ANGARALI
Hiç
kıpırdamıyordu. Dudakları bile oynamıyordu. Başında hafif bir uyuşukluk vardı.
“Neredeyim ben ?” diye kendi kendine sordu.
Zaten hep
kendi kendine konuşur ve bundan çok zevk alırdı. Kendi kendine istediğini
söyler; istediği cevabı kendi kendine verirdi; ama şimdi yattığı yerde kendine
ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Derken yavaş yavaş hatırlamaya başladı. Sabahleyin
erkenden kalkmış “ardıçlıktaki tarlaların tavı geldi mi?” diye bakmak için yola
çıkmıştı. Yolda ilerdeki köye giden bir traktöre rastlamış; tarlaların yol
ayrımına kadar gitmek için binmişti. Tam yol ayrımına geldiğinde de traktörden
inip hızla karşıya geçmek için fırlamıştı.
Sanki çok
acelesi vardı. Zaten hep böyle telaşlıydı; ama bu telaş başına bu işi açmıştı.
Telaşla karıya geçmeye kalınca o sırada arkadan gelen taksi ona çarpıp bir top
gibi havaya savurmuş; o şekilde ileri düşüp kendinden geçmişti.
Traktörcü
ve taksi şoförü telaşla aşağı inip onu taksiye koymuşlar ve süratle ilçedeki
hastaneye götürmüşler. Hastanedeki doktorlar durumu ağır olduğu için ambulansa
koyup hızla vilayetteki hastaneye sevk etmişler ve bu arada ailesine haber
göndermişlerdi.
Vilayetteki
hastanede onu koma halinde gören doktorlar şuuru kapalı diye yoğun bakıma alıp
tedaviye başlamışlardı.
İşte bu
süreçte yavaş yavaş kendine gelmiş ‘ne olduğunu?’ anlamaya çalışıyordu.
Traktöre
neden bindiğini hatırlamıştı. Ama ondan sonra ne olduğunu bilmiyordu.
“Tüh be “
dedi kendi kendine. “Ulan Angaralı tam arife günü ne işin vardı? Ne derdin
vardı? Tam arife günü ne yapacaktın?” diye kendi kendine sordu, kızdı.
Adı Mehmet’ti.
Ama ilçede herkes onu Angaralı Mehmet, Angaralı Usta diye tanır öyle çağırırlardı.
“Angaralı” ünvanını askerliğini Ankara’da yaptığı için kazanmıştı.
Asker
dönüşü her fırsatta “ben Angaradayken, Angara’da şu vardı. Angara’da bu vardı diye
diye Angaralı Mehmet olup çıkmıştı.
Herkes onu
Angaralı veya Angaralı Mehmet diye çağırır olmuştu. Öyle ki adıyla, soyadıyla
sorsan çok az tanıyan çıktığı halde Angaralı desen kime sorsan hemen herkes tanır
ve gösterirdi.
Herkes
tanırdı. Çünkü elinden her iş gelirdi. İyi kötü ustalıktan anlardı. Hele baca
temizliği ve kiremit aktarma işinde üstüne yoktu. Kedi gibi çatılara çıkar en
tehlikeli yerlerdeki kiremitleri aktarır, bacaları temizlerdi. İlçede girmediği
ev, çıkmadığı çatı kalmamıştı.
Bütün
bunlar geldi aklına. “Hey gidi Angaralı hey!” diye kendi kedine söylendi.
Daha dün kurbanlık
almış; aldığı kurbanlığı kaçırınca ‘soluk soluğa’ onu “taa! Gitti köyden” bulup
getirmişti. Yeni aldığı koltuklar bozuk çıkınca yalvar yakar değiştirtmiş ve
bayrama hazır hale getirtmişti.
Bu arada
daha iki gün önce oğlu iznini bayrama denk getirip gelmişti.
Kızları
zaten yanındaydı. Yanında dediysek evinde değil aynı ilçedeydi. Kızlarını
yabandan çok isteyen olmuş; ama gözümün önünde dursun diye ilçeden birileriyle
evlendirmişti. Ama oğlu okumuş koskoca jandarma komutanı olmuştu.
Ona kalsa
oğlum paşa oldu diyecekti. Çünkü askerlik elbisesi o kadar yakışıyordu ki. Ne
çare? Gerek olanaksızlıktan gerekse çabuk ekmeğine kavuşsun diye astsubay
okuluna göndermişti. Ama onun gözünde oğlu sanki paşa olmuştu. O kadar değerliydi.
Onun için oğlunun gelmesi; hele torunu Yusuf’un gelmesi ona bayramdan önce
bayramı erken yaşatmıştı.
Yusuf
aklına geldi. Ona babasının adını vermişti. Belki o yüzden belki erkek torun
olduğu için Yusuf’u çok seviyordu.
Bunları
düşünürken kendisi aklına geldi. O da Yusuf gibi ufak tefek ama çok kıpırdaktı.
Çocukluğu hep dağda bayırda geçmiş. İlk Gençliği savaş yılları, yokluk
yıllarında yoksullukla geçmişti. Sonra askere gitmiş; askerliğini Mamak’ta yapmıştı.
Ne gördüyse, ne yaşadıysa hep bu sıradaydı. Pire gibi oluşu biraz gayretiyle
birleşmiş ve bölük komutanının emir eri olmuştu. Emir eri olunca sık sık
Ankara’ya görevli gitmiş; çarşı pazar dolaşıp Ankara’nın altını üstünü
getirerek hemen her yeri öğrenmişti. Tezkereyi alıp memlekete, ilçeye gelince
de sık sık bunları anlatırdı.
O yıllarda
kasabadan erkekler ancak askere gidince dışarı çıkardı. Herkes her yeri;
özellikle Ankara’yı onun bildiği kadar bilmezdi. Bu nedenle Angaralı onlar için
biraz fazla bilgiçti ve bu da tepki topluyordu. Ama ne olursa olsun, herkese
kendini Angaralı diye kabul ettirmişti ya!
Bu arada
ilçeden bir kızla evlenmiş ve herkes gibi işine gücüne dalıp yaşayarak bu güne
gelmişti. Ayrıca Şeker fabrikasından emekli de olmuştu.
Bu güne
kadar da doğru dürüst hastane yüzü görmemişti. “Kısmet ta bu güne; arife
gününeymiş. Kısmete bak” dedi. Kendi kendine güldü; ama hiç kıpırdayamadığı
için belli olmuyordu.
“Allah,
Allah” dedi kendi kendine. “Ne olacak şimdi? Bütün millet bayram telaşındayken
şu yaptığın işe ne demeli?” dedi. Amma münasebetsiz davranmıştı ha!. Sanki
tarlalar kaçıyordu.
“Be mübarek
adam!” dedi kendi kendine. “Şöyle arife günü adam gibi evde oturup çoluğunla,
çocuğunla bayramı beklemek varken ‘ne işin vardı? sabahın köründe tarlada”
Torunu
geldi aklına. Ona yeni elbise almıştı. Bu gün çörek toplamaya gidecekti. Yeni
elbiseyi bayramdan önce giyip “kirletme” diye tembih etmişti. Kendine aldığı yeni
kasketi de çok istediği halde bayramda giyerim diye giymemişti.
“Kısmet”
dedi kendi kendine. Bu arada yanına birilerinin geldiğini duydu. Yanına
gelenler biraz orasını burasını elleyip “koma hali devam ediyor. Yarına zor
çıkar” dediler.
“Allah! Allah!”
dedi kendi kendine. Ağrıyan acıyan bir yeri yoktu. Yalnız başında hafif bir
uyuşukluk vardı. Ama adamlar yarına zor çıkar diyorlardı. “Yahu! Ne diyorsunuz
siz? Ben sapasağlamım; siz ne diyorsunuz?” diyecek oldu; ama heykel gibiydi.
Dudaklarını hiçbir yerini kıpırdatamıyordu.
Ya dedikleri
gibi yarına çıkamaz da pat diye ölürsem diye düşündü. “İşe bak yahu” dedi kendi
kendine. “Çoluğun çocuğun” torunların herkesin bayramını zehir edecekti. Hemen
ölürse ‘millet kurban mı kesecekti?’ yoksa ‘onu mu defnedecekti?’ Herkes perem
perişan olacaktı.
Bu aklına
gelince “inat edip dayanırım” dedi. “Hiç olmazsa bayramın birinci gününü
çıkarırım. ‘Yapar mı?’ yaparım Allahın izniyle” dedi kendi kendine.
Hakikaten
katır gibi inatçıydı. Hele bir “nal” desin; asla “mıh” demezdi. Ne yapıp yapıp
dayanmalıydı.
Ölümünü düşündü.
“Hayret!” dedi, kendi kendine. Daha dün o telaşından sonra bir kahve içeyim
diye gittiği kahvede arkadaşlarıyla şakalaşmış. “Ne bu telaşın?” diye soranlara
da o gün başına gelenleri; kurbanlığı nasıl kaybedip sonra bulduğunu anlatmış
hep beraber gülüşmüşlerdi. Sonra yanlarından ayrılırken “yarın arife, ancak
bayramın ikinci günü görüşürüz” deyip vedalaşıp çıkmıştı.
Çıkış o
çıkış. Şimdi de buradaydı. “Arifeyi görüp bayramı görmemek bu olsa gerek” dedi.
Ama ölürse
hayırlı günde ölecekti. “Bu gün ölenlere sorgu, sual olmazmış. Hocalar öyle
diyor” dedi kendi kendine.
Onun imanı
da kuranı da sağlamdı. Bilerek hiç kimseye, hatta kurda kuşa bile kötülük
yapmamıştı. Daha iki gün önce pürendeki tarlaya gitmişti. Oradan dönerken anda
upuzun bir yılanın yattığını görmüş. Görmüştü; ama “mübarek hayvan hadi git
belanı benden bulma” deyip yanından geçip gitmişti. Başkaları olsa hemen taşa,
sopaya sarılıp öldürmeye kalkardı. Sanki canını onlar vermiş gibi. “Elbet o
yılanın da bir gereği vardır. Ya! İşte böyle” diye düşündü. “Bugün ölürsem
sorgu sual olmazsa hak etmişimdir” dedi.
Ama
dayanacaktı. Milletin bayramını zehir etmeyecekti. Millet dediği ilçe halkıydı.
Torunu aklına geldi. “Tüh!” dedi. “Benimle uğraşırlarken torunun yeni
elbisesini giydirmeyi unuturlarsa” dedi. Doğrulup “sakın ha ben iyiyim, siz
bayramınızı yapın. Kurbanı kesin. Hiçbir şeyi eksik etmeyin. Hele Yusuf’uma
yeni elbisesini mutlaka giydirin” diyecekti. Mümkün değil; ağzını açamadı. Hiç
kıpırdayamadı; kimselere sesini duyuramadı.
“İnşallah”
dedi kendi kendine. “İnşallah unutmazlar”.
Başındaki
uyuşukluk da giderek artıyor uykusu geliyordu. “Ne zamandır buradayım?” diye
düşünürken yanına birilerinin geldiğini duydu.
Geldiler
baktılar. Birbirlerine “Değişen bir şey yok. Yakınlarına söyleyelim. Yanında
bir kişi bıraksınlar; diğerleri gitsin” dediler.
Biri diğerine
“Şansıma bu gece nöbet var” dedi. Tanıdık bir ses duydu. Bu oğlunun sesiydi.
“Nasıl durumu doktor?” diye sordu. O da “değişen bir şey yok. Sabahı
bekleyeceğiz. Sizin hepinizin beklemesine gerek yok. Biriniz kalsın diğerleri
gitsin. Sabah ola hayrola. Allahtan ümit kesilmez “dedi.
“Yahu
bekleyecek ne var?” dedi kendi kendine.
“Gidin kurbanı kesin; telaşa gerek yok. Torunumun, Yusuf’umun yeni elbisesini
giydirmeyi unutmayın. Ben dayanırım. Haydi şimdi hepiniz gidin” diyecekti. Dedi; ama dudaklarını
kıpırdatamıyordu. Kimse sesini duymadı.
“Olsun”
dedi. “Gece olmuş. Yarına kadar dayandım mı ölsem de gam yemem” dedi kendi
kendine.
Yine yarını
düşünmeye başladı. “Başıma gelenler duyulmuştur herhalde” dedi. Yine meşhur
olmuştu. Öyle ya bir bayram günü bütün ilçenin konuştuğu adam olmuştu.
Konuşulanları duyar gibi oldu. Kahvelerde, evlerde, tanıyan tanımayan herkes
birbirine onu sorup onu anlatıyor; “öldü mü? Ölmedi mi? Salası verildi mi?” ne
oldu bunu konuşuyor olmalıydı.
İlçenin çok
güzel adetleri vardı. Ne düğün yapanı? Ne ölüsü olanı? Yalnız bırakmaz, hemen
yardıma koşarlardı. Hele cenazede sala mı veriliyor? Herkes kulak kabartır, “kimmiş?”
öğrenir duymayanlar sorar öğrenir; sonra da gençler kazmayı küreği kaptı mı
doğru mezar kazmaya koşar; kadın erkek insanlar akın akın cenaze evine acıyı
paylaşmaya yardıma giderdi. Cenazeyi mezarlığa kadar araba ile değil omuzlarda
taşırlardı. Cenazeye küs barışık dost düşman herkes katılır, cenaze süresince
herkesle barışık yaşanırdı.
Bütün bunlar
geldi aklına. “eee” dedi. “Tabi cenazede küslük olmaz. Er ya da geç yaşlı genç
herkesin başına gelecekti. Hem de ansızın. Tıpkı benim başıma geldiği gibi”
dedi birden yarın bayram olduğunu hatırladı.
“Dışarıdan
gelenlerle ilçe epey kalabalıklaşır” dedi. O zaman cenazesinin cemaatı da çok
kalabalık olacaktı. Bu az şeref mi? “çok
kalabalık bir cemaatle gömülmek her kula nasip olmaz. Hadi gene şanlısın” dedi
kendi kendine. Hemen kelime-i şahadet getirdi. Tövbeler etti. İmansız kuransız
gitmemek için dua okumaya başladı.
Haliyle kendi
kendine kimse duymadan… Başındaki uyuşukluk artıyordu. Zihni bulanmaya başlamış, uyku bastırmıştı.
Ölür kalırım diye direniyordu. Arada bir kendinden geçiyor. Sonra birden aklına
Yusuf geliyor uyanıyor; dayanmaya bayramın ilk günü milletin tadını kaçırmamak
için dayanmaya çalışıyordu.
Az sonra
uzaklardan ezan sesi geldi. “Sabah ezanı herhalde” dedi. “Dayan” dedi kendi kendine “az kaldı”. Biraz
dalmıştı. Tekrar sesler duydu. “Allah! Allah!” dedi. “Her şeyi duyuyorum. Hiç
ağrır yerim yok. İyi de ben sağlamım. Neden yaşamaz diyorlar? Sanki ölecekmişim
gibi konuşuyorlar hayret!” dedi. “Sapasağlamım.
İnşallah ölmeyeceğim” dedi. “Boşuna beklersiniz siz Angaralının cenazesini”
dedi.
Biraz
canlanmıştı. Sanki yürüyüp gidecekti. Birden başındaki uyuşukluk arttı. Artık
bir şey duymuyordu. Yine aklına Yusuf’u geldi. Sonra o da silindi. Ağır bir
uyku bastırmıştı. Uyudu.
Angaralı
sözünde durmuş dayanmış, nihayet bayramın birinci günü; akşam ezanı okunurken ölmüştü.
Sürükleyici "Angaralı" öykünüzü, hep uyanacak umuduyla okudum... Ve yeni şapkası ile Yusuf 'un yeni elbisesini düşündüm. Yazık oldu herderde deva "Angaralı"ya...
YanıtlaSilMerhaba dostum.Ben de umutla beklemiştim uyanacak diye; ama sevgili Angaralı ardında hoş hatıralar bırakıp gitti.
YanıtlaSilEllerine yüreğine sağlık
YanıtlaSil