Zor bir coğrafyada yaşıyoruz. Toplumsal yapımız kendi
ürettiğimiz sıkıntılarla öteden beri netameli. Cumhuriyetin kuruluş sürecinde
yaktığı aydınlanma ateşi giderek köreldiğinden toplum olarak alacakaranlığın
şafağında kaldık.
Oysa içinde yaşadığımız toplum olarak yüzlerce yıldır
insanlığın biriktirdiği kültürel dokunun güzelliğinin üstünde yaşıyoruz.
Ama nedense folkloruyla, türküleriyle, ezgileriyle
bize miras bırakılan bu güzel coğrafyada insanlığın bize bıraktığı güzellikleri
yaşamak varken kendi ürettiğimiz kin ve nefretin karanlığında ‘neredeyse’
kaybolup gideceğiz.
Bana göre bunun en önde gelen nedeni birbirimizi
anlamada zorlanmamız; cehaletin karanlığında edindiğimiz ön yargılarımızın
hayatımıza yön vermesi. Öyle olunca gelecek için umutsuzluk her şeyin önüne
geçiyor. Sürekli birilerini suçlama kolaycılığı ağır basıyor. Özellikle yaşanan
sürecin sıkıntı ve tehlikelerinin farkında olanlar umutsuzluk içinde. En
kolaylarına gelen sıradan kitleleri; içinde yaşadığı onu var eden haklı
suçlamak oluyor.
Oysa suçladıkları halk dahil herkesin kaygısı, tasası
aynı. Yani barış içinde, dirlikli insanca bir yaşam. Sorun bu hedefe; yani
demokrasinin ve yargı bağımsızlığının egemen olduğu kişisel özgürlüklerin
güvence altına alındığı demokrtik toplum hedefine ulaşmak.
Böyle bir hedefe ulaşmak elbet kolay değil. Aydınlanmamış
toplumsal yapıda işçi köylü sıradan halk kitlelerine öyle kulaşmak kolay
değildir; hatta zordur, zahmetlidir; ama olanaksız da değildir. Yani o kitlelerle
ortak demokratik hedeflerde pek ala buluşulabilir.
Seksen öncesi bunun birçok örneği verildi. İşçiler
köylüler geniş halk kitleleri demokrasi hedeflerinde buluştu. Çok zorlu grev ve
direnişler başarıya ulaştı; meydanlarda demokratik hedefler için yüz binler bir
araya geldi.
Bana göre bunu her koşulda başarmanın yolu o zahmete
katlanmak ve halkı doğru anlayıp kendimizi anlara doğru anlatmaktır.
Biz seksen öncesi sendika çalışmalarımız sırasında
bunu denedik ve başardık.
Anlatayım.
1978 yılıydı. O sıra sendikamız Antakya’da prefabrik
konut üreten bir fabrikada örgütlenmişti. İşveren görüşmelere olumlu yanıt
vermeyince greve çıktık.
Fabrika iki kısımdı. Bir üretim yapılan yer, bir de
montaj sahası. Ancak işçilerin büyük çoğunluğu üretim yapılan yerdeydi. Biz
asıl orada örgütlüydük. Montaj sahasında çalışan işçilerin hepsi ülkücüydü. O
sıra onları örgütlemeyi ‘zor olacağını sanıp’ düşünmedik.
Uzatmayayım. Biz fabrikada greve çıktık; ancak montaj
sahası çalışıyordu.
Aslında işvereni sözleşmeye zorlamamız için üretim
yapılan fabrikada yapılan grev yetecek; ama montaj sahasında çalışma devam
ettiği için greve çıkan işçilerin morali bozuluyordu. Bunu fark edince o ülkücü
işçileri de greve dahil etmek istedik; ama çalıştıkları yerde bunu başarmak
zordu.
Burada iki yol vardı. Ya montaj sahasından o işçileri
zorla çıkarmak; ya da onları greve katılmaya ikna etmek. Birinci yol riskli ve
başarı şansı yoktu. Çünkü çıkacak olay işverene başka saldırı olanağı
verebilir; grev hepten yasaklanabilirdi.
Biz ikinci daha zor yolu denedik; yani onları ikna
etmeyi. Çünkü hepsi ülkücüydü; bize “komünist bunlar” diye tepkiliydi.
O sıra birlikte olduğum arkadaşım Mustafa Köse’ye “köylerine
gidip görüşelim” dedim. Mustafa “başkan o köy hep MHP li. Valla bizi sağ
çıkarmazlar” dese de ben “grevin başarısı için başka çare yok. Bu yolu
deneyeceğiz” deyince o da “tamam” dedi.
O işçilerin köyü dağ başındaydı. Oraya yürüyerek iki
saatte gittik. Köyün içinde küçük bir meydan vardı. İleride kahveye benzer bir
yapı gördük. Oraya yöneldik. Kapıdan içeri girince arkadaşımın haklı olduğunu
anladım. Kahvenin duvarları Türkeş’in resimleri ve kurt resimleriyle kaplıydı.
İçeride bir köşede bizim sarkık bıyıklarıyla grevi kıran işçiler ve başka
gençler vardı. Diğer köşede de ihtiyarlar.
Biz kapıdan girince bizim grevi kıran işçiler ve diğer
gençler “bunların ne işi var burada?” der gibi bakınırken ben arkadaşımla
birlikte ihtiyarların olduğu masaya yöneldik ve “selamünaleyküm” diye selam
verdik. İhtiyarlar “Aleykümselam! Buyrun” deyince ‘buyurup’ oturduk yanlarına.
O sırada öteki köşeden iki üç genç gelip “bunlar
komünist ya!” derken ben ihtiyarlara “dayılar. Biz Antakya’daki fabrikada grev
yapan sendikanın yöneticisiyiz. İşçilerin hakkını arıyoruz. Ama sizin gençler
grevi kırıp patrona güç veriyor” dedim ihtiyarlardan biri o gençlere “durun
bakalım. Tanrı misafiri olarak geldiler. Bi soluklansınlar. Dinleyelim bunları”
deyince biz rahatladık.
Oraya niçin geldiğimizi; amacımızı, işçiler birlik
olursa daha kolay haklarını alabileceğimizi anlattık. Tabi sohbet epey sürdü. O
ihtiyar bize tepki gösteren işçilere “doğru mu başkanın söyledikleri?” deyince
onlar da “doğru. Biz greve katılmadık” dedi.
İhtiyarlardan bir başkası “ula oğlum. Bu işler
birlikle olur. Sizin ne işiniz patronun yanında. Onlar sizi birbirinize düşürüp
keyflerine bakar. Bak başkan ne güzel anlattı. Yarından tezi yok; greve
katılacaksınız” dedi. Bize de “siz selametle gidin. Yarın bizim çocuklar
yanınıza gelir” deyince sevindik tabi. Sonra vedalaşıp geri döndük.
Ertesi gün o işçiler de katıldı bize. Hep beraber
Nazım’ın posteri önünde halay çekip; çabuk kaynaştılar ve işveren sonunda
sözleşme imzalamayı kabul etti.
Buradan bizim yaptığımız onları doğru anlayıp;
kendimizi onlara doğru yerde doğru bir dille doğruları anlatmaktı.
Bu örneğin benzerini aslında hepimiz günlük yaşamda
farkında olmadan yaşıyoruz. O farkında olmadığımız yaşamların içinde etnik
kimlik ve inanç farklılıklarına rağmen akrabalıklar, dostluklar, iş
arkadaşlıkları kurmayı başardık. Ortak kültür oluşturduk; ama farkına varmadan.
Onun için kolayca siyaseten bölünüp, birbirimize
düşman ediliyoruz. Birbirimizle çatıştırılıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder