Anası onu anlatırken “kepeneğini sırtından attı da gitti yavrım”
demişti.
Eminim bu satırları okuyanların birçoğu “kim o?” diye merak etmiştir.
Çünkü hepimiz ‘kendimizi hapsettiğimiz ön yargılarımızın
hapishanesinde’ sürekli etrafımızda görüp bildiğimiz; tanıdığımız yaşamları
gözleyerek kendimizin farkına varmaya çalışıyoruz.
Birçoğumuz çocuğuna öğüt verirken “falancının ‘oğlu ya da kızı’ gibi
ol” ya da “olma” deyip başlarız öğüde. Onları da ‘kendimiz gibi’ yaşamın dar
alanına sıkıştırıp ‘orada “hayat” denen oyunun içinde kısa paslarla oynatırken
hayat oyununu onların dünyalarını daraltığımızı hiç fark etmeden yaparız bunu.
Çünkü kendimize de büyüklerimizin davranışı hep böyle olmuştur.
Yani bizi fark etmeden veya fark etmeye çalışmadan. “Neye kabiliyetimiz
olduğunu?” veya "olmadığını" “kendi etrafımızda gördüğümüz yaşamı nasıl fark ettiğimizi?”
hiç umursamadan ‘kendi kaygılarının içinde kendi içinde yaşattıkları özlemle' bizi kendilerinin bize uygun gördükleri biçimde yaşamaya zorlarlar.
Nedense? Hayatın içinde kendi biçtikleri kalıplar içinde bizi yaşamak
için zorlamadan ‘genetik mirasımız olan’ özelliklerimizle bizi tanıyıp
kendimizi ifade etmemize izin verseler yaşama daha bir sağlam tutunacağımız hiç
akıllarına gelmez.
Tabi onların bu davranışı bize düşman olduklarından değil elbet. Bizim
daha başarılı olmamızı veya daha mutlu olmamızı istediklerinden ve bunun ancak
onların önerdiği gibi olacağını düşündükleri için öyle davranılar.
Öyle olunca da biz de onlar gibi gelenekselleşmiş yaşam biçimlerini
‘bir yerde mecburen’ kabullenip onlar gibi yaşama tutunmaya çalışırken ‘ömür
dediğimiz’ zamanın içinden tutunamadan 'sanki elele tutuşmuş gibi' kayıp gideriz hepimiz.
Bu süreç içinde de karşılaştığımız kimi zorluklar karşısında başkasının yaşadığı
zorluklara bakarak teselli buluruz hep. Tıpkı gürültüsünden rahatsız olan padişahın kıçına portakallarının sokulmasını emrettiği portakalcının acıdan kıvranırken geriden gelen kabakçı aklına gelince katıla katıla gülmesi gibi. Yani "beterin beteri var" özdeyişi bir yerde yaşam felsefemiz olur.
Ayrıca kendi etrafımızdaki hayatları çok merak ederiz. O hayatların
dedikodusunu yaparak yaşamak yaşadığımız süreçte en gözde ve özel ritüelimizdir.
Tam da bu nedenle yukarıda yazdığım “sırtından kepeneğini attı da gitdi yavrım” diyen kadının yavrusunu merak
ederiz.
Çünkü o söz çok tanıdık gelir çoğumuza. Genç kuşakların pek bilmediği o sözler umulmadık, beklenmeyen; çaresizliğin dayattığı bir ayrılığın feryadı gibidir ve o feryatlarla ifade edilen ayrılıklar kadim Anadolu'nun tarihinde binlerce yıldan bu yana
insanın sürekli oradan oraya savruluşunun destansı hikayesinin bir dönemini
kapsar.
O feryadın ifade ettiği ayrılıkları yaşayanlar tıpkı önceki geçmiş zamanlarda insanların çıktıkları yaşam
yolculuğunda olduğu gibi benzer umutlarla çıktıkları o yaşam yolculuğunda benzer
kaygılarla acı ve mutluluğun iç içe geçtiği benzer hayatları "Alamanya" diye isimlendirilen dillerini, dikitlerini bilmedikleri ülkelerde bir lokma ekmek için çok çilelerin çekerek yaşamışlardır.
Onların bir önceki kuşağı ‘taşı toprağı altın sanıp’ “ver elini” deyip yollarına düştükleri ve ellerini verirken kollarını kaptırdıkları İstanbul'un kalabalığında kaybolup gidenlerdir.
“Kaybolup gidenler” demem; geldikleri yerlerin özelliklerinden
sıyrılıp adına “varoş” denen yerlerde yeni özellikler üzerinde 'adın varoş kültürü denen' kendi
kültürlerini oluşturmalarıdır. Onlar için ‘kekliğin yürüyüşüne özenip kendi yürüyüşü kaybeden saksağan’
benzetmesini yapmak çok da aykırı olmaz.
Çünkü kendilerine kurdukları veya
onlara uygun görülen yaşamlar içinde savrulurken geldikleri toprakların
binlerce yılın imbiğinden geçmiş çok özlü ve köklü destansı özellikteki
kültürlerini yitirip bambaşka özelikte insanlara dönüştüler. Gören gözlerle fark ederek bakabilirsek bu “varoş” gerçeğine; onların
geldikleri toprakların insanlarından çok farklı olduklarını görürüz.
Belki bu nedenle içine savruldukları hayatların içinde ‘köksüz bitkiler gibi’
zoraki bir yerlere tutunmaya çalışırken siyasetin oyuncağı haline gelip bozuk para gibi kolay harcanan insanlara dönüştüler.
Öykülerle Yolculuk adını verdiğim uzun öyküde Anadolu insanın büyük
umutlarla çıktığı yeni yaşam yolculuğunda tutunmaya çalıştıkları yaşamlar
içinden nasıl geçtiklerinin hikayesini gerçek yaşam öyküleriyle harmanlanmış
hikayelerinde anlatmaya çalışıyorum.
Ona burada kısaca değinme nedenimin onları; yani 1961 yılından itibaren
‘kendilerine sunulan bir fırsat olarak görüp; onurlarıyla oynanmasını hiç
umursamadan’ önce Almanya’ya ve sonraları diğer ülkelere göçü saranları daha
iyi tanıtabilmek için. Çünkü yukarıda da yazdığım gibi hepsi aynı kültürel
dokunun içinden çıkıp gelen insanlar.
‘Hangi ülkeye savrulmuş olurlarsa olsun; bunu hiç umursamadan’ onların
hepsini “Alamancılar” olarak biliriz.
İkinci Dünya Savaşında büyük yıkıma uğrayan Almanya savaş sonrası hızla
giriştiği savaşın yaralarını tamir sürecinin belli bir evresine gelince ‘yani
yıkılan sanayisini yeniden kurup hızla savaşın yıktığı şehirlerini imara
yöneldiği sırada’ kendine gerekli olan kaba iş gücünü ülke dışından karşılamayı
düşünmüştü.
Bu süreçte ilk aklına gelen “vur sırtına somsağı, al ağzından lokmayı”
diye Osmanlıdan bu yana tanıdığı insanların ülkesi olan Türkiye oldu sanırım.
O yıllarda 1950 de çıktığı çok partili hayatla başlayan demokrasi
yolculuğu ‘Ortadoğuya kötü örnek olacak kaygısıyla’ bir askeri darbeyle kesilen
Türkiye ‘içinde yaşadığı ekonomik zorluklar nedeniyle’ zaten bu iş için
biçilmiş kaftandı. “Tencere yuvarlandı; kapağını buldu” deyişinde olduğu gibi
yani.
Oysa Türkiye İkinci Dünya Savaşının sınırında kalmış; yani o savaşın
yıkımını yaşamamıştı; ama yıllarca Osmanlının ihmal ettiği Anadolu insanı ‘her
ne kadar cumhuriyetin kuruluşuyla başlayan aydınlanma heyecanı yaşasa da’
“beyin gücü” denen eğitimli iş gücüne sahip olamamıştı.
Öyle olunca adına köylülük denen ‘ancak modern üretimden uzak olduğu
için’ dev kitlesiyle birlikte üretim dışı kalan hatırı sayılır sayıda işsiz kitle
için Almanya’nın çağrısı hem onlar için hem de onlara iş bulma zorunda olan;
ancak yeterli istihdamı yukarıda yazdığım nedenle sağlayamayan devlet için
‘sanki’ bir kurtuluş umudu olmuştu.
İşte tam o sıra sırtından kepeneğini atan Anadolu’nun geleneksel yaşam
biçiminin insanı çobanlar köylerde; kasabalarda ve tabi şehirlerde yokluğun,
yoksulluğun ve çaresizliğin girdabında kaybolan insanlar sıra sıra olmuştu
Almanya’ya iş kuyruklarında.
Tabi sağlığı, gücü kuvveti yerinde genç insanlar tercih nedeni olunca
‘tıpkı eskinin köle pazarlarında olduğu gibi’ ‘dişinden kuşuna’ aşağılayıcı
muayeneye tabi tutuldu hepsi.
Ama o çaresiz insanlar çoktan razıydı o aşağılanmalara. Çünkü yoksulluk içinde kaybolmuş halleriyle yaşadıkları yerlerde de en hakir görülen; aşağılanan onlardı. Bu nedenle
Almanya’dan gelen firma temsilcileri; yanlarında doktor vb. sağlık görevlileri
önlerine sıralanmış çaresiz insanları ‘adeta tiskeleyerek’ o muayenelerden
geçirirken hiç zorlanmamışlardı.
Almanya'nın bu uygulamadaki kazancını gören İkinci Dünya Savaşının
yıkımından çıkıp ülkelerini yeniden inşaya başlayan diğer Avrupa ülkeleri de
Türkiye’den işçi almaya soyunmuş; oralara da benzer seçmelerle çok insan
gitmişti atmışların başından başlayıp sonraki yıllara sarkan zamanlar içinde.
Geçtiğimiz günlerde benim de yazı yazdığım ‘Radikal yazarları’ isimli
blogda ‘kendi deyimiyle bir gurbetçi ana babanın kızı olan’ Arzu Şen isimli bir
yazar annesine ithaf ettiği ve “ALAMANCILAR” başlığını verdiği kısa hikayesinde
tam bunu; yani “Alamancı” dediğimiz gurbetçileri anlatmıştı.
Onu okuyunca o yazar arkadaşa “benim ‘Öykülerle Yolculuk’ adını
verdiğim uzun bir hikayem olduğunu; o hikayenin atmışlara gelindiği yerinde
‘Alamancı’ denen gurbetçi öykülerine de yer vereceğimi; onun bu kısa hikayesini
o öykü yolculuğu içinde değerlendirmek istediğimi yazmıştım. O da izin verince
o öyküyü kopyalayıp öykü notlarım içine aldım. Yeri gelince ona da yer
vereceğim. Yeri gelince de burada kısaca değindim ondan.
Ben “Alamancıları” doğru anlayıp, doğru anlatmak için onları kısımlara;
daha doğrusu kuşaklara ayırmayı doğru buluyorum.
İlk kuşakta da köylerde, kasaba ve şehirlerde yaşamın dibine vurmuş en
yoksul ne çaresiz olanlar olduğunu düşünüyorum.
Çünkü Anadolu insanı dağın arkasını gurbet kabul etmiş; o gurbet
üzerine türküler yakmış bir halk. Yani öteden beri uzun göç yollarına ancak
büyük çaresizlik sonucu düşmüş. Yoksa “varsa tenceremde yağsız da olsa bulgur
aşım; o zaman ağrımaz başım” veya “bir lokma bir hırka” deyip tevekküle razı
olan bir gelenekten geliyor onlar.
Öyle ki; Osmanlı zamanında bile dağın öte yüzünden evlenen erkeğe
askerlik düşmezmiş. Belki o düşünceyle padişahlık ahalisinin birbiriyle tanışıp
kaynaşmasını istemiş. “Kimbilir?”
Dedemin en büyük ağabeyi Veli ağanın askerlik yapıp yapmadığını
sorduğumda “onun ikinci garısı Gağılcık isimli köydendi. O zamanlar gurbetten evlenen
erkeklere askerlik düşmezmiş” demişlerdi.
Gağılcık köyü bizim ilçenin doğuya bakan tarafındaki dağın ardındaki
bir köy. O zaman da aklıma benzer şeyler gelmişti; yani bunun insanların tanış
biliş olmasından, köylerin kendi kabuğunu kırmasını istemekten olduğunu.
İşte bu veya buna benzer pek çok örnek “arşın arşın memlekete kız
vermesinler” dendiği gibi vb. türkülerdeki gurbet ürküntüsü benim “Alamancı”
gerçeğine bakışımı ve ilk Almanya yollarına düşenlerin çok mecbur olanlar
olduğunu düşündürüyor.
Öyle ki o ilk “Alamancılar” bir yıl sonra memleketlerine ‘ki o sıra
gidenlerin ezici çoğunluğu erkekti’ başlarında tüylü fotörleri, boyunlarına
astıkları transistörlü radyo ve teyplerle izne geldiği sırada hep
kıskançlıkların örtüldüğü küçümsemeyle karşılanmıştı.
O yıllardan aklımda kalana o tüylü şapkalı “Alamancılar” için “yav şu
bokçu demi be? Kendini bi bok oldum sanıyo” veya “şu yalınayağın oğlu de mi be?
Görgüsüz nolcek? Daha geçen ‘kim bi bardak çay ısmarlecek deyi bakınıyodu.
Çalıma bak, çalıma” derken 'bırakın tüylü şapkayı’ o yıllar o
transistörlü radyoyu ancak kahvelerde görebilmelerinin kıskançlığını
kusuyorlardı.
O ilk “Alamacılar” da sanki sözleşmiş gibi oralarda ‘nasıl
horlandıklarını? Hangi sıkıntıları yaşayıp aç kalarak üç beş kuruş para
biriktirdiklerini?’ gizleyip; 'sanki sırt üstü para yatarak' kolay para kazandıklarını
veya Almanların onları el üstünde tuttuğunu söyleyerek ötekilerin ağızlarının
suyunu akıtıyordu.
Hele “Alman karıları” muhabbeti. Bunlar sanki Alman kadınların Türkler gelince
kendilerini düzdürmek için sıraya geçtiği ve “diğer Türkler nerede?” diye
sordukları intibasını veren hikayelerdi.
“Seyredi şimdi görüyorsun. Biri erkek biri dişi” diye pazaryerinde
kimilerinin dürbünle bir yerden erkeklere seyrettirdiği pornografik resimler
ötekileri de iştahlandırmış; memleketlerinde iyi kötü kazancı olanlar da
düşmüştü Alamanya yollarına.
İlk gidenler ve onlar sanki parayı sokakta bulmuş
hovardalığıyla ‘parasız kaldıkları günlerin acısını çıkarır gibi’ para
harcayınca artık onları küçümseyenlerin yerini çakallar almış; sonunda ilk
“Alamacılar” elde avuçta ne varsa tüketip “Alamanyaya”
köleliğe devam etmek için dönmüşlerdi.
Bunlar ilk “Alamacı" kuşağıydı. Onlardan heveslenip giden ve Almanya'nın acı yaşam gerçeğini yaşayarak fark edip ilk
gidenlerse kazandıkları paraları memleketlerinde ev-yurt
edinmek için harcama akıllığını gösterdiler.
"Alamancı" denen bu gurbetçiler hep memleketleri için
“altın yumurtalayan tavuk” muamelesi gördü. Kimi kurnazlar da onları aldatıp
yolunacak kaz gibi gördüler. İlk o sıralar onların paralarıyla kuruldu “lebi derya; kuş
uçumu denize yüz metre” denip dağ başlarını onlara parselleyen veya ‘size fabrika kuracağız’ diyen kooperatifler.
Bunların çocukları da ‘kendi içinde bin
türlü sorun yaşayan’ sonraki kuşakları oluşturdu. Onlar babaları gibi gittikleri yerlerde
‘kültür şoku’ yaşamadı; ama yıllardır onların da o kültürlere uyum sağladığı da söylenemez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder