8 Ekim 2016 Cumartesi

OTOBÜSLE GİDERKEN



                                                
Şehrin sıcağı ‘yapış yapış’ çekilmez hale gelmişti. Gölgede derece 37 yi gösteriyordu. Oy vermek için gelmişlerdi. Ertesi gün de adam ilacını yazdırdı; evinin aşağısında berberden saçlarını kısaca kestirip geldi. Eşi “oo traşın çok yakışmış; sıhatler olsun” deyince keyfi geldi. Eşine “bugün kaçalım; ben bu sıcağa dayanamayacağım” dedi.

Eşinin bu canına minnetti. Ancak “Tıraş olmuşsun, bir duş al sonra gidelim” deyince ona hak verip çabucak duşa girip çıkı. Sonra hazırlandılar. Adam garaja yer ayırtmak için telefon etti. Telefondaki ses “yer ayırmaya gerek yok. Araba zaten boş” deyince yer işini de böylece halletmişlerdi.

İlçeye gidecekleri son araba akşam 5 arabasıydı. Yani o arabayı kaçırırlarsa bu sıcakta bir gün daha burada kalacaklardı. O kaygıyla acele fişleri çekip ‘açık bir yer veya unuttuğumuz bir şey var mı?’ diye bakındılar. Olmadığına kanaat getirince torbalarını aldılar. Adam bilgisayarını ve bastonunu aldı. Eşinin yardımıyla ayakkabısını giydi. Eşi çıkınca kapıyı iki kere kilitledi. Eşi “iki kere kilitledin değil mi?” deyince adam” tamam kapı garantide” dedi. Birlikte asansöre bindiler.

Adam bu sırada kızının hediye getirdiği güneş gözlüğünü taktı. Eşi gördüğü halde “gözlük mü taktın?” dedi. Adam “kızım almış takmayayım mı?” deyince beraber tebessüm ettiler. Bu eşiyle arasında bir cümlelik esprilerden biriydi. Nereden geldiğini veya ne anlam içerdiğini yalnız ikisi bilirdi. Bu sır espriler evliliklerinin harcı gibiydi. Bu esprilerle evliliklerine renk katarlardı.

Zaten adam ‘sosur’ biriydi. Konuşmayı sevmez daha önce gördüğü şeyleri, insanları, diğer canlıları sanki ilk kez görüyor gibi süzerek bakardı. Sürekli etrafını gözlemesi; gördükleriyle ‘canlı cansız’ kafasından bir şeyler kurması onun adeta en büyük eğlence kaynağıydı. Bu nedenle ‘sohbetine doyum olmayan’ tiplerdendi. İlgisi ve bilgisi olmayan konularda ‘öldür Allah" ağzından tek kelime alamazdınız. İlgisi ve bilgisi olan konularda bile yerli yersiz konuşmayı sevmezdi. Sizin anlayacağınız iyi bir dinleyiciydi.

Eşi onun bu özelliğini bildiği için onun konuşmasını hiç beklemezdi. Ama susarak da vakit geçmediği için o da ‘ne görüp duyduysa’ adamın dinleyip dinlemediğine hiç bakmadan sürekli o görüp duyduklarını anlatır. Erkek de dilemese bile sessizce dinliyor gibi yapar; ilgisini çeken konu olursa dinlerdi de.

İşte “kızım almış giymeyeyim mi?” esprisini de eşinin duyduğu bir yerden naklettiği bilgiyle kendi aralarında latife olarak kullanırlardı.

Eşinin sorusuna “kızım almış takmayayım mı?” deyip karşılıklı tebessüm ettikten sonra adam “nasıl yakışmış mı?” diye sordu. Eşi “tıraş da olunca gözlük çok yakıştı. Televizyonda kara gözlüklü önemli adamlar var ya; aynı onlara benzedin” deyince adam şişindi. Bastonla zor yürüdüğü halde ‘erkeklik damarı tutmuş’ bilgisayar çantasını eşinin “dur ben alayım; sana ağır gelir” demesine rağmen eşine “kimee?” der gibi çantayı sırtlanıp asansörden çıktı. Eşi arkasında elinde iki torba ısrarla “bırak onu da ben alayım” demesine rağmen hızlıca apartman kapısını açıp dışarı çıktı. Peşinden de eşi çıktı. Dolmuş durağına doğru yola çıktılar.

Ama yolda adamın nefes sıkıştırmaya başlayınca içinden “bok mu vardı erkeklik gösterisine. Al bakalım tıkandın işte” derken ‘ar belasına’ çantayı sırtından indirmeden giderek mesafeyi açan eşinin ardından ‘apalayarak’ durağa geldi; ama bitmişti.

Eşi “yoruldun değil mi? Haline bakmadan kalkıp gidiveriyorsun. Ne vardı çantayı ben taşısaydım” deyince adam eşinin ‘haline bakmadan kalkıp gidiveriyorsun’ lafına kızmıştı; ama belli etmedi. Bir şey de söylemedi. Zaten konuşacak hali yoktu. Eşi konuşmaya devam edecekti; elini dudaklarına götürüp ‘sus’ işareti yaptı. Birlikte aşağıdan gelen arabalardan dolmuşu gözlemeye başladılar.

Az sonra dolmuş geldi. Eşine bilgisayar çantasını verip dolmuşa bindi. Sonra dönüp eşinden torbaları ve çantayı aldı ve onun da binmesine yardım. Kendisi önde boş bir koltuğa eşi arkada bir koltuğa oturdu. Dolmuş çok kalabalık değildi. Şoför sıcaktan kapıyı açık bırakmıştı. Bu sırada arkadan bir çocuk kalkıp geldi şoföre “amca Telekoma gelince haber verir misin?” dedi.

Çocuk çok küçüktü ve hafif sendelemişti. Adam ‘heyecanlandı’ “dur oğlum düşeceksin” deyip çocuğu tutarken çocuğun arkadaki görmediği annesine sertçe “kadın çocuğuna sahip çıksana. Böyle çocuğa sahip çıkmazsınız; sonra bir şey olunca ağzınızı ayıra ayıra ağlarsınız” diye söylendi. Onun bu söylentilerine şoför ‘onaylar’ gibi gülümseyerek dönüp baktı. Çocuğun annesi de suçlanmış çocuğa “bir yerinde durmadın. Bak amca kızdı sana” diye suçu çocuğa atıyordu.

Adam kadına bir şey söyleyecekti kendini tuttu.

O sırada solda güzelce bir kadın el edince dolmuş durdu. Kadın elinden tuttuğu çocuğu kucağına alıp dolmuşa bindi saygılı bir ifadeyle “abi sizin önünüzdeki dolmuşta telefonum kalmış. Bir anons eder misiniz?” dedi ve boş bulduğu yere bindi. Adam içinden kadına acıdı merakla dolmuş şoförünün anonsuna kulak verdi. Bereket versin telefon dolmuştaymış. Şoför kadına “tamam arkadaş durakta telefonunuz onda” dedi.

Bu sırada adam kadın namına sevinmiş içinden “iyi ki dolmuşta telsiz var, teknolojinin faydaları” diye geçirirken Telekom durağına gelmişlerdi ama şoför oralı değildi. Adam şoföre “Telekomda inecek yolcunuz vardı” diye uyarınca şoför arabayı sağa çekti. Az önce ‘çocuğuyla ilgilenmiyor’ diye kızdığı kadın inerken ona “sağ olun beyefendi” dedi.

Adam hep böyleydi. Hep üstüne vazife olmayan işlere karışmayı adet edinmişti. Sürekli etrafındaki insanları gözler, onları tanımaya çalışır içinden sürekli gördüklerini kritik ederdi. Öyle ki bir başına kalsa hiç canı sıkılmazdı. Çünkü iç dünyası çok kalabalıktı.

Dolmuş da bu sırada inecekleri yere yaklaşmıştı. Eşi telaşla “biz de burada inelim” deyince adam ona gülümseyerek “az sabırlı ol hayatım. Ben ineceğimiz yeri biliyorum” dedi. Sonra dolmuşçuya “sağa dönünce bekleme yerinde inelim” dedi.

‘Bekleme yeri’

Adam bu bekleme yerlerini çok iyi bilir ve buralarda araba beklemeyi çok severdi. Geçen sene yine aynı bu bekle yerinde beklerken gördüklerini ‘Bekleme’ adında öyküleştirmişti.

Eşi içinden adam için ‘çok bilmiş’ diye geçirirken dolmuş sağda durdu. Önce adam indi. Eşinin uzattığı torbaları ve sırt çantasını aldı. Birlikte bekleme yerine yeni konan kanepelere oturdular. Adam eşine “hani bekleme başlıklı bir öyküm vardı ya. Geçen sene burada beklerken yaşadıklarımı yazmıştım o öyküde. O sıra şu ilerde açıkta bekleşilirdi. Aferin bak buraya gölgeye kanepe koymuşlar. Şimdi tam bekleme olmuş” dedi. Eşi de hatırlamıştı o öyküyü. Ama burayı anlattığını bilmiyordu. Eşine “ne acayip adamsın. Nereden buluyorsun o kadar lafı?” derken elini sıkıyordu. Adama eşinin bu hareketinin takdir içerdiğini bildiği için keyiflenmişti.

Birlikte ilçeye gidecek son arabayı beklemeye başladılar.

Bu sırada bekleme yerine yeni gelenler orada bekleyenlere gidecekleri yöne giden arabanın geçip geçmediğini soruyor ‘eğer geçti’ cevabını alırsa “eyvah öteki araba kaçta acaba?” diye telaşlanıyor, beklediği arabanın daha geçmediğini söylemişlerse ‘oh iyi’ deyip arabalarını beklemeye başlıyorlardı.

O sırada yeni tanışıklıklar oluşuyor biri ötekine “orada benim falan tanıdığım var” dediğinde öteki eğer o tanıdığı tanıyorsa dostluklar sohbetler daha koyulaşıyor, beklenen arabalar gelinceye kadar ilk kez burada tanışan insanların ‘sanki kırk yıllık’ tanış gibi kahkahalı hararetli sohbetlerine tanık oluyordunuz.

İşte bu sırada bizim adam o sohbetlere kulak kabartırken yeni yeni yaşamları tanımaya çalışır, bir daha belki hiç görmeyeceği insanların öğrenebildiği hayatlarına kendi içinde yepyeni dünyalar kurardı. Zaten içinde hayal dünyasında kurduğu bu yeni dünyalar öylesine çoğalmıştı ki; bir gün sanki aniden patlayan lastikte fırlayan hava gibi bu dünyaları dışa vurup onları öykülerde yaşatmak zorunda kalmıştı.

Şimdi de beklemede binip gidecekleri otobüsü beklerken o sırada görüp duyduklarını ‘gayrı ihtiyari’ beyine yazıyordu. Bu yeni öğrendiği dünyalarını nerede nasıl bir öykü içine yaşatacaktı kim bilir?

Adam bu gelgit düşüncelere dalmışken eşi de ona bir şeyler anlatıyordu. Adam aniden ayağa kalkıp uzaktan gelen araçlara bakıp kendi bekledikleri aracın gelip geldiğini anlamaya çalışıyordu.

Eşi “daha gelmez otur yorulacaksın” diye uyardı. Onun uyarısı eşinin yorulduğunu düşünmekten ziyade ağzında kalan lafını tamamlamak içindi. Adam kadının uyarısıyla oturunca kadın kaldığı yerden devam etti.

Anlattığı dün oy kullandıktan sonra eve geldiklerinde girdiği komşu kadının kızı için anlattıklarıyla ilgiliydi ve bu adamı hiç ilgilendiren bir şey değildi; ama eşinin anlatmak ısrarlı olduğunu anlayınca gözü yolda bir kulağı eşinde öbür kulağı hemen önünde o sırada tanıştığı belli olan yaşlı adama bir şeyler anlatmaya çalışan ve bu sırada ter içinde kalan göbekli tıknaz ileri derece görme özürlü olduğu belli olan gözlüklü adamdaydı.

Eşi ‘komşu kadının kızının eşine küsüp iki çocuğunu da peşine takıp geldiğini, komşu kadının kızını mecburen kabul ettiğini ve bu duruma çok üzüldüğünü’ anlatmaya çalışıyordu.

Bu sırada hemen önlerindeki tıknaz göbekli adam da yaşlı adama o adamın köylüsü olduğu anlaşılan ortak tanışıyla aynı yerde on beş yıl çalıştığını onunla çok iyi anlaştığını anlatmaya çalışırken o arkadaşının topal olan kızını sordu.  “Nasıl Hüsnü onu everebildi mi bari?  ‘herhalde arkadaşının adı Hüsnü’ydü’ ona çok üzülüyordu” dedi.

Adam içinden ‘hem eşinin anlattıkları hem de o şişman tıknaz adamın anlattıkları için’ bunlar başkalarının hayatıyla ne kadar ilgili diye geçiriyordu.

Gerçekten her zaman buna şaşırır, mecbur kalıp da gitmek zorunda kaldığı misafirliklerde veya zorunlu olarak katıldığı aile toplantılarında hep aynı şaşkınlıkla dinleyici olurdu.

Çünkü oralarda konuşmanın genel konusu hal dert yarenliğinden hemen sonra o sırada orada olmayan ortak tanıdık hısım akraba üzerine olurdu.  Onların bir yerde sır durumunda olan özelliklerine girilir; olumsuzluklar varsa o olumsuzluklara üzülüyor gibi yapılır; ama için için sevindikleri belli edilir, olumluluklar varsa onları da bir şekilde eleştirirken kıskandıkları belli edilirdi. Bu şekilde belki bir şekilde deşarj olurlardı. Adam bunları ‘toplumun sosyal hastalığı’ diye nitelerdi.

Kendi hep dinleyici olarak kalıp o söylemlerin içerdiği gerçek anlamları kavramaya çalışıp, kendince manalandırır; sonra yeri geldi mi onlarla dalga geçerdi. Belki bu da onun sosyal hastalığı gibi bir şeydi. Şimdi de bir kulağıyla eşini dinleyip onun deşarj olmasına yardımcı olurken öbür kulağıyla şişman tıknaz adamı dinlerken kendini deşarj ediyordu.

Adam kendini bu iki yönlü konuşmaya kaptırmıştı ki; o sıra karşıdan bineceği otobüsü görünce durdurmak için ayağa fırlayıp bastonu havada otobüse durmasını işret etti. Tabi o sırada eşinin lafı yarım kalmıştı. ‘Ama adam adı gibi biliyordu eşi ilk fırsatta lafını tamamlayacaktı.’

Otobüs gelip banketin kenarında durduğu sırada ikisi de ellerinde torbalar ve çantayla otobüsün yanına gelmişlerdi. Gelen büyük otobüslerden değildi. İlçeye küçük otuz kişi aldığı söylene otobüsler çalışıyordu. Önlerinde duran da onlardandı.

Muavin arka kapıyı açıp indi. Otobüste hiç yer yok gibiydi. Garaja ettiği telefonda yanlış bilgi verilmiş veya otobüs sonradan dolmuştu. Ama öyle veya böyle gitmeleri gerekiyordu. Adam muavine “ya bize telefonda yer var demişlerdi” diye şikayet eder gibi konuşurken muavin lafı ağzından aldı “bir kişilik yer var abi” dedi. Adam “iyi de biz iki kişiyiz” deyince muavin “siz binin abi hallederiz” dedi.

“Halletmek” veya “kolay etmek”. Bu içinde bulunduğumuz toplumun karşılaştığı güçlükler karşısında kendini motive ettiği iki temel sözcüktü; ama bu güne kadar “kolay ederiz” dedikleri hep zor olmuş. “Hallederiz” derken de hep kendileri halledilmiş; ama onlar morallerini bozmadan güçlüklere karşı hep kendilerini ‘hallederiz, kolay ederiz’ diye motive etmeye çalışmışlardı.

Şimdi de muavinin yaptığı buydu. ‘Oturacak yer yokken’ iki müşteri daha alıp bir yerde ‘iş görmek’ veya para kazanmak.

Adam çaresiz eşine “önce sen bin” dedi. Eşi adamın hasta olduğunu düşünüp tek kişilik yere onun oturmasını istediği için “önce sen bin” diye karşılık verdi; ama serde erkeklik var. ‘Erkek adam karısını sıkış depiş ortalığa sokmaz.’ Bizim ki de ne de olsa kendini ‘erkekten’ saydığı için sertleşti; eşine sertçe “olmaz öyle şey. Önce sen bin bakayım” dedi.

Kadın çaresiz açık kapıdan otobüscüğe çıktı. Ardından adam sonra muavin çıktı. Bu sırada otobüs yürümüştü. Adam muavine “hanım nereye oturacak?” dedi. Bu sırada sallanan araba kendi de zor ayakta duruyordu. Bir eliyle bastondan destek alırken öteki eliyle bir koltuğa tutunmuştu.

Muavin “yenge ilerde öndeki boş yer var oraya otursun” dedi. Adam ‘eşinin oturacağı yer güvenli mi diye’ boynunu uzatıp baktı. Anlayamadı; ama eşine “sen oraya otur” dedi. Eşi hala “sen nereye oturacaksın” der gibi bakınıyordu. Adam  “sen hele geç otur. Ben başımın çaresine bakarım” deyince eşi mecbur öne yürüdü. Orada yaşlı bir adam kalkıp ona yer verince kadın yerine oturdu. Yaşlı adam da o sıra hostes koltuğuna oturmuştu. Böylece eşi rahat güvenli bir yer bulmuştu. Adam içinden öyle geçirdi.

Sonra muavine “ben nereye oturacağım?” diye bakınırken muavin en geri koltukta oturanlara “siz azıcık toplanın” dedi. Onlar ‘azıcık’ toplanınca adama ‘kıçını’ iliştireceği kadar yer açılmıştı. O da oraya ilişti. Bilgisayar torbası onda kalmıştı. Onu ayağının dibine koydu. Baston ve ayaklarını gerdirip kıçıyla oturağa tutunmaya çalışırken öteki eliyle ‘farkında olmadan’ yandaki koltuk kenarına tutunuyorum derken orada oturan kadına dürtünüyormuş. Bunu fark edince elini ateşten çeker gibi çekip kadından özür diledi.

Kadın şişman sarışın biriydi. Yanında esmer genç bir bayan vardı. Bizimkinin dürtünürken fark edip telaşla özür dileyişine iki kadın da kikirdedi. Dürtülen şişman kadın gülümseyerek “sorun değil amca” dedi. Bizimki kendini ne kadar erkekten saysa da anlaşılan kadınlar onu erkekten saymamıştı. Adam kadının “sorun değil amca” deyişine bozulmuştu; ama bir şey söylemeyip yutkundu.

Bu sırada gözü arka kapıdaki merdivenlerdeydi. Muavinin girip çıkması biterse oraya oturmayı düşündü. Çünkü durumu gerçekten iyi değildi. Yarım kıçla tutunmaya çalışırken kayıp gidiyordu. Beli sakattı. Ayakları da sağlam sayılmazdı. Nefes demişsin o biçim. Hırlayıp duruyordu.

Onun için arka kapı merdivenlerine göz dikmişti. Araba tam yola koyulsun muavinden izin alıp geçip oraya kurulacaktı. İçinden “şuraya oturur ayakları da şuraya salladım mı? Rap rahat giderim” diye geçirirken araba sağa yanaştı. Belli ki binecek vardı.

Muavin kapıyı açıp aşağı indi. Binecek olan önden binmesini söyledi. Ön kapıdan giren genç bir bayan başı gözüktü. Sanırım öğrenci gibi bir şeydi. Gülümseyerek şoföre ‘ben nereye oturacağım’ der gibi bakıyordu. Eşine yer verip hostes koltuğuna oturan adam kalktı genç kıza yer verdi. Elinde fanatik gazetesi yavaş yavaş geri geliyordu. Otobüste de yürümüştü.

Bizimki adamın elinde fanatik gazetesini görünce biraz şaşırmış içinden “bu da bizden at yarışçı her halde” diye geçirirken adam geldi arka merdivenin en üst basamağına gazeteyi serip üstüne oturdu. Tam bizimkinin düşündüğü gibi ayaklarını alt basamaklara sallayınca bizim adam şaşkınlık ve biraz kızgınlıkla baktı kaldı.

Yaşlı adam oturunca kafasını kaldırdı. Bizim adamla gözgöze gelince gülümsedi. Bizim adam dayanamadı “dayı valla ben oraya göz dikmiş oturayım diye fırsat kolluyordum, gelip benim yere kondun” deyince muavin yaşlı adam gülüştü. Yandaki şişman sarışın kadın ve onun yanındaki esmer genç kadın da kikirdedi.

Adam çaresiz etrafına bakınırken ona yer verenler adama acıyıp biraz daha kıpırdayınca o kıçını oturağa biraz daha yerleştirmeye çalıştı. Ama ne yapsa rahat değildi. O sıra aklından “acaba yolda inecek var mı?” diye geçiriyordu. Yanındakilere soracaktı. Sağına bakındı. Biri şişman öteki zayıf iki kişi vardı. Zayıf olan cam kenarında avurtları çökmüş, dalıp gitmişti. Belli ki çok derdi vardı. Hemen sağındaki şişman olan ‘gestapo’ askerleri gibi sert bakışlarla karşıya bakıyordu. Sorsa belki ters cevap verebilirdi veya adam öyle düşünmüştü.

Soluna bakındı. Orada üç kişi vardı. Dipteki iki kişi gençti. Herhalde öğrenciydiler. Ellerinden yeni telefonlar vardı. Onlara dürtünmeye dalmışlardı. Hemen sağındaki şapkalı gençten bir köylüydü. Ama konuşkan birine benziyordu. Şimdi ona “nerede ineceksiniz?” diye sorsa adam lafıyla onu boğabilirdi. Ondan da vazgeçti. Bu sırada muavin yaşlı adamın yanından buzdolabındaki su şişesini çıkarmaya çalışıyordu. Çünkü öbür elinde dolu plastik bardak vardı.

Muavin epey uğraştıktan sonra dolaptan su şişesini çıkardı. Elindeki bardaklardan birini öne çıkardı ve bizimkinin sağındaki iki yolcudan itibaren su dağıtmaya başladı.

Bizimkinin bir elinde baston vardı. Öbür eliyle arabadaki direğe tutunmuştu ve avucunda da su şişesi vardı. Sıra ona gelince muavin ona ‘su ister misin?’ diye sorunca gülümseyerek “sağol” dedi. Aslında susamıştı; ama öteki elinde baston vardı. Direğe tutunduğu elini bırakırsa dengesi bozulacaktı. Çünkü arabanın her sallanışında oturduğu yerden kaydığı için oraya tutunmaya çalışıyordu. Bu vaziyette muavinin uzattığı bardağı alamayacaktı. Bu nedenle gözleriyle muavini izlemekle yetindi.

Çok yolculuk yapmıştı. Otobüsle, kamyonla; Yani ne bulduysa onunla yaptığı yolcuklar sırasında aklından kalan çok anı vardı. Her yolculukta bu anlar bir şekilde beyninde uçuşur. Şimdi de öyle; muavini gözlerken aklından bin türlü yaşanmışlık adeta resmi geçit yapıyordu.

Geçmişte müşteriyi memnun etmek su, çay kahve dağıtma; hatta bazı otobüslerde hazır kek ve pasta dağıtıldığına şahit çokça şahit olmuştu. Özellikle şehirlerarası çalışan büyük otobüs firmaları bu müşteri memnuniyeti için başlattıkları ikram ritüellerini adeta yarışa çevirmişti.

Bu ikramlardan daha önce otobüslerde kolonya dağıtma alışkanlığı vardı. Muavin bir elinde kolonya şişesi öbür eliyle şişenin altına ‘kolonya damlamasın diye’ tuttuğu peçete ile yolculara kolonya ikram ederlerdi. Bazı yolcular iki avucunu açıp muavine “dök dök” diye ikaz eder, sonra avucuna doldurduğu kolonyayı yüzüne, başına, boynuna sürer temizleme ile serinleme arası ellerini oralarda oğuştururdu.

Daha eskilerden özellikle yazları kimi erkek yolcuların şişen ayaklarını rahatlatmak için ayakkabıdan çıkarınca ortaya saçılan efir efir ayak kokusu kolonya kokusuyla karışınca çok farklı bir koku arabanın içini kaplardı.

Sanırım o sıra yellenmesi gelenler kolonya dağıtımını fırsat bilip hafif yana eğilerek ‘gürültüsüz’ fısıl fısıl yellenmeye çalışırdı. Bizimkinin özellikle gençliğindeki yolculuklarından bunlar hep aklında kalmıştı. Hele Adanalı bir arkadaşından duyduğu fıkra gibi anekdotu hiç unutmazdı.

O arkadaşı anlattığına göre Hatay’a kadar giden Has turizmle Adana’ya gidiyormuş. O sıra arabanın içine çok pis yellenme kokusu yayılmış. Bu kokuyu duyan yolculardan en önde olan biri arkaya doğru dönmüş ve “ya Hacı fıslatma şaklat şaklat” diye seslenmiş. Yolcunun bu seslenişine bütün yolcular kahkahayla karşılık vermiş.

Arkadaşı bu anekdotu anlattıktan sonra “fıslayan yellenme çok kokarmış. Ben ondan sonra dikkat ettim, gerçekten doğru” diye o yolcunun sözleri üzerine kendi gözlemiyle edindiği tecrübeyi aktarmıştı. O yıllar bizim adamın da böyle durumlarda; yani bir yerde yellenme kokusu yayılırsa içinden “ya Hacı fıslatma, şaklat şaklat” demek geçermiş. Denk gelirse bazen de bu uyarıyı bulunduğu yerde yaparmış.

Muavin su dağıtırken aklından bunlar geçiyordu. Şimdi teknik ilerlemiş her arabada havalandırma sistemi vardı. İster şaklat ister fıslat koku anında o sistem sayesinde dışarı atıldığından yellenme kokusu hiç duyulmaz olmuştu. Aklında bunlar yolcuları süzmeye başladı.

İçinden “şu yolcu yellenmeye müsait, göbekli. Şu yolcu ince zayıf… O kesin fıslatır ve çok koku yapar” diye geçirirken gözü sağ yanında hemen önündeki koltuktaki şişman kadına takıldı. İçinden “valla bunun yellemesi de bir başlarsa hücum borusu gibi epey öter” diye geçirdi.

Nedense o kadına kafayı takmıştı.

Muavin de bu sırada su servisini bitirip gelmişti. Basamakta oturan ‘sanırım arabanın sahibi’ yaşlı dayı muavine “servis önden başlamıyor muydu? Sen buradan başladın?” diye sorunca muavin gülerek “öyle dayı da buradan daha münasip geldi” diye cevap verdiği sırada araba sağa yanaştı. Sanırım binecek yolcu vardı.

Muavin kapıyı açıp aşağı atladı. Kapının önünde dört kişi belirdi. Muavine “yer var mı?” diye sordular. Muavin “Ayakta gitmek isterseniz yer var” dedi. Son araba olduğu için yerdeki yolcular mecburen bindi. Muavin eşyalarını alıp bagaja yerleştirdi ve arabaya binerken “devam et” diye bağırdı. Şoför zaten yürümüştü. O dört kişi araya sıralandılar.

Bizimki içinden ‘araba doldu. Her halde bir daha durmaz’ diye geçirdi. Yoldaki yerleşim yerlerinde kim inebilir diye bakınmaya başladı. Aklı fikri bir yolcunun yolda inmesi, geçip onun yerine oturmaktaydı. Çünkü kıçı oturağa ilişik olduğundan; kaymayacağım diye ayaklarını gere gere bacaklarına ağrı girmişti.

Otobüs’te bu sıra Bağbaşını geçmiş ‘Şahin tepesine’ doğru ağmış, giderek yükseğe tırmandıkları için havalandırmadan gelen hava serinlemeye başlamıştı. Bu şekilde otobüs tırmanırken bizimkinin aklına ‘Şahin tepesi’ takıldı. İçinden “burası Dallas’ın hatırası’ diye geçirdi. Gerçekten burası Şahin Tepesi adını orada Denizli’ye kuşbakışı bakan içkili lokantadan almıştı. (Gerçi şimdi zamana uyan o lokanta da içki servisini geceye almış ve kapıda görünen yere ‘içkisiz aile yeri vardır’ diye tabela asmıştı.

(Buradan aklından ‘her halde burada içkili aile yeri de var. Bekarlar için de ayrı’ diye geçiyordu. Bunları düşünürken “ne günlere kaldık” diye mırıldandı.)

Sonradan bu ‘Şahin tepesi’ adı çok tutmuş (Denizli’nin nüfusu arttıkça) aşağıdan yukarıya sıra sıra ‘Aile için yerimiz vardı’ vb. tabelalarla donanmış çok yer açılmıştı. Daha önceleri özellikle yazları şehrin hemen dışındaki Çamlıkta piknikle yetinen Denizlililer sanayi atak yaptıkça gelişen nüfus Çamlığa sığmayınca yazın sıcağından buralara kaçmaya başlamıştı. Özellikle yazları buralarda yol kenarlarında dolu araba vardı.

Otobüs yavaş yavaş tırmanırken adamın aklından bunlar geçiyordu. Arada bir yolun eski halini tahmin etmeye çalışıyordu. Ama aradan çok zaman geçmişti. Sadece biraz daha yukarı çıkınca aşağılarda eski yolun izini taşıyan kesik kesik asvalt yola benzeyen bir şeyler gözüküyordu. Eski yoldan veya şimdiki bu yoldan başlayan tırmanma 400-450 m yüksekliğinden yaklaşık yirmi beş otuz kilometre sonra 1200 m. yüksekliğine ulaşırdı. Haliyle bu ani yükseliş özellikle alışkın olmayanlarda bir baş dönmesi bulantı yaratırdı. Eskiden ulaşım seyrek yukarı kasaba köylerden Denizli’ye iniş de çok seyrek olurdu. Çoğu yolcu denk düşerse bir iş için yılda veya iki yılda bir bu yükseklik farkını yaşadığı için inişte veya çıkışta çok istifra eden olur; o sıra arabanın içini istifra edenin yediklerinin ‘yediği her neyse’ kokusu yayılır bunun üzerine muavin hemen kolonya servisine başlardı.

O yıllar her otobüste küçük naylon torbalar olur; araba hareket edince isteyenlere önce naylon torba servisi yapılırdı. Utanıp veya gerek görmeyip sonra aniden istifra eden olursa muavin “kardeşim az önce torba dağıttık niye almadın?’ diye fırça atardı. Muavin bu fırça atmada haklıydı; çünkü yere dökülen pisliği o temizlemek zorundaydı.

Adamın araba tırmanırken bunlar aklından geçiyordu. İçinden ‘ulaşım artınca millet yolculuğa alıştı, ondan şimdi istifra eden yok’ diye geçirmişti ki; önden bir köylü kadın muavine ‘naylon torba var mı? Çocuk bozuldu da’ diye seslendi. Muavin ‘teyze şimdi naylon torba mı kaldı?’ deyip ‘cık cık’ ederken telaşla su koyduğu dolabın yanındaki gözü açtı. Orada azalan peçete torbasını aldı. Peçeteleri çıkarıp kadına ‘al bunla idare et. Aman etraf pislenmesin’ dedi.

Kadın mahcup peçete kılıfı naylonu alırken muavin ‘ne günlere kaldık?’ der gibi elini sallarken bizim adamla göz göze geldi. Bizimki çok bilmişçesine “ne yapacaksın, her mesleğin katlanılası bir riski var. Senin risk de bu. Takma kafana” dedi. Muavin kafaya taksa ne olacaktı ki?

Neyse korkulan olmadı. Çocuk istifra edemedi. Bu sırada otobüs tırmanışını sürdürüyordu. Az sonra eskiden Çukur diye diye bilinen köyün yeni yapıları karşıdan gözükmüştü. Yol önceleri Tekke köyünün üzerinden Çukur köyünün içinden geçer sonra Kazık beline doğru tırmanırdı.

O yıllar yollar çok virajlıydı… Hele Çukur köyünün içinden bağçelerin arasından döne döne tırmanırdı araçlar. Aşağıdan viraja yaklaşan olursa yukarıdan gelen aşağıdan gelen aracın virajı alması için beklerdi. Bu yollar ve virajlar eşeklerin yol mühendisliği yaptığı yıllarda yapılmıştı.

‘Eşeğin yol mühendisliği yaptığı yıllar’ sözcüğü gençlere yadırgadıcı gelebilir; ama gerçektir. Özellikle DP iktidara geldikten sonra ‘Tren demir yolu komünist işi’ denip Marşal yardımıyla birlikte kamyon otobüs ithalatı hız kazanınca yol gereksinimi doğmuş ‘o yıllar mühendislik eğitimi sanırım tam cevap veremediğinden’ yol yapımında eski usule bağlı kalınmış; yani eşeklerin sırtına bir direk bağlayıp eşeğin özellikle engebeli arazide sırığa çizdirdiği çizgi yol güzergahı kabul edilmişti.

Bizim adam eşeklerin yol mühendisliği yaptığını Başkale’nin Heretis köyünde öğretmenlik yapan kardeşine ziyarete gittiği sırada ilk orada öğrenmişti. O köyde Mahmut Ağa vardı. Ertuş Aşiretinin Türkiye’deki kalanlarının aşiret reisiymiş. Heretis köyü de o aşiretin başkenti gibi bir şeymiş.

O sıra öğrenmişti bizimki bunları. Kardeşiyle Mamut ağanın ziyaretine gittiğinde Mahmut Ağa anlatmıştı Menderes’e Van’da nasıl elini öptürdüğünü. “Bu geldiğiniz yolu o zamanlar ben açtırdım” demiş sonra gülerek “o zamanlar mühendiz mi var? Yolu eşeklere çizdirirlerdi. Mübarek hayvan nedense hep kuzeye bakan sırtta gitmiş. O yüzden bizim yollar kar yağdı mı kapanır” diye açıklamıştı. O yıllarda asfalt yol yok gibi bir şeydi. Örneğin Erzurum’dan Van’a giden yol yer yer ‘şose’ denilen kara yoluydu. Van Hakkari arsı hepten ‘şoseydi’. O yıllar böyle gidişli gelişli yolda yok gibi bir şeydi. Şimdi gittikleri yol da o yıllar ‘şoseydi’. Köylüler ‘şose’ diyemez ‘süse’ derdi. Ama o ‘şose’ yol da ancak büyük şehirler arasında olur, ‘şoseye çıktın mı?’ medeniyete kavuşmuş gibi olurdun.

Nereden nereye? Bin dokuz yüz yetmişlerin başında yaşadığı bir anekdot bizimkinin aklından neler geçiyordu neler. Sanırım bu da insan beyninin gücünü kapasitesini gösteriyor. En mükemmel bilgisayarları yapıp en mükemmel programları yükle; ama onlar yine bazen basit bir insan beynin yanında pek ala aciz kalabilir. Bizimki bir şey olunca “internete bak” diyen veya “bu projeyi bilgisayar çözdü” diye şişinen oldu mu?´oldu mu çok kızar insan beyninin mükemmelliğini savunur hep.

Şimdi de aklından benzeri düşünceler geçerken otobüs Çukur köyünün ‘şimdi adı Cankurtaran olmuş’ altından tırmanmaya devam ediyordu. Cankurtaran’ı bilen bilir. Gerçekten Denizli’nin sıcağından çıktın mı? ‘hem araçlar için, hem de insanlar için’ tam bir cankurtarandır buranın serinliği.

‘Arabaların’ dediğime şaşırmayın. Yirmi beş kilometrede sekiz yüz metre tırmanan arabanın ‘hele eski şose denilen karayolundan çıkıp geldi mi?’ motorunu ısınmaması olası mı? Şimdi yine iyi… Yollar yağ gibi asfalt. Daha rahat çıkıyorlar. Ama sanırım onların da mutlaka motoru hararet yapıyordur. Neyse bizim adam sıkış depiş kıçını zor tutturduğu yerde tutunmaya çalışırken aklı geçmişe kaydı. O yıllarda otobüsler şose veya süse denilen toprak yoldan veya seçim asfaltı dökülmüş yer çukurlaşmış dar yollardan inil inil bu rampaya tırmanırdı.

Bizimki aklı eskilerdeyken otobüsün tırmandığı rampada hemen solda ilk cankurtaran istasyon gözüktü. Tabi sağı solu; özellikle tepeler ‘Törkiş mimari’ görgüsüzlük abidesi doğayla hiç uyumu olmayan zengin evleriyle dolu. Onlarda oturanlar veya çevrede insanla bunlara ‘villa’ diyorlar.

‘Villa’ sözcüğü eski Roma’da zengin toprak sahiplerinin kırsal alanda yaptıkları konut olarak bilinir. Bugün ise şehrin dışında bahçeli bir veya iki katlı gösterişli yapılara ‘villa’ deniyor. Ancak burada ‘villa’ denen yapılar öyle bahçeli falan değil. Üst üste yapış yapış görünümlü betonarme binalar.

Görgüsüzlük burada başlıyor. Çünkü zenginlerin kırsal alanda yaptıkları bir veya ili katlı binalar genelde kargir yapılardır ve yemyeşil doğanın sanki bir parçası gibidirler. Yapıların üzerindeki renkler seçilirken bile doğayla uyumuna dikkat edilir. Daha doğrusu öyle olması gerekir. Ama burada tepelere ‘yığıl yığıl bok üstü görünümlü’ yapılan ‘villa’ niyetine binalar ancak gözü yoruyor. Doğayla haşır neşir doğa aşığı biri için anca ‘ne bunlar böyle?’ diye irkilti uyandıran görüntüler. Zaten sahipleri de kooperatif usulü yapılan yapılara taksitle giren orta gelir sahibi guruplar oluyor.

Bizimki bunlara bakarken aklına daha önce gördüğü örnekler geliyor; içinden ‘bunlar burada huzur falan bulmaz. Sanırım birbiriyle didişip, çekişmekten helak oluyorlardır’ diye geçirdi.

Belki öyle değildirler. Hepsi belki buralarda mutluluktan uçuşuyorlardır. Ama ne yapalım bizim adam ‘çokbilmiş az da ukala olunca’ böyle her şeye kendince bir kulp takar. Bu nedenle aklından yazdığım benzer düşünceler geçtiğini düşündüm.

Neyse ‘bizim adam ne düşünürse düşünsün’ gördükleri üzerine aklından düşünceler uçuşurken otobüs bu mola yerini pas geçip yoluna devam etti. Bizimki içinden “bu otobüs nerede duracak acaba?” diye geçiriyor gibi geldi. Çünkü davranışlarından ‘kıçı kaydıkça yerinde durması için uğraşırken gerilen bacaklarına kramp girmiş, mola yerinde aşağı inip ayaklarını ve kıçını dinlendirmek istiyor’ gibi geldi.

Sanırım sol elindeki baston da bastır bastıra bileğini acıtmıştı. Çünkü arada bir elinde baston olduğu halde bileğini sağa sola hareket ettiriyordu. Bu sırada da bir önündeki basamakta keyifle oturan dayıya “dayı bir yer değişsek” demeyi düşünüyor sonra içinden “mola yerine kadar dayanayım. Orada dinlenirim. Sonra yolda inen olur nasıl olsa onun yerine ‘rap rahat’ otururum” diye geçirdi. Gözü sağa kaymıştı.

Sağda aşağıda Çukur Köy’ünün eski evleri gözüküyordu. Ama onlar azalmıştı. Aralarında yeni ‘Alamancı işi’ evler gözüküyordu. Onlara bakarken eskiden aralarında otobüsün döne döne inip, çıktığı yolun sağında solundaki yemyeşil bahçelerin yok olduğu düşüncesi aklına düşünce içi ‘cız’ etti.

Gerçekten otantik hiçbir değerimizi koruyamadık. Köylerimizde kasabalarımızda her biri onlarca yüzlerce yıl geçmişten bize selam getiren asırlık ağaçlarımızı, yem yeşil bahçelerimizi bağlarımızı bir işgalci hoyratlığıyla tarumar ettik.

Bizim adamın kasabasının altında dillere destan, gören gözlere ziyafet manzaralı gölün hemen kıyısında yükselen İskender’in Anadolu seferinin izlerini taşıyan kayalık tepenin altındaki köyün adını taşıyan bağlar vardı. ‘Kayadibi bağları’. Onlar da hoyratça tarumar edilmiş şimdi sadece ismi kalmıştı. Yine kasabanın hemen doğusunda ‘bağ köy’ diye bilinen üzüm bağları ve güllükler vardı. Onların da yerinde yeller esiyordu.

Çukur köy’ünün eski ev görüntülerine bakarken oradaki bağlar aklına gelince sanırım yüreği ‘cız’ eden bizim adam kasabasındaki Kayadibi bağlarının, Bağ köyün kasabanın içindeki ulu kavağın akıbetinin de aynı olduğunu hatırlayınca içine temelli sıkıntı basmıştı. O sıkıntıyla arabanın mola yapması için sabırsızlanır gibi sağına soluna ilgisiz bakış attı. Otobüs bizim adamın aklından geçenleri hiç umursamadan inil inil sağında solunda mola yerlerini pas geçip yoluna devam ediyordu.

Adam içinden muavine ‘nerede mola vereceğiz?’ diye sormayı geçirdi; üşendi. ‘Nerede verirse verir; sen de az sabırlı ol’ diye kendine fırça atıp kayan kıçını yerine yerleştirdi ve bakınmaya devam etti. Gözü arada bir arabanın içindeki yolculara kayıyordu.

Arada dikilenleri düşündü. İçinden ‘onların durumu daha zor… Sen haline şükret’ diye geçirirken ‘ama onlar sağlam. Ben olsam ben de hiç tınmadan beklerdim ayakta’ diye kendine açıklama yapıyordu. Gerçekten adamın gençliği ‘şöyle böyle değil’ çok hareketli, bir o kadar da zorluklar içinde geçmişti.

O yolculuklar ‘Otobüsle olmadı kamyon kasalarında, olmadı traktörle, olmadı taksi, sıkış depiş dolmuşlarla daha olmadı atla veya yayan’ çoğu kişinin gidip görmediği, gitmekten ürküntü duyacağı diyarlarda; her biri ayrı nitelikteki yolculuklar’ çok kolay geçmemişti. Ama o sıralar bizim adam gençti. Kilosu da hafif olunca kolay bile olmuştu. Hemen her yere sığışırdı.

Hele trenlerle yaptığı yolculuklar. Trenlerin ‘kara tren, motorlu tren’ ovalardan dağların arasından tünellerden geçerken attığı çığlığın dili olmalı da söylemeli. Söylemeli bu sosur somurtkan adamın hiç dillendiremediği yüreğinde, beyninde sönmeyen bir köze dönmüş; ancak kara toprağın serinliğinde dinginliğe kavuşacak aşkını sevdasını Onun yerine dağlara taşlara bilcümle canlıya nasıl haykırdığını.

Bizimkinin bu yolculuklar sırasında tren çığlıklarına karışan duygularına tercüman olmaya kalksak bu iki saatlik hiç yolculuğa sığmaz. Onun için ‘belki ilerde denk düşer elimiz varırsa bir yerlere sıkıştıracağımız’ bu anıları şöyle bir değinip geçtik. Çünkü otobüsün içinde ayakta gidenlere bakarken onun aklından bunlar geçiyordu.

Bu sırada gözü koltuklarında oturanlara kaydı. Sanki hemen herkes uyuyor gibi geldi. Arabanın içindeki sessizlik öyle düşünmesini sağladı. Solundaki şişman bayana baktı. O da boynu önüne düşmüş uyukluyordu. Solundaki esmer bayan ise camdan dışarı izliyordu. Adam içinden o esmer kadın için “aklından kim bilir neler geçiyordur?’ diye geçirdi.

Herkesin hiç olmayacak hayali vardır her halde. Çocuklar izledikleri çizgi film kahramanlarıyla özdeşleştirirler kendilerini. Geçmişte sinemaları olduğu için biliyordu. Filmleri izleyenler kendilerini özellikle başrol oyuncularıyla özdeşleştirirdi. En çok benzemek istedikleri de Yılmaz güney, Cüneyt Arkın olurdu. Tabi sevgilisi; daha doğrusu sevdiği bir kız olan gençler de Ediz Hun Kartal Tibet gibi jönlere öykünürdü.

Bizim adamın fantezisi hiç olmayacak olandı. O sinek olmak isterdi. Sinek olup her yere girip çıkmak, kim nerede ne konuşuyor bunu öğrenmek isterdi. Bir de beyin böceği olup herkesin aklından geçenleri öğrenmek. Eşşek kadar adam oldu arada bir hala “ah herkesin beynine giren bir böcek olsam” diye geçirirdi. Bu sıra en çok istediği de kızlarıyla konuşurken telefon hattının içinde akıp gidip aniden onların karşısına çıkmak, sonra doya doya öpmekti onları. ‘Kim bilir’ belki insanın beyninin telepati gücü bunu sağlar diye düşünür; onun şimdi olmasını isterdi.

Herkesin içinde geçmeyen bir çocukluk özlemleri gibi bizimkinin de ‘ne kadar komik, uçuk olursa olsun’ özlemleri buydu.

Adamın aklı böyle gelip giderken otobüs eskiden ilk cankurtaran yeri olan mola yerini de geçiyordu. Bu mola yerinin ‘bu yollara düşen ilk otobüs ve kamyonlardan bu yana’ gürül gürül akan çeşmesi, serinliğine doyum olmayan yemyeşil ağaçların doldurduğu bahçesi vardı. ‘Sanırım o gürül gürül akan çeşme şimdi yok.’ Burada kebap da satılırdı. Özellikle kamyoncular içindi bu kebap lokantası. Çünkü on onbeş dakikalık molalarda kebap yiyen pek olmaz, yolcuların çoğu bu buz gibi gürül gürül akan çeşmenin suyunu yüzlerine çarpa çarpa serinler; sonra avuçlarını oluk yapıp kana kana içerlerdi o buz gibi sulardan.

Bizimki yaptığı yolculuklarda bu mola yerlerinde yemek yemeyi çok severdi. Hele kamyon yolculuklarındaki molalara bayılırdı. Kamyon mola yerleri çok salaş gözükür. Ama etin en güzeli, domatesin biberin en tazesi, organiği oralardadır. Bir kere her mola yerinde mutlaka fırın vardır. Orada kebap pide ekmek pişirilirdi.

Otostopla yaptığı yolculuklarda kamyonları çok tercih ederdi. Pozantı rampalarında mola yerlerinde çok kebap yemişti. Hele Pozantı’ya sararken Torosların eteğindeki şeker pınarı denen yerin güzelliğine doyamazdı. Aşağıda gürül gürül derenin serinliği, üzerinde tarihi kemeri hemen yanı başında yükselen Toros dağlarının güzelliğine paha biçilmezdi.

Bizimki orada her mola verildiğinde veya kamyonlarla yolculukta Toros eteklerinde salaş mola yerlerinde nefis kebaptan yerken yukarı dağlara bakar ‘sanki’ oralarda İnce Memed’in ala geyiklerin izlerini arar, onlar oradaymış ve sanki görecekmiş  gibi bakınırdı

Oralarda da çok anısı vardı. Bizimki eskinin bu ilk cankurtaranını gördüğü sırada aklından bunlar geçerken otobüsün yola devam etmesi üzerine içinden ‘her halde mola yok. Ne yapalım? Ben de yolda inecek biri oluncaya kadar beklerim’ diye geçirdi.

Bu sırada muavin kola servisine hazırlanıyordu. Yine zor zahmet dolaptan bir kola şişesi çıkardı. Kapağını fıslatıp açtı. Su dağıttığı sırada müşterilere verdiği plastik bardakları almamış, geri vermek isteyene de “dursun lazım olacak” demişti. Eline yine de yedek birkaç bardak alıp kola dağıtmaya başladı. Yine arkadan başlamıştı. Bizimkine gözüyle ‘kola ister misin?’ diye sordu. O gözüyle ‘hayır istemem’ deyince onun sağındaki dipte olan zayıf genç bardağını uzatıp kola doldurttu. Onun yanındaki bizim adamın hemen solundaki gestapo bakışlı adam sertçe “istemez” dedi. Muavin “istemezsen canıma minnet” deyip bizimkinin solundakilere kola isteyip istemediklerini soruyordu.

 Bizim adam sağındaki gestapo kılıklının muavinin sözüne alınacağını düşünmüştü. Ama o hiç oralı olmadan ‘nereye bakıyor? Ne görüyorsa’ gözünü kırpmadan gözünü karşıya dikmiş bakıyordu.

Bu sırada solundaki gençlere kola veren muavin adamın hemen önünde yanda oturan ve uyuklayan şişman kadının önünde eğilip baktı. Sonra doğruldu bizim adama gülümseyerek “bu uyuyor uyandırmayayım” dedikten sonra yanındaki bayana sordu. O da kola istemediğini eliyle işaret ederek gösterdi. Muavin arada ilerleyerek kola dağıtımına devam etti.

Bizim adamın da gözü sağ ve solda camlardan dışarıdaydı. Her iki yanda yemyeşil çamlar insanın içini açıyor.

Yanındaki köylü solundaki iki gence bilgi veriyor. Sanırım onlar ya yabancı veya bu yoldan az gidip gelmişler veya öylesine ‘gözleri ellerindeki telefonlarda’ köylünün verdiği bilgileri dinler gibi arada bir onay veriyorlar. Köylü kenarda yamaçta yeşeren sıralı çamları işaret edip “bunları ormancıla dikmiş. Şo ilerde tek tük filizler var ya. Onla çamın dökülen tohomundan kendiliğinden çıkanla… Mübarekle; misal bu çamın tohomu gayanın üstünde düşse. Ordan bi çatlak bulur kök sala. Yanim insanla heç ellimise belki burla daha bi başka güzel olurdu deyon ben misal” diye gençlere bilgi veriyordu.

Bizim çokbilmiş adam içinden “işte köylü bir cümleyle kendiliğinden doğayı korumanın ne kadar gerekli olduğunu, insanlar olmasa; daha doğrusu doğayı tahrip etmese doğal dokunun bozulmayacağını, mevsimlerin değişmeyeceğini ve her kış aynı oranda kar, her mevsim aynı oranda yağmur yağacağını ne güzel anlattı. Tabi anlamasını bilene diye” geçirdi.

Gözünün kuyruğuyla gençlere baktı. Onların ellerindeki telefona dürtünürken onlara bilgi vermeye çalışan köylüye ‘anlat anlat dayı heyecanlı oluyor’ der gibi davrandığını gördü. Sinirlendi. Onlara “bırakın o aletleri de bak arkadaşı dinleyin. Size ne güzel bilgiler veriyor” dememek için kendini zor tuttu. Sağa sola camdan dışarı bakınmaya devam etti. Ama kulağı köylüdeydi.

‘Sanırım can sıkıntısıyla’ gençlerin kendini dinleyip dinlemediğini umursadan konuşmaya devam eden köylü konuşmasının bir yerinde ‘neden gerekli gördüyse?’ “ben Güneyliyin. Orda incen” dedi. Bu sırada kola seferinden dönen muavine Güneyli olduğunu tekrar edip “arıba Güney’de yokarı çıkamı?” diye sordu.

Boyu nerdeyse iki metreyi bulan muavin ‘arabanın tavanı kafasına çarpmasın diye sakınırken’ “yok dayı. Biz aşşadan geçeriz” dedi.

Köylü “yav benim ev de köyün en yukarısındaydı. Nedem. Çaresiz yörürüz” derken bizim adam köylünün Güneyli olmasına sevincini zor gizliyordu.

Nasıl sevinmesin ki? Güney’e varınca kıçını tutturmak için gerinmekten kurtulacaktı. Sonra o yeri başkasının kapma şansı da yoktu. Çünkü köylü inince kıçını en geriye koydu mu tamam. Başkası gelse de ona da ancak kendinin olduğu gibi yarım kıçlık yer düşerdi ancak. Bizim adam bu sevinçle yorgunluğunu falan unuttu. Gençlere kızgınlığı bile geçti; aklından gezinmeye başladı.

Muavinin boyunun iki metreye yaklaştığını fark edişini düşündü. Muavin sevimli biriydi. Onun için sevimliliği sırık gibi oluşunu gizlemişti. Bu aklına gelince içinden “gerçekten öyle… İnsan davranışları onun varsa kusuru veya göze batan yeri onu pek ala gizleyebiliyor. Misal şu muavin... Sevimsiz biri olsa sırık gibi oluşu insanın sinirine dokunur. Ama ben kafasının tavana çarpmaması için sakındığını fark etmesem onun sırık gibi boyunu hiç fark etmemiştim” diye geçirdi.

‘sizce de gerçekten öyle değil midir?’ Misal; çok çirkin bir kişi tatlı diliyle çirkinliğini pek ala gizleyebilir. Çok güzel biri de pıtırak gibi kötü diliyle battıkça o güzel görünümü tel tel dökülür.

Bizim adamın anneannesi vardı o anlatmıştı… Anneannesi polis olan küçük oğlunun yanında kalmıştı bir süre. Oğlunun ev sahibi dolmuşçuymuş. Çok çirkin de bir karısı varmış; ama karı koca şeker gibi ‘gülüm balım’ pek mutluymuş. Anneannesinin de bu durum dikkatini çekmiş. ‘Yörük olduğu için lafını da pek esirgemez, soracağını pattadak sorar, söylerdi’ Kadının kocasına “a oğlum sen bu karının nesini beğeniyorsun. Baksana şuna maymun gibi bir şey?” deyince karı koca basmış kahkahayı.

Adam “anacığım, onun dili var ya dili. O dil benim yaşamımı cennete çeviriyor” demiş. Kadın da anneannesinin söylediğine hiç alınmadan onun boynuna sarılmış “kurban olayım sana. Benim merakımı sen giderdin. Ben ‘benim adamın sevgisi yalandan mı’ diye arada bir işkilleniyordum” demiş. Kadının bu sözüne üçü de gülüşmüş. Anneannesi pot kırdığını düşünüp “ben yalandan öyle dedim benim güzel kızım. Kocan senin gibi bir meleği bulduğu için çok şanslı” diye düzeltmeye çalışmış.

Oradan gelince bunları anlatmış “ben kadın bana kızdı diye düşünmüştüm. Kadının dilinin güzelliği içini öyle aydınlatmış ki. Sonraki davranışlarıyla da benim laftan hiç alınmadığını, aksine kocasının kendi hakkında söylediklerine sebep olduğum için çok memnun kaldığını göstermişti” dedikten sonra “işte oğlum. Hayat böyle bir şey… Cennet de cehennem de insanın dilinin ucunda. Mal mülk hepsi hikaye… Tatlı dilli bir karın, kızın eşin dostun var mı? İşte o zaman dünyanın en mutlu sensin. Eğer karın dahil çevrendekilerin hepsi acı biber dilliyse ‘varlığın ne olursa olsun’ ölmeden cehennemi yaşarsın” demiş her gün namazında niyazında olduğu halde “öte dünyayı bilmem; ama bu dünyada çevresine cenneti de cehennemi de yaşatan insanın kendisidir. Öte yanda  ne olacanı anca Allah bilir” diye lafını tamamlamıştı.

Nereden nereye? Bizim ki gel-git akıllı olduğu için birden muavinin boyundan geçmişe gidip gelmişti.

Muavin içinde az bir şey kalmış kolayı bir bardağa döktü. Onu içerken bizimkine gülümsüyordu. Sanki onun içinden kendiyle ilgili geçenleri anlamış gibiydi. Bizimki muavinin gülümsemesinden böyle bir anlam çıkardı. Güney sonrası raprahat oturacağı düşüncesinin verdiği keyifle bakınmaya devam etti.

Araba son rampayı çıkıyordu. Soldaki yamaçların Honaz dağının etekleri olduğunu düşündü. Eğilip baktı. Görünen sadece çamlı yamaçtı.

İçinden Tavas kavşağını geçtikten sonra Honaz dağı görünmeye başlar diye geçirdi. Sağına baktı. Aşağıda dağlar tepeler, yamaçlar arada yeşil küçük ovalar arada bir gözüküp geçiyordu.

Bu yolculuğu yapanlardan gören gözle bakanlar bilir. Dört yüz elli metre yükseklikten başlayan yolculuğun başında önünde, sağında solunda görünen dağlar tepeler bir süre sonra yükseklik heybetini kaybedip aşağılarda toturlaşmış bitki görünümüne bürünür.

Bunun en iyi gözlenmesi uçakla olur. Uçak yükseldikçe dağlar tepeler küçülür aşağılarda oyuncak Legoları andırmaya başlar. Ovalar dağlar birbirine karışır. Yollar incelir haritadaki görünümü alır. Yollarda seyir halindeki araçlar da giderek noktaya dönüşür sonradan her şey seyirlik bir tabloya döner.

İşte bu yolda da en fazla kırk dakikayı bulan bir süre sonunda bin iki yüz metreye tırmanmaya başlayınca da benzer görüntüler daha belirgin oluşmaya başlamıştı. Rampanın en sonunda otobüs zirveye çıktı. Artık sağında yakında yükselti kalmamıştı. Ama soldaki yamaçların yüksekliği azalsa da hala vardı.

Otobüs soldaki son mola yerini de pas geçip Tavas kavşağına doğru hızlanınca bizimki içinden “ilçeye varıncaya kadar mola yok” diye geçirdi. Az önce muavinin dağıttığı sudan içmediğine pişman olmuştu; ama içinden “bu halde nasıl içerdim ki?” diye geçirdi.

Gerçekten durumu çok acıklıydı. Nefes probleminin yanı sıra kıytırık oturağa ilişmiş kıçı onu yerinde tutacağım diye gerilmiş bacaklar ve bastona basmaktan ağrıyan bilekle hali çok perişandı;  ‘ama yine burnundan kıl aldırmaz bakışlarla’ etrafı seyretmeye devam etti.

Sağda kırlık başlamış. Uzakta tepelerin yükseltisinin kelleştiği görülüyordu. Araba Tavas kavşağına yakınlaşınca sağda durdu.

Yere atlayan muavin aşağıda “yer var mı?” diye soran iki kişiye nereye gideceklerini sordu. Onlar da “Yeşilova” deyince “ayakta gidecekseniz yer var” dedi. Son araba olduğu için onlar da çaresiz arka kapının basamağında oturan dayının yanında geçip arada ayakta yolculuların yanında sıraya geçti. Bu sırada muavin “devam et” derken otobüs çoktan yürümüştü. Kapıya asılı muavin içeri girdi basamakta oturan dayının yanından su dolabının yanındaki yerini aldı.

Bizimki de içinden “bravo. Her binene yer buluyor” derken aklından şehir içi çalışan belediye otobüsleri gelince gülümsedi. Onun gülümsediğini gören muavin “ne güldün dayı?” deyince gülümseyerek “senin maharetine güldüm. İyi sığıştırıyorsun milleti” dedi.

Muavin “ee dayı bizim mazifemiz bu. Gidicen deyene bir yer bulcez, misal” derken onu gösterdi. Yani “sana oturacak yer bulduğum gibi” demek istiyordu. Bizimki de gülümseyerek “anladım, sağ ol” dedi ve etrafı gözlemeye devam etti.

Aklı Tavas kavşağında daha doğrusu oradaki tabelada kalmıştı. Tabela sağı gösteren bilindik yol tabelasıydı. Üzerinde Tavas - Afrodisias ve Kale yazıyordu. Aklı oradaki Afrodisias’a takılmıştı. Anadolu’nun en büyük zenginliği ekonomik değeri olan maden vb. şeylerden de önde üzerinde taşıdığı geçmiş tarihin izleridir. Çünkü Anadolu toprakları son buluntularla birlikte insanlık tarihinin MÖ sindeki binlerce yıl öncesine tanıklık etmektedir.

Burdur Hacılarda bulunan bir kafatasının otuz bin yaşında olduğu ve İngilizlerin atalarından olduğu bilinir. Ayrıca binlerce yıl öncesinin ismini taşıyan eski yerleşim yerleri Anadolu’nun her tarafından adeta fışkırır. Ama maalesef üzerinde yaşayan insanlar bu tarihin bırakıtlarının değerini yeterince kavrayamadığı için bu tarihi bırakıtlar tarihi eserler ‘özellikle yabancılar tarafından’ adeta talan edilmiş; yerleşim yerleri de adeta ‘Efes Harabeleri dendiği gibi’ harabeye dönüşmüştür.

İşte Afrodisias da MÖ önce Afrodit adına yapılan kentlerden en önemlilerinden ‘belki en önemlisi’ olduğu halde tesadüfen tanınmış fotoğraf sanatçısı Ara Güler tarafından bulunmuş onun gayretleri ve tüm kariyerini oraya bağlayan Kenan Kerim sayesinde gün yüzüne çıkmış.

Bizimkinin aklına bunlar; Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın ‘namı diğer Halikarnas Balıkçısının’ Anadolu’nun tarihi mirası üzerine yazdıkları geldi. Son yıllarda artan yazlıkçılık nedeniyle akın akın Anadolu’nun dört bir tarafına giden yazlıkçıların büyük çoğunluğunun o yazlığa gittiği yerlerdeki tarihi hiç merak etmediği aklına gelince içi acıdı. ‘Yaşadığı yerlerinin tarihini, daha doğrusu geçmiş tarihini hiç merak etmeyen bir toplumun nasıl geleceği olurdu ki?’

İçinden “keşke yazlığa gidenler oralara gitmeden önce o yerlerin tarihini merak edip öğrense de tatile çıksa. Belki bu şekilde bilgilenmenin verdiği zevkle gezdiği yerlerde insanlar daha mutlu olunca bilgiye bilgilenmeye ilgisi artar. Belki bu şekilde toplumsal aydınlanma gelişir” diye geçiriyordu.

Bunlar aklındayken otobüs Tavas kavşağını geçiyordu. Bu sırada yolun sağında solunda tepeler artık kelleşmeye başlamıştı. İçinden “Kazık Beline girdik” dedi…

Bilen bilir burası dağların arasında bir geçittir. Eskiden eşeklerin yol mühendisliğinin ürünü şose zamanı ve sonraki ip gibi asfaltlanmış zamanlarda da yol derenin kenarından kıvrılarak giderdi. Çok eskilerden bu yol keçi yolu gibi patikaymış. Tabi ulaşım da at, eşek ve at arabasıyla olmadı yayan yapılırmış. O zamanlarda özellikle gece yamaçlara gizlenmiş eli silahlı kişiler yolcuları soyarmış. Ta o zamanlardan “Kazık beli eşkiyası” sözcüğü kalmış. Bizimkinin hatırladığı yakın zamana kadar alış verilerde birileri birilerine alışverişte aldattı mı? Aldanan “yav bunla gazık beli eşkiyası olmuş” derdi. Yani bu Kazık Beli soygunları eski zamanlarda çok yaşanmış. O yıllarda yolcuların çoğu akşama kalınca bu bele girmeye çekinir Kızılhisar’ın Denizli çıkışında meşhur ‘Çaylının Hanı’ varmış. O handa eyleşir, Denizli tarafından gelenler de Cankurtaran’da veya eski Çukur köyünde köy konağında eyleşirmiş. Tabi bunlara davar havya sürü sahipleri de dahil.

Yukarıda ‘Kızılhisar’ dedim. O yerin adı toprağının kızıllığından gelirdi. Ancak ‘kızıl’ sanırım komünizmi çağrıştırdığı için 1987 yılında ilçe olduğu sırada adı Serinhisar olarak değiştirilmiş. Bizim adam bu yer isimlerinin değişikliğine öteden beri karşıdır. Bir yerin adının değişmesi ona göre o yerde oturanların geçmişe bağlı belleğine çok zarar verir.

Bunu da en iyi kırsal kesimde yaşayanlar bilir. Çünkü onların kendi yerlerinin adı dışında ‘yaşamlarında yer eden’ çevredeki her yerin kendi isimlendirdikleri adı vardır. Bunlar özellikle kırsal kesim insanları için çok önemlidir. O isimler, adlar onların yaşamında folklorik veya kültürel bir değer taşır.

Örneğin ‘Kızılhisar ırbığı’ diye bilinen ‘ümzüklü’ veya ‘ümzüksüz’ kırmızı su testisi yalnız Kızılhisar’da değil oradan belki Aydın- İzmir’e veya Burdur, Isparta, Antalya’ya kadar hatta ‘Kızılhisar insanı pazarcı olduğu için’ onun da ötesinde yörelerde de bilinir. O testileri kullananlar bilir; özellikle buzdolabı olmadığı yıllarda balkonda veya pencerede veya tarlada ekin yığının veya oradaki ağacın gölgesine konmuş o kırmızı testinin buz gibi suyunu içmeye doyum olmaz. Testideki suyu bardağa koymadan olduğu gibi ağzından içmeye de “gavallama” denir. Bizimkinin aklına Kızılhisar testisinin buz gibi suyu gelince susuzluğu daha artmıştı; kuruyan dudaklarını ıslatmak için ağzını şapırdattı. 

Muavin onun ağzını şapırdattığını görünce “susadıysan su vereyim abi” dedi. Bizim adam ellerini işaret edip “yerimde zor duruyorum. Su içmem çok zor, dayanırım” deyince muavin “ben yardım edeyim” dedikten sonra “dayan ya zaten ileride mola vercez” dedi.

Bizim adam “mola yerlerini geçtik ya” dedi. Muavin “yok abi. Şimdi molayı az ilerde veriyoruz” deyince bizimki ‘az ileride yere inip gerilen bacaklarını dinlendireceğinin sevinciyle rahatlayıp’ “tamam abim dayanayım oraya kadar” dedi; ama o ilerinin neresi olacağını çok merak etmişti. Çünkü görünürde öyle mola yeri falan yoktu. Düşündü; bu yoldan daha yeni geçmiş, muavinin tarif ettiği yerlerde öyle mola yeri falan görmemişti.

İçinden “muavin benle dalga geçti” diye geçirip muavine “sen mola diye gerçek dedin değil mi?” diye sordu. Muavin ‘gayet ciddi’ tabi “abi az ilerde mola vercez” deyince ‘mecbur’ muavine inanıp sevindi. Bu sırada otobüs gidiyordu. Az sonra solda Honaz dağı bütün heybetiyle gözüktü.

Honaz dağı ‘bilen bilir’ 2570 m yüksekliğiyle Ege’nin en yüksek dağıdır… Başta karşısına düşen Çökelez dağı olmak üzere çevredeki bütün dağlara tepeden bakar. Yükseklik arttıkça değişen bitki örtüsü nedeniyle iki bin metreden sonra dağ karşıdan ‘kel’ boz bir görüntü alır. En tepesinde bir askeri üs olduğu biliniyor. Bu üssün ışıkları bulutsuz gecelerde çok uzaklardan görülebilir.

Honaz dağı aynı zamanda milli parklar statüsündedir. Üzerinde çok eski yıllara ait yerleşim yerlerinin kalıntısı vardır. Bu heybetli dağa bakan bizim adamın aklından bunlar geçiyordu. Çünkü oldum olası dağlara merakı çoktur. Okuduğu kitaplarda roman kahramanlarıyla adeta özdeşleşir ve gezinirdi o dağlarda.

Çukurova yolculuğunda Şeker pınarındaki mola yerinden gözüken Torosların doruklarına bakınırken oralarda İnce Memedi düşlemesi bundandı. Çok gençken gittiği Bingöl dağlarının yamaçlarında atla gezinirken de aklında hep okuduğu roman kahramanları vardı. Onlar aklında olduğu için belki; korkmadan gezinmişti o hiç bilemediği yerlerde.

Şimdi de Honaz dağına bakarken de aklına gelenler de çok farklı değildi. O sırada özelikle Aydın dağlarında efsaneleşen efeleri düşünürken aklına Tavas zeybeği takıldı. Tavas zeybeğinin bir hikayesi vardır. Burada yeri olmadığı için pas geçtik. Ama Tavas’ın eski adının Yarangüme olduğunu çoğu kişi bilmez. Tavas zeybeği türküsü de ‘Gar mı düşmüş Yarangümen’in dağına efem” diye başlayan bir oyun havasıdır. Değişik figürleri vardır. Zaten geçmişte özellikle Osmanlının idare hakimiyetinin zayıfladığı 1700-1800 yıllarında Aydın dağlarından başlayıp bu yörenin bir çok yerinde haksızlığa ağa bey zulmüne karşı silahını kapıp dağa çıkan çok kişi olmuş.

Bunların en iyi silah kullanan en zeki olanlarının efeliğinde zeybekler olurmuş. Bunlar dağda boş zamanlarında ‘yani çatışma, takip korkusu olmadığı veya bir yere baskına gitmedikleri zamanlarda’ içlerinden iyi saz çalanların çalıp söylediği türkülerden oyunlar çıkarıp oynarmış. Bunlara zeybek oyunları derler. İçlerinde en namlıları Harmandalı, Sarı Zeybek, Aydın Zeybeği ve Tavas Zeybeğidir.

Bu efelerin içinde de en namlısı Çakırcalı Mehmet Efedir. Bu efe Osmanlıyı az uğraştırmamış; ama sonunda Osmanlıya yenilmiş tabi. Efsanesinde ‘Çakırcalı öldürüldü’ demesinler diye baş kızanına ‘efenin zeybeklerine kızan denir’ “vurulunca kafa derimi yüz de Osmanlı Çakırcalıyı öldürttüm diye övünmesin” demiş. Efsanede baş zeybeğin ‘efenin talimat verdiği şekilde’ başının derisini yüzdüğünü, efenin teşhisinin ‘teşhis için çıplak cenazesi gösterilen’ eşinin efenin belindeki siyah beni görünce ağlaması üzerine yapıldığı ve Osmanlının böylece Çakırcalıyı hakladığına inandığı yazılır.

Bunları en iyi kitaplarında Yaşar Kemal anlatır. Kendi Çukurova’da yetiştiği halde kalemi buralara kadar ulaşmıştır. Bizim adama göre en iyi anlatıcı Yaşar Kemal’dir. Bizimkinin Tavas zeybeğinden yola çıkan aklı oralara Çakırcalıya, Atçalı Kel Mehmet’e kadar uzanmıştı.

‘Nereden nereye?’ demeyin. Çünkü bütün insanlar bir yerlere bakarken veya bir koku, bir ses duyduğunda akılları gezintiye çıkar. Öyle değilse bile bizim adam öyle düşünüyordu.

Bu düşünceyle gözü otobüs içindeki yolculara kaydı. Örneğin şu solda cam kenarında başını cama dayamış esmer kadın aklından mutlaka bir şeyler geçiyordu. Çünkü arada bir dudağını oynatmasından bu anlaşılıyordu.

Bilmem farkında mısınız? Değilse oturun yayaların sık geçtiği bir caddenin kaldırımında bir iskemleye veya oturağa; izleyin. O sıra önünüzden yalnız geçen hemen herkesin dudaklarının oynadığını ve mırıldandığını görürsünüz.  Daha özlü deyimle ‘kendi kendiyle konuşarak’ yürüdüğünü fark edersiniz.

Siz şimdi “kendi kendine konuşana deli derler” diyeceksiniz. Peki siz kendi kendinize hiç konuşmuyor musunuz? Sakın “hayır” demeyin. Dikkat edin siz de yalnız kalınca kendi kendinize konuşursunuz. O zaman siz de delisiniz.

Ama böyle dediğim için kızmayın. Keşke herkes biraz ‘deli’ olabilse… Bir bilseniz ‘onların öyle güzel esprili dünyası var ki?’

Böyle düşünürken bizimkinin aklına akıl hastanesinde tedavi görmüş çevrede Osman Kavak diye tanıdığı emekli sağlık memuru gelince gülümsedi. Muavin de karşısında kendine gülümsüyor zannedip gülümseyince bizimki ‘sanki ona gülümsüyormuş gibi’ hiç bozuntuya vermedi.

Neyse; işte o akıl hastanesinde tedavi görmüş olan Osman Kavak bir gün bizim adamın olduğu bir toplulukta kişisel spor üzerine sohbet sırasında “o dediğinizi ben yapamam” demişti. Orada olanlardan biri “Niye abi, sen de yap sporu. Sizin köy müsait nasıl olsa, git çayırda bol bol koş” deyince Osman Kavak “nası yapayım abem. Şimdi dama çıkıp kültür fizik yapsam veya köy çayırında bi koşayım desem millet hemen polise, hastaneye telefona sarılır Osman Kavak gine delirmiş deyi. İşin yoğusa ‘yok arkıdeş ben spor yapıyodum’ deyi kendini savun. Bundan dolayı ben spor falan yapamıyom. Böyle gebeş garınlı ölüp gidicen bi gün” demişti.

Bizim adam bunu düşünürken ağzı biraz daha yayıldı. Muavin “abi bakıyom keyfin yerinde valla” deyince bizim adam “aklıma mola yeri geldi de ona gülümsedim. Molaya yaklaştık değil mi?” diye geçiştirdi. Gözünün kuyruğuyla sağındaki ‘gestapo’ bakışlı oturana baktı. O da gözünü karşıya dikmiş ‘ufka bakar gibi’ çok ciddi karşıya bakıyordu.

Bizim adama onu dürtüp “ne o çok ciddi bakıyorsun. Nereye bakıyorsan söyle de biz de bakalım” demek geçti; ama adam öyle ciddiydi ki. Bizimki içinden kendine ‘oğlum sakat halinle otur oturduğu yerde de başına iş alma’ diye kızdı ve ona bir şey sormadı; ama muzipliği tutmuştu bir kere. Muavine gözüyle sağındaki adamı işaret edip “üşüdüm valla çok soğuk” dedi.

Muavin anlamıştı espriyi. Sağında oturana laf olsun diye “bizim oğlan sen nerde incedin be?” dedi. Gestapo bakışlı adam “gelince sölerin ben sene” diye cevap verince muavin “abu arkıdeş sen barut gibisin be” dedi. Yandaki ‘gestapo’ hiç alınmamıştı. “Birez öyleyin” diye cevap verince muavin bizim adama ‘bu çatmaya gelmeyecek’ der gibi kaşıyla işaret etti.

Bizimki adamın haline gülmemek için kendini zor tutuyordu; bu sırada karşıdan Kızılhisar gözükünce aklı oraya kaydı. Onun burayla çocukluğundan kalma hoş bir anısı vardı… Anası çocukken ona “biz seni Kızılhisar’da birinden aldık. Senin anan baban Kızılhisarlı” demiş babası da anasına uyunca o da ‘çocuk tabi’ inanmış. O sıralar ne zaman Kızılhisar’dan geçse ‘şoför de babasının arkadaşı olduğu için ona yapılan şakayı biliyor’ o sırada şoför veya babası veya anası “saklan çabuk anan, baban aşağıda seni alacaklar” deyince bizimki oturakların arasına saklanacağım deyince akla karayı seçerdi.

Şimdi ‘ne zaman Kızılhisar’dan geçse’ o anıları aklına gelir. Gerçi o yıllar otobüs Kızılhisar’ın ortasından geçen ince bir caddeden gelir geçerdi. Şimdi artık buranın da ‘çevre yolu’ var. Kızılhisar halkı üretici, maharetli insanlar. Kızıl toprağından yapılan su testisinin hikayesini anlattık. Ayrıca toprak göveç, şarap testisi, irili ufaklı testiler imal ederlerdi. Tabi bunlar o yıllar hep el emeği göz nurunun eseri.  Ayrıca urgan, sicim de örerlerdi. Hani ‘asılacaksan İngiliz sicimiyle asıl’ diye İngiliz siciminin sağlamlığını anlata bir deyim vardır ya; Kızılhisar sicimi İngiliz sicimine dokuz çeker. Onlar hep elle örülürdü. Otobüs Kızılhisar’ın içinden o ince caddeden geçerken görürdünüz; evin önündeki ince kaldırıma tezgah konur ‘genelde yaşlı erkekler’ elinde kenevirin ucu kaldırım boyunca gider gelir o sıra tezgahtaki makarayı çeviren kadın da urgan veya sicimin sıkı olmasına dikkat ederdi. Tabi kaldırımlar urgan, sicim dokuyan aileler tarafından işgal edilince özellikle erkekler yolda yürürler. Bazıları da o dar yolda yol gezisine çıkardı. O sırada yoldan geçecek olan arabalara ‘az yavaş geçsene diye’ ters ters bakarlar; bu durumda arabayı kullanan yabancı şoförlerin “ya bunla ayı mı? İnsan şöyle kenara çekiliverir” diye söylendiği bilinir; o nedenle arkadaşı Kızılhisarlı olanlar o arkadaşına “size ayı diyorlar” diye dalga geçerdi.

Bizimkinin de Denizli Sanat Enstitüsünde okurken Kızılhisarlı arkadaşları olur, o da onlara aynı şekilde takılırdı. Tabi bu işin şakası yoksa Kızılhisarlılar bu bölgenin en çalışkan insanlarındandır.

Bir kere eskiden at, eşek ve yayan yapılan yolculukları fırsat bilip bu yörede bu yolcuların konaklama yeri olan ilk hanı ‘Çaylının Hanı’ bunlar yapmış. Testi, göveç, urgan imalatının yanında iyi pazarcıdırlar. Bugün bile Türkiye’nin hemen bütün pazarlarında bir Kızılhisarlı esnafı görürsün. Ayrıca Leblebisiyle meşhurdur. Tütün dikerler.

Hele o tütün dikme işi… Bilen bilir tütün ürünü için gecenin serinliğinde çalışılır. Hele hasat zamanı Kızılhisar Tavas ovalarında ‘ıldır ıldır ateş böcekleri gibi’ bütün ovada gemici fenerlerinin ışığı yanar. Çünkü tütün güneşi görmeden toplanıp türün hevenklerinin gölgede kurumaya çekilmesi gerek. Düşünün o kadınları, kızları babalarına yardıma giden çocukları. Hepsi zehir solur. Bu yörede intiharlar tütün haşerelerine karşı kullanılan zehirli ilaçla olur. Yani ya ımık ımık zehir soluyarak ölürler ya da tütün ilacını içerek intihar eder ölürler.

Sonuçta bu yörede ölümler genellikle öyle ya da böyle zehirle olur. Bu yörenin insanlarının temel hastalığı akciğer kanseridir. Bizim adam da sigaranın belasını her gün yaşadığı için bunlar aklına gelince ‘gerçi yöre insanın ekmek parası; ama ne olursa olsun’ tütünü ilk bulanın sülalesine içinden ‘rahmet’ okudu. Tütün sigara derken içi kararan bizimki aklına başka şeyler getirmeye çalıştı. Yatağan’ın kesici alet imalatı aklına geldi.

Orada da bıçak, makas gibi aletler o yıllar tamamen el işçiliğiyle üretilir, keskinliği veya sağlamlığı dillere destan olurdu. Okuyanlar bilir; romanlarda özellikle cezaevlerinde işlenen cinayetlerde yatağan bıçağı kullanılır. Çünkü girerken yamulup dönüvermez. Osmanlı bile yeniçerilerin savaşta kullandıkları kesici bala vb. silahları Yatağan’daki ustalara yaptırdığı söylenir. Yatağan palası, Yatağan bıçağı çok namlıdır.

Bizimkinin aklından geçerken içinden ‘oğlum sen de manyaklaşmaya başladın. Tütün zehiriyle insanları zehirlerken şimdi de Yatağan bıçağıyla nasıl insan öldürüleceğini düşünüyorsun, biraz yaşamayı akıl etsene’ diye kendine kızıyordu.

Bu sırada dudaklarının kıpırdadığını gören yandaki gestaponun ‘bana mı söyleniyorsun?’ der gibi ters ters baktığını fark edince bir türkü mırıldanmaya başlayınca temelli komik olmuştu. Çünkü öyle berbat sesi var ki. Dağda bayırda bile kendi başına kalınca ‘rahatsız olmamak için’ türkü mırıldanmazdı. Şimdi bu aklına geldiğinde ‘yandakine çaktırmamak için’ türkü mırıldandığını fark edince içinden gülmek geldi, gülmemek için kendini zor tuttu.

İlla aklından bir şeyler geçirmeye mecburmuş gibi düşünürken aklına Yeşilyuva’daki ayakkabı imalatı geldi. Gerçekten Yeşilyuva ayakkabıları ‘Gaysar babıcı’ diye çevrede çok meşhurdur.

Gerçi çok kaba, ayağa giyince ayakta takoz var sanırsınız; ama giy giy eskitemezsiniz. Hele ayakkabının altı ‘sanırım kamyon tekerinin eskisinden yapılıyor’ hayatta eskimez. Bizimkinin çocukluğunda babası ona bayramlık ‘Gaysar babıcı’ almıştı. O gece pabuçla yattığını ve ‘büyüyünce giyer diye düşünüldüğü için’ o pabuçla yürürken çektiği aklına gelince yine o yıllara dalıp gitti.

Bu sırada otobüs Kızılhisarın yanından çevre yolundan geçiyordu. Artık Çukur köyü, Cankurtaran, Tavas, Afrodisias, Kazık beli, Honaz dağı geride kalmıştı. Ama onlarla ilgili bizimkinin anılarının bittiğini sanmayın. Belki ileride bir başka yerde onlardan yeri gelince bahsederiz derken; bizimkinin aklı çocukluğuna kayınca o yıllarda tanıyıp sohbet olanağı bulduğu Kızılhisarlı urgancı Muharrem dayı ve Hamza dayıyı hatırladı. Hele urgancı Hamza dayı ile sohbetleri aklına düşünce yine keyfi gelmişti.

O yıllar şimdiki gibi ulaşım sık değil. Ellilerden sonra Marşal yardımı sonucu tren komünist işi deyip karayoluna ağırlık verince özellikle ABD den ithal edilen Ford kamyonlar başta olmak üzere tek tük kamyon ve Otobüs geçerdi bu yollardan.

Onun ilçesinde öteden beri kurulan pazarın alıcısı da satıcısı da çok kalabalık olur. Çünkü ilçeye bağlı çok köy vardır. Öyle ki bir zamanlar ilçeye bağlı köy sayısı yüze yaklaşmış. Bugün bile ilçeye kırka yakın köy bağlıdır. Öyle olunca da pazarları çok hareketli geçer.

Bizim adamın aklının kıt mıt erdiği yıllarda pazar yeri cumhuriyet meydanı diye bilinen yerde kurulurdu. Pazarcılar o yıllarda bölgenin en büyük hayvan pazarı olan ve Çarşamba günü kurulan karahöyük köyündeki pazardan sonra o akşam yüklerini yükledikleri eşyalarla bizim adamın ilçesine gelirdi. Bizim adamın köyünde de pazar Perşembe kurulur. İşte o yıllarda ulaşım zorluğu nedeniyle daha çok kamyonlara yükledikleri yüklerin yanında pazarcılar da binerdi. Bizim adamın ilçeye geldiklerinde de soluğu önce onun babasının işlettiği kahvede alır. Geceyi o kahvede veya hemen yanındaki otellerde geçirirlerdi.

Bu sırada ilçe sakinleri ile pazarcılar arasında sıkı dostluklar oluşurdu. Gerçi şimdi de öyledir; ama o yıllarda ilçe sakini pazarcı arasında samimiyet çok ileri olurdu. Öyle olunca özellikle o kahvede sabahlayanlar ve handa kalanlar geç vakte kadar ilçe sakinleriyle koyu sohbete dalardı.

İşte bizimki Kızılhisarlı urgancı Hamza dayı ve Muharrem dayıyı o yıllardan tanımıştı. Özellikle Hamza dayının sohbetine doyum olmazdı. Şimdi gözünün önüne Hamza dayı gelince gülümsemişti. Onun gülümsediğini gören muavin içinden bizim adam için “bunun kafası da gidik” diye geçirirken onun gülümsemesine gülümsemeyle karşılık verdi; ama bizim adamın o sıra muavin ve onun kendisi hakkında düşündükleri umurunda değildi. Çünkü aklı o yıllara kaymıştı.

‘Çağşır’ diye bilinen daha çok yaşlıların giydiği pantolon üzerinde Hamza dayının yüzü yılların izlerini taşı gibiydi. Başında kasketi koca kulakları yayvan ağzıyla çok tatlı sohbet ederdi. Ayrıca Hamza dayı dedesinin Sakarya savaşından da arkadaşıydı.

Bizimkinin dedesi Yemen dönüşü komutanlarına verdiği söz gereği köyünde biraz eyleştikten sonra Mustafa Kemal’in kurduğu orduya katılmak için gittiğinde Polatlı’da kurulan düzenli asker yetiştirme birliklerinde usta asker olarak görev almıştı. Haliyle istirahatlardaki sohbetlerde herkes hemşerisini aradığı için Hamza dayı o sıra tanımıştı dedesini. Tabi dedesi Hamza dayıdan çok büyüktü. Aralarında neredeyse on oniki yaş fark vardı. Hamza dayının o yıllarda dedesiyle kurduğu dostluğu burada pazarcılıklar süresinde de devam etmişti.

Hamza dayı tatlı tatlı askerliği yaparken bizim adam ‘tabi o yıllar çocuktu’ Hamza dayının ağzına düşecek gibi hayran hayran onun seferberlik, Sakarya savaşı anılarını dinlerdi. O anılar belleğinde öylesine yer etmişti ki; ne zaman Kızıhisar’dan geçse Hamza dayıyı, çelebi görünüşlü Muharrem dayıyı mutlaka hatırlardı. Şimdi de aklı o yıllara kaymışken otobüs Kızılhisar’ın yanındaki çevre yolundan geçiyordu. Bu sırada solundaki köylü yanındaki gençlere ‘onlar pek dinlemese de’ Kızılhisar ve yol kenarında sıra sıra boş dükkanlar hakkında bilgi veriyor, buranın insanın çalışkan olduğunu bu dükkanların kısa sürede dolacağını anlatıyordu.

Bizim adamın aklına mola yeri gelmişti. Ama etrafta mola yerine benzer bir yer görmeyince içinden “muavin beni kandırdı’ diye geçiriyordu. Sonra da ‘olsun varsın hiç olmazsa mola umuduyla buraya kadar geldik. Yeşilova’da yakınlaştı dayanırım’ diye düşünürken araba sağdaki bir benzinliğe yanaştı. Otobüs durunca muavin “on dakika istirahat molası” diye seslendi.

Bizim adam içinden “Allah Allah demek ki mola yeri burasıymış” diye geçirirken en önde oturan eşi ona ‘inelim’ diye işaret ediyordu. Onu görünce yanındakiler de inmek için davranınca laptop torbasını oturduğu yere koyup aşağı indi. Kıçını gere gere ayakları uyuşmuştu. İnince hafif topallayarak elinde bastonu eşinin ‘şurada oturalım’ dediği yere yöneldi; oradaki iki sandalyeden birine oturdu. “Oh dünya varmış be” deyince eşi “ay sen orada rahat değilsin. İstersen yer değiştirelim” deyince bizimkinin erkekliği tuttu “olur mu öyle şey. Yolda inecek var. Oraya kadar da sıkışırım” dedi. Zaten eşi de ‘laf olsun’ diye söylediği için üzerinde durmadı.

Sanırım onun aklında otobüse binerken yarıda kalan anlattıkları vardı ve onun tamamlamak istiyordu. Bizimki bunu fark edince “sana zahmet şuradan bir su alırmısın?” dedi. Su içerken eşini dinlemeyi düşünmüştü.

Eşi yarım kalan lafına bir an önce dönmek için aceleyle gidip su alıp geldi ve onun bir şey söylemesine meydan vermeden kaldığı yerden anlatmaya başladı. Onun da en büyük zevki bizim ‘sosur’ adama görüp duyduklarını anlatmaktı. Bizim ki de bunu bildiği için eşinin sözünü hiç kesmeden onu dinlerdi. Şimdi de öyle yaptı. Eşi yarım kalan bilgileri verip tamamlayınca rahatlamıştı sanırım. Sonradan oradan buradan laflamaya başladılar.

Yine en büyük zevkleri bir yerde otururken o sıra karşıdan gördükleri ilginç tiplerin komik yönlerini konuşmaktı. Şimdi de bizimkinin önünde oturan ‘bığış bığış etli’ kadına gözleri ilişmişti. Onu birine benzettiğini söyledi. Bizim adam da gıcık aldığı o kadının uyuklayışını taklit ediyordu; iyi tanıştığı şoför “o abi valla iyi sohbet ediyosunuz. Kıskandım sizi” diye gülerek yanlarına geldi. Çay isteyip istemediklerini sordu.

Sanırım otobüs şoförü olduğu için onlara torpil geçmek istiyordu…  Bizim adam “sağ ol” deyip teşekkür etti. Şoför yanlarından ayrılınca yine o kadın üzerine konuşuyorlardı. Bu sırada yıkanıp temizlenen otobüsün kapılarını açan muavin arabanın hareket saati geldiğini bağırarak söylüyordu.

Bizim adam kıçı rahatlamış olarak arabaya binerken muavin “eyi dinlendin mi dayı?” dedi. O gülümseyerek “sağ ol iyi dinlendim” dedi. Eşi önden o arka kapıdan otobüse binip yerlerine oturdu. Eşi otururken ona acıyor gibi bakıyordu. O eliyle “ben rahatım sen otur” der gibi işaret ettiği sırada sağı solu dolmuş ona yine yarım kıçlık yer kalmıştı. O yere sığıştığı sırada otobüs yürüdü.

Az önceki birazcık dinlenmeyle rahatlamış kıçı ve bacaklarıyla mutlu bir şekilde etrafına bakınmaya başladı. Gözü solundaki adama kayınca içinden “bu Güney’de inince raprahat otururum” diye geçirdi. Arabanın içini gözlemeye başladı. Muavin de görevlerini tamamlamış olmanın rahatlığıyla merdiven basamağında oturan yaşlı adamla sohbete başladı.

Ayakta olan yolcuların da sanırım biraz dinlendiği için keyfi gelmiş ‘belki ilk kez tanışmalarına rağmen’ kendi aralarında gülüşerek sohbet ediyordu. Bizim ki içinden “bunlar ne konuşur bu kadar acaba?” diye geçirirken koltuklarında sessizce oturan kimisi uyuklaya baktı.

“Bunlar da kim bilir ne hayallere dalmıştır?” diye mırıldandı. Sağındaki gestapo bakışlı sesini duymuş, dönüp ‘bana mı söylüyorsun?’ der gibi bakmıştı. Bizimki onun bakışından öyle anladığı için karşıya bakarken sanki bir türkü mırıldanıyormuş gibi yaptı. Ama aklına hiç türkü söylemediği gelince gülmemek için kendini zor tuttu. Çünkü gülseydi kendine o sıra ters ters bakan gestapo alınıp çatabilirdi. Onun için ciddi şeyler düşünmeye çalıştı.

Aklı karşıya ilerde zor seçilen dağlara kaydı. İçinden o dağların eteğinde veya ardında olan köyleri geçirirken Dodurga’ya gelince durdu. Çünkü ne zaman Dodurga lafı geçse öğrenciliği sırasında tanıdığı Dodurgalı köylünün söylediği gelirdi. Onun söyledikleriyle Dodurga’nın kimliği çok çakışıyordu.

Sanat enstitüsünde okurken bir gün bir gurup arkadaşıyla okulu kırmış, şimdi yerleşim yeri olan Çamlığın altındaki bağlarda dolaşıyorlardı. O sıra karşılarına yaşlı bir adam çıkınca ona selam vermişlerdi. O yaşlı adam da “hayırdır gençler bağların arasında ne işiniz var?” diye sormuş onlar da canları sıkıldığı için buralarda dolaşmaya çıktıklarını söylemişlerdi. Yaşlı adam “sen nerelisin?” diye her birine tek tek sormuş herkes nereli olduğunu söylemiş ona sorunca “dayı ben Yeşilovalıyım” deyince “Satırlarlı ha” dedikten sonra “sen bilmezsin sizin oraya eskiden Satırlar denirdi” demişti. Sonra “Arif pelifan sağ mı be?” diye sormuştu.

Onun ‘Arif Pelifan’ dediği bizimkinin yakını oluyordu. “Sağ tabi, benim de akrabam olur” deyince yaşlı adam “ne pelifandı o be?” demiş sonra “Arif pelifanın namı bizim burlada ta İzmir’e gadar bilinirdi. O başa güleşirdi. O sıra ben de güleşirdim emme benimki onun yanında fasara tabi” demiş Arif pehlivanı anlatmaya başlamıştı. Onun güreşlerinde hiç yenilmediğinden bahsederken “ben Dodurgalıyın. Bizim ordan da eyi pelifan çıkadı. Eskiden çok namlı pelifanla çıkmış. Emme heç biri Arif pelifanın eline su dökemezdi. Yanim öyle pelifandı o” demişti.

Bizimki karşı dağlara bakarken onun eteklerinde ve ardında bildiği köy isimlerinden Dodurga gelince bunlar aklına gelmişti.

Gerçekten Arif pehlivan çok namlıymış. Tercüman gazetesindeki pehlivan tefrikasında onun güreşleri çıkmıştı. Rivayet o ki; Aydın’da düzenlen bir güreşte  güreşirken o sıra orada konuk olarak bulunan Kurtdereli Mehmet’in Pehlivan Arif pehlivanı gösterip “ne güzel güreşiyor bu delikanlı. Benim zamanımda güreşeydi karşısına çıkamazdım” dediği söylenir.

Bizimkinin bunlar aklından geçerken otobüs Acıpayam makasına gelip döndü ve sağa yanaşıp durdu. Aşağı inen muavinin açtığı kapının yanında üç dört kişi belirdi. Hemen kapının dibinde koltuk değnekli yaşlı bir kadın vardı. Onun yanındaki adam “bizim yolcuya yer var mı?” deyince muavin baktı sonra “buluruz abi” dedi. Önce aşağıda bekleyen diğer üç yolcuyu bindirdi. Sonra yaşlı kadını yanındaki adamla koltuklayıp bizimkinin ve öteki yolcuların şaşkın bakışı arasında merdiven basamaklarını gösterip “teyze şuraya otursun” dedi ve kadını oraya oturttu. Kadını yolcu eden adam da yolcusuna yer bulmanın rahatlığıyla onunla vedalaştı.

Önce otobüse muavin bindi. Sonra basamaktaki ihtiyar bindi. Muavin aşağı basamakta dikilen ihtiyara “nası yerin rahat mı?” deyince ihtiyar “önemli değil. Yolcu oturdu ya” deyince bizimki içinden “bu ihtiyar otobüsün sahibi” diye geçirdi.  Muavin de yaşlı kadının yanından çıktı “teyze sen bene burda bi ayaklık yer bırak yete” derken otobüs çoktan yürümüştü.

Bu yol ince uzun dümdüz epey gider. Sanırım Afşar değirmenlerine kadar yirmi beş kilometre veya biraz da fazladır. Buradan bakarsak bu ova enine otuz kilometre civarında boyu da Acıpayam’ın altından Yeşilyuva Yatağan sırtalarına kadar tabi Kızılhisar ovasını içine alan yaklaşık atmış kilometre yani 1800 2000 kilometre karelik bir düzlüktür. Yani oldukça geniş ve çok bereketli toprakları olan geniş bir alan…  Bu alana serpişmiş on onbeş köy var. Bunlar ova köylerinin bütün özelliklerine sahiptir. Yolun solunda ve sağında geniş otlaklarda yemyeşil örtünün üstünde kırmızı benekler halinde yayılan atları görürsünüz. Çünkü bu ova köylerin hepsinde her ailenin birkaç atı mutlaka vardır. Ovada işlerini bu atlarla sağladıkları ulaşımla yaparlar sonra boş zamanlarında da atları çayırlara otlaması için ayaklarında köstek bağlı bırakırlar. Bilmiyorum başka bir yerde; örneğin en meşhur ovalardan Çukurova dahil diğer ovalarda bu kadar at bir arada var mıdır?

Bu köyler, daha doğrusu bu çevrede yerleşim yüz yıllar öncesi Osmanlıdan önce Selçuklular kanalıyla Miryokefelon savaşı sonrası gerçekleşen fetihlerden itibaren gerçekleşmiş. Ve bu yörenin insanı hala ilk çıkıp geldikleri yerlerin bütün özelliklerini taşıyan Türkmenlerdir. Avşarlar ve diğer sarıkeçili Yörük boyları bu yörenin halkıdır.  Buralardan Korkuteli, Finike, Fethiye’ye kadar uzanan alana Teke yöresi denir. Dağ köylerinde oturanların koyun keçi ova köylerinin de atı meşhurdu/r. Yani bir zamanlar öyleydi. Bölgenin en büyük hayvan pazarı bu ovada kurulu Karahöyük pazarında kurulurdu. O sıra bütün bölgeden üçer beşer veya sürü halinde gelen hayvanlar pazarda satışa çıkardı. Pazaryeri sanki bir panayır yeri gibi insan kaynardı. Kebapçı dükkanları ve Karahöyük ekmeği çok meşhurdu. Pazar dağılınca herkesin torbasında mutlaka üç beş Karahöyük ekmeği bulunurdu. Çünkü eve varınca özellikle çocuklar babalarına “Garayük ekme aldın mı?” diye sorar veya eline bakışırlardı.

O yıllarda özellikle köylerde ekmeği köylü kendisi yapardı. Sabah namazından önce yakılan ocaklarda teknede hazır edilen ekmekle evin on beş yirmi günlük ekmek ihtiyacı olan yufka pişirilir ve mutlaka beş on ot ekmeği ve katmer yapılırdı. Çocukların o sabah ellerine tutuşturulan ot ekmeği, katmer veya yufka içine daha çok Vita yağı sürülmüş ekmek dürümüyle keyfine diyecek olmazdı. O ekmeğin o güzel tadına rağmen ‘Pazar ekmeği’ denilen fırın ekmeği de adeta bir hediye olarak getirilirdi kasabaya pazara giden babalar tarafından. Hele fırın ekmeği sıcak ve tazeyse onu sıcak yufkanın içine dürünüp katık yapmanın keyfine doyum olmazdı.

İşte o yıllar Karahöyük pazarına gelen herkes evlerinde Pazar ekmeği keyfini yaşatmak için mutlaka Karahöyük’ün oraya özel ekmeğinden alıp giderdi. Burada pazara katılan sürü sahipleri Avşar değirmenlerin altından Yeşilyuva ve Yatağan’ı pas geçip Kazık belinden Denizli’ye İzmir’e sürülerini götürürlerdi. Tabi bunlar çok eskiden yaşananlar. Ama bu ova köyleri ilk geldikleri zamandan bu yana ne yaşamlarını ne kültürlerini terk etmemiş nerdeyse birebir aynı şekilde yaşarlar. Bu yörenin en gözde sporu at yarışlarıdır. Her yıl yapılan yarışlar adeta gelenekselleşmiştir.

Bizim adam otobüsün içinde aklından benzeri düşünceler geçirirken otobüs yoluna devam ediyordu. Arada ayaktaki yolculardan biri durup durup “ben Garayükte incen ha” deyince muavin kızmış “tabi dayı. Gız olsan seni gaçırıdık emme. Bu halinle tabi seni Garayük’te mecbur indiriz” demişti.

‘Garayük’ dedikleri Karahöyük köyü. Ama kestirimden konuşma alışkanlığıyla öyle deyip geçiyorlar. Bizim adam muavinin bu sözlerini gülümserken gözü yanda çayırda bağlı dört beş ata kaydı. Çünkü at onun en sevdiği hayvandı. Onların güzelliğini seyre doyamazdı. Şimdi de çayırda yakından gördüğü ve ilerde benekler halinde yayınlar atlar bakarken bunları düşünüyor içinden “bunlardan güzel ne var ki?” diye geçiriyordu.

Gerçekten Dünyanın en güzel kadınını güzel doru bir kısrakla yan yana getirin. Bizimkini daha iyi anlarsınız. Çünkü doru kısrağın güzelliği yanında o güzelin lafı bile olmaz. Hele ‘yürüyen, koşan atın zerafeti kimde vardır ki?’. O incecik ayak bilekleriyle toprağa ve çayıra basarkenki zarifliği. Koşarken ayak bileklerinin kıvrılışı… Bir gün mutlaka bir at yarışı veya koşan bir atı izleyin o zaman bizim adama kesin hak vereceksiniz. Hele atın duygusal önsezisi hangi canlıda vardır ki. Onun için biri bir şekilde düşünce ve değer kaybedince “eşekten düşmüşe döndü” deriz. Ama “attan düşmüş” diye kötü örnek yoktur.

Çünkü at düşen sahibini terk etmez. Eşek anırır kaçar. Bir at gördüğünde hep bizim adamın yıllar önce yaşadığı anısı aklına gelir. Burada atlara bakarken yine onu Murat’ın azgın sularından çekip alan atı aklına geldi, o sımsıcak duygularla bakıyordu atlara. Herkesin olmasa da çoğun insanın en lüks araba sahibi olma gibi bir tutkusu vardır.

Onun en büyük tutkusu da bir ata sahip olmak ve atla birlikte yaşayacağı böyle bir ova köyünde yaşamaktı. Bu özlemi şimdi içinde bulunduğu koşullara rağmen hiç bitmemişti.

Bizim adamın aklında duygularla ova köyleri geçilip Karahöyük’e gelindi. Muavin o yolcuya “dayı en bakam Garayüğe geldik” deyince adam “sağ ol” deyip indi. Bu sırada aşağıda binmek isteyen üç kişi vardı. Muavin olmazlanmadan onları da araya sıkıştırdı. Otobüs yürüdü.

O sıra bizimkinin aklı hala Karahöyük pazarında kalmıştı. Yıllar önce bizim adam küçücük çocukken mahallede en samimi arkadaşı Karabaş isimli bir köpekti. Hemen her gün o köpekle haşır neşir olurdu. O sıra babası Karahöyük pazarından bir boynuzu kırık yanında buzağısı olan bir inek alıp gelmişti. Bizimkinin evleri o sıra tepe mahallesinde iki odalı bir evdi. Arkada sonradan kapattıkları ve icabında banyo olarak kullanılan çok geniş bir de mutfakları vardı. Evin önünde de tahta parmaklıklarla çevrili küçük bir bahçeleri vardı. Bahçede bir armut, bir dut birde vişne ağacı vardı. Babası ineği o küçük avluya yanında buzağısıyla koymuştu. O inek gelince annesi, kardeşleri ve tabi bizimki çok sevinmiş ineğin önüne acele komşudan tedarik edilen yonca konmuş buzağısı sevilmişti. O sıra ağacın dibinde uyuklayan Karabaş ineğe ve buzağıya gösterilen sevgiyi kıskanmış gibi bakıyordu. Bunu fark eden annesi gidip onu sevmiş, başını okşarken “sana yeni arkadaş geldi” diye Karabaşın gönlünü almaya çalışmıştı.

Ertesi gün de annesi ve eteğinden tutan bizimki ineği Koyunlar çeşmesi denilen yerde toplanan ve çobana teslim edilen sığırların arasına katıp gelmişti. Akşama doğru da telaşla “eyvah sığır gelmiştir” deyip dışarı ineği bakmaya çıkınca parmaklığın önünde ineğin beklediğini görünce çok şaşırmıştı. Siz olsanız sokak aralarından götürülen epey uzaklıktaki yere bırakılan bir ineğin akşam adresi hiç şaşırmadan eve gelişine şaşırmaz mısınız? İşte bizim adamın annesi de öyle şaşırmış sonra ineğin buzağıyı yaladığını buzağının da ineği emmeye çalışmasını görünce  “ay dayanamam. Bu buzağının kokusunu duyup gelmiş” demişti.

Karahöyük’ten geçerken bizimkinin aklında bunlar çağrıştırırken otobüs de Avşar değirmenlerinin altından yoluna devam ediyordu. Bizim adam Güney’e yaklaştığını fark edince içinden “bu arkadaş az sonra Güney’de inince raprahat oturacağım” diye geçirip keyiflenmişti.

Yukarıda ‘Afşar değirmenleri’ dedim. O değirmen değirmenlikten çıkalı yıllar oluyor tabi. Sadece adı kalmıştı. Solda yıllar önce önünde at arabalarının eşeklerin kaynaştığı değirmenin yukarısında bomboş sallanıp duran su oluğu sanki yıllar öncesinin selamını veriyor gibiydi. Gerçekten bu harabe halindeki değirmenin değirmen olduğu yıllarda bu oluktan su gürül gürül akan suyuyla taşı döndürülen değirmenin etrafında kaynaşan hayvan ve insanıyla fıkır fıkır bir yaşamın en güzel örneklerini yaşatırdı gören gözle bakana. O yıllarda yaşayan hemen herkesin az veya çok bu değirmenlere un öğütmek için gittiği o çağlayan suyun ve inim inim inleyen değirmen taşının sesiyle çağrışan bir anısı mutlaka vardır.

Siz değirmen deyip geçmeyin. O yıllar bir değirmen sahibinin itibarı kimsede yoktu. Oğluna kız isteyen değirmenciye hemen kız verilirdi. Çünkü herkes aç kalsa değirmencinin aç kalmayacağı düşünülürdü.

Afşar değirmenleri de bu bölgenin en ünlü değirmenleriydi…

Bizim adam bunları düşünürken ilçesinde bir mahalleye ismini veren değirmenler aklına geldi. Onun ailesi çiftçi değildi; ama çift çubukla yakından ilgiliydi ve o yıllarda değirmene buğday öğütmeye ailesi veya akrabalarıyla çok gitmişti İğdeli değirmene ve Baş değirmene.

Aklından bunlar geçerken otobüs de “Tahtallı gabirliği” denen yerden geçiyordu. Şimdikiler bilmez yolun hemen altında Tahtallı köyünün mezarlığı vardı. Tepelerin ardındaki köyün hangi akıl mezarını buraya yapmış kim bilir? Belki köyün yakınlarında kolay mezar kazılmıyor belki de tepelerin ardında inin cinin anca bildiği köyün insanı ‘dirimiz görmüyor, ölümüz görsün medeniyetin izlerini’ diye mezarlığı buraya yapmıştı.

Kim nasıl düşünmüşse düşünmüştü; ama kışta kıyamette beş on köylünün omuzlarında tabutu buraya kadar taşımak hiç kolay olmasa gerek. Ama yaşam böyle bir işte… İnsanoğlu her türlü güçlüğe rağmen yaşama tutunmaya çalışıyor. Kışta kıyamette bu mezara o kadar dere tepeyi sırtta cenaze taşıyarak geçip ölüyü yolun altındaki bu mezarlığa getirip gömmek sanırım bunun en özgün örneklerinden biridir.

Ancak bizim adam içinden böyle düşünse de unutmamak lazım ki; insanoğlunun bu tür davranışlarını mutlaka bir nedene dayandırma veya isimlendirme alışkanlığı vardır. Bizim toplumda mezarlığın yol kenarına yapılmasının ölülerin ‘daha’ çok dua alma düşüncesinden kaynaklandığı düşüncesi peşinen genel kabul görür. Ama hiç kimse benzer özellikte ve mezara daha kolay ulaşılır özellikteki yolun az üzerinde soldaki veya daha ilerideki köyler mezarlığı niye Tahtallı’lar gibi yolun kenarına taşımadığını fark edip ‘belki tek olarak neden dua değildir’ düşüncesini sorgulamayı düşünmez. Çünkü sorma ve araştırma özelliğini geliştirecek aydınlanmayı tam yaşamayan beyinlerde oluşan düşünce tembelliği peşin hüküm vermeyi, peşin kabullenmeyi çok sever.

Sanırım buna ön yargı deniyor… Özellikle bu kolaycılık veya önyargı inançlar veya toplumların yaşadığı birçok toplumsal konularda daha çok ortaya çıkıyor.

Örneğin inancın bütün ritüellerini sorgusuz kabullenme, kabullendiği inancın en doğru inanç olduğunu iddia etme alışkanlığı bunda ısrar etmek bütün toplumlar için geçerlidir. Veya geçmişle ‘şöyle veya böyle’ yüzleşmeyi inkar etme, ya da karşı çıkma aynı önyargılı kabullerin bir sonucudur. İnançtan örnek verecek olursak; milyarları geçen insan Noel’in pagan dönemlerinden bu yana orman tanrısı kabul edilen çocuk tanrı Rodi’nin çocukları sevmesi onları sevindirmesi için insanların ağaç diplerine çocuk tanrıya hediye bırakma ritüeli veya alışkanlığı olduğunu hiç bilmeden veya hiç araştırmadan ‘inandığı inancı gereği’ Noel’in Hıristiyan bayramı olduğunu peşinen kabullenmiştir.

İşin ilginç yanı Hıristiyanların neredeyse tamamı da Noel’i bir Hıristiyan bayramı olarak kabullenmesidir. Örneğin İsa’nın ölüm tarihinin asla bilinmediğini, Noel yortusu olarak kutlanan ritüelin aslında Tarsus’ta Aralık ayının son haftası olarak Pagan (yani çok tanrılı dinler) döneminden kalma adını Mistra ayini de deyip tanımladıkları “Güneşin kışı yenmesi” veya “Yenilmez kış güneşi” şenlikleri olduğunu hiç bilmez veya bilse de umursamazlar. İsa’dan iki üç yüz yıl sonra olduğu söylenen İznik’teki bir toplantıda Hıristiyan din adamları tarafından ‘İsa’nın doğum günü olarak’ önerildiğini ve öyle kabul gördüğünü öğrense bile peşin kabullendiği önyargısı gereği bunu da asla kabul etmeye yanaşmazlar. Bütün toplumların inanç farklılıklarında bunun farklı örneklerini görmek olasıdır.

‘Tahtallı gabırlığını’ düşünürken buralara kadar geldiğimizde otobüs Sırçalık altı denen yerden çoktan geçmiş karşıda Güney sivrisi denen Güney’in en üstündeki tepe görünmüştü.

Yanındaki Güneyli muavine “ha yukarı çıkıveseydiniz. Ben ta sivrinin hemen altındaki görünen minarenin orda oturuyon” diye söyleniyordu. Bu sırada bizimkinin aklı ‘Tahhtallı gabırlığından’ çıkmış, ‘niye oraya mezar yapıldı?’ diye sorgularken Mistra şenliklerine kadar uzanmıştı; ama muavine nerede ineceğini söyleyen köylünün sesini duyunca hemen kendine geldi. İçinden “yaşasın az sonra rap rahat oturacağım” diye sevinirken bir an önce yerine ‘bencilce kaykışıp’ oturmayı düşündüğü için içinden “inşallah otobüs yukarı kadar” çıkmaz diye geçiriyordu.

Ama haksız da sayılmazdı hani. Sakat bir bel, ondan beter bacaklar üstüne bir de boğazını sıkıyorlarmış gibi zor nefes alırken yarım kıçlık yerde neredeyse seksen kilometre tutunmaya çalışmak kolay değil. Bereket versin bizimki oynak akıllı olduğu için aklından orada burada gezinirken ‘sanki’ mesafeyi kısaltmıştı.

Az sonra ineceğinin keyfiyle inecek köylüye ‘bildiği halde’ “sizin köyde çok Almancı var değil mi?” diye sordu. Köylü “heyya bizim köy hep Alamancıdır” dedi. Bizim adamın az sonra kıçının rahat edeceği düşüncesiyle muzipliği üstündeydi.

Köylüye ‘sanırım pek yakıştıramadığı için belki’ “sen niye gitmedin Almanya’ya?” diye sordu.

Bu sırada otobüs köylünün ineceği yere yaklaşmış köylü de inmeye davranıyordu, bizimkinin sorusunu duymuş; “nerden bildin benim Almancı olmadımı? Yoğusa Almacılan guyruğu va da benim guyrum yok deye mi bildin benim Almancı olmadımı?” demişti ki; otobüs sağa yanaşıp durdu. Muavin “bırak arddeş şindi guyru gulağı da gidem” deyince daha bir şeyler söylenmeye davranan köylü aşağı inmiş ve otobüs hareket etmişti. Bu sırada “yok senin kuyruk kısa ondan sorduydum” başlattığı şakaya devam etmek isteyen bizimkinin lafı ağzında kalmıştı.

Muavin “dayı sen de yerinde otura gomayesun. Güneyliyi eyi gızdırdın valla” derken gözü adamın yanındaki gestapoya kaymış “aman dayı buna bari çatma gari” der gibi bakıyordu veya bizimki böyle anlamıştı.

Zaten boşalan yere ‘kaykışınca’ rahatlayan beli ve kıçının keyfiyle bizimkinin kimseye çatmaya niyeti yoktu. Çünkü aklı Güney’in ‘Alamacılığında’ kalmıştı. Gerçekten bu köy ‘Alamancı’ diye bilinen yurt dışına işçi gitme ‘furyasının’ hemen ilk aylarında bu yörede Avrupa’ya işçi olarak gitmeye davranan ‘belki ilk köy’ ilk köylerdendi.

Bizim adamın hatırladığına göre bu köyden ilk Avrupa’ya o sıra muhtar olan Bilal davranmış; Hollanda’ya çalışmak için gitmiş. Onun oradaki koşulları beğenip önce yakınlarını aldırmasının ardından bütün köy Avrupa’ya gitmek için davranmış.

Gerekçe belli. “Yoksulluk”… Gerçekten ekmeye dikmeye pek arazisi olmayan bu köy o yıllarda çevrenin en yoksul insanlarının yaşadığı bir yerdi. ‘Bunlar öyleydi de öteki köyler çok mu hırlıydı ki?’ sanki.

Anadolu köylüsü diye isimlendirilen ‘Anadolu’nun kadim halkları veya sonradan göçlerle yerleşmiş çok uzun yıllardan burada yaşayan halklarla birlikte’ halkın çoğunluğu hep yoksuldu zaten. Hemen her bölge zengin arazisi olan beylerin ağaların egemen olduğu topraklara mevsimlik göçler yapar karınlarını doyurmaya çalışırdı. Yani yoksulluk Anadolu köylüsünün ‘ortak kaderi’ ortak yaşam biçimiydi. Öyle olunca karın doyurmak için göçü sarıp göç yollarına düşmek de hemen hepsinin ezelden beri yaşam biçimiydi.

Doğu’da Güney doğu’da güneye bereketli; ama sıtma kaynayan Çukurova topraklarına akıp oralarda bir lokma ekmek için ‘sıtmayı görüp ölümü razı olmuş  biçimde’ yaşam kavgası verirken buraların insanlar da aynı ortak kaderi ‘aşağı’ adını verdikleri  Aydın beylerinin verimli arazisinde yaşıyordu.

Şimdi de azıcık daha uzağa ‘geçmişte tir tir titrettiklerine inandırılan’ Almanya’nın Hollanda’nın modern beylerinin modern köleliğini yaşamak için sarınmışlardı tahta bavullarıyla göç eşyalarını. Yani uzak yakın fark etmez. ‘Sen eşek olmayı kabullendiğinde her yerde sana bir semer vurulur, sen kürek olduğunu kabullendiğinde önüne nasıl olsa temizleyip süpüreceğin bok konur nasıl olsa’.

İşte Güneyliler de daha iyi yaşamak, para kazanıp gelerek buradaki yoksulluğu yenmek için ‘sosyal hakları da olduğu söylenen’ Avrupa yollarına ilk düşenlerden. İyi kötü biraz varı olduğu için veya o kadar uzaklara gitmeye götünün tutmadığını gizlemek için veya ‘dün titrettiklerimize köle mi olacağız?’ kaygısıyla burun kıvıranların da aşka gelip ‘Alamanya’ yollarına düşmeye kalkışmasıyla hemen bütün köyler ‘guşunun dişinin sağlamlığını kanıtlamak için’ hayvan pazarından mal alır gibi veya köle pazarından köle satın almaya gelenler gibi birilerinin karşısında çoktan sıraya girmişti göçmen bürolarında.

İşte bugün ‘göç ettikleri uzaklardan henüz pek dönen olmadığından’ içinde oturanı olmasa da yolun yukarısına sıralanmış ‘Alamancının olan’ evler ve hemen hepsinin üstünde parlayan rengarenk güneş enerjileriyle çiçek bahçesine dönen çatıları, oralardan öykünüp düzenledikleri bahçeler adeta bir hoşluk oluşturur. Dünün yoksul köylüleri unutmak istedikleri dünün yoksulluğunun izlerini bu görüntülerle gizlemeye çalışır gibidirler.

Bizim adama Güneylinin öfkesi de belki bu yüzdendi. Yani ‘bizimki hiç öyle düşünmediği halde’ köylü belki köyünün geçmiş fakirliğiyle alay etmek için onun öyle sorduğunu düşünüp öfkelenmişti bizimkine. Bizimkinin aklına bunlar gelince çok üzülmüştü. Köylüde hiç istemediği bu yanlış düşünceyi uyandırdığı için keyfi kaçmıştı. Eski genç hali olsa arabadan inip o köylünün ardından “dur arkadaş sen beni yanlış anladın” demek için kesin koşardı. Çünkü bazen böyle densizlikler yapsa da yanlış anlaşılmaktan çok korkar yaptığı her şeyi düşünerek yapmaya çalışırdı.

Ama yukarıda anlattığımız oturma biçimin sıkıntısıyla böyle densizlik de yapıyordu işte. Şimdi de ‘kaykışıp oturmanın verdiği’ keyfi kaçmış somurtmuştu.

Muavin onun değişen bu yüz halini anlamış gibi ona ‘sanki ona boş ver demek der gibi’ az ince köylü için “böyle gızak adam çoktur. Nafı gıçından anlep gızar” deyince ‘yine kıç lafı geçtiği için belki’ bizim adama gülmek gelmişti. Ama solundaki gestapo arada bir kayan sert bakışından ‘sanki bi gül çakarın valla’ diye tehdit fark edince kendini tutmuştu.

Sonra ‘belki bu adama karşı da ön yargılı davranıyorum. Adam belki çok yumuşak ve naif biri de görüntüsü bakışıyla karşıdakine sanki cellat görüntüsü veriyordu’ diye düşündü ve ‘çokbilmiş olduğundan’ böyle bakışını kontrol edemeyip etrafı rahatsız edip korku veren öfkeli tipler için “alt beni iç güdüsel olarak teyazzkuzda” diye düşünürdü.

Çünkü ilgi duyarak onun hakkında çok şey öğrendiği Frued ‘alt benin insanın hayvansal içgüdülerini baskılandığı alan olduğunu’ söyler. O içgüdüleri baskılayan irade kontrolü kaçırdı mı iş sakata girermiş. Çünkü ortaya çıkan içgüdünün ne zaman hangi hayvanlığı yapacağı kestirilemezmiş. İşte o zaman en iyi davranış ‘ite dalanacağına çalıyı dolan’ öz sözünde olduğu gibi davranmakmış.

Tıpkı bizimkinin şimdi yapmayı düşündüğü gibi… Böyle düşünürken aklında hep ‘bir acaba buna karşı ön yargılı mı düşünüyorum?’ sorusu vardı. Bu soru aklından kaldıkça içinde uyanan merak gereği yanında ‘İkinci Dünya Savaşı filmlerinden aklında kalan faşist görüntüleri veren’ gestapo adını verdiği bu adama “niye suratın böyle asık?” diye sormadan edemeyeceğini anlamıştı.

Ama nasıl hitap edecekti? “Delikanlı” deyip lafa başlasa kendinden otuz otuz beş küçük gördüğü bu adam ya bu delikanlı lafına kızar terslenirse. “Amcam veya dayım” diye söze başlamayı düşündü. “Acaba hangisi doğru olurdu? ‘Amcam’ deyince ya gıcık aldığı bir amcası var da ona kızıp terslenirse. Sonra herkes bilir annelerden dolayı; yani evde anneler hep egemen olduğu için dayılar amcalardan daha çok sevilir. Belki dayı demek doğru olabilir. Peki ya dayısıyla dargınsa?” deyip lafa nasıl başlayacağına bir türlü karar veremiyordu.

Bu düşünceler aklında yeni ‘soru cevap’ oyunu yaratmıştı. Zaten genelde kendi kendine konuşup kendine cevap veren biri olduğu ve bunu normal gördüğü için şimdi de aklında kadının erkeğe egemenliği üzerine bildiği sosyolojik bilgiler uçuşmaya başlamış; konuyu bütün tanrıların tanrıçası olduğu iddia edilen Kıbele’ye kadar taşımıştı. Çünkü çok tanrılı dinler tarihinin iddiası Kıbele’nin Zeus, ra, mu diye bilinen tanrıların hepsinin annesi olduğuydu. Oradan yola çıkarak; doğanın doğurgan yapısı da kanıt olarak gösterilip kadının erkeğe egemen olduğu kanıtlanmaya çalışılmış.

Şöyle bizim toplumda ve hatta bütün toplumlara tarafsız bakılırsa ‘erkeğin o kadar zart zurt etmesine rağmen’ evde asıl egemen olanın kadın olduğu inkar edilemez.  Buradan bakılırsa egemen kadının çocuklarına öncelikle kendi kız kardeşi ve erkek kardeşine sevgiyi işleyeceği normal sonuç olur.

Zaten bu yazıyı okuyan herkes ‘bir dakika geri çekilip düşünse ve ön yargısız davransa’ bu tezin yani kadının asıl egemen olduğu; sonuç olarak da teyze ve dayının halaya ve amcaya göre daha sevilir olduğunu görecektir. Bizim adam da benzeri soruları kendine sordu. ‘Ölçtü biçti’ sonunda yanındaki gestapoya benzettiği adama “dayım” diye hitap etmeyi uygun gördü.

Gestapoya döndü muavinin “sen napıyosun ya? Bak başına iş alıyosun; karışmam bak” diye çağrışan bakışları arasında ‘gayet yumuşak ve kabul edilebilir tonda bir sesle’ “dayım kusura bakma da. Dikkat ediyorum yolun başından beri pek öfkelisin. Sıkma canını hayat bu kadar sıkılmaya değmez” dedi.

Muavinin “şimdi haptı yuttun” de gibi bakışını fark ettiği anda zaten iş işten geçmişti ve gestaponun “sen işine baksana ya. Kayassımın benim can sıkıntına” deyip ‘cık cık’ ederek başını sallamasını bekliyordu; ama öyle olmadı…  Gestapo “sorma be dayı. Heç sorma. Heç” dedikten sonra az önce adam öldürecekmiş gibi öfkeli bakışların yerini dokunuversen ağlayacakmış gibi bir bakış aldı.

Bu sırada muavin de bizim adama “pes doğrusu dayı” der gibi bakıyordu. Bizim adam da o sıra yanındaki adamın bakışları karşısında yolculuğun başından beri ona karşı ‘ona aklından gestapo ismini takarak büyük ayıp ettiğini’ düşünmüş “al bakalım beyefendi. Sen adamı neye benzettin? Karşındaysa adama gibi adam biri varmış” diye kendine kızıyordu.

Ona ağlayacakmış gibi bakan yandaki adam ‘sanki’ onun tekrar sormasını bekliyor gibi bakıyordu. O bunu fark etti “valla bir kere sormuş bulundum dayım. Gerçi yolun sonuna geliyoruz; ama sen istersen anlat derdini. Belki bir faydam olur” dedi.

Yandaki adam ‘sanki makara gibi çözülüp’ “sağ ol dayı. Çok sağ ol. Benim derdime çare olman çok zor da. Emme ben gine anladem. Çünkü birine anladmazsam valla patlevecen” deyip kendini sıkan derdini anlatmaya başladı.

Bunlar kardeşten ileri iki arkadaşmış. “Gardeşden ileriyiz. Çünkü bubalamız asger arkıdaşı. Analamız gardeşlik olmuş. Biz evlendik bizim garıla da gardeşlik oldu. Öyle olunca ben de bu orasbı ço” durdu. Çaresiz bir bakış attı ve devam etti “anasının elinden çok ekmek yedim. Yani anam gibi… Şindi ben ona nasıl orasbı çocuğu deyem” diye açıklama yaptı “pezevengin oğlu” deyip kesti. “Bubasını da aynı bubam gada severin. Şindi ben ona nasıl pezivengin oğlu deyem. Bu gahba garlı” dedi sostu. “buyur ‘garısıda dünya ahret gardeşim olsun. Çok namıslı biri. Garımın da gardeşliği. Şindi ben buna nası gahbı garlı deyem?” dedi.

Ve o arkadaşını nasıl tanımlayacağını şaşırmış vaziyette bakıyordu. Bizim adam onun çaresizliğini anlamıştı “mademki öyle. Sen de ‘o kimse’ ona şerefsiz, aşağılığın biriydi dersin. O söz de az şey anlatmıyor. Öyle söyle rahatla” dedi.

Yandaki adam “doğru şerrefsiz aşşalığın biriymiş. Doğru bu ona çok uydu” dedi ve arada bir ‘şerrrefsizin oğlu, orasbı çocuğu deyip sonra düzelterek’ anlatmaya devam etti.

Bunların bir mesleği yokmuş. Babaları da asker arkadaşı olduğundan çocukluktan başlayan arkadaşlık askerden sonra da devam etmiş. Bunlar iki arkadaş sık sık görüştüğünden bir gün birbirine “ya biz ortak iş yapsak ya” demişler. İkisi de birbirine yaptığı bu teklife çok sevinmiş ve birbirine “olur. Valla iyi olur” deyip birlikte iş yapmaya kalkışmışlar. Başta da yazdık ‘tabi ikisinin de bir mesleği yok’. Bu durumda birbirine “ne iş yapalım?” diye sormuşlar. Babalarına da danışmışlar sonunda alevere yani ticaret yapmaya karar vermişler.

Burada durdu “çünkü hadis de bile va. Peygamber efendimiz öyle buyurmuş. Rızkın onda dokuzu ticareddeymiş. Yani ticaret demek halal gazanç demek. Yani ben öyle düşündüydüm” diye kısa bir açıklama yapıp anlatmaya devam etti. Her ikisinin babası da bunlara ticaret için eşit miktarda sermaye vermiş ve başlamışlar ticarete. Tabi; önce ‘ne alıp satacaklar? Neyin ticaretini yapacaklar?’ önce bunu araştırmışlar.

“Bizim orda kekik alıp satcez, sizin orladan da nohot anason alıp satcez. Sonra işi artırısak buğdey işine gircez. Çünkü mazot bahalı olduğundan çiftçi çok borçlu… Mahsul kakar kakmaz alindeki buğdeyi satmaya bakıyo. Gerçi kekik, anason nohot da öyle emme. Buğdey başka. Çiftçi sıkışdığı için peşin paralı adam areyo. Biz de o da var. Basdırıp parayı alıyoz. İşle iyi giderse sermayeyi daha da artırcez. Yani bubalamız bize öyle dedi. ‘Siz gazanın parayı… Yetmedi yerde biz takviye ederiz’ dedile. Biz öyle deyip işe kekikten başladık. Çünkü tam mevsimiydi. Sonra gurbanlık işine girdik. Gidiyoz köylere ‘parayı gösderince’ ucuz mal alıyoz. Malı azcık da bakdık mı gurbanlık işinde de iyi para var? Yani biz öyle deyip başladık alevereye ve devam edik. İşler önceleri çok iyi gidiyodu. Herkes kendi köyünde birer ev yapdı. Çokcukla böyüyo. Onlan ihtiyacını garşılıyoz. Yani ‘para bok gibi’ işler iyi gidiyo yai. Yani ben öyle sanıyodum. Meğer bizim şerrefsiz aşşşalık ‘alvere’ deyi işi dalavereye çevirmiş” dedi.

Bizimki içinden “oğlum ticaret zaten dalaveredir. Bu dayın da ticaret yapayım derken az dalavereye gelmedi. Bir bilsen ‘ticaret yapacağım’ derken neler çekti?” diye depreşen kendi derdine söyleniyordu; ama hiç belli etmeden dinlemeye devam etti.

Bunlar ticarete deva ederken sermayeyi artırmışlar. En son yaptıkları işe çok para yatırmışlar ve yüklü miktarda kekik ve anasonu İzmir’de büyük tüccara iyi fiyata satmışlar. Burada durdu “böyük tüccar öyle köy köy dolaşıp mal aramaz. Bizim gibi ufak ticaret yapanlara azcık kar verip malı ondan golayına alır. Eh verdiği kar da bize yetiyo. Ondan biz İzmir’deki tüccara mal vermeye başladık. Malı topleyoz götürüp teslim ediyoz. Sonra birimiz veya ikimiz birden gidip parayı alıyoz. Yani hangimiz gidese parayı alıyo. Birbirimize güvendimizden tüccar öyle imza verdik. Emme vermez oleymişim” dedi.

Bu sıradaki el ve baş hareketinden bin pişmanlık akıyordu… Anlatmaya devam etti. “Bizim şerrefsiz meğer fırsad golleyomuş. Yani iş azcık da böyüsün de tokadı sağlam aten deyomuş. Öyle de yapdı. Çünkü bu son işe ne gadar paramız varısa yatırdıydık” dedi.

Artık kendini tutamıyordu. Onun için düzeltmeye bile gerek kalmadan “bu orasbı çocuğu. Bu pezevenk oğlu pezevengin oğlu… Amk. çocuğu bizi tam kerkti” dediği sırada öndeki şişman bayan ve yanındaki esmer bayan ve belki de daha ilerideki bayanlar küfürlerden çok rahatsız olmuştu.

Öndeki sarışın ve esmer genç bayan dönüp “ayy ne ayıp. Bu ne söylüyor?” gibi baksa da artık yandaki adam ayağını frenden çekmişti. Durma olanağı yok saydırıyordu.

Ortada ayakta duran gençten biri yandaki bayanları gösterip “hoop arkadaş. Ayıp oluyor ama” diye seslendi. Bu sırada muavin de bizim adama ‘al bakalım meraklı dayı. Sordun. Deşdin yarayı; şimdi de sustur bakalım’ der gibi bakıyordu veya bizim adam öyle anlamış ve durumdan vazife çıkarmıştı. ‘Bu vazife gereği’ yandaki adama “az sakin ol dayım. Az sakin ol” dedi.

Bizimkinin uyarısıyla yandaki adam küfürlerinin fazla kaçtığını anlayıp durdu bizim adama “öyle deyon dayı da nasıl sakin olayım de bakam. Nasıl sakin olayım? Bu şerefsizlik sene yapılsa… Misal arkıdeş bildiğin bi orasbı çocuğu sene bunları yapsa sen sakin olurmun? Ah dayı ah... Benim yüreğim yanmış. Sen bene sakin ol deyosun. Eyi oleyim bakam” dedi ve küfürleri daha sessiz etmeye devam etti.

Epey sonra biraz sakinleşmişti. Bizim adamın “şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?” sorusuna “gidicen bubasına bir bir anladıcen. ‘Buna bir çare bul emmi. Ocana düşdüm’ decem” deyince bizim adam içinden “Emmi dedi. Demek amcasıyla da barışıkmış. Sen sabahtan beri ‘yok anne egemen olduğu için dayılar daha çok sevilir’ diye ahkam kesip işi Kıbeleye karşı uzattın. Demek ki amca dayı fark etmez. Biri sevmeyi hak ediyorsa sevilir. Yoksa sevilmez veya nefret edilir” kendini yargılıyordu.

Yandaki adam en son “‘ocana düşdüm’ decem” dedikten sonra “başka çarem yok. Tek çare bubası” dedi. Ağzını büzdürdü, ağlayacak gibi oldu. Kendini zor tutuyordu “inşallah bubası halal süt emmiş biridir” diye söylendi.

Bizim adam onu bu söylemine “nasıl biri? Sana yardımcı olur mu?” diye sordu. Yandaki adam “kimbilir dayı. Bubama bakasan adam gibi bi adam. Emme insanoğlu bu. Çiğ süt emmiş. Bilinmez ki. Hani deyola ‘buban olsa güvenme’ aynı onun gibi. Emme başka çare yok. Sarılanıcez bubasına” dedi.

Arkadaşın babası varlıklıymış. İstese ‘şıppadak’ oğlunun onu dolandırdığı parayı çıkarıp verirmiş. Yandaki adam bunları söyleyip içindeki kaygılarla ve tabi yine öfkeyle karşıya bakmaya başlayınca bizim adam da susmuş içinden “işte böyle. Herkesin içinde bir yangın var.  Herkes o iç yangınıyla yanarak yaşamaya devam etmek zorunda” diye geçirdi. “Acaba hiç iç yangısı, böyle insanın, toplumun verdiği kaygı ve tasaları olmayan insan var mıdır?” diye düşünürken gözü ilerideki ‘onun hikayesi’ başlıklı bir haftalık yaşamını anlattığı çocuğun köyüne benzer köylere ilişti.

O köylerin yol sapağındaki beklemenin önünden geçerken içinden “o yıllarda bu bekleme yokmuştur” diye geçirirken ‘onun hikayesindeki’ çocuğu düşünmeye başladı. Çünkü o uzun hikaye gerçek bir yaşanmışlıktan kurgulanmış bir hikayeydi. ‘o çocuk’ la ilgili dinlediği yaşanmış bir anekdottan yola çıkarak o uzun hikayeyi yazmıştı.

Aslında en büyün dileği o sırada bulduğu okuma olanağını çok iyi değerlendirip başarılı bir eğitim hayatı ve meslek yaşamı sonucu bugünkü başarılı sonuca ulaşmış ‘o çocuğun’ oto biyografisini yazmaktı. ‘O çocuğun’ da böyle bir öneriye severek yaklaşıp ‘özel sohbetlerinde büyük onur duyduğu o günlerden bahseden, geçmişiyle çok barışık biri olduğu için’ otobiyografisinin yazılmasını isteyeceğini düşünüyordu.

Otobüs de bu sırada Köpek Beline doğru tırmanmaya başladı…  Bunu fark edince yolculuktan bu yana aklından gelip geçenleri düşündü. İçinden “sanırım ömür de böyle bir şey. İçinde geçip giderken bir şey fark etmiyorsun. Durup geriye baktığında ‘yıllarca yaşadığın’ yaşanmışlıkların neredeyse bir iki saatlik zaman yolculuğuna anca sığıştığını fark ediyorsun. Peki öyleyse bunca hırs; daha kazanmak için kişiliklerden ödenen bunca bedeller, öldürme, yakıp yıkma düşüncesi neyin eseri acaba? ‘Kaç insan bunu fark edip sorup kendini sorguluyor? Yanlışta ısrar etmekten vazgeçip insan gibi onuruyla yaşamayı seçiyor?” diye geçiriyor; kendini ikna edecek kabul edilebilir bir sonuca varamıyordu.

Bu sırada telefonu çaldı. Baktı ‘arayan annesiydi. Bu üçüncü arayışıydı. Sanki hacı bekler gibi heyecan içinde onu bekliyor “nereye geldiniz?” diye soruyor  ve yeğeninin arabasıyla onu garajda beklediğini söylüyordu.

Atmış dört yıllık annesi sanki dün doğurmuş gibi onunla ilgili; onun her şeyini ‘tabi önce sağlığını’ düşünüyordu. Dile kolay atmış dört yıllık hiç bıkmadan, hiç şikayetçi olmadan birinin her şeyiyle; özellikle sağlığı ve kaygılarıyla ilgilenmek. Bunu nasıl tarif edebiliriz? Doğada hemen bütün canlılarda olan almadan hep vermeyi düşünen anne sevgisinin nedeni ne acaba? Öyle ‘analık duygusu’ gibi kestirimden cevap bunun cevabı olamaz. Hadi ‘insanda düşünce olduğu için duygu da var’ diyelim. Peki ya hayvanlar. Onlar için nasıl açıklama getirebiliriz.

Yavrularının güvenliği için sıcağın bağrında yanmayı göze alan yavrusuna yönelecek olası bir tehlike için yumurtalarını bekleyen anne timsahın davranışını nasıl açıklarız? Yavrusunun ölüm tehlikesi karşısında ölümü göze alan anne hayvanların, batağa saplanan yavruyu kurtarmak için kardeşçe seferber olan anne fillerin davranışlarını, vahşi doğada veya günlük yaşamımızla iç içe olan evcil anne hayvan davranışlarını nasıl açıklarız? Sadece annelerin değil tabi. İnsan veya hayvan babaların da ‘davranışları biraz daha katı, sert olsa da’ aynı fedakar verici davranışlarını nasıl açıklarız?

Kuşkusuz antropolji ve biyoloji bunu açıklama getirmeye çalışıyor. Ama bizim adama göre getirilen hiçbir açıklama o duygu, önseziyi ‘adına ne derseniz deyin’ anlatmaya yetmiyor. Yani o öyle düşünüyor; bu konunun evrenin sırrı kadar bilinemezliğini sonsuza kadar koruyacağını düşünüyordu.

Bizimki böyle duygular içinde harmanlaşmışken Otobüs yavaş yavaş Köpek belinin içinden geçiyordu. Burası tam bir beldir. İki dağın arasında kalan bir bel… Rakımı 1270 m. ‘Kazık Belinden 100 m daha fazla’ tırmanması da yaklaşık bir kilometredir.

Buradan her geçişinde bizim adamın aklına Orhan Veli’nin bir şiirin dizesi olan ve Gemlik’le özdeşleşen “Birazdan denizi göreceksin, sakın şaşırma” sözleri ve Gemlik’e giderken tam denizin göründüğü yere asılan bu sözlerin yazılı olduğu bir tabela gelirdi.

Buradan her geçtiğinde aklında bu sözlerle son noktaya gelindiğinde içinden “biraz sonra gördüklerinle sakın şaşırma” sözcüğü geçerdi. Bu sözlerin yazılı olduğu bir tabelanın buraya çok uygun olacağını düşünürdü. Çünkü adı gibi biliyordu ki; şimdi karşıdan gözüken olağan üstü manzarayı ilk gören herkesin “aaa!!!” diye hayretler içinde kalıp o manzarayı kesin çok beğenirdi.

‘Manzara’ dedim. Gerçekten aniden karşıdan gözüken Salda gölünün mavinin ve yeşilin her tonunu içinde barındıran şahane görüntüsü, hemen yanındaki Salda kasabasının kırmızı kiremitli rengarenk evleri, gölün hemen bu yakasında ‘ilk görenin tuz sandığı’ ve dünyada yalnızca Kanada ve burada ve Mars’ta da benzeri olduğu bilimsel kanıtlanan beyaz kum yığını, karşıda onun ilçesi kayalık olduğu karşıdan belli olan  tepenin hemen dibindeki Kayadibi mahallesi çevredeki yemyeşil orman görüntüleri ‘sanki’ usta bir ressamın fırçasından tuvale dökülen şahane manzara gibi bir görüntü veriyordu.

Bizim adam bu görüntülerin keyfi içindeyken ilçesinin ve köylerinin doğal, kültürel,  organik tarım üretimindeki özellikleri ve ilçesinin bu olanakları doğru dürüst değerlendiremeyişi aklına gelince yine kaçmıştı. Çünkü o ‘konaklama turizmi yönünden bu olanaklar doğru ve yerinde değerlendirilse’ ilçesinde ve köylerinde yaşayanların ekonomik, sosyal ve kültürel yönden hızla kalkınacağına, herkesin tok ve mutlu olacağına çok inanıyordu. Ve ilçesini çok seviyordu. Bu sevgi ve düşünceyle içinden hep “ah bizde de Osman Özgüven örneği belediyecilik yapılsa” diye geçirirdi.

Zaten az sonra otobüs de bu yolculuğun sonuna varmış olacaktı. (BİTTİ)












Hiç yorum yok:

Yorum Gönder