye sakınırken’
“yok dayı. Biz aşşadan geçeriz” dedi.
Köylü “yav
benim ev de köyün en yukarısındaydı. Nedem. Çaresiz yörürüz” derken bizim adam
köylünün Güneyli olmasına sevincini zor gizliyordu.
Nasıl
sevinmesin ki? Güney’e varınca kıçını tutturmak için gerinmekten kurtulacaktı.
Sonra o yeri başkasının kapma şansı da yoktu. Çünkü köylü inince kıçını en
geriye koydu mu tamam. Başkası gelse de ona da ancak kendinin olduğu gibi yarım
kıçlık yer düşerdi ancak. Bizim adam bu sevinçle yorgunluğunu falan unuttu.
Gençlere kızgınlığı bile geçti; aklından gezinmeye başladı.
Muavinin
boyunun iki metreye yaklaştığını fark edişini düşündü. Muavin sevimli biriydi.
Onun için sevimliliği sırık gibi oluşunu gizlemişti. Bu aklına gelince içinden
“gerçekten öyle… İnsan davranışları onun varsa kusuru veya göze batan yeri onu
pek ala gizleyebiliyor. Misal şu muavin... Sevimsiz biri olsa sırık gibi oluşu
insanın sinirine dokunur. Ama ben kafasının tavana çarpmaması için sakındığını
fark etmesem onun sırık gibi boyunu hiç fark etmemiştim” diye geçirdi.
‘sizce
de gerçekten öyle değil midir?’ Misal; çok çirkin bir kişi tatlı diliyle
çirkinliğini pek ala gizleyebilir. Çok güzel biri de pıtırak gibi kötü diliyle
battıkça o güzel görünümü tel tel dökülür.
Bizim adamın
anneannesi vardı o anlatmıştı… Anneannesi polis olan küçük oğlunun yanında
kalmıştı bir süre. Oğlunun ev sahibi dolmuşçuymuş. Çok çirkin de bir karısı
varmış; ama karı koca şeker gibi ‘gülüm balım’ pek mutluymuş. Anneannesinin de
bu durum dikkatini çekmiş. ‘Yörük olduğu için lafını da pek esirgemez,
soracağını pattadak sorar, söylerdi’ Kadının kocasına “a oğlum sen bu karının
nesini beğeniyorsun. Baksana şuna maymun gibi bir şey?” deyince karı koca
basmış kahkahayı.
Adam
“anacığım, onun dili var ya dili. O dil benim yaşamımı cennete çeviriyor”
demiş. Kadın da anneannesinin söylediğine hiç alınmadan onun boynuna sarılmış
“kurban olayım sana. Benim merakımı sen giderdin. Ben ‘benim adamın sevgisi
yalandan mı’ diye arada bir işkilleniyordum” demiş. Kadının bu sözüne üçü de
gülüşmüş. Anneannesi pot kırdığını düşünüp “ben yalandan öyle dedim benim güzel
kızım. Kocan senin gibi bir meleği bulduğu için çok şanslı” diye düzeltmeye
çalışmış.
Oradan
gelince bunları anlatmış “ben kadın bana kızdı diye düşünmüştüm. Kadının
dilinin güzelliği içini öyle aydınlatmış ki. Sonraki davranışlarıyla da benim
laftan hiç alınmadığını, aksine kocasının kendi hakkında söylediklerine sebep
olduğum için çok memnun kaldığını göstermişti” dedikten sonra “işte oğlum. Hayat
böyle bir şey… Cennet de cehennem de insanın dilinin ucunda. Mal mülk hepsi
hikaye… Tatlı dilli bir karın, kızın eşin dostun var mı? İşte o zaman dünyanın
en mutlu sensin. Eğer karın dahil çevrendekilerin hepsi acı biber dilliyse
‘varlığın ne olursa olsun’ ölmeden cehennemi yaşarsın” demiş her gün namazında
niyazında olduğu halde “öte dünyayı bilmem; ama bu dünyada çevresine cenneti de
cehennemi de yaşatan insanın kendisidir. Öte yanda ne olacanı anca Allah bilir” diye lafını
tamamlamıştı.
Nereden nereye?
Bizim ki gel-git akıllı olduğu için birden muavinin boyundan geçmişe gidip
gelmişti.
Muavin
içinde az bir şey kalmış kolayı bir bardağa döktü. Onu içerken bizimkine
gülümsüyordu. Sanki onun içinden kendiyle ilgili geçenleri anlamış gibiydi. Bizimki
muavinin gülümsemesinden böyle bir anlam çıkardı. Güney sonrası raprahat
oturacağı düşüncesinin verdiği keyifle bakınmaya devam etti.
Araba son
rampayı çıkıyordu. Soldaki yamaçların Honaz dağının etekleri olduğunu düşündü.
Eğilip baktı. Görünen sadece çamlı yamaçtı.
İçinden
Tavas kavşağını geçtikten sonra Honaz dağı görünmeye başlar diye geçirdi.
Sağına baktı. Aşağıda dağlar tepeler, yamaçlar arada yeşil küçük ovalar arada
bir gözüküp geçiyordu.
Bu yolculuğu
yapanlardan gören gözle bakanlar bilir. Dört yüz elli metre yükseklikten
başlayan yolculuğun başında önünde, sağında solunda görünen dağlar tepeler bir
süre sonra yükseklik heybetini kaybedip aşağılarda toturlaşmış bitki görünümüne
bürünür.
Bunun en iyi
gözlenmesi uçakla olur. Uçak yükseldikçe dağlar tepeler küçülür aşağılarda
oyuncak Legoları andırmaya başlar. Ovalar dağlar birbirine karışır. Yollar
incelir haritadaki görünümü alır. Yollarda seyir halindeki araçlar da giderek
noktaya dönüşür sonradan her şey seyirlik bir tabloya döner.
İşte bu
yolda da en fazla kırk dakikayı bulan bir süre sonunda bin iki yüz metreye
tırmanmaya başlayınca da benzer görüntüler daha belirgin oluşmaya başlamıştı. Rampanın
en sonunda otobüs zirveye çıktı. Artık sağında yakında yükselti kalmamıştı. Ama
soldaki yamaçların yüksekliği azalsa da hala vardı.
Otobüs
soldaki son mola yerini de pas geçip Tavas kavşağına doğru hızlanınca bizimki
içinden “ilçeye varıncaya kadar mola yok” diye geçirdi. Az önce muavinin
dağıttığı sudan içmediğine pişman olmuştu; ama içinden “bu halde nasıl içerdim
ki?” diye geçirdi.
Gerçekten
durumu çok acıklıydı. Nefes probleminin yanı sıra kıytırık oturağa ilişmiş kıçı
onu yerinde tutacağım diye gerilmiş bacaklar ve bastona basmaktan ağrıyan bilekle
hali çok perişandı; ‘ama yine burnundan
kıl aldırmaz bakışlarla’ etrafı seyretmeye devam etti.
Sağda kırlık
başlamış. Uzakta tepelerin yükseltisinin kelleştiği görülüyordu. Araba Tavas
kavşağına yakınlaşınca sağda durdu.
Yere atlayan
muavin aşağıda “yer var mı?” diye soran iki kişiye nereye gideceklerini sordu.
Onlar da “Yeşilova” deyince “ayakta gidecekseniz yer var” dedi. Son araba
olduğu için onlar da çaresiz arka kapının basamağında oturan dayının yanında
geçip arada ayakta yolculuların yanında sıraya geçti. Bu sırada muavin “devam
et” derken otobüs çoktan yürümüştü. Kapıya asılı muavin içeri girdi basamakta
oturan dayının yanından su dolabının yanındaki yerini aldı.
Bizimki de
içinden “bravo. Her binene yer buluyor” derken aklından şehir içi çalışan
belediye otobüsleri gelince gülümsedi. Onun gülümsediğini gören muavin “ne
güldün dayı?” deyince gülümseyerek “senin maharetine güldüm. İyi
sığıştırıyorsun milleti” dedi.
Muavin “ee
dayı bizim mazifemiz bu. Gidicen deyene bir yer bulcez, misal” derken onu
gösterdi. Yani “sana oturacak yer bulduğum gibi” demek istiyordu. Bizimki de
gülümseyerek “anladım, sağ ol” dedi ve etrafı gözlemeye devam etti.
Aklı Tavas
kavşağında daha doğrusu oradaki tabelada kalmıştı. Tabela sağı gösteren
bilindik yol tabelasıydı. Üzerinde Tavas - Afrodisias ve Kale yazıyordu. Aklı
oradaki Afrodisias’a takılmıştı. Anadolu’nun en büyük zenginliği ekonomik
değeri olan maden vb. şeylerden de önde üzerinde taşıdığı geçmiş tarihin
izleridir. Çünkü Anadolu toprakları son buluntularla birlikte insanlık
tarihinin MÖ sindeki binlerce yıl öncesine tanıklık etmektedir.
Burdur
Hacılarda bulunan bir kafatasının otuz bin yaşında olduğu ve İngilizlerin
atalarından olduğu bilinir. Ayrıca binlerce yıl öncesinin ismini taşıyan eski
yerleşim yerleri Anadolu’nun her tarafından adeta fışkırır. Ama maalesef
üzerinde yaşayan insanlar bu tarihin bırakıtlarının değerini yeterince
kavrayamadığı için bu tarihi bırakıtlar tarihi eserler ‘özellikle yabancılar
tarafından’ adeta talan edilmiş; yerleşim yerleri de adeta ‘Efes Harabeleri
dendiği gibi’ harabeye dönüşmüştür.
İşte
Afrodisias da MÖ önce Afrodit adına yapılan kentlerden en önemlilerinden ‘belki
en önemlisi’ olduğu halde tesadüfen tanınmış fotoğraf sanatçısı Ara Güler
tarafından bulunmuş onun gayretleri ve tüm kariyerini oraya bağlayan Kenan
Kerim sayesinde gün yüzüne çıkmış.
Bizimkinin
aklına bunlar; Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın ‘namı diğer Halikarnas Balıkçısının’ Anadolu’nun
tarihi mirası üzerine yazdıkları geldi. Son yıllarda artan yazlıkçılık
nedeniyle akın akın Anadolu’nun dört bir tarafına giden yazlıkçıların büyük
çoğunluğunun o yazlığa gittiği yerlerdeki tarihi hiç merak etmediği aklına
gelince içi acıdı. ‘Yaşadığı yerlerinin tarihini, daha doğrusu geçmiş tarihini
hiç merak etmeyen bir toplumun nasıl geleceği olurdu ki?’
İçinden “keşke
yazlığa gidenler oralara gitmeden önce o yerlerin tarihini merak edip öğrense
de tatile çıksa. Belki bu şekilde bilgilenmenin verdiği zevkle gezdiği yerlerde
insanlar daha mutlu olunca bilgiye bilgilenmeye ilgisi artar. Belki bu şekilde
toplumsal aydınlanma gelişir” diye geçiriyordu.
Bunlar
aklındayken otobüs Tavas kavşağını geçiyordu. Bu sırada yolun sağında solunda
tepeler artık kelleşmeye başlamıştı. İçinden “Kazık Beline girdik” dedi…
Bilen bilir
burası dağların arasında bir geçittir. Eskiden eşeklerin yol mühendisliğinin
ürünü şose zamanı ve sonraki ip gibi asfaltlanmış zamanlarda da yol derenin
kenarından kıvrılarak giderdi. Çok eskilerden bu yol keçi yolu gibi patikaymış.
Tabi ulaşım da at, eşek ve at arabasıyla olmadı yayan yapılırmış. O zamanlarda
özellikle gece yamaçlara gizlenmiş eli silahlı kişiler yolcuları soyarmış. Ta o
zamanlardan “Kazık beli eşkiyası” sözcüğü kalmış. Bizimkinin hatırladığı yakın
zamana kadar alış verilerde birileri birilerine alışverişte aldattı mı? Aldanan
“yav bunla gazık beli eşkiyası olmuş” derdi. Yani bu Kazık Beli soygunları eski
zamanlarda çok yaşanmış. O yıllarda yolcuların çoğu akşama kalınca bu bele
girmeye çekinir Kızılhisar’ın Denizli çıkışında meşhur ‘Çaylının Hanı’ varmış.
O handa eyleşir, Denizli tarafından gelenler de Cankurtaran’da veya eski Çukur
köyünde köy konağında eyleşirmiş. Tabi bunlara davar havya sürü sahipleri de
dahil.
Yukarıda
‘Kızılhisar’ dedim. O yerin adı toprağının kızıllığından gelirdi. Ancak ‘kızıl’
sanırım komünizmi çağrıştırdığı için 1987 yılında ilçe olduğu sırada adı Serinhisar
olarak değiştirilmiş. Bizim adam bu yer isimlerinin değişikliğine öteden beri
karşıdır. Bir yerin adının değişmesi ona göre o yerde oturanların geçmişe bağlı
belleğine çok zarar verir.
Bunu da en
iyi kırsal kesimde yaşayanlar bilir. Çünkü onların kendi yerlerinin adı dışında
‘yaşamlarında yer eden’ çevredeki her yerin kendi isimlendirdikleri adı vardır.
Bunlar özellikle kırsal kesim insanları için çok önemlidir. O isimler, adlar
onların yaşamında folklorik veya kültürel bir değer taşır.
Örneğin
‘Kızılhisar ırbığı’ diye bilinen ‘ümzüklü’ veya ‘ümzüksüz’ kırmızı su testisi
yalnız Kızılhisar’da değil oradan belki Aydın- İzmir’e veya Burdur, Isparta,
Antalya’ya kadar hatta ‘Kızılhisar insanı pazarcı olduğu için’ onun da ötesinde
yörelerde de bilinir. O testileri kullananlar bilir; özellikle buzdolabı
olmadığı yıllarda balkonda veya pencerede veya tarlada ekin yığının veya
oradaki ağacın gölgesine konmuş o kırmızı testinin buz gibi suyunu içmeye doyum
olmaz. Testideki suyu bardağa koymadan olduğu gibi ağzından içmeye de
“gavallama” denir. Bizimkinin aklına Kızılhisar testisinin buz gibi suyu
gelince susuzluğu daha artmıştı; kuruyan dudaklarını ıslatmak için ağzını
şapırdattı.
Muavin onun
ağzını şapırdattığını görünce “susadıysan su vereyim abi” dedi. Bizim adam
ellerini işaret edip “yerimde zor duruyorum. Su içmem çok zor, dayanırım”
deyince muavin “ben yardım edeyim” dedikten sonra “dayan ya zaten ileride mola
vercez” dedi.
Bizim adam
“mola yerlerini geçtik ya” dedi. Muavin “yok abi. Şimdi molayı az ilerde
veriyoruz” deyince bizimki ‘az ileride yere inip gerilen bacaklarını
dinlendireceğinin sevinciyle rahatlayıp’ “tamam abim dayanayım oraya kadar”
dedi; ama o ilerinin neresi olacağını çok merak etmişti. Çünkü görünürde öyle
mola yeri falan yoktu. Düşündü; bu yoldan daha yeni geçmiş, muavinin tarif
ettiği yerlerde öyle mola yeri falan görmemişti.
İçinden
“muavin benle dalga geçti” diye geçirip muavine “sen mola diye gerçek dedin
değil mi?” diye sordu. Muavin ‘gayet ciddi’ tabi “abi az ilerde mola vercez”
deyince ‘mecbur’ muavine inanıp sevindi. Bu sırada otobüs gidiyordu. Az sonra
solda Honaz dağı bütün heybetiyle gözüktü.
Honaz dağı
‘bilen bilir’ 2570 m yüksekliğiyle Ege’nin en yüksek dağıdır… Başta karşısına
düşen Çökelez dağı olmak üzere çevredeki bütün dağlara tepeden bakar. Yükseklik
arttıkça değişen bitki örtüsü nedeniyle iki bin metreden sonra dağ karşıdan ‘kel’
boz bir görüntü alır. En tepesinde bir askeri üs olduğu biliniyor. Bu üssün
ışıkları bulutsuz gecelerde çok uzaklardan görülebilir.
Honaz dağı
aynı zamanda milli parklar statüsündedir. Üzerinde çok eski yıllara ait yerleşim
yerlerinin kalıntısı vardır. Bu heybetli dağa bakan bizim adamın aklından
bunlar geçiyordu. Çünkü oldum olası dağlara merakı çoktur. Okuduğu kitaplarda
roman kahramanlarıyla adeta özdeşleşir ve gezinirdi o dağlarda.
Çukurova
yolculuğunda Şeker pınarındaki mola yerinden gözüken Torosların doruklarına
bakınırken oralarda İnce Memedi düşlemesi bundandı. Çok gençken gittiği Bingöl
dağlarının yamaçlarında atla gezinirken de aklında hep okuduğu roman
kahramanları vardı. Onlar aklında olduğu için belki; korkmadan gezinmişti o hiç
bilemediği yerlerde.
Şimdi de
Honaz dağına bakarken de aklına gelenler de çok farklı değildi. O sırada
özelikle Aydın dağlarında efsaneleşen efeleri düşünürken aklına Tavas zeybeği
takıldı. Tavas zeybeğinin bir hikayesi vardır. Burada yeri olmadığı için pas
geçtik. Ama Tavas’ın eski adının Yarangüme olduğunu çoğu kişi bilmez. Tavas
zeybeği türküsü de ‘Gar mı düşmüş Yarangümen’in dağına efem” diye başlayan bir
oyun havasıdır. Değişik figürleri vardır. Zaten geçmişte özellikle Osmanlının idare
hakimiyetinin zayıfladığı 1700-1800 yıllarında Aydın dağlarından başlayıp bu
yörenin bir çok yerinde haksızlığa ağa bey zulmüne karşı silahını kapıp dağa
çıkan çok kişi olmuş.
Bunların en
iyi silah kullanan en zeki olanlarının efeliğinde zeybekler olurmuş. Bunlar
dağda boş zamanlarında ‘yani çatışma, takip korkusu olmadığı veya bir yere
baskına gitmedikleri zamanlarda’ içlerinden iyi saz çalanların çalıp söylediği
türkülerden oyunlar çıkarıp oynarmış. Bunlara zeybek oyunları derler. İçlerinde
en namlıları Harmandalı, Sarı Zeybek, Aydın Zeybeği ve Tavas Zeybeğidir.
Bu efelerin
içinde de en namlısı Çakırcalı Mehmet Efedir. Bu efe Osmanlıyı az
uğraştırmamış; ama sonunda Osmanlıya yenilmiş tabi. Efsanesinde ‘Çakırcalı
öldürüldü’ demesinler diye baş kızanına ‘efenin zeybeklerine kızan denir’ “vurulunca
kafa derimi yüz de Osmanlı Çakırcalıyı öldürttüm diye övünmesin” demiş. Efsanede
baş zeybeğin ‘efenin talimat verdiği şekilde’ başının derisini yüzdüğünü, efenin
teşhisinin ‘teşhis için çıplak cenazesi gösterilen’ eşinin efenin belindeki
siyah beni görünce ağlaması üzerine yapıldığı ve Osmanlının böylece Çakırcalıyı
hakladığına inandığı yazılır.
Bunları en
iyi kitaplarında Yaşar Kemal anlatır. Kendi Çukurova’da yetiştiği halde kalemi
buralara kadar ulaşmıştır. Bizim adama göre en iyi anlatıcı Yaşar Kemal’dir. Bizimkinin
Tavas zeybeğinden yola çıkan aklı oralara Çakırcalıya, Atçalı Kel Mehmet’e
kadar uzanmıştı.
‘Nereden
nereye?’ demeyin. Çünkü bütün insanlar bir yerlere bakarken veya bir koku, bir
ses duyduğunda akılları gezintiye çıkar. Öyle değilse bile bizim adam öyle
düşünüyordu.
Bu
düşünceyle gözü otobüs içindeki yolculara kaydı. Örneğin şu solda cam kenarında
başını cama dayamış esmer kadın aklından mutlaka bir şeyler geçiyordu. Çünkü
arada bir dudağını oynatmasından bu anlaşılıyordu.
Bilmem
farkında mısınız? Değilse oturun yayaların sık geçtiği bir caddenin
kaldırımında bir iskemleye veya oturağa; izleyin. O sıra önünüzden yalnız geçen
hemen herkesin dudaklarının oynadığını ve mırıldandığını görürsünüz. Daha özlü deyimle ‘kendi kendiyle konuşarak’ yürüdüğünü
fark edersiniz.
Siz şimdi
“kendi kendine konuşana deli derler” diyeceksiniz. Peki siz kendi kendinize hiç
konuşmuyor musunuz? Sakın “hayır” demeyin. Dikkat edin siz de yalnız kalınca
kendi kendinize konuşursunuz. O zaman siz de delisiniz.
Ama böyle
dediğim için kızmayın. Keşke herkes biraz ‘deli’ olabilse… Bir bilseniz
‘onların öyle güzel esprili dünyası var ki?’
Böyle
düşünürken bizimkinin aklına akıl hastanesinde tedavi görmüş çevrede Osman
Kavak diye tanıdığı emekli sağlık memuru gelince gülümsedi. Muavin de
karşısında kendine gülümsüyor zannedip gülümseyince bizimki ‘sanki ona
gülümsüyormuş gibi’ hiç bozuntuya vermedi.
Neyse; işte
o akıl hastanesinde tedavi görmüş olan Osman Kavak bir gün bizim adamın olduğu
bir toplulukta kişisel spor üzerine sohbet sırasında “o dediğinizi ben yapamam”
demişti. Orada olanlardan biri “Niye abi, sen de yap sporu. Sizin köy müsait
nasıl olsa, git çayırda bol bol koş” deyince Osman Kavak “nası yapayım abem.
Şimdi dama çıkıp kültür fizik yapsam veya köy çayırında bi koşayım desem millet
hemen polise, hastaneye telefona sarılır Osman Kavak gine delirmiş deyi. İşin
yoğusa ‘yok arkıdeş ben spor yapıyodum’ deyi kendini savun. Bundan dolayı ben
spor falan yapamıyom. Böyle gebeş garınlı ölüp gidicen bi gün” demişti.
Bizim adam
bunu düşünürken ağzı biraz daha yayıldı. Muavin “abi bakıyom keyfin yerinde
valla” deyince bizim adam “aklıma mola yeri geldi de ona gülümsedim. Molaya
yaklaştık değil mi?” diye geçiştirdi. Gözünün kuyruğuyla sağındaki ‘gestapo’
bakışlı oturana baktı. O da gözünü karşıya dikmiş ‘ufka bakar gibi’ çok ciddi
karşıya bakıyordu.
Bizim adama
onu dürtüp “ne o çok ciddi bakıyorsun. Nereye bakıyorsan söyle de biz de
bakalım” demek geçti; ama adam öyle ciddiydi ki. Bizimki içinden kendine ‘oğlum
sakat halinle otur oturduğu yerde de başına iş alma’ diye kızdı ve ona bir şey
sormadı; ama muzipliği tutmuştu bir kere. Muavine gözüyle sağındaki adamı
işaret edip “üşüdüm valla çok soğuk” dedi.
Muavin
anlamıştı espriyi. Sağında oturana laf olsun diye “bizim oğlan sen nerde
incedin be?” dedi. Gestapo bakışlı adam “gelince sölerin ben sene” diye cevap
verince muavin “abu arkıdeş sen barut gibisin be” dedi. Yandaki ‘gestapo’ hiç
alınmamıştı. “Birez öyleyin” diye cevap verince muavin bizim adama ‘bu çatmaya gelmeyecek’
der gibi kaşıyla işaret etti.
Bizimki
adamın haline gülmemek için kendini zor tutuyordu; bu sırada karşıdan
Kızılhisar gözükünce aklı oraya kaydı. Onun burayla çocukluğundan kalma hoş bir
anısı vardı… Anası çocukken ona “biz seni Kızılhisar’da birinden aldık. Senin
anan baban Kızılhisarlı” demiş babası da anasına uyunca o da ‘çocuk tabi’
inanmış. O sıralar ne zaman Kızılhisar’dan geçse ‘şoför de babasının arkadaşı
olduğu için ona yapılan şakayı biliyor’ o sırada şoför veya babası veya anası “saklan
çabuk anan, baban aşağıda seni alacaklar” deyince bizimki oturakların arasına
saklanacağım deyince akla karayı seçerdi.
Şimdi ‘ne
zaman Kızılhisar’dan geçse’ o anıları aklına gelir. Gerçi o yıllar otobüs
Kızılhisar’ın ortasından geçen ince bir caddeden gelir geçerdi. Şimdi artık
buranın da ‘çevre yolu’ var. Kızılhisar halkı üretici, maharetli insanlar.
Kızıl toprağından yapılan su testisinin hikayesini anlattık. Ayrıca toprak
göveç, şarap testisi, irili ufaklı testiler imal ederlerdi. Tabi bunlar o
yıllar hep el emeği göz nurunun eseri. Ayrıca
urgan, sicim de örerlerdi. Hani ‘asılacaksan İngiliz sicimiyle asıl’ diye
İngiliz siciminin sağlamlığını anlata bir deyim vardır ya; Kızılhisar sicimi
İngiliz sicimine dokuz çeker. Onlar hep elle örülürdü. Otobüs Kızılhisar’ın
içinden o ince caddeden geçerken görürdünüz; evin önündeki ince kaldırıma
tezgah konur ‘genelde yaşlı erkekler’ elinde kenevirin ucu kaldırım boyunca
gider gelir o sıra tezgahtaki makarayı çeviren kadın da urgan veya sicimin sıkı
olmasına dikkat ederdi. Tabi kaldırımlar urgan, sicim dokuyan aileler
tarafından işgal edilince özellikle erkekler yolda yürürler. Bazıları da o dar
yolda yol gezisine çıkardı. O sırada yoldan geçecek olan arabalara ‘az yavaş
geçsene diye’ ters ters bakarlar; bu durumda arabayı kullanan yabancı
şoförlerin “ya bunla ayı mı? İnsan şöyle kenara çekiliverir” diye söylendiği
bilinir; o nedenle arkadaşı Kızılhisarlı olanlar o arkadaşına “size ayı
diyorlar” diye dalga geçerdi.
Bizimkinin
de Denizli Sanat Enstitüsünde okurken Kızılhisarlı arkadaşları olur, o da
onlara aynı şekilde takılırdı. Tabi bu işin şakası yoksa Kızılhisarlılar bu
bölgenin en çalışkan insanlarındandır.
Bir kere
eskiden at, eşek ve yayan yapılan yolculukları fırsat bilip bu yörede bu
yolcuların konaklama yeri olan ilk hanı ‘Çaylının Hanı’ bunlar yapmış. Testi,
göveç, urgan imalatının yanında iyi pazarcıdırlar. Bugün bile Türkiye’nin hemen
bütün pazarlarında bir Kızılhisarlı esnafı görürsün. Ayrıca Leblebisiyle
meşhurdur. Tütün dikerler.
Hele o tütün
dikme işi… Bilen bilir tütün ürünü için gecenin serinliğinde çalışılır. Hele
hasat zamanı Kızılhisar Tavas ovalarında ‘ıldır ıldır ateş böcekleri gibi’
bütün ovada gemici fenerlerinin ışığı yanar. Çünkü tütün güneşi görmeden
toplanıp türün hevenklerinin gölgede kurumaya çekilmesi gerek. Düşünün o
kadınları, kızları babalarına yardıma giden çocukları. Hepsi zehir solur. Bu
yörede intiharlar tütün haşerelerine karşı kullanılan zehirli ilaçla olur. Yani
ya ımık ımık zehir soluyarak ölürler ya da tütün ilacını içerek intihar eder
ölürler.
Sonuçta bu
yörede ölümler genellikle öyle ya da böyle zehirle olur. Bu yörenin
insanlarının temel hastalığı akciğer kanseridir. Bizim adam da sigaranın
belasını her gün yaşadığı için bunlar aklına gelince ‘gerçi yöre insanın ekmek
parası; ama ne olursa olsun’ tütünü ilk bulanın sülalesine içinden ‘rahmet’
okudu. Tütün sigara derken içi kararan bizimki aklına başka şeyler getirmeye
çalıştı. Yatağan’ın kesici alet imalatı aklına geldi.
Orada da
bıçak, makas gibi aletler o yıllar tamamen el işçiliğiyle üretilir, keskinliği
veya sağlamlığı dillere destan olurdu. Okuyanlar bilir; romanlarda özellikle
cezaevlerinde işlenen cinayetlerde yatağan bıçağı kullanılır. Çünkü girerken
yamulup dönüvermez. Osmanlı bile yeniçerilerin savaşta kullandıkları kesici
bala vb. silahları Yatağan’daki ustalara yaptırdığı söylenir. Yatağan palası,
Yatağan bıçağı çok namlıdır.
Bizimkinin
aklından geçerken içinden ‘oğlum sen de manyaklaşmaya başladın. Tütün zehiriyle
insanları zehirlerken şimdi de Yatağan bıçağıyla nasıl insan öldürüleceğini
düşünüyorsun, biraz yaşamayı akıl etsene’ diye kendine kızıyordu.
Bu sırada
dudaklarının kıpırdadığını gören yandaki gestaponun ‘bana mı söyleniyorsun?’
der gibi ters ters baktığını fark edince bir türkü mırıldanmaya başlayınca
temelli komik olmuştu. Çünkü öyle berbat sesi var ki. Dağda bayırda bile kendi
başına kalınca ‘rahatsız olmamak için’ türkü mırıldanmazdı. Şimdi bu aklına
geldiğinde ‘yandakine çaktırmamak için’ türkü mırıldandığını fark edince içinden
gülmek geldi, gülmemek için kendini zor tuttu.
İlla
aklından bir şeyler geçirmeye mecburmuş gibi düşünürken aklına Yeşilyuva’daki
ayakkabı imalatı geldi. Gerçekten Yeşilyuva ayakkabıları ‘Gaysar babıcı’ diye
çevrede çok meşhurdur.
Gerçi çok
kaba, ayağa giyince ayakta takoz var sanırsınız; ama giy giy eskitemezsiniz.
Hele ayakkabının altı ‘sanırım kamyon tekerinin eskisinden yapılıyor’ hayatta
eskimez. Bizimkinin çocukluğunda babası ona bayramlık ‘Gaysar babıcı’ almıştı.
O gece pabuçla yattığını ve ‘büyüyünce giyer diye düşünüldüğü için’ o pabuçla
yürürken çektiği aklına gelince yine o yıllara dalıp gitti.
Bu sırada
otobüs Kızılhisarın yanından çevre yolundan geçiyordu. Artık Çukur köyü,
Cankurtaran, Tavas, Afrodisias, Kazık beli, Honaz dağı geride kalmıştı. Ama
onlarla ilgili bizimkinin anılarının bittiğini sanmayın. Belki ileride bir
başka yerde onlardan yeri gelince bahsederiz derken; bizimkinin aklı
çocukluğuna kayınca o yıllarda tanıyıp sohbet olanağı bulduğu Kızılhisarlı
urgancı Muharrem dayı ve Hamza dayıyı hatırladı. Hele urgancı Hamza dayı ile
sohbetleri aklına düşünce yine keyfi gelmişti.
O yıllar
şimdiki gibi ulaşım sık değil. Ellilerden sonra Marşal yardımı sonucu tren
komünist işi deyip karayoluna ağırlık verince özellikle ABD den ithal edilen
Ford kamyonlar başta olmak üzere tek tük kamyon ve Otobüs geçerdi bu yollardan.
Onun
ilçesinde öteden beri kurulan pazarın alıcısı da satıcısı da çok kalabalık olur.
Çünkü ilçeye bağlı çok köy vardır. Öyle ki bir zamanlar ilçeye bağlı köy sayısı
yüze yaklaşmış. Bugün bile ilçeye kırka yakın köy bağlıdır. Öyle olunca da
pazarları çok hareketli geçer.
Bizim adamın
aklının kıt mıt erdiği yıllarda pazar yeri cumhuriyet meydanı diye bilinen
yerde kurulurdu. Pazarcılar o yıllarda bölgenin en büyük hayvan pazarı olan ve
Çarşamba günü kurulan karahöyük köyündeki pazardan sonra o akşam yüklerini
yükledikleri eşyalarla bizim adamın ilçesine gelirdi. Bizim adamın köyünde de
pazar Perşembe kurulur. İşte o yıllarda ulaşım zorluğu nedeniyle daha çok
kamyonlara yükledikleri yüklerin yanında pazarcılar da binerdi. Bizim adamın
ilçeye geldiklerinde de soluğu önce onun babasının işlettiği kahvede alır.
Geceyi o kahvede veya hemen yanındaki otellerde geçirirlerdi.
Bu sırada
ilçe sakinleri ile pazarcılar arasında sıkı dostluklar oluşurdu. Gerçi şimdi de
öyledir; ama o yıllarda ilçe sakini pazarcı arasında samimiyet çok ileri
olurdu. Öyle olunca özellikle o kahvede sabahlayanlar ve handa kalanlar geç
vakte kadar ilçe sakinleriyle koyu sohbete dalardı.
İşte bizimki Kızılhisarlı urgancı Hamza dayı ve Muharrem dayıyı o yıllardan tanımıştı.
Özellikle Hamza dayının sohbetine doyum olmazdı. Şimdi gözünün önüne Hamza dayı
gelince gülümsemişti. Onun gülümsediğini gören muavin içinden bizim adam için
“bunun kafası da gidik” diye geçirirken onun gülümsemesine gülümsemeyle
karşılık verdi; ama bizim adamın o sıra muavin ve onun kendisi hakkında
düşündükleri umurunda değildi. Çünkü aklı o yıllara kaymıştı.
‘Çağşır’
diye bilinen daha çok yaşlıların giydiği pantolon üzerinde Hamza dayının yüzü
yılların izlerini taşı gibiydi. Başında kasketi koca kulakları yayvan ağzıyla
çok tatlı sohbet ederdi. Ayrıca Hamza dayı dedesinin Sakarya savaşından da
arkadaşıydı.
Bizimkinin
dedesi Yemen dönüşü komutanlarına verdiği söz gereği köyünde biraz eyleştikten
sonra Mustafa Kemal’in kurduğu orduya katılmak için gittiğinde Polatlı’da
kurulan düzenli asker yetiştirme birliklerinde usta asker olarak görev almıştı.
Haliyle istirahatlardaki sohbetlerde herkes hemşerisini aradığı için Hamza dayı
o sıra tanımıştı dedesini. Tabi dedesi Hamza dayıdan çok büyüktü. Aralarında
neredeyse on oniki yaş fark vardı. Hamza dayının o yıllarda dedesiyle kurduğu dostluğu
burada pazarcılıklar süresinde de devam etmişti.
Hamza dayı
tatlı tatlı askerliği yaparken bizim adam ‘tabi o yıllar çocuktu’ Hamza dayının
ağzına düşecek gibi hayran hayran onun seferberlik, Sakarya savaşı anılarını
dinlerdi. O anılar belleğinde öylesine yer etmişti ki; ne zaman Kızıhisar’dan
geçse Hamza dayıyı, çelebi görünüşlü Muharrem dayıyı mutlaka hatırlardı. Şimdi
de aklı o yıllara kaymışken otobüs Kızılhisar’ın yanındaki çevre yolundan
geçiyordu. Bu sırada solundaki köylü yanındaki gençlere ‘onlar pek dinlemese
de’ Kızılhisar ve yol kenarında sıra sıra boş dükkanlar hakkında bilgi veriyor,
buranın insanın çalışkan olduğunu bu dükkanların kısa sürede dolacağını
anlatıyordu.
Bizim adamın
aklına mola yeri gelmişti. Ama etrafta mola yerine benzer bir yer görmeyince
içinden “muavin beni kandırdı’ diye geçiriyordu. Sonra da ‘olsun varsın hiç
olmazsa mola umuduyla buraya kadar geldik. Yeşilova’da yakınlaştı dayanırım’
diye düşünürken araba sağdaki bir benzinliğe yanaştı. Otobüs durunca muavin “on
dakika istirahat molası” diye seslendi.
Bizim adam içinden
“Allah Allah demek ki mola yeri burasıymış” diye geçirirken en önde oturan eşi
ona ‘inelim’ diye işaret ediyordu. Onu görünce yanındakiler de inmek için
davranınca laptop torbasını oturduğu yere koyup aşağı indi. Kıçını gere gere
ayakları uyuşmuştu. İnince hafif topallayarak elinde bastonu eşinin ‘şurada
oturalım’ dediği yere yöneldi; oradaki iki sandalyeden birine oturdu. “Oh dünya
varmış be” deyince eşi “ay sen orada rahat değilsin. İstersen yer değiştirelim”
deyince bizimkinin erkekliği tuttu “olur mu öyle şey. Yolda inecek var. Oraya
kadar da sıkışırım” dedi. Zaten eşi de ‘laf olsun’ diye söylediği için üzerinde
durmadı.
Sanırım onun
aklında otobüse binerken yarıda kalan anlattıkları vardı ve onun tamamlamak
istiyordu. Bizimki bunu fark edince “sana zahmet şuradan bir su alırmısın?”
dedi. Su içerken eşini dinlemeyi düşünmüştü.
Eşi yarım
kalan lafına bir an önce dönmek için aceleyle gidip su alıp geldi ve onun bir
şey söylemesine meydan vermeden kaldığı yerden anlatmaya başladı. Onun da en
büyük zevki bizim ‘sosur’ adama görüp duyduklarını anlatmaktı. Bizim ki de bunu
bildiği için eşinin sözünü hiç kesmeden onu dinlerdi. Şimdi de öyle yaptı. Eşi
yarım kalan bilgileri verip tamamlayınca rahatlamıştı sanırım. Sonradan oradan
buradan laflamaya başladılar.
Yine en
büyük zevkleri bir yerde otururken o sıra karşıdan gördükleri ilginç tiplerin
komik yönlerini konuşmaktı. Şimdi de bizimkinin önünde oturan ‘bığış bığış
etli’ kadına gözleri ilişmişti. Onu birine benzettiğini söyledi. Bizim adam da
gıcık aldığı o kadının uyuklayışını taklit ediyordu; iyi tanıştığı şoför “o abi
valla iyi sohbet ediyosunuz. Kıskandım sizi” diye gülerek yanlarına geldi. Çay
isteyip istemediklerini sordu.
Sanırım
otobüs şoförü olduğu için onlara torpil geçmek istiyordu… Bizim adam “sağ ol” deyip teşekkür etti. Şoför
yanlarından ayrılınca yine o kadın üzerine konuşuyorlardı. Bu sırada yıkanıp
temizlenen otobüsün kapılarını açan muavin arabanın hareket saati geldiğini
bağırarak söylüyordu.
Bizim adam
kıçı rahatlamış olarak arabaya binerken muavin “eyi dinlendin mi dayı?” dedi. O
gülümseyerek “sağ ol iyi dinlendim” dedi. Eşi önden o arka kapıdan otobüse
binip yerlerine oturdu. Eşi otururken ona acıyor gibi bakıyordu. O eliyle “ben
rahatım sen otur” der gibi işaret ettiği sırada sağı solu dolmuş ona yine yarım
kıçlık yer kalmıştı. O yere sığıştığı sırada otobüs yürüdü.
Az önceki
birazcık dinlenmeyle rahatlamış kıçı ve bacaklarıyla mutlu bir şekilde etrafına
bakınmaya başladı. Gözü solundaki adama kayınca içinden “bu Güney’de inince
raprahat otururum” diye geçirdi. Arabanın içini gözlemeye başladı. Muavin de
görevlerini tamamlamış olmanın rahatlığıyla merdiven basamağında oturan yaşlı
adamla sohbete başladı.
Ayakta olan
yolcuların da sanırım biraz dinlendiği için keyfi gelmiş ‘belki ilk kez
tanışmalarına rağmen’ kendi aralarında gülüşerek sohbet ediyordu. Bizim ki
içinden “bunlar ne konuşur bu kadar acaba?” diye geçirirken koltuklarında
sessizce oturan kimisi uyuklaya baktı.
“Bunlar da
kim bilir ne hayallere dalmıştır?” diye mırıldandı. Sağındaki gestapo bakışlı
sesini duymuş, dönüp ‘bana mı söylüyorsun?’ der gibi bakmıştı. Bizimki onun
bakışından öyle anladığı için karşıya bakarken sanki bir türkü mırıldanıyormuş
gibi yaptı. Ama aklına hiç türkü söylemediği gelince gülmemek için kendini zor
tuttu. Çünkü gülseydi kendine o sıra ters ters bakan gestapo alınıp
çatabilirdi. Onun için ciddi şeyler düşünmeye çalıştı.
Aklı karşıya
ilerde zor seçilen dağlara kaydı. İçinden o dağların eteğinde veya ardında olan
köyleri geçirirken Dodurga’ya gelince durdu. Çünkü ne zaman Dodurga lafı geçse
öğrenciliği sırasında tanıdığı Dodurgalı köylünün söylediği gelirdi. Onun
söyledikleriyle Dodurga’nın kimliği çok çakışıyordu.
Sanat
enstitüsünde okurken bir gün bir gurup arkadaşıyla okulu kırmış, şimdi yerleşim
yeri olan Çamlığın altındaki bağlarda dolaşıyorlardı. O sıra karşılarına yaşlı
bir adam çıkınca ona selam vermişlerdi. O yaşlı adam da “hayırdır gençler
bağların arasında ne işiniz var?” diye sormuş onlar da canları sıkıldığı için
buralarda dolaşmaya çıktıklarını söylemişlerdi. Yaşlı adam “sen nerelisin?”
diye her birine tek tek sormuş herkes nereli olduğunu söylemiş ona sorunca
“dayı ben Yeşilovalıyım” deyince “Satırlarlı ha” dedikten sonra “sen bilmezsin
sizin oraya eskiden Satırlar denirdi” demişti. Sonra “Arif pelifan sağ mı be?”
diye sormuştu.
Onun ‘Arif
Pelifan’ dediği bizimkinin yakını oluyordu. “Sağ tabi, benim de akrabam olur”
deyince yaşlı adam “ne pelifandı o be?” demiş sonra “Arif pelifanın namı bizim
burlada ta İzmir’e gadar bilinirdi. O başa güleşirdi. O sıra ben de güleşirdim
emme benimki onun yanında fasara tabi” demiş Arif pehlivanı anlatmaya
başlamıştı. Onun güreşlerinde hiç yenilmediğinden bahsederken “ben
Dodurgalıyın. Bizim ordan da eyi pelifan çıkadı. Eskiden çok namlı pelifanla
çıkmış. Emme heç biri Arif pelifanın eline su dökemezdi. Yanim öyle pelifandı
o” demişti.
Bizimki
karşı dağlara bakarken onun eteklerinde ve ardında bildiği köy isimlerinden
Dodurga gelince bunlar aklına gelmişti.
Gerçekten
Arif pehlivan çok namlıymış. Tercüman gazetesindeki pehlivan tefrikasında onun
güreşleri çıkmıştı. Rivayet o ki; Aydın’da düzenlen bir güreşte güreşirken o sıra orada konuk olarak bulunan
Kurtdereli Mehmet’in Pehlivan Arif pehlivanı gösterip “ne güzel güreşiyor bu
delikanlı. Benim zamanımda güreşeydi karşısına çıkamazdım” dediği söylenir.
Bizimkinin
bunlar aklından geçerken otobüs Acıpayam makasına gelip döndü ve sağa yanaşıp
durdu. Aşağı inen muavinin açtığı kapının yanında üç dört kişi belirdi. Hemen
kapının dibinde koltuk değnekli yaşlı bir kadın vardı. Onun yanındaki adam
“bizim yolcuya yer var mı?” deyince muavin baktı sonra “buluruz abi” dedi. Önce
aşağıda bekleyen diğer üç yolcuyu bindirdi. Sonra yaşlı kadını yanındaki adamla
koltuklayıp bizimkinin ve öteki yolcuların şaşkın bakışı arasında merdiven
basamaklarını gösterip “teyze şuraya otursun” dedi ve kadını oraya oturttu.
Kadını yolcu eden adam da yolcusuna yer bulmanın rahatlığıyla onunla vedalaştı.
Önce otobüse
muavin bindi. Sonra basamaktaki ihtiyar bindi. Muavin aşağı basamakta dikilen
ihtiyara “nası yerin rahat mı?” deyince ihtiyar “önemli değil. Yolcu oturdu ya”
deyince bizimki içinden “bu ihtiyar otobüsün sahibi” diye geçirdi. Muavin de yaşlı kadının yanından çıktı “teyze
sen bene burda bi ayaklık yer bırak yete” derken otobüs çoktan yürümüştü.
Bu yol ince
uzun dümdüz epey gider. Sanırım Afşar değirmenlerine kadar yirmi beş kilometre
veya biraz da fazladır. Buradan bakarsak bu ova enine otuz kilometre civarında
boyu da Acıpayam’ın altından Yeşilyuva Yatağan sırtalarına kadar tabi
Kızılhisar ovasını içine alan yaklaşık atmış kilometre yani 1800 2000 kilometre
karelik bir düzlüktür. Yani oldukça geniş ve çok bereketli toprakları olan
geniş bir alan… Bu alana serpişmiş on onbeş köy var. Bunlar ova köylerinin bütün özelliklerine sahiptir. Yolun solunda
ve sağında geniş otlaklarda yemyeşil örtünün üstünde kırmızı benekler halinde
yayılan atları görürsünüz. Çünkü bu ova köylerin hepsinde her ailenin birkaç
atı mutlaka vardır. Ovada işlerini bu atlarla sağladıkları ulaşımla yaparlar
sonra boş zamanlarında da atları çayırlara otlaması için ayaklarında köstek
bağlı bırakırlar. Bilmiyorum başka bir yerde; örneğin en meşhur ovalardan
Çukurova dahil diğer ovalarda bu kadar at bir arada var mıdır?
Bu köyler,
daha doğrusu bu çevrede yerleşim yüz yıllar öncesi Osmanlıdan önce Selçuklular
kanalıyla Miryokefelon savaşı sonrası gerçekleşen fetihlerden itibaren
gerçekleşmiş. Ve bu yörenin insanı hala ilk çıkıp geldikleri yerlerin bütün
özelliklerini taşıyan Türkmenlerdir. Avşarlar ve diğer sarıkeçili Yörük boyları
bu yörenin halkıdır. Buralardan
Korkuteli, Finike, Fethiye’ye kadar uzanan alana Teke yöresi denir. Dağ
köylerinde oturanların koyun keçi ova köylerinin de atı meşhurdu/r. Yani bir
zamanlar öyleydi. Bölgenin en büyük hayvan pazarı bu ovada kurulu Karahöyük
pazarında kurulurdu. O sıra bütün bölgeden üçer beşer veya sürü halinde gelen
hayvanlar pazarda satışa çıkardı. Pazaryeri sanki bir panayır yeri gibi insan
kaynardı. Kebapçı dükkanları ve Karahöyük ekmeği çok meşhurdu. Pazar dağılınca
herkesin torbasında mutlaka üç beş Karahöyük ekmeği bulunurdu. Çünkü eve
varınca özellikle çocuklar babalarına “Garayük ekme aldın mı?” diye sorar veya
eline bakışırlardı.
O yıllarda
özellikle köylerde ekmeği köylü kendisi yapardı. Sabah namazından önce yakılan
ocaklarda teknede hazır edilen ekmekle evin on beş yirmi günlük ekmek ihtiyacı
olan yufka pişirilir ve mutlaka beş on ot ekmeği ve katmer yapılırdı. Çocukların
o sabah ellerine tutuşturulan ot ekmeği, katmer veya yufka içine daha çok Vita
yağı sürülmüş ekmek dürümüyle keyfine diyecek olmazdı. O ekmeğin o güzel tadına
rağmen ‘Pazar ekmeği’ denilen fırın ekmeği de adeta bir hediye olarak
getirilirdi kasabaya pazara giden babalar tarafından. Hele fırın ekmeği sıcak
ve tazeyse onu sıcak yufkanın içine dürünüp katık yapmanın keyfine doyum olmazdı.
İşte o
yıllar Karahöyük pazarına gelen herkes evlerinde Pazar ekmeği keyfini yaşatmak
için mutlaka Karahöyük’ün oraya özel ekmeğinden alıp giderdi. Burada pazara katılan
sürü sahipleri Avşar değirmenlerin altından Yeşilyuva ve Yatağan’ı pas geçip
Kazık belinden Denizli’ye İzmir’e sürülerini götürürlerdi. Tabi bunlar çok
eskiden yaşananlar. Ama bu ova köyleri ilk geldikleri zamandan bu yana ne
yaşamlarını ne kültürlerini terk etmemiş nerdeyse birebir aynı şekilde
yaşarlar. Bu yörenin en gözde sporu at yarışlarıdır. Her yıl yapılan yarışlar
adeta gelenekselleşmiştir.
Bizim adam
otobüsün içinde aklından benzeri düşünceler geçirirken otobüs yoluna devam
ediyordu. Arada ayaktaki yolculardan biri durup durup “ben Garayükte incen ha”
deyince muavin kızmış “tabi dayı. Gız olsan seni gaçırıdık emme. Bu halinle
tabi seni Garayük’te mecbur indiriz” demişti.
‘Garayük’
dedikleri Karahöyük köyü. Ama kestirimden konuşma alışkanlığıyla öyle deyip
geçiyorlar. Bizim adam muavinin bu sözlerini gülümserken gözü yanda çayırda
bağlı dört beş ata kaydı. Çünkü at onun en sevdiği hayvandı. Onların
güzelliğini seyre doyamazdı. Şimdi de çayırda yakından gördüğü ve ilerde
benekler halinde yayınlar atlar bakarken bunları düşünüyor içinden “bunlardan
güzel ne var ki?” diye geçiriyordu.
Gerçekten
Dünyanın en güzel kadınını güzel doru bir kısrakla yan yana getirin. Bizimkini
daha iyi anlarsınız. Çünkü doru kısrağın güzelliği yanında o güzelin lafı bile
olmaz. Hele ‘yürüyen, koşan atın zerafeti kimde vardır ki?’. O incecik ayak
bilekleriyle toprağa ve çayıra basarkenki zarifliği. Koşarken ayak bileklerinin
kıvrılışı… Bir gün mutlaka bir at yarışı veya koşan bir atı izleyin o zaman
bizim adama kesin hak vereceksiniz. Hele atın duygusal önsezisi hangi canlıda
vardır ki. Onun için biri bir şekilde düşünce ve değer kaybedince “eşekten
düşmüşe döndü” deriz. Ama “attan düşmüş” diye kötü örnek yoktur.
Çünkü at
düşen sahibini terk etmez. Eşek anırır kaçar. Bir at gördüğünde hep bizim
adamın yıllar önce yaşadığı anısı aklına gelir. Burada atlara bakarken yine onu
Murat’ın azgın sularından çekip alan atı aklına geldi, o sımsıcak duygularla
bakıyordu atlara. Herkesin olmasa da çoğun insanın en lüks araba sahibi olma
gibi bir tutkusu vardır.
Onun en
büyük tutkusu da bir ata sahip olmak ve atla birlikte yaşayacağı böyle bir ova
köyünde yaşamaktı. Bu özlemi şimdi içinde bulunduğu koşullara rağmen hiç
bitmemişti.
Bizim adamın
aklında duygularla ova köyleri geçilip Karahöyük’e gelindi. Muavin o yolcuya “dayı
en bakam Garayüğe geldik” deyince adam “sağ ol” deyip indi. Bu sırada aşağıda
binmek isteyen üç kişi vardı. Muavin olmazlanmadan onları da araya sıkıştırdı.
Otobüs yürüdü.
O sıra
bizimkinin aklı hala Karahöyük pazarında kalmıştı. Yıllar önce bizim adam
küçücük çocukken mahallede en samimi arkadaşı Karabaş isimli bir köpekti. Hemen
her gün o köpekle haşır neşir olurdu. O sıra babası Karahöyük pazarından bir
boynuzu kırık yanında buzağısı olan bir inek alıp gelmişti. Bizimkinin evleri o
sıra tepe mahallesinde iki odalı bir evdi. Arkada sonradan kapattıkları ve
icabında banyo olarak kullanılan çok geniş bir de mutfakları vardı. Evin önünde
de tahta parmaklıklarla çevrili küçük bir bahçeleri vardı. Bahçede bir armut,
bir dut birde vişne ağacı vardı. Babası ineği o küçük avluya yanında
buzağısıyla koymuştu. O inek gelince annesi, kardeşleri ve tabi bizimki çok
sevinmiş ineğin önüne acele komşudan tedarik edilen yonca konmuş buzağısı
sevilmişti. O sıra ağacın dibinde uyuklayan Karabaş ineğe ve buzağıya
gösterilen sevgiyi kıskanmış gibi bakıyordu. Bunu fark eden annesi gidip onu
sevmiş, başını okşarken “sana yeni arkadaş geldi” diye Karabaşın gönlünü almaya
çalışmıştı.
Ertesi gün de annesi ve eteğinden tutan bizimki ineği Koyunlar çeşmesi denilen yerde toplanan ve çobana teslim edilen sığırların arasına katıp gelmişti. Akşama doğru da telaşla “eyvah sığır gelmiştir” deyip dışarı ineği bakmaya çıkınca parmaklığın önünde ineğin beklediğini görünce çok şaşırmıştı. Siz olsanız sokak aralarından götürülen epey uzaklıktaki yere bırakılan bir ineğin akşam adresi hiç şaşırmadan eve gelişine şaşırmaz mısınız? İşte bizim adamın annesi de öyle şaşırmış sonra ineğin buzağıyı yaladığını buzağının da ineği emmeye çalışmasını görünce “ay dayanamam. Bu buzağının kokusunu duyup gelmiş” demişti.
Karahöyük’ten
geçerken bizimkinin aklında bunlar çağrıştırırken otobüs de Avşar değirmenlerinin
altından yoluna devam ediyordu. Bizim adam Güney’e yaklaştığını fark edince
içinden “bu arkadaş az sonra Güney’de inince raprahat oturacağım” diye geçirip
keyiflenmişti.
Yukarıda
‘Afşar değirmenleri’ dedim. O değirmen değirmenlikten çıkalı yıllar oluyor
tabi. Sadece adı kalmıştı. Solda yıllar önce önünde at arabalarının eşeklerin
kaynaştığı değirmenin yukarısında bomboş sallanıp duran su oluğu sanki yıllar
öncesinin selamını veriyor gibiydi. Gerçekten bu harabe halindeki değirmenin
değirmen olduğu yıllarda bu oluktan su gürül gürül akan suyuyla taşı döndürülen
değirmenin etrafında kaynaşan hayvan ve insanıyla fıkır fıkır bir yaşamın en
güzel örneklerini yaşatırdı gören gözle bakana. O yıllarda yaşayan hemen
herkesin az veya çok bu değirmenlere un öğütmek için gittiği o çağlayan suyun
ve inim inim inleyen değirmen taşının sesiyle çağrışan bir anısı mutlaka
vardır.
Siz değirmen
deyip geçmeyin. O yıllar bir değirmen sahibinin itibarı kimsede yoktu. Oğluna
kız isteyen değirmenciye hemen kız verilirdi. Çünkü herkes aç kalsa
değirmencinin aç kalmayacağı düşünülürdü.
Afşar
değirmenleri de bu bölgenin en ünlü değirmenleriydi…
Bizim adam
bunları düşünürken ilçesinde bir mahalleye ismini veren değirmenler aklına
geldi. Onun ailesi çiftçi değildi; ama çift çubukla yakından ilgiliydi ve o
yıllarda değirmene buğday öğütmeye ailesi veya akrabalarıyla çok gitmişti
İğdeli değirmene ve Baş değirmene.
Aklından
bunlar geçerken otobüs de “Tahtallı gabirliği” denen yerden geçiyordu. Şimdikiler
bilmez yolun hemen altında Tahtallı köyünün mezarlığı vardı. Tepelerin
ardındaki köyün hangi akıl mezarını buraya yapmış kim bilir? Belki köyün
yakınlarında kolay mezar kazılmıyor belki de tepelerin ardında inin cinin anca
bildiği köyün insanı ‘dirimiz görmüyor, ölümüz görsün medeniyetin izlerini’
diye mezarlığı buraya yapmıştı.
Kim nasıl
düşünmüşse düşünmüştü; ama kışta kıyamette beş on köylünün omuzlarında tabutu
buraya kadar taşımak hiç kolay olmasa gerek. Ama yaşam böyle bir işte…
İnsanoğlu her türlü güçlüğe rağmen yaşama tutunmaya çalışıyor. Kışta kıyamette
bu mezara o kadar dere tepeyi sırtta cenaze taşıyarak geçip ölüyü yolun
altındaki bu mezarlığa getirip gömmek sanırım bunun en özgün örneklerinden
biridir.
Ancak bizim
adam içinden böyle düşünse de unutmamak lazım ki; insanoğlunun bu tür
davranışlarını mutlaka bir nedene dayandırma veya isimlendirme alışkanlığı
vardır. Bizim toplumda mezarlığın yol kenarına yapılmasının ölülerin ‘daha’ çok
dua alma düşüncesinden kaynaklandığı düşüncesi peşinen genel kabul görür. Ama
hiç kimse benzer özellikte ve mezara daha kolay ulaşılır özellikteki yolun az
üzerinde soldaki veya daha ilerideki köyler mezarlığı niye Tahtallı’lar gibi
yolun kenarına taşımadığını fark edip ‘belki tek olarak neden dua değildir’
düşüncesini sorgulamayı düşünmez. Çünkü sorma ve araştırma özelliğini geliştirecek
aydınlanmayı tam yaşamayan beyinlerde oluşan düşünce tembelliği peşin hüküm
vermeyi, peşin kabullenmeyi çok sever.
Sanırım buna
ön yargı deniyor… Özellikle bu kolaycılık veya önyargı inançlar veya
toplumların yaşadığı birçok toplumsal konularda daha çok ortaya çıkıyor.
Örneğin
inancın bütün ritüellerini sorgusuz kabullenme, kabullendiği inancın en doğru
inanç olduğunu iddia etme alışkanlığı bunda ısrar etmek bütün toplumlar için
geçerlidir. Veya geçmişle ‘şöyle veya böyle’ yüzleşmeyi inkar etme, ya da karşı
çıkma aynı önyargılı kabullerin bir sonucudur. İnançtan örnek verecek olursak; milyarları
geçen insan Noel’in pagan dönemlerinden bu yana orman tanrısı kabul edilen
çocuk tanrı Rodi’nin çocukları sevmesi onları sevindirmesi için insanların ağaç
diplerine çocuk tanrıya hediye bırakma ritüeli veya alışkanlığı olduğunu hiç
bilmeden veya hiç araştırmadan ‘inandığı inancı gereği’ Noel’in Hıristiyan
bayramı olduğunu peşinen kabullenmiştir.
İşin ilginç
yanı Hıristiyanların neredeyse tamamı da Noel’i bir Hıristiyan bayramı olarak
kabullenmesidir. Örneğin İsa’nın ölüm tarihinin asla bilinmediğini, Noel
yortusu olarak kutlanan ritüelin aslında Tarsus’ta Aralık ayının son haftası
olarak Pagan (yani çok tanrılı dinler) döneminden kalma adını Mistra ayini de
deyip tanımladıkları “Güneşin kışı yenmesi” veya “Yenilmez kış güneşi”
şenlikleri olduğunu hiç bilmez veya bilse de umursamazlar. İsa’dan iki üç yüz
yıl sonra olduğu söylenen İznik’teki bir toplantıda Hıristiyan din adamları
tarafından ‘İsa’nın doğum günü olarak’ önerildiğini ve öyle kabul gördüğünü öğrense
bile peşin kabullendiği önyargısı gereği bunu da asla kabul etmeye yanaşmazlar.
Bütün toplumların inanç farklılıklarında bunun farklı örneklerini görmek olasıdır.
‘Tahtallı
gabırlığını’ düşünürken buralara kadar geldiğimizde otobüs Sırçalık altı denen
yerden çoktan geçmiş karşıda Güney sivrisi denen Güney’in en üstündeki tepe
görünmüştü.
Yanındaki
Güneyli muavine “ha yukarı çıkıveseydiniz. Ben ta sivrinin hemen altındaki
görünen minarenin orda oturuyon” diye söyleniyordu. Bu sırada bizimkinin aklı
‘Tahhtallı gabırlığından’ çıkmış, ‘niye oraya mezar yapıldı?’ diye sorgularken
Mistra şenliklerine kadar uzanmıştı; ama muavine nerede ineceğini söyleyen
köylünün sesini duyunca hemen kendine geldi. İçinden “yaşasın az sonra rap
rahat oturacağım” diye sevinirken bir an önce yerine ‘bencilce kaykışıp’
oturmayı düşündüğü için içinden “inşallah otobüs yukarı kadar” çıkmaz diye
geçiriyordu.
Ama haksız
da sayılmazdı hani. Sakat bir bel, ondan beter bacaklar üstüne bir de boğazını
sıkıyorlarmış gibi zor nefes alırken yarım kıçlık yerde neredeyse seksen
kilometre tutunmaya çalışmak kolay değil. Bereket versin bizimki oynak akıllı
olduğu için aklından orada burada gezinirken ‘sanki’ mesafeyi kısaltmıştı.
Az sonra
ineceğinin keyfiyle inecek köylüye ‘bildiği halde’ “sizin köyde çok Almancı var
değil mi?” diye sordu. Köylü “heyya bizim köy hep Alamancıdır” dedi. Bizim
adamın az sonra kıçının rahat edeceği düşüncesiyle muzipliği üstündeydi.
Köylüye
‘sanırım pek yakıştıramadığı için belki’ “sen niye gitmedin Almanya’ya?” diye
sordu.
Bu sırada
otobüs köylünün ineceği yere yaklaşmış köylü de inmeye davranıyordu, bizimkinin
sorusunu duymuş; “nerden bildin benim Almancı olmadımı? Yoğusa Almacılan
guyruğu va da benim guyrum yok deye mi bildin benim Almancı olmadımı?” demişti
ki; otobüs sağa yanaşıp durdu. Muavin “bırak arddeş şindi guyru gulağı da
gidem” deyince daha bir şeyler söylenmeye davranan köylü aşağı inmiş ve otobüs
hareket etmişti. Bu sırada “yok senin kuyruk kısa ondan sorduydum” başlattığı
şakaya devam etmek isteyen bizimkinin lafı ağzında kalmıştı.
Muavin “dayı
sen de yerinde otura gomayesun. Güneyliyi eyi gızdırdın valla” derken gözü
adamın yanındaki gestapoya kaymış “aman dayı buna bari çatma gari” der gibi bakıyordu
veya bizimki böyle anlamıştı.
Zaten
boşalan yere ‘kaykışınca’ rahatlayan beli ve kıçının keyfiyle bizimkinin
kimseye çatmaya niyeti yoktu. Çünkü aklı Güney’in ‘Alamacılığında’ kalmıştı. Gerçekten
bu köy ‘Alamancı’ diye bilinen yurt dışına işçi gitme ‘furyasının’ hemen ilk
aylarında bu yörede Avrupa’ya işçi olarak gitmeye davranan ‘belki ilk köy’ ilk
köylerdendi.
Bizim adamın
hatırladığına göre bu köyden ilk Avrupa’ya o sıra muhtar olan Bilal davranmış;
Hollanda’ya çalışmak için gitmiş. Onun oradaki koşulları beğenip önce
yakınlarını aldırmasının ardından bütün köy Avrupa’ya gitmek için davranmış.
Gerekçe
belli. “Yoksulluk”… Gerçekten ekmeye dikmeye pek arazisi olmayan bu köy o
yıllarda çevrenin en yoksul insanlarının yaşadığı bir yerdi. ‘Bunlar öyleydi de
öteki köyler çok mu hırlıydı ki?’ sanki.
Anadolu
köylüsü diye isimlendirilen ‘Anadolu’nun kadim halkları veya sonradan göçlerle
yerleşmiş çok uzun yıllardan burada yaşayan halklarla birlikte’ halkın
çoğunluğu hep yoksuldu zaten. Hemen her bölge zengin arazisi olan beylerin
ağaların egemen olduğu topraklara mevsimlik göçler yapar karınlarını doyurmaya
çalışırdı. Yani yoksulluk Anadolu köylüsünün ‘ortak kaderi’ ortak yaşam
biçimiydi. Öyle olunca karın doyurmak için göçü sarıp göç yollarına düşmek de
hemen hepsinin ezelden beri yaşam biçimiydi.
Doğu’da
Güney doğu’da güneye bereketli; ama sıtma kaynayan Çukurova topraklarına akıp
oralarda bir lokma ekmek için ‘sıtmayı görüp ölümü razı olmuş biçimde’ yaşam kavgası verirken buraların
insanlar da aynı ortak kaderi ‘aşağı’ adını verdikleri Aydın beylerinin verimli arazisinde
yaşıyordu.
Şimdi de
azıcık daha uzağa ‘geçmişte tir tir titrettiklerine inandırılan’ Almanya’nın
Hollanda’nın modern beylerinin modern köleliğini yaşamak için sarınmışlardı tahta
bavullarıyla göç eşyalarını. Yani uzak yakın fark etmez. ‘Sen eşek olmayı
kabullendiğinde her yerde sana bir semer vurulur, sen kürek olduğunu
kabullendiğinde önüne nasıl olsa temizleyip süpüreceğin bok konur nasıl olsa’.
İşte
Güneyliler de daha iyi yaşamak, para kazanıp gelerek buradaki yoksulluğu yenmek
için ‘sosyal hakları da olduğu söylenen’ Avrupa yollarına ilk düşenlerden. İyi
kötü biraz varı olduğu için veya o kadar uzaklara gitmeye götünün tutmadığını
gizlemek için veya ‘dün titrettiklerimize köle mi olacağız?’ kaygısıyla burun
kıvıranların da aşka gelip ‘Alamanya’ yollarına düşmeye kalkışmasıyla hemen
bütün köyler ‘guşunun dişinin sağlamlığını kanıtlamak için’ hayvan pazarından
mal alır gibi veya köle pazarından köle satın almaya gelenler gibi birilerinin
karşısında çoktan sıraya girmişti göçmen bürolarında.
İşte bugün ‘göç
ettikleri uzaklardan henüz pek dönen olmadığından’ içinde oturanı olmasa da
yolun yukarısına sıralanmış ‘Alamancının olan’ evler ve hemen hepsinin üstünde
parlayan rengarenk güneş enerjileriyle çiçek bahçesine dönen çatıları,
oralardan öykünüp düzenledikleri bahçeler adeta bir hoşluk oluşturur. Dünün
yoksul köylüleri unutmak istedikleri dünün yoksulluğunun izlerini bu
görüntülerle gizlemeye çalışır gibidirler.
Bizim adama
Güneylinin öfkesi de belki bu yüzdendi. Yani ‘bizimki hiç öyle düşünmediği
halde’ köylü belki köyünün geçmiş fakirliğiyle alay etmek için onun öyle
sorduğunu düşünüp öfkelenmişti bizimkine. Bizimkinin aklına bunlar gelince çok
üzülmüştü. Köylüde hiç istemediği bu yanlış düşünceyi uyandırdığı için keyfi
kaçmıştı. Eski genç hali olsa arabadan inip o köylünün ardından “dur arkadaş sen
beni yanlış anladın” demek için kesin koşardı. Çünkü bazen böyle densizlikler
yapsa da yanlış anlaşılmaktan çok korkar yaptığı her şeyi düşünerek yapmaya
çalışırdı.
Ama yukarıda
anlattığımız oturma biçimin sıkıntısıyla böyle densizlik de yapıyordu işte.
Şimdi de ‘kaykışıp oturmanın verdiği’ keyfi kaçmış somurtmuştu.
Muavin onun
değişen bu yüz halini anlamış gibi ona ‘sanki ona boş ver demek der gibi’ az
ince köylü için “böyle gızak adam çoktur. Nafı gıçından anlep gızar” deyince ‘yine
kıç lafı geçtiği için belki’ bizim adama gülmek gelmişti. Ama solundaki gestapo
arada bir kayan sert bakışından ‘sanki bi gül çakarın valla’ diye tehdit fark
edince kendini tutmuştu.
Sonra ‘belki
bu adama karşı da ön yargılı davranıyorum. Adam belki çok yumuşak ve naif biri
de görüntüsü bakışıyla karşıdakine sanki cellat görüntüsü veriyordu’ diye
düşündü ve ‘çokbilmiş olduğundan’ böyle bakışını kontrol edemeyip etrafı
rahatsız edip korku veren öfkeli tipler için “alt beni iç güdüsel olarak
teyazzkuzda” diye düşünürdü.
Çünkü ilgi
duyarak onun hakkında çok şey öğrendiği Frued ‘alt benin insanın hayvansal içgüdülerini
baskılandığı alan olduğunu’ söyler. O içgüdüleri baskılayan irade kontrolü
kaçırdı mı iş sakata girermiş. Çünkü ortaya çıkan içgüdünün ne zaman hangi
hayvanlığı yapacağı kestirilemezmiş. İşte o zaman en iyi davranış ‘ite
dalanacağına çalıyı dolan’ öz sözünde olduğu gibi davranmakmış.
Tıpkı bizimkinin
şimdi yapmayı düşündüğü gibi… Böyle düşünürken aklında hep ‘bir acaba buna
karşı ön yargılı mı düşünüyorum?’ sorusu vardı. Bu soru aklından kaldıkça
içinde uyanan merak gereği yanında ‘İkinci Dünya Savaşı filmlerinden aklında
kalan faşist görüntüleri veren’ gestapo adını verdiği bu adama “niye suratın
böyle asık?” diye sormadan edemeyeceğini anlamıştı.
Ama nasıl
hitap edecekti? “Delikanlı” deyip lafa başlasa kendinden otuz otuz beş küçük
gördüğü bu adam ya bu delikanlı lafına kızar terslenirse. “Amcam veya dayım”
diye söze başlamayı düşündü. “Acaba hangisi doğru olurdu? ‘Amcam’ deyince ya
gıcık aldığı bir amcası var da ona kızıp terslenirse. Sonra herkes bilir
annelerden dolayı; yani evde anneler hep egemen olduğu için dayılar amcalardan
daha çok sevilir. Belki dayı demek doğru olabilir. Peki ya dayısıyla dargınsa?”
deyip lafa nasıl başlayacağına bir türlü karar veremiyordu.
Bu düşünceler
aklında yeni ‘soru cevap’ oyunu yaratmıştı. Zaten genelde kendi kendine konuşup
kendine cevap veren biri olduğu ve bunu normal gördüğü için şimdi de aklında
kadının erkeğe egemenliği üzerine bildiği sosyolojik bilgiler uçuşmaya
başlamış; konuyu bütün tanrıların tanrıçası olduğu iddia edilen Kıbele’ye kadar
taşımıştı. Çünkü çok tanrılı dinler tarihinin iddiası Kıbele’nin Zeus, ra, mu
diye bilinen tanrıların hepsinin annesi olduğuydu. Oradan yola çıkarak; doğanın
doğurgan yapısı da kanıt olarak gösterilip kadının erkeğe egemen olduğu
kanıtlanmaya çalışılmış.
Şöyle bizim
toplumda ve hatta bütün toplumlara tarafsız bakılırsa ‘erkeğin o kadar zart zurt etmesine rağmen’ evde asıl egemen olanın kadın olduğu inkar edilemez. Buradan bakılırsa egemen kadının çocuklarına
öncelikle kendi kız kardeşi ve erkek kardeşine sevgiyi işleyeceği normal sonuç
olur.
Zaten bu
yazıyı okuyan herkes ‘bir dakika geri çekilip düşünse ve ön yargısız davransa’
bu tezin yani kadının asıl egemen olduğu; sonuç olarak da teyze ve dayının
halaya ve amcaya göre daha sevilir olduğunu görecektir. Bizim adam da benzeri
soruları kendine sordu. ‘Ölçtü biçti’ sonunda yanındaki gestapoya benzettiği
adama “dayım” diye hitap etmeyi uygun gördü.
Gestapoya
döndü muavinin “sen napıyosun ya? Bak başına iş alıyosun; karışmam bak” diye
çağrışan bakışları arasında ‘gayet yumuşak ve kabul edilebilir tonda bir sesle’
“dayım kusura bakma da. Dikkat ediyorum yolun başından beri pek öfkelisin.
Sıkma canını hayat bu kadar sıkılmaya değmez” dedi.
Muavinin
“şimdi haptı yuttun” de gibi bakışını fark ettiği anda zaten iş işten geçmişti
ve gestaponun “sen işine baksana ya. Kayassımın benim can sıkıntına” deyip ‘cık
cık’ ederek başını sallamasını bekliyordu; ama öyle olmadı… Gestapo “sorma be dayı. Heç sorma. Heç”
dedikten sonra az önce adam öldürecekmiş gibi öfkeli bakışların yerini dokunuversen
ağlayacakmış gibi bir bakış aldı.
Bu sırada
muavin de bizim adama “pes doğrusu dayı” der gibi bakıyordu. Bizim adam da o
sıra yanındaki adamın bakışları karşısında yolculuğun başından beri ona karşı
‘ona aklından gestapo ismini takarak büyük ayıp ettiğini’ düşünmüş “al bakalım
beyefendi. Sen adamı neye benzettin? Karşındaysa adama gibi adam biri varmış”
diye kendine kızıyordu.
Ona
ağlayacakmış gibi bakan yandaki adam ‘sanki’ onun tekrar sormasını bekliyor
gibi bakıyordu. O bunu fark etti “valla bir kere sormuş bulundum dayım. Gerçi
yolun sonuna geliyoruz; ama sen istersen anlat derdini. Belki bir faydam olur”
dedi.
Yandaki adam
‘sanki makara gibi çözülüp’ “sağ ol dayı. Çok sağ ol. Benim derdime çare olman çok
zor da. Emme ben gine anladem. Çünkü birine anladmazsam valla patlevecen” deyip
kendini sıkan derdini anlatmaya başladı.
Bunlar
kardeşten ileri iki arkadaşmış. “Gardeşden ileriyiz. Çünkü bubalamız asger
arkıdaşı. Analamız gardeşlik olmuş. Biz evlendik bizim garıla da gardeşlik
oldu. Öyle olunca ben de bu orasbı ço” durdu. Çaresiz bir bakış attı ve devam
etti “anasının elinden çok ekmek yedim. Yani anam gibi… Şindi ben ona nasıl
orasbı çocuğu deyem” diye açıklama yaptı “pezevengin oğlu” deyip kesti.
“Bubasını da aynı bubam gada severin. Şindi ben ona nasıl pezivengin oğlu
deyem. Bu gahba garlı” dedi sostu. “buyur ‘garısıda dünya ahret gardeşim olsun.
Çok namıslı biri. Garımın da gardeşliği. Şindi ben buna nası gahbı garlı
deyem?” dedi.
Ve o
arkadaşını nasıl tanımlayacağını şaşırmış vaziyette bakıyordu. Bizim adam onun
çaresizliğini anlamıştı “mademki öyle. Sen de ‘o kimse’ ona şerefsiz,
aşağılığın biriydi dersin. O söz de az şey anlatmıyor. Öyle söyle rahatla”
dedi.
Yandaki adam
“doğru şerrefsiz aşşalığın biriymiş. Doğru bu ona çok uydu” dedi ve arada bir ‘şerrrefsizin
oğlu, orasbı çocuğu deyip sonra düzelterek’ anlatmaya devam etti.
Bunların bir
mesleği yokmuş. Babaları da asker arkadaşı olduğundan çocukluktan başlayan
arkadaşlık askerden sonra da devam etmiş. Bunlar iki arkadaş sık sık görüştüğünden
bir gün birbirine “ya biz ortak iş yapsak ya” demişler. İkisi de birbirine
yaptığı bu teklife çok sevinmiş ve birbirine “olur. Valla iyi olur” deyip
birlikte iş yapmaya kalkışmışlar. Başta da yazdık ‘tabi ikisinin de bir mesleği
yok’. Bu durumda birbirine “ne iş yapalım?” diye sormuşlar. Babalarına da
danışmışlar sonunda alevere yani ticaret yapmaya karar vermişler.
Burada durdu
“çünkü hadis de bile va. Peygamber efendimiz öyle buyurmuş. Rızkın onda dokuzu
ticareddeymiş. Yani ticaret demek halal gazanç demek. Yani ben öyle
düşündüydüm” diye kısa bir açıklama yapıp anlatmaya devam etti. Her ikisinin
babası da bunlara ticaret için eşit miktarda sermaye vermiş ve başlamışlar
ticarete. Tabi; önce ‘ne alıp satacaklar? Neyin ticaretini yapacaklar?’ önce
bunu araştırmışlar.
“Bizim orda
kekik alıp satcez, sizin orladan da nohot anason alıp satcez. Sonra işi
artırısak buğdey işine gircez. Çünkü mazot bahalı olduğundan çiftçi çok borçlu…
Mahsul kakar kakmaz alindeki buğdeyi satmaya bakıyo. Gerçi kekik, anason nohot
da öyle emme. Buğdey başka. Çiftçi sıkışdığı için peşin paralı adam areyo. Biz
de o da var. Basdırıp parayı alıyoz. İşle iyi giderse sermayeyi daha da
artırcez. Yani bubalamız bize öyle dedi. ‘Siz gazanın parayı… Yetmedi yerde biz
takviye ederiz’ dedile. Biz öyle deyip işe kekikten başladık. Çünkü tam mevsimiydi.
Sonra gurbanlık işine girdik. Gidiyoz köylere ‘parayı gösderince’ ucuz mal
alıyoz. Malı azcık da bakdık mı gurbanlık işinde de iyi para var? Yani biz öyle
deyip başladık alevereye ve devam edik. İşler önceleri çok iyi gidiyodu. Herkes
kendi köyünde birer ev yapdı. Çokcukla böyüyo. Onlan ihtiyacını garşılıyoz.
Yani ‘para bok gibi’ işler iyi gidiyo yai. Yani ben öyle sanıyodum. Meğer bizim
şerrefsiz aşşşalık ‘alvere’ deyi işi dalavereye çevirmiş” dedi.
Bizimki
içinden “oğlum ticaret zaten dalaveredir. Bu dayın da ticaret yapayım derken az
dalavereye gelmedi. Bir bilsen ‘ticaret yapacağım’ derken neler çekti?” diye
depreşen kendi derdine söyleniyordu; ama hiç belli etmeden dinlemeye devam etti.
Bunlar
ticarete deva ederken sermayeyi artırmışlar. En son yaptıkları işe çok para
yatırmışlar ve yüklü miktarda kekik ve anasonu İzmir’de büyük tüccara iyi
fiyata satmışlar. Burada durdu “böyük tüccar öyle köy köy dolaşıp mal aramaz.
Bizim gibi ufak ticaret yapanlara azcık kar verip malı ondan golayına alır. Eh
verdiği kar da bize yetiyo. Ondan biz İzmir’deki tüccara mal vermeye başladık.
Malı topleyoz götürüp teslim ediyoz. Sonra birimiz veya ikimiz birden gidip
parayı alıyoz. Yani hangimiz gidese parayı alıyo. Birbirimize güvendimizden
tüccar öyle imza verdik. Emme vermez oleymişim” dedi.
Bu sıradaki
el ve baş hareketinden bin pişmanlık akıyordu… Anlatmaya devam etti. “Bizim
şerrefsiz meğer fırsad golleyomuş. Yani iş azcık da böyüsün de tokadı sağlam
aten deyomuş. Öyle de yapdı. Çünkü bu son işe ne gadar paramız varısa
yatırdıydık” dedi.
Artık
kendini tutamıyordu. Onun için düzeltmeye bile gerek kalmadan “bu orasbı
çocuğu. Bu pezevenk oğlu pezevengin oğlu… Amk. çocuğu bizi tam kerkti” dediği
sırada öndeki şişman bayan ve yanındaki esmer bayan ve belki de daha ilerideki
bayanlar küfürlerden çok rahatsız olmuştu.
Öndeki
sarışın ve esmer genç bayan dönüp “ayy ne ayıp. Bu ne söylüyor?” gibi baksa da
artık yandaki adam ayağını frenden çekmişti. Durma olanağı yok saydırıyordu.
Ortada
ayakta duran gençten biri yandaki bayanları gösterip “hoop arkadaş. Ayıp oluyor
ama” diye seslendi. Bu sırada muavin de bizim adama ‘al bakalım meraklı dayı.
Sordun. Deşdin yarayı; şimdi de sustur bakalım’ der gibi bakıyordu veya bizim
adam öyle anlamış ve durumdan vazife çıkarmıştı. ‘Bu vazife gereği’ yandaki
adama “az sakin ol dayım. Az sakin ol” dedi.
Bizimkinin
uyarısıyla yandaki adam küfürlerinin fazla kaçtığını anlayıp durdu bizim adama
“öyle deyon dayı da nasıl sakin olayım de bakam. Nasıl sakin olayım? Bu
şerefsizlik sene yapılsa… Misal arkıdeş bildiğin bi orasbı çocuğu sene bunları
yapsa sen sakin olurmun? Ah dayı ah... Benim yüreğim yanmış. Sen bene sakin ol
deyosun. Eyi oleyim bakam” dedi ve küfürleri daha sessiz etmeye devam etti.
Epey sonra
biraz sakinleşmişti. Bizim adamın “şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?” sorusuna
“gidicen bubasına bir bir anladıcen. ‘Buna bir çare bul emmi. Ocana düşdüm’
decem” deyince bizim adam içinden “Emmi dedi. Demek amcasıyla da barışıkmış.
Sen sabahtan beri ‘yok anne egemen olduğu için dayılar daha çok sevilir’ diye
ahkam kesip işi Kıbeleye karşı uzattın. Demek ki amca dayı fark etmez. Biri
sevmeyi hak ediyorsa sevilir. Yoksa sevilmez veya nefret edilir” kendini
yargılıyordu.
Yandaki adam
en son “‘ocana düşdüm’ decem” dedikten sonra “başka çarem yok. Tek çare bubası”
dedi. Ağzını büzdürdü, ağlayacak gibi oldu. Kendini zor tutuyordu “inşallah
bubası halal süt emmiş biridir” diye söylendi.
Bizim adam
onu bu söylemine “nasıl biri? Sana yardımcı olur mu?” diye sordu. Yandaki adam
“kimbilir dayı. Bubama bakasan adam gibi bi adam. Emme insanoğlu bu. Çiğ süt
emmiş. Bilinmez ki. Hani deyola ‘buban olsa güvenme’ aynı onun gibi. Emme başka
çare yok. Sarılanıcez bubasına” dedi.
Arkadaşın
babası varlıklıymış. İstese ‘şıppadak’ oğlunun onu dolandırdığı parayı çıkarıp
verirmiş. Yandaki adam bunları söyleyip içindeki kaygılarla ve tabi yine
öfkeyle karşıya bakmaya başlayınca bizim adam da susmuş içinden “işte böyle.
Herkesin içinde bir yangın var. Herkes o
iç yangınıyla yanarak yaşamaya devam etmek zorunda” diye geçirdi. “Acaba hiç iç
yangısı, böyle insanın, toplumun verdiği kaygı ve tasaları olmayan insan var
mıdır?” diye düşünürken gözü ilerideki ‘onun hikayesi’ başlıklı bir haftalık
yaşamını anlattığı çocuğun köyüne benzer köylere ilişti.
O köylerin
yol sapağındaki beklemenin önünden geçerken içinden “o yıllarda bu bekleme
yokmuştur” diye geçirirken ‘onun hikayesindeki’ çocuğu düşünmeye başladı. Çünkü
o uzun hikaye gerçek bir yaşanmışlıktan kurgulanmış bir hikayeydi. ‘o çocuk’ la
ilgili dinlediği yaşanmış bir anekdottan yola çıkarak o uzun hikayeyi yazmıştı.
Aslında en
büyün dileği o sırada bulduğu okuma olanağını çok iyi değerlendirip başarılı
bir eğitim hayatı ve meslek yaşamı sonucu bugünkü başarılı sonuca ulaşmış ‘o
çocuğun’ oto biyografisini yazmaktı. ‘O çocuğun’ da böyle bir öneriye severek
yaklaşıp ‘özel sohbetlerinde büyük onur duyduğu o günlerden bahseden,
geçmişiyle çok barışık biri olduğu için’ otobiyografisinin yazılmasını isteyeceğini
düşünüyordu.
Otobüs de bu
sırada Köpek Beline doğru tırmanmaya başladı…
Bunu fark edince yolculuktan bu yana aklından gelip geçenleri düşündü.
İçinden “sanırım ömür de böyle bir şey. İçinde geçip giderken bir şey fark
etmiyorsun. Durup geriye baktığında ‘yıllarca yaşadığın’ yaşanmışlıkların
neredeyse bir iki saatlik zaman yolculuğuna anca sığıştığını fark ediyorsun.
Peki öyleyse bunca hırs; daha kazanmak için kişiliklerden ödenen bunca bedeller,
öldürme, yakıp yıkma düşüncesi neyin eseri acaba? ‘Kaç insan bunu fark edip
sorup kendini sorguluyor? Yanlışta ısrar etmekten vazgeçip insan gibi onuruyla
yaşamayı seçiyor?” diye geçiriyor; kendini ikna edecek kabul edilebilir bir
sonuca varamıyordu.
Bu sırada
telefonu çaldı. Baktı ‘arayan annesiydi. Bu üçüncü arayışıydı. Sanki hacı
bekler gibi heyecan içinde onu bekliyor “nereye geldiniz?” diye soruyor ve yeğeninin arabasıyla onu garajda
beklediğini söylüyordu.
Atmış dört
yıllık annesi sanki dün doğurmuş gibi onunla ilgili; onun her şeyini ‘tabi önce
sağlığını’ düşünüyordu. Dile kolay atmış dört yıllık hiç bıkmadan, hiç
şikayetçi olmadan birinin her şeyiyle; özellikle sağlığı ve kaygılarıyla
ilgilenmek. Bunu nasıl tarif edebiliriz? Doğada hemen bütün canlılarda olan
almadan hep vermeyi düşünen anne sevgisinin nedeni ne acaba? Öyle ‘analık
duygusu’ gibi kestirimden cevap bunun cevabı olamaz. Hadi ‘insanda düşünce
olduğu için duygu da var’ diyelim. Peki ya hayvanlar. Onlar için nasıl açıklama
getirebiliriz.
Yavrularının
güvenliği için sıcağın bağrında yanmayı göze alan yavrusuna yönelecek olası bir
tehlike için yumurtalarını bekleyen anne timsahın davranışını nasıl açıklarız? Yavrusunun
ölüm tehlikesi karşısında ölümü göze alan anne hayvanların, batağa saplanan
yavruyu kurtarmak için kardeşçe seferber olan anne fillerin davranışlarını, vahşi
doğada veya günlük yaşamımızla iç içe olan evcil anne hayvan davranışlarını
nasıl açıklarız? Sadece annelerin değil tabi. İnsan veya hayvan babaların da
‘davranışları biraz daha katı, sert olsa da’ aynı fedakar verici davranışlarını
nasıl açıklarız?
Kuşkusuz
antropolji ve biyoloji bunu açıklama getirmeye çalışıyor. Ama bizim adama göre
getirilen hiçbir açıklama o duygu, önseziyi ‘adına ne derseniz deyin’ anlatmaya
yetmiyor. Yani o öyle düşünüyor; bu konunun evrenin sırrı kadar bilinemezliğini
sonsuza kadar koruyacağını düşünüyordu.
Bizimki böyle
duygular içinde harmanlaşmışken Otobüs yavaş yavaş Köpek belinin içinden
geçiyordu. Burası tam bir beldir. İki dağın arasında kalan bir bel… Rakımı 1270
m. ‘Kazık Belinden 100 m daha fazla’ tırmanması da yaklaşık bir kilometredir.
Buradan her
geçişinde bizim adamın aklına Orhan Veli’nin bir şiirin dizesi olan ve Gemlik’le
özdeşleşen “Birazdan denizi göreceksin, sakın şaşırma” sözleri ve Gemlik’e
giderken tam denizin göründüğü yere asılan bu sözlerin yazılı olduğu bir tabela
gelirdi.
Buradan her
geçtiğinde aklında bu sözlerle son noktaya gelindiğinde içinden “biraz sonra
gördüklerinle sakın şaşırma” sözcüğü geçerdi. Bu sözlerin yazılı olduğu bir
tabelanın buraya çok uygun olacağını düşünürdü. Çünkü adı gibi biliyordu ki;
şimdi karşıdan gözüken olağan üstü manzarayı ilk gören herkesin “aaa!!!” diye
hayretler içinde kalıp o manzarayı kesin çok beğenirdi.
‘Manzara’
dedim. Gerçekten aniden karşıdan gözüken Salda gölünün mavinin ve yeşilin her
tonunu içinde barındıran şahane görüntüsü, hemen yanındaki Salda kasabasının
kırmızı kiremitli rengarenk evleri, gölün hemen bu yakasında ‘ilk görenin tuz
sandığı’ ve dünyada yalnızca Kanada ve burada ve Mars’ta da benzeri olduğu
bilimsel kanıtlanan beyaz kum yığını, karşıda onun ilçesi kayalık olduğu
karşıdan belli olan tepenin hemen
dibindeki Kayadibi mahallesi çevredeki yemyeşil orman görüntüleri ‘sanki’ usta
bir ressamın fırçasından tuvale dökülen şahane manzara gibi bir görüntü
veriyordu.
Bizim adam
bu görüntülerin keyfi içindeyken ilçesinin ve köylerinin doğal, kültürel, organik tarım üretimindeki özellikleri ve
ilçesinin bu olanakları doğru dürüst değerlendiremeyişi aklına gelince yine
kaçmıştı. Çünkü o ‘konaklama turizmi yönünden bu olanaklar doğru ve yerinde
değerlendirilse’ ilçesinde ve köylerinde yaşayanların ekonomik, sosyal ve
kültürel yönden hızla kalkınacağına, herkesin tok ve mutlu olacağına çok
inanıyordu. Ve ilçesini çok seviyordu. Bu sevgi ve düşünceyle içinden hep “ah
bizde de Osman Özgüven örneği belediyecilik yapılsa” diye geçirirdi.
Zaten az
sonra otobüs de bu yolculuğun sonuna varmış olacaktı. (BİTTİ)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder