8 Ekim 2016 Cumartesi

ANGARALI




Hiç kıpırdamıyordu. Dudakları bile oynamıyordu. Başında hafif bir uyuşukluk vardı. “Neredeyim ben ?” diye kendi kendine sordu.

Zaten hep kendi kendine konuşur ve bundan çok zevk alırdı. Kendi kendine istediğini söyler; istediği cevabı kendi kendine verirdi; ama şimdi yattığı yerde kendine ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Derken yavaş yavaş hatırlamaya başladı. Sabahleyin erkenden kalkmış “ardıçlıktaki tarlaların tavı geldi mi?” diye bakmak için yola çıkmıştı. Yolda ilerdeki köye giden bir traktöre rastlamış; tarlaların yol ayrımına kadar gitmek için binmişti. Tam yol ayrımına geldiğinde de traktörden inip hızla karşıya geçmek için fırlamıştı.

Sanki çok acelesi vardı. Zaten hep böyle telaşlıydı; ama bu telaş başına bu işi açmıştı. Telaşla karıya geçmeye kalınca o sırada arkadan gelen taksi ona çarpıp bir top gibi havaya savurmuş; o şekilde ileri düşüp kendinden geçmişti.

Traktörcü ve taksi şoförü telaşla aşağı inip onu taksiye koymuşlar ve süratle ilçedeki hastaneye götürmüşler. Hastanedeki doktorlar durumu ağır olduğu için ambulansa koyup hızla vilayetteki hastaneye sevk etmişler ve bu arada ailesine haber göndermişlerdi.

Vilayetteki hastanede onu koma halinde gören doktorlar şuuru kapalı diye yoğun bakıma alıp tedaviye başlamışlardı.

İşte bu süreçte yavaş yavaş kendine gelmiş ‘ne olduğunu?’ anlamaya çalışıyordu.

Traktöre neden bindiğini hatırlamıştı. Ama ondan sonra ne olduğunu bilmiyordu.

“Tüh be “ dedi kendi kendine. “Ulan Angaralı tam arife günü ne işin vardı? Ne derdin vardı? Tam arife günü ne yapacaktın?” diye kendi kendine sordu, kızdı.

Adı Mehmet’ti. Ama ilçede herkes onu Angaralı Mehmet, Angaralı Usta diye tanır öyle çağırırlardı. “Angaralı” ünvanını askerliğini Ankara’da yaptığı için kazanmıştı.

Asker dönüşü her fırsatta “ben Angaradayken, Angara’da şu vardı. Angara’da bu vardı diye diye Angaralı Mehmet olup çıkmıştı.

Herkes onu Angaralı veya Angaralı Mehmet diye çağırır olmuştu. Öyle ki adıyla, soyadıyla sorsan çok az tanıyan çıktığı halde Angaralı desen kime sorsan hemen herkes tanır ve gösterirdi.

Herkes tanırdı. Çünkü elinden her iş gelirdi. İyi kötü ustalıktan anlardı. Hele baca temizliği ve kiremit aktarma işinde üstüne yoktu. Kedi gibi çatılara çıkar en tehlikeli yerlerdeki kiremitleri aktarır, bacaları temizlerdi. İlçede girmediği ev, çıkmadığı çatı kalmamıştı.

Bütün bunlar geldi aklına. “Hey gidi Angaralı hey!” diye kendi kedine söylendi.

Daha dün kurbanlık almış; aldığı kurbanlığı kaçırınca ‘soluk soluğa’ onu “taa! Gitti köyden” bulup getirmişti. Yeni aldığı koltuklar bozuk çıkınca yalvar yakar değiştirtmiş ve bayrama hazır hale getirtmişti.

Bu arada daha iki gün önce oğlu iznini bayrama denk getirip gelmişti.

Kızları zaten yanındaydı. Yanında dediysek evinde değil aynı ilçedeydi. Kızlarını yabandan çok isteyen olmuş; ama gözümün önünde dursun diye ilçeden birileriyle evlendirmişti. Ama oğlu okumuş koskoca jandarma komutanı olmuştu.

Ona kalsa oğlum paşa oldu diyecekti. Çünkü askerlik elbisesi o kadar yakışıyordu ki. Ne çare? Gerek olanaksızlıktan gerekse çabuk ekmeğine kavuşsun diye astsubay okuluna göndermişti. Ama onun gözünde oğlu sanki paşa olmuştu. O kadar değerliydi. Onun için oğlunun gelmesi; hele torunu Yusuf’un gelmesi ona bayramdan önce bayramı erken yaşatmıştı.

Yusuf aklına geldi. Ona babasının adını vermişti. Belki o yüzden belki erkek torun olduğu için Yusuf’u çok seviyordu.

Bunları düşünürken kendisi aklına geldi. O da Yusuf gibi ufak tefek ama çok kıpırdaktı. Çocukluğu hep dağda bayırda geçmiş. İlk Gençliği savaş yılları, yokluk yıllarında yoksullukla geçmişti. Sonra askere gitmiş; askerliğini Mamak’ta yapmıştı. Ne gördüyse, ne yaşadıysa hep bu sıradaydı. Pire gibi oluşu biraz gayretiyle birleşmiş ve bölük komutanının emir eri olmuştu. Emir eri olunca sık sık Ankara’ya görevli gitmiş; çarşı pazar dolaşıp Ankara’nın altını üstünü getirerek hemen her yeri öğrenmişti. Tezkereyi alıp memlekete, ilçeye gelince de sık sık bunları anlatırdı.

O yıllarda kasabadan erkekler ancak askere gidince dışarı çıkardı. Herkes her yeri; özellikle Ankara’yı onun bildiği kadar bilmezdi. Bu nedenle Angaralı onlar için biraz fazla bilgiçti ve bu da tepki topluyordu. Ama ne olursa olsun, herkese kendini Angaralı diye kabul ettirmişti ya!

Bu arada ilçeden bir kızla evlenmiş ve herkes gibi işine gücüne dalıp yaşayarak bu güne gelmişti. Ayrıca Şeker fabrikasından emekli de olmuştu.

Bu güne kadar da doğru dürüst hastane yüzü görmemişti. “Kısmet ta bu güne; arife gününeymiş. Kısmete bak” dedi. Kendi kendine güldü; ama hiç kıpırdayamadığı için belli olmuyordu.

“Allah, Allah” dedi kendi kendine. “Ne olacak şimdi? Bütün millet bayram telaşındayken şu yaptığın işe ne demeli?” dedi. Amma münasebetsiz davranmıştı ha!. Sanki tarlalar kaçıyordu.

“Be mübarek adam!” dedi kendi kendine. “Şöyle arife günü adam gibi evde oturup çoluğunla, çocuğunla bayramı beklemek varken ‘ne işin vardı? sabahın köründe tarlada”

Torunu geldi aklına. Ona yeni elbise almıştı. Bu gün çörek toplamaya gidecekti. Yeni elbiseyi bayramdan önce giyip “kirletme” diye tembih etmişti. Kendine aldığı yeni kasketi de çok istediği halde bayramda giyerim diye giymemişti.

“Kısmet” dedi kendi kendine. Bu arada yanına birilerinin geldiğini duydu. Yanına gelenler biraz orasını burasını elleyip “koma hali devam ediyor. Yarına zor çıkar” dediler.

“Allah! Allah!” dedi kendi kendine. Ağrıyan acıyan bir yeri yoktu. Yalnız başında hafif bir uyuşukluk vardı. Ama adamlar yarına zor çıkar diyorlardı. “Yahu! Ne diyorsunuz siz? Ben sapasağlamım; siz ne diyorsunuz?” diyecek oldu; ama heykel gibiydi. Dudaklarını hiçbir yerini kıpırdatamıyordu.

Ya dedikleri gibi yarına çıkamaz da pat diye ölürsem diye düşündü. “İşe bak yahu” dedi kendi kendine. “Çoluğun çocuğun” torunların herkesin bayramını zehir edecekti. Hemen ölürse ‘millet kurban mı kesecekti?’ yoksa ‘onu mu defnedecekti?’ Herkes perem perişan olacaktı.

Bu aklına gelince “inat edip dayanırım” dedi. “Hiç olmazsa bayramın birinci gününü çıkarırım. ‘Yapar mı?’ yaparım Allahın izniyle” dedi kendi kendine.

Hakikaten katır gibi inatçıydı. Hele bir “nal” desin; asla “mıh” demezdi. Ne yapıp yapıp dayanmalıydı.

Ölümünü düşündü. “Hayret!” dedi, kendi kendine. Daha dün o telaşından sonra bir kahve içeyim diye gittiği kahvede arkadaşlarıyla şakalaşmış. “Ne bu telaşın?” diye soranlara da o gün başına gelenleri; kurbanlığı nasıl kaybedip sonra bulduğunu anlatmış hep beraber gülüşmüşlerdi. Sonra yanlarından ayrılırken “yarın arife, ancak bayramın ikinci günü görüşürüz” deyip vedalaşıp çıkmıştı.

Çıkış o çıkış. Şimdi de buradaydı. “Arifeyi görüp bayramı görmemek bu olsa gerek” dedi.

Ama ölürse hayırlı günde ölecekti. “Bu gün ölenlere sorgu, sual olmazmış. Hocalar öyle diyor” dedi kendi kendine.

Onun imanı da kuranı da sağlamdı. Bilerek hiç kimseye, hatta kurda kuşa bile kötülük yapmamıştı. Daha iki gün önce pürendeki tarlaya gitmişti. Oradan dönerken anda upuzun bir yılanın yattığını görmüş. Görmüştü; ama “mübarek hayvan hadi git belanı benden bulma” deyip yanından geçip gitmişti. Başkaları olsa hemen taşa, sopaya sarılıp öldürmeye kalkardı. Sanki canını onlar vermiş gibi. “Elbet o yılanın da bir gereği vardır. Ya! İşte böyle” diye düşündü. “Bugün ölürsem sorgu sual olmazsa hak etmişimdir” dedi.

Ama dayanacaktı. Milletin bayramını zehir etmeyecekti. Millet dediği ilçe halkıydı. Torunu aklına geldi. “Tüh!” dedi. “Benimle uğraşırlarken torunun yeni elbisesini giydirmeyi unuturlarsa” dedi. Doğrulup “sakın ha ben iyiyim, siz bayramınızı yapın. Kurbanı kesin. Hiçbir şeyi eksik etmeyin. Hele Yusuf’uma yeni elbisesini mutlaka giydirin” diyecekti. Mümkün değil; ağzını açamadı. Hiç kıpırdayamadı; kimselere sesini duyuramadı.

“İnşallah” dedi kendi kendine. “İnşallah unutmazlar”.

Başındaki uyuşukluk da giderek artıyor uykusu geliyordu. “Ne zamandır buradayım?” diye düşünürken yanına birilerinin geldiğini duydu.

Geldiler baktılar. Birbirlerine “Değişen bir şey yok. Yakınlarına söyleyelim. Yanında bir kişi bıraksınlar; diğerleri gitsin” dediler.

Biri diğerine “Şansıma bu gece nöbet var” dedi. Tanıdık bir ses duydu. Bu oğlunun sesiydi. “Nasıl durumu doktor?” diye sordu. O da “değişen bir şey yok. Sabahı bekleyeceğiz. Sizin hepinizin beklemesine gerek yok. Biriniz kalsın diğerleri gitsin. Sabah ola hayrola. Allahtan ümit kesilmez “dedi.  

“Yahu bekleyecek ne var?”  dedi kendi kendine. “Gidin kurbanı kesin; telaşa gerek yok. Torunumun, Yusuf’umun yeni elbisesini giydirmeyi unutmayın. Ben dayanırım. Haydi şimdi hepiniz gidin”  diyecekti. Dedi; ama dudaklarını kıpırdatamıyordu. Kimse sesini duymadı.

“Olsun” dedi. “Gece olmuş. Yarına kadar dayandım mı ölsem de gam yemem” dedi kendi kendine.

Yine yarını düşünmeye başladı. “Başıma gelenler duyulmuştur herhalde” dedi. Yine meşhur olmuştu. Öyle ya bir bayram günü bütün ilçenin konuştuğu adam olmuştu. Konuşulanları duyar gibi oldu. Kahvelerde, evlerde, tanıyan tanımayan herkes birbirine onu sorup onu anlatıyor; “öldü mü? Ölmedi mi? Salası verildi mi?” ne oldu bunu konuşuyor olmalıydı.

İlçenin çok güzel adetleri vardı. Ne düğün yapanı? Ne ölüsü olanı? Yalnız bırakmaz, hemen yardıma koşarlardı. Hele cenazede sala mı veriliyor? Herkes kulak kabartır, “kimmiş?” öğrenir duymayanlar sorar öğrenir; sonra da gençler kazmayı küreği kaptı mı doğru mezar kazmaya koşar; kadın erkek insanlar akın akın cenaze evine acıyı paylaşmaya yardıma giderdi. Cenazeyi mezarlığa kadar araba ile değil omuzlarda taşırlardı. Cenazeye küs barışık dost düşman herkes katılır, cenaze süresince herkesle barışık yaşanırdı.

Bütün bunlar geldi aklına. “eee” dedi. “Tabi cenazede küslük olmaz. Er ya da geç yaşlı genç herkesin başına gelecekti. Hem de ansızın. Tıpkı benim başıma geldiği gibi” dedi birden yarın bayram olduğunu hatırladı.

“Dışarıdan gelenlerle ilçe epey kalabalıklaşır” dedi. O zaman cenazesinin cemaatı da çok kalabalık olacaktı. Bu az şeref mi?  “çok kalabalık bir cemaatle gömülmek her kula nasip olmaz. Hadi gene şanlısın” dedi kendi kendine. Hemen kelime-i şahadet getirdi. Tövbeler etti. İmansız kuransız gitmemek için dua okumaya başladı.

Haliyle kendi kendine kimse duymadan… Başındaki uyuşukluk artıyordu.  Zihni bulanmaya başlamış, uyku bastırmıştı. Ölür kalırım diye direniyordu. Arada bir kendinden geçiyor. Sonra birden aklına Yusuf geliyor uyanıyor; dayanmaya bayramın ilk günü milletin tadını kaçırmamak için dayanmaya çalışıyordu.

Az sonra uzaklardan ezan sesi geldi. “Sabah ezanı herhalde” dedi.  “Dayan” dedi kendi kendine “az kaldı”. Biraz dalmıştı. Tekrar sesler duydu. “Allah! Allah!” dedi. “Her şeyi duyuyorum. Hiç ağrır yerim yok. İyi de ben sağlamım. Neden yaşamaz diyorlar? Sanki ölecekmişim gibi konuşuyorlar hayret!” dedi.  “Sapasağlamım. İnşallah ölmeyeceğim” dedi. “Boşuna beklersiniz siz Angaralının cenazesini” dedi.

Biraz canlanmıştı. Sanki yürüyüp gidecekti. Birden başındaki uyuşukluk arttı. Artık bir şey duymuyordu. Yine aklına Yusuf’u geldi. Sonra o da silindi. Ağır bir uyku bastırmıştı. Uyudu.

Angaralı sözünde durmuş dayanmış, nihayet bayramın birinci günü; akşam ezanı okunurken ölmüştü.                                                                                                               

3 yorum:

  1. Sürükleyici "Angaralı" öykünüzü, hep uyanacak umuduyla okudum... Ve yeni şapkası ile Yusuf 'un yeni elbisesini düşündüm. Yazık oldu herderde deva "Angaralı"ya...

    YanıtlaSil
  2. Merhaba dostum.Ben de umutla beklemiştim uyanacak diye; ama sevgili Angaralı ardında hoş hatıralar bırakıp gitti.

    YanıtlaSil
  3. Ellerine yüreğine sağlık

    YanıtlaSil