İrfan bey öğretmenlik eğitimi almıştı. Sorduklarında
“öğretmenlik eğitimi aldım; ama öğretmen değilim” diye cevap veriyor “nasıl?”
diye hayret eden olursa boynunu eğip “öyle işte” diyordu; ama ben bu öyküde
ondan basederken “İrfan öğretmen” diye bahsedeceğim. Çünkü öğretmen olacağı
hayaliyle o eğitimi yapmıştı. Onun için öğretmen olamasa da ‘bence’ ondan
öğretmen ünvanını esirgememek gerekiyor; yani ben öyle düşünüyorum.
Neyse; bu İrfan öğretmen her
zamanki gibi erkenden kalktı. Yüzünü yıkadı. Pantolonu ve gömleği giyindi.
Ayağına çorabını geçirip; mutfağa gitti. Buzdolabını açıp baktı. "iyi;
kahvaltılık ve yemeklik var. Meyve de var" dedi. Sonra 'süt var mı?' diye
baktı. Sütün de ‘var’ olduğunu görünce rahatladı.
Günlerdir işsizdi. Ama onun bu
dolabı kontrol huyu yıllardır vardı.
Eğer dolapta bir şey eksik
olursa çok huzursuz olurdu. Hem de şimdi ‘tam paralar suyunu çekmişken’ dolapta
bir eksiğin çıkmayışına çok sevindi.
Olanlar en az beş gün yeterdi.
Elini pantolonun sağ cebine
soktu. O cebinde her zaman tırnak makasının takılı olduğu kapı anahtarı ve
varsa parası olurdu.
Sol cebini pek
kullanmazdı. Cebinde gezdirdiği parmakları bozuk paralara dokundu. Bir
yirmi beş kuruş, bir yirmi beş kuruş bir de bir lirası vardı.
Paralara bakmadan dokunarak
anlardı. Zaten cebinde hep bozuk para olurdu. Bütün paraları çoktan unutmuştu.
Bu düşüncelerle cebini karıştırdı. Başka para yoktu. Onları çıkardı. Yüz elli
kuruş masanın üstüne koydu. Üç ekmek parası… "İyi" Dedi. Bu gün ve
belki yarınki ekmek sorunu çözülmüştü. 'Belkiydi'. Çünkü kendisi evdeki ekmeğin
durumuna göre yetmeyecekse yemeyiveriyordu.
Yani sık sık mecburi oruç
tuttuğu çok olmuştu. Neyse dolaptakiler en az beş gün yeterdi. "En kısa
sürede iş veya borç bulmam lazım" dedi. Elini yine cebine ‘tabi sağ
cebine’ soktu. Anahtarları onlara takılı tırnak makası ile birlikte çıkardı.
Parmağını tırnak makasının zincirine soktu.
Yürürken tırnak makasıyla
anahtarları sallamak hoşuna gidiyordu. Onda sanki arabası varmış gibi bir his
uyandırıyordu. Aslında araba meraklısı değildi. Bırakın arabayı bisiklet
bile olmamıştı. Zaten hiç de arzulamamıştı.
Ama olsun. Sanki arabası varmış
gibi onları sallayarak yürümek; ona ayrı bir hava veriyordu.
Tırnak makası bildiğimiz o
klasik metal renkli olanlardan farklıydı. Yalnız kasaba, köy pazarlarında
çerçilerin sattığı cinstendi. Tırnak kesmek için basılan yer yuvarlakça üstü
saydam mika kaplı onun altında gül resmi olan büyükçe bir tırnak makası.
Bir gün evde hanımından tırnak
kesmek için tırnak makası isteyince; o sırada evde olan kayınvalidesinin
çantasından çıkarıp verdiği sonra 'hediyem olsun' dediği tırnak makasıydı. O
günden beri hep anahtarına takılı cebinde taşıyordu.
İşte şimdi yine zinciri
parmağına takılı sallıyordu. Sallamayı durdurdu. Gürültü yapıp çocukları
uyandırmak istemedi. Kapıyı usulca açtı. Karısı uyanık bakıyordu. Ona
fısıltıyla ekmek parasını bıraktığını söyledi. Akşama gelirim dedi.
Karısı 'anladım' gibilerden
gözünü kırptı.
İrfan öğretmen kapıyı usulca
kapattı. Ayakkabılarını giydi. Dış kapıyı açıp dışarı çıktı ve kapıyı usulca
kapattı. Merdivenden aşağı iniyordu. Ama o gün ne yapacağı konusunda karasızdı.
Aslında her gün yapacağı şeyi yapacaktı. Bir yandan iş arayıp diğer yandan borç
para bulmaya çalışacaktı.
Ama her iki konuda da pek ümidi
yoktu.
İş bulmayı olanaksız görüyordu.
Çünkü kendi durumunda hemen her gün iş arayan birçok
kişiyle karşılaşıyordu. Mesleğinin hiç geçerliliğinin olmadığını yaşayarak
anlamıştı.
Halbuki fakülteye girdiğinde çok
ümitliydi. Öğretmen olacağım diye çok sevinmişti. Tahsilini bu umutla devam
ettirmişti. Bu sırada kendinden bir sınıf küçük bir kızla tanışmıştı. Okulunu
bitirir bitirmez de onunla evlendi. Askere gitmiş; karısı o gelene kadar
okulunu bitirmiş bir de kızı olmuştu.
Bütün bu süreçte kendi ailesi ve
karısının ailesinin yardımıyla yaşamışlardı. Babasının iki katlı bahçeli bir
evi vardı. Burada anne ve babasıyla birlikte yaşamışlardı. Ama asker dönüşü
karısı ile birlikte öğretmen olmak için sınava girmişler.
Bu arada ailelerinin yardımıyla
bir ev tutup oraya taşınmışlardı. Ve o günden beri ikisi de öğretmen olmak için
çabalıyordu. Ama ikisinin de pek umudu kalmamıştı. Çünkü her yıl başvurular
yapıyor, sınavlara giriyor yeterli puanlar aldıkları halde bir türlü tayinleri
olmuyordu.
Kendisi matematik karısı da
sosyal bilgiler öğretmeniydi. İkisi bir süreliğine bir dershanede
çalışmıştı. Bu arada karısı ikinci kızlarını dünyaya getirmişti. Ve evde
çocuklarına bakıyordu. Zaten dershanedeki işleri sona ermişti.
Bizimkinin bu güne değin
yapmadığı iş kalmamıştı. Lokanta garsonluğu, inşaat bekçiliği, mahrukatçının
yanında iş, seyyar satıcılık, pazarcılık yaptığı işlerin bazılarıydı.
Her işi yapmış; ama bir türlü
öğretmen olamamıştı. Haliyle her gün geçim sıkıntısı artıyordu. Yaşlı anasına
yük olmaktan utanıyordu. Babası ve karısının babası vefat etmiş iki ailenin de
desteği azalmıştı.
Şu sıra en bunalımlı günlerini
yaşıyordu. Hala ayakta ise bu karısının eşsiz desteği sayesinde oluyordu. Ama
artık karısından da utanıyordu. Onun iyi niyetini özverisini istismar ettiğini
düşünmeye başlamıştı. Hele şu son yaşadığı parasızlık ve iş bulma çabalarının
sonuçsuz kalması direncini kırmıştı. Ama her şeye rağmen bir çare bir
çözüm bulmak zorundaydı.
Bu duygularla merdivenden indi.
Kapıyı açıp dışarı çıktı. Köşedeki berberin önünde tabureyi gördü. Bir süre
orada oturmak istedi. Ama vazgeçti. Çünkü berberden borç
almış verememişti. "Yakında evden çıkamaz hale geleceğim" dedi.
Nereye gideceğini bilmiyordu.
Birden aklına bir gün önce
karşılaştığı Necmi Amcanın sözleri geldi. Necmi Amca babasının asker arkadaşı
çok eski bir dostuydu. Evvelki gün can sıkıntısıyla saatlerce dolaşmış; sonra
dinlenmek için meydandaki caminin parkında bir banka oturmuştu. Bu park
genellikle yaşlıların, emeklilerin hem buluşma hem dinlenme yeri gibiydi.
Burada otururken önünden geçen
biri durup ona dikkatlice bakmıştı. Göz göze gelince de "sen
Necati'nin oğlu değilmisin?" deyince o da onu tanımıştı. Babasının
asker arkadaşı Necmi Amca'ydı. Kalkıp "evet amca benim" deyip elini
öpmüştü. Birlikte oturmuşlar.
Necmi Amca "hayırdır! Bu
ihtiyarların arasında ne işin var?" diye sorunca o da bir anda konuşarak
boşalma ihtiyacı duymuş; sizin de kısmen bildiklerinizde dahil, adeta tüm
hayatını anlatmaya başlamıştı. Anlattıkça rahatlıyordu.
Bu çok seyrek gördüğü baba
dostu babacan görünüşü ve tavırlarıyla ona rahatlık vermişti. "İşte
amca; bu yüzden iş aramak için çıktım. ‘Ne yapacağımı? Nereye
başvuracağımı?’ bilmeden dolaştım; yorulunca burada dinlenmek için
oturuyordum" demişti.
Necmi Bey çok duygulanmıştı. Bir
sormuş; bin dert işitmişti. "İyi oğlum. İyi dersin de. Ben rahmetliyle
karşılaştığımda bunlardan hiç bahsetmezdi. Çocuklar iyi derdi. Hiç senin için
falan dert yanmazdı” dedi. Sonra cevabını kendi verdi "Tabi ya! Necati hep
böyleydi. Kan kusar, kızılcık şerbeti içtim derdi. Askerde bile kaç kere arkadaşları
yüzünden başı derde girmiş; hiç şikayet etmemişti. Hep sineye çekerdi. Ah
Necati ah! Ben sana ne diyeyim?" demiş; sonra ona "oğlum sen
Necati'nin oğlusun. Rahmetli adam gibi adamdı. Onun oğlu boş kalmaz. Benim bir
arkadaşım var mütahit. Onun mutlaka senin gibi birine ihtiyacı olur. Dur bir
arayalım" demiş ve orada telefon etmiş; telefona çıkandan arkadaşının
şehir dışında olduğunu ve yarın ‘bir gün önce’ döneceğini öğrenmişti. Bunun
üzerine telefon numarasını ona vermiş "yarından sonra ‘yani bu gün’
mutlaka ara. Ben daha önce arayıp seninle ilgili bilgi veririm"
demişti.
Bu aklına geldi. Nemci Amca'nın
arayıp bilgi verip vermediğini bilmiyordu. Ayrıca müteahitin ona iş
vereceğine aklı kesmemişti; ama belki bekçilik falan verir diye içinden
aramak geldi. Telefonu konturluydu. Kontrol etti. Yüz elli kuruşluk konturu
kalmıştı. "Bu gün şansımdan cebimde yüz eli kuruş, kontur yüz elli
kuruşluk; hep yüz elliden gidiyorum" diye güldü.
Bu onun en güçlü yanıydı. En
sıkıntılı anında bile kendisiyle dalga geçebiliyordu. Pek ala konturu yeterdi.
Mektup yazacak hali yoktu ya. Öyle "eeli, ıılı" konuşma uzarsa,
teşekkür edip kapatırdı.
Büyük bir heyecan içinde
numarayı çevirdi. Karşıda kalın bir ses "alo" deyince hemen kendini
tanıtıp “Necmi Amca” diye söze başlayacaktı. Adam "tamam oğlum, Necmi
bahsetti. Haydi atla gel. Saat ona kadar burada ol. Geç kalma; ben şehir dışına
gideceğim" dedi. Ve adresi söyledi.
Bizimkinin nutku tutulmuştu.
Yalnızca "peki efendim; hemen geliyorum" deyip telefonu kapattı.
Şaşkınlıktan orada düşüp bayılacaktı. Hiç ümit etmeden bir yerde rast gele
bir telefon etmiş adam hemen gel demişti.
Bu iş bu kadar kolaydı
da günlerdir hatta aylardır; yıllardır çektiği çileye ne demeli?
Birden kendini toparladı. Adam "saat on'a kadar gel" demişti. Saatine
baktı dokuzu on geçiyordu. "Eyvah!" dedi. Mutlaka yetişmesi
lazımdı “ama nasıl?”
Gideceği adrese ancak meydandan
kalkan dolmuşla gidebilirdi. Cebinde metelik yoktu. Etrafına bakındı borç para
isteyecek kimse yoktu. Elinde anahtarla birlikte tırnak makasını
sallayarak hızla yürümeye başladı.
Bir yandan da kendi kendine
konuşuyordu. "Oğlum; dolmuş parasını nerden bulacaksın?" dedi.
Telefonu aklına geldi. Yolda telefoncular vardı. "birine
satar geçerim" diye düşündü. İçinden kendi kendine konuşmaya devam
ederek. "Olur mu oğlum? Ya işe giremezsen? Telefonu tekrar nasıl
alacaksın?" dedi. "olmaz" dedi.
Bir gözü yerde, bir gözü
yoldaydı. Zaman zaman ummadığı anda yoldan para bulduğu olmuştu. Bu yüzden para
bulurum ümidiyle yola bakıyor; bir yandan gelip geçenlerin arasında "bir
tanıdık var mı?" diye bakıyordu.
Bu yolda defalarca yürümüş;
birçok tanıdıkla karşılaşmıştı. Ama terslik şimdi yürürken hiç tanıdığa
rastlamıyordu. ‘Nasıl yapacak? Oraya zamanında nasıl
ulaşacaktı?’ düşünmekten başına ağrı girmişti. "işe bak" dedi.
"Dolmuş parası yüzünden işten olacağım". Telefonu açıp
"yarın gelsem olur mu?" demek geçti içinden. "Olur
oğlum; sen istediğin zaman gidebilirsin. Nasıl olsa babanın işi" diye
kendine kızdı.
Ama hiç olanak yoktu. Yürüyerek
de koşarak da olsa asla yetişemeyecekti. Mutlaka dolmuşla gitmesi gerekti.
"Dolmuşa binerim; dolmuşçuya param yok derim" dedi. "Olur
mu oğlum? Seni rezil eder, tutar kolundan aşağı atar" diye içinden
geçirdi. Elin günün içinde rezil olabilirdi. "Sanki şimdi vezirdi."
Saate baktı ‘dokuzu yirmi beş geçiyordu.’
Daha hızlandı. Dolmuşa binse
bile ancak yetişebilirdi. Meydana çıktı. İlerde dolmuşlar vardı. Ne yapacağını
bilemiyordu. Ama o tarafa yöneldi. Birden karşıda simitçi gözüne ilişti. Hızla
oraya yöneldi. Simitçinin müşterisi yeni ayrılmıştı. Hemen yanına yanaştı.
Simitçi simidi kağıda sardı "peynir de vereyim mi abi?" dedi. O biraz
telaşla "abim sen simidi peyniri bırak işe yetişcem. Yol param
yok. Sen bana bir yol parası borç versene "dedi. Ama nasıl
söylemişti? Kendi de şaştı. Simitçi gayet olgun, "tabi abi, ayıpsın
buyur" deyip bozuk para kutusundan yüz elli kuruş alıp verdi.
Bizimki şaşırmıştı. "Haydi
iyi yine yüz elliyi buldum" dedi. Tabi içinden. Parayı aldı. Birden aklına
anahtarlıktaki tırnak makası geldi. Aceleyle tırnak makasını çıkarıp
"teşekkür ederim. Bu da benim sana hediyem olsun" deyip simitçiye
uzattı. Simitçi "olur mu abi? Olmaz" dese de, bizimki simitçinin
eline tırnak makasını tutuşturdu.
Anahtar elinde kalakalmıştı. Onu
cebine koydu. Sonra saatine baktı. On'a yirmi yedi vardı. Hızla dolmuşa koştu.
Sıradaki dolmuşun içine girdi, parasını verip oturdu. Tekrar saatine baktı.
On'a yirmi beş vardı. "ohh !" dedi. Rahatlamıştı. On'a kadar o adrese
varabilirdi. Dolmuş hareket etti. O da camdan etrafı seyretmeye başladı.
Sabah uyandığı andan buyana
yaşadıklarını düşündü. Rüyada gibiydi. Kendini çimdikledi. Hayır, rüya değildi.
İlk defa işe gireceğine, bir iş bulacağına inanmaya başlamıştı. Durakları birer
birer geçtiler. Sonunda ineceği durağa gelmişti. Ayağa kalktı ineceğini
söyledi. Durakta dolmuştan indi etrafına bakındı. Karşıda biraz ileride,
gideceği müteahidin levhasını gördü.
Karşıya geçti binanın önüne
geldi; saatine baktı. On'a yedi vardı. "zamanında geldim" dedi.
Binanın kapısından girdi. Tarif
edildiği gibi asansöre bindi; üçüncü kat düğmesine bastı. Asansörün aynasına
baktı, üstünü başını düzeltti. Asansör üçüncü katta durmuştu. Kapıyı açıp
çıktı. Çok heyecanlıydı. Karşı kapıda müteahitin ismi yazılıydı. Zile bastı,
bekledi. Ayak sesi geldi. Kapıyı bir bayan açtı. Ona müteahitle görüşmek için
geldiğini söyledi. Bayan güler yüzlü genç ve güzeldi. "buyurun
efendim" dedi. Bayanın arkasından yürüdü; geniş bir odaya
girdi. Orada koltukta oturan kır saçlı bir bey vardı. Ona "iyi günler
beyefendi" deyip kendini tanıttı.
Adam "hoş geldin oğlum seni
bekliyordum" deyip devam etti. "Necmi'nin anlattığına göre sen matematik
öğretmeniymişsin. Bilgisayar kullanmasını biliyor musun?" diye sordu.
Delikanlı heyecanlanmıştı. "Biliyorum efendim. Proğram kursuna katıldım"
dedi. Adam "oğlum benim inşaatlarım var. Bu inşaatlarda kullanılan
malzemenin bir kısmını toptan alıyorum. Bunları Çukur Çeşme'de yeni yaptığım iş
hanındaki depoda bulunduruyorum. Senden isteğim bu malzemelerin dökümünü
çıkarman. Ayrıca hangi inşaatta hangi malzeme ne kadar kullanılmış? Kim almış?
Kalan malzeme miktarı nedir? Bunların kayıtlarını çıkaracaksın. Yani benim
gözüm kulağım olacaksın. Bu malzemelerin alımı ve kullanımı ile ilgili
sıkıntılarım var. Bunları gidereceksin. Necmi senin dürüst biri olduğunu, bu iş
için biçilmiş kaftan olduğunu söyledi." Diye sözlerini bir solukta
söyledi.
Sonra "nasıl bu iş için
kendini uygun görüyor musun?" diye sordu. İrfan öğretmen bu söz ve
sorular karşısında aptallaşmıştı. Rüyada gibiydi. Hiç böyle bir iş görüşmesi
yapmamıştı. Kendini toplamaya çalıştı. "Şey evet efendim. Ben bu
isteklerinizle ilgili bir proğram yapıp, her şeyi bir düzene sokabilirim"
dedi.
O bu cevabı verirken adam
ayağa kalkıp çantasını eline almıştı. İrfan öğretmen de ayağa kalktı. Adam
"iyi; şimdi seni depoya bırakayım. Sen bugün orayı incele, bir rapor
hazırla. Ben yarın akşam döneceğim. Yarından sonra sabah sekizde burada ol,
birlikte değerlendirelim" dedi. Beraber çıktılar. Aşağıda otoparkta
müteahitin arabasına bindiler. İrfan öğretmen tamamen
aptallaşmıştı "acaba rüyada mıyım?" diye sürekli kolunu
çimdikliyordu. Adam arabayı çalıştırdı, yola çıktılar. "Sana şimdilik iki
bin lira aylık vereceğim. Ayrıca sigortanda olacak. İşle ilgili harcaman olursa
fiş alırsın. Eğer beklediğim çalışmayı yaparsan; seni çok memnun ederim"
dedi.
‘İki bin lira maaş, sigorta,
sonra memnun etmek.’
İrfan öğretmen ‘ne
yapacağını? Ne cevap vereceğini?’ bilemiyordu. Sadece kısık bir sesle
"peki efendim, teşekkür ederim" falan deyip sustu.
Depoya gelinceye kadar başka bir
şey konuşmadılar. Adam cep telefonuyla bir iki kişiyle konuştu. Telefon
konuşmasından çok otoriter biri olduğu anlaşılıyordu.
Depoya vardılar. Depo iş hanının
alt katındaydı. Bina henüz bitmemişti. Sağda solda çalışan işçiler vardı. Adam
orada duran birine seslendi. O da koştu geldi, "hoş geldiniz efendim"
dedi. Adam İrfan öğretmene "Fevzi benim kalfadır. Bu inşaatta
çalışıyor" dedi. Fevzi dediği adama İrfan
öğretmeni göstererek "bu bey benim yeni yardımcım. Deponun bütün
sorumluluğu ona ait. Sen, diğerleri ona her türlü yardımı yaparsınız. İhtiyacı
olunca istediği kadar işçiyi de verirsiniz" dedi. Kalfa biraz şaşkın
"peki efendim" dedi. Adam kalfaya 'sanki' sen burada kal der
gibi bir hareket edip İrfan öğretmene "biz depoya gidelim"
dedi.
Birlikte depoya girdiler.
Söylediği gibi her tarafta dolu inşaat malzemesi vardı. Orada bir masa
üzerinde bir bilgisayar vardı. Adam "bu masa ve bilgisayar senin… O
insanlara hiç güvenme. Bunu belli etme; ama dikkatli ol. Bunların çoğu hırsızdır.
Bak oğlum ben Necmi'ye güvenirim. Benim güvenebileceğim, kafası çalışan birine
ihtiyacım vardı. Nemci o adamın sen olduğunu söyledi. Çok dikkatli ol. O kalfa
ve diğerlerine, çalışanlara fazla yüz verme; çok ters de düşme. Bir sıkıntın
olursa beni ara. Dediğim gibi önce bir incele depoyu malzemeleri tanı.
Kayıtları hazırla. Benim sana güvenim geldi. Başaracağına inanıyorum, şimdi ben
gidiyorum, hoşça kal" deyip yürüdü. Sonra durdu. Cebinden para çıkardı
‘altı yüz lira’ saydı. "al bunlar yanında avans olarak bulunsun. İşle
ilgili harcamaları belgelersin, muhasebe ay sonunda maaş verirken düşer, haydi
kolay gelsin" deyip kapıya yöneldi.
İrfan öğretmen "peki
efendim, sağ olun, güle güle" diyene kadar adam kapıdan çıkıp gitmişti.
Kapıyı kapattı. Masaya döndü.
Adamın bıraktığı altı yüz lira masanın üstünde duruyordu. Paraya baktı manyak
gibi olmuştu. Günlerdir meteliğe kurşun atıyordu.
Sabahleyin üç ekmek parasını
‘yüz elli kuruşu’ güç bela denk getirmiş iş görüşmesine gitmek için,
tanımadığı birinden yüz elli kuruş dolmuş parası istemişti. Çok değil bir saat
sonra masanın üstünde kendine ait ‘avans olarak verilen’ altı yüz lira; yani
altmış bin kuruş duruyordu.
Başına ağrı dikilmişti.
Yaşadıkları karşısında manyaklaşmıştı. Bir türlü sevinemiyordu. Sanki birisi şaka
yapıyordu. Uyurgezer gibi olmuştu. Yaşadıklarını anlamaya çalışıyordu. Masaya
dirseklerini dayadı. Uzunca süre paraya baktı. Sonra birden parayı alıp sağ
cebine koydu.
Sanki kaybolacakmış gibi
gelmişti. Ayağa kalktı deponun içinde volta atmaya başladı.
"Ev sahibine bir aylık kira
veririm, bir aylık borcum kalır" dedi.
Geriye üç yüz lira kalacaktı. O
paranın da yüz elli lirasını karısına verecekti. Karısı çok idareli bir
kadındı. O yüz elli lirayla maaş alıncaya kadar evin mutfak parasını ve
Pazar parasını çekip çevirirdi. Geriye kalan yüzeli liranın yüz lirasını yine
evine koyacaktı. "Kalan elli lira cebimde bulunsun" dedi.
Güldü "işe
bak; cebinde elli lira bulunduran adam oldum" dedi.
Hızla dünü önceki günleri
unutmaya başlamıştı. Onun en büyük özelliği unutabilmesi; özellikle sıkıntıyı,
acıyı unutabilmesi idi. Yoksa bu güne zor gelirdi. "sağol Necmi Amca her
şey için teşekkür, yüzünü kara çıkarmıyacağım" dedi. Ama en kısa zamanda
yanına gidip elini öpecekti. Müteahitin avans vermesini, onun söylediğini
düşünüyordu. Çünkü Necmi Amca'ya hiç parası olmadığını ve ev kirasını iki aydır
veremediğini de laf arasında söylediğini hatırlamıştı. Kızları aklına geldi.
Artık akşamları onları alıp parka götürebilirdi. Hele küçük kızı, o kıvır kıvır
saçlı pıtırcık, en çok o sevinecekti.
Depoda volta atarken hep bunları
düşündü. Elini cebine ‘sağ cebine’ soktu, paraları okşadı. Elini cebinde
gezdirdi, eli anahtarlara değdi. Parmağının ucuyla anahtarları tutup çıkardı.
Eline aldı. Anahtarlarda bir hafiflik, bir boşluk vardı. Tırnak makası aklına
geldi. Yüreği cız etti. Tırnak makassız anahtarları sallamak hiç zevk
vermiyordu. Çok önemli bir şeyini bir yakınını kaybetmiş gibi oldu.
Birden canı çok sıkıldı. Simitçi
aklına geldi "Gider geri isterim" diye düşündü. Sonra "Yok canım
ayıp olur. Yeni bir tırnak makası alır yerine onu takarım" dedi.
"Peki, öyle makası nerden bulacaksın?" diye devam etti.
İçinden öyle kendi kendine
konuşuyordu. "Canım bir makas değilmi? Ha o, ha başka. Alır bir
tırnak makası takarım" dedi. Dedi; ama birden "yuh olsun; hemen
ne çabuk boş verdin öyle? O tırnak makası değilmi? Senin en sıkıntılı
günlerinde, sallayarak teselli bulduğun? Sanki araban varmış gibi havalara
girdiğini ne çabuk unuttun?" diye kendine kızdı.
Şimdi sanki bir dostuna ihanet
etmiş gibi "tırnak makasının yerine, başka bir tırnak makası
alayım" dediği için kendini yargılıyordu. "Utan" dedi.
"Cebinde üç kuruş gördün şımardın. En yakın dostuna bile sırt çevirdin. Ne
çabuk unuttun meteliksiz günlerini. Paralı adam oldun yenisini alırım diyorsun.
Hain" dedi. Durakladı. Şaşırmıştı. "oğlum dikkat et kafayı
yiyorsun" dedi. Güldü. Biri karşıdan görse; kesin delirmiş sanırdı.
Bakındı etrafında kimse yoktu. Durduğu yerden dışarısı da gözükmüyordu.
Rahatladı. "ama yine ayıp ediyorum. Yenisini alacağıma gider simitçiden
geri isterim. Param var, giderken başka bir hediye alırım. Tırnak makası benim
için çok değerliydi derim" dedi. Peki simitçi "onu sen verdin, o
zaman değerli değilmiydi? vermiyorum" derse. "Vermiyorum demez. Ben
makası ona zorla verdim. Delikanlı çocuğa benziyor, anlayış gösterir"
dedi. "Eminmisin?" diye sordu. "Eminim sen rahat ol" dedi.
Simitçinin tırnak makasını vereceğine ikna olmuştu.
Yine etrafına, camlara bakındı.
Onu kimsenin görmediğine emin oldu. Rahatlamıştı. Anahtarları cebine koydu.
Paraları tekrar okşadı. Çalışmaya başladı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder