17 Ekim 2016 Pazartesi

HALKI SUÇLAMA KOLAYCILIĞI

Zor bir coğrafyada yaşıyoruz. Toplumsal yapımız kendi ürettiğimiz sıkıntılarla öteden beri netameli. Cumhuriyetin kuruluş sürecinde yaktığı aydınlanma ateşi giderek köreldiğinden toplum olarak alacakaranlığın şafağında kaldık.

Oysa içinde yaşadığımız toplum olarak yüzlerce yıldır insanlığın biriktirdiği kültürel dokunun güzelliğinin üstünde yaşıyoruz.

Ama nedense folkloruyla, türküleriyle, ezgileriyle bize miras bırakılan bu güzel coğrafyada insanlığın bize bıraktığı güzellikleri yaşamak varken kendi ürettiğimiz kin ve nefretin karanlığında ‘neredeyse’ kaybolup gideceğiz.

Bana göre bunun en önde gelen nedeni birbirimizi anlamada zorlanmamız; cehaletin karanlığında edindiğimiz ön yargılarımızın hayatımıza yön vermesi. Öyle olunca gelecek için umutsuzluk her şeyin önüne geçiyor. Sürekli birilerini suçlama kolaycılığı ağır basıyor. Özellikle yaşanan sürecin sıkıntı ve tehlikelerinin farkında olanlar umutsuzluk içinde. En kolaylarına gelen sıradan kitleleri; içinde yaşadığı onu var eden haklı suçlamak oluyor.

Oysa suçladıkları halk dahil herkesin kaygısı, tasası aynı. Yani barış içinde, dirlikli insanca bir yaşam. Sorun bu hedefe; yani demokrasinin ve yargı bağımsızlığının egemen olduğu kişisel özgürlüklerin güvence altına alındığı demokrtik toplum hedefine ulaşmak.

Böyle bir hedefe ulaşmak elbet kolay değil. Aydınlanmamış toplumsal yapıda işçi köylü sıradan halk kitlelerine öyle kulaşmak kolay değildir; hatta zordur, zahmetlidir; ama olanaksız da değildir. Yani o kitlelerle ortak demokratik hedeflerde pek ala buluşulabilir.

Seksen öncesi bunun birçok örneği verildi. İşçiler köylüler geniş halk kitleleri demokrasi hedeflerinde buluştu. Çok zorlu grev ve direnişler başarıya ulaştı; meydanlarda demokratik hedefler için yüz binler bir araya geldi.

Bana göre bunu her koşulda başarmanın yolu o zahmete katlanmak ve halkı doğru anlayıp kendimizi anlara doğru anlatmaktır.

Biz seksen öncesi sendika çalışmalarımız sırasında bunu denedik ve başardık.

Anlatayım.

1978 yılıydı. O sıra sendikamız Antakya’da prefabrik konut üreten bir fabrikada örgütlenmişti. İşveren görüşmelere olumlu yanıt vermeyince greve çıktık.

Fabrika iki kısımdı. Bir üretim yapılan yer, bir de montaj sahası. Ancak işçilerin büyük çoğunluğu üretim yapılan yerdeydi. Biz asıl orada örgütlüydük. Montaj sahasında çalışan işçilerin hepsi ülkücüydü. O sıra onları örgütlemeyi ‘zor olacağını sanıp’ düşünmedik.

Uzatmayayım. Biz fabrikada greve çıktık; ancak montaj sahası çalışıyordu.

Aslında işvereni sözleşmeye zorlamamız için üretim yapılan fabrikada yapılan grev yetecek; ama montaj sahasında çalışma devam ettiği için greve çıkan işçilerin morali bozuluyordu. Bunu fark edince o ülkücü işçileri de greve dahil etmek istedik; ama çalıştıkları yerde bunu başarmak zordu.
Burada iki yol vardı. Ya montaj sahasından o işçileri zorla çıkarmak; ya da onları greve katılmaya ikna etmek. Birinci yol riskli ve başarı şansı yoktu. Çünkü çıkacak olay işverene başka saldırı olanağı verebilir; grev hepten yasaklanabilirdi.

Biz ikinci daha zor yolu denedik; yani onları ikna etmeyi. Çünkü hepsi ülkücüydü; bize “komünist bunlar” diye tepkiliydi.

O sıra birlikte olduğum arkadaşım Mustafa Köse’ye “köylerine gidip görüşelim” dedim. Mustafa “başkan o köy hep MHP li. Valla bizi sağ çıkarmazlar” dese de ben “grevin başarısı için başka çare yok. Bu yolu deneyeceğiz” deyince o da “tamam” dedi.

O işçilerin köyü dağ başındaydı. Oraya yürüyerek iki saatte gittik. Köyün içinde küçük bir meydan vardı. İleride kahveye benzer bir yapı gördük. Oraya yöneldik. Kapıdan içeri girince arkadaşımın haklı olduğunu anladım. Kahvenin duvarları Türkeş’in resimleri ve kurt resimleriyle kaplıydı. İçeride bir köşede bizim sarkık bıyıklarıyla grevi kıran işçiler ve başka gençler vardı. Diğer köşede de ihtiyarlar.

Biz kapıdan girince bizim grevi kıran işçiler ve diğer gençler “bunların ne işi var burada?” der gibi bakınırken ben arkadaşımla birlikte ihtiyarların olduğu masaya yöneldik ve “selamünaleyküm” diye selam verdik. İhtiyarlar “Aleykümselam! Buyrun” deyince ‘buyurup’ oturduk yanlarına.

O sırada öteki köşeden iki üç genç gelip “bunlar komünist ya!” derken ben ihtiyarlara “dayılar. Biz Antakya’daki fabrikada grev yapan sendikanın yöneticisiyiz. İşçilerin hakkını arıyoruz. Ama sizin gençler grevi kırıp patrona güç veriyor” dedim ihtiyarlardan biri o gençlere “durun bakalım. Tanrı misafiri olarak geldiler. Bi soluklansınlar. Dinleyelim bunları” deyince biz rahatladık.

Oraya niçin geldiğimizi; amacımızı, işçiler birlik olursa daha kolay haklarını alabileceğimizi anlattık. Tabi sohbet epey sürdü. O ihtiyar bize tepki gösteren işçilere “doğru mu başkanın söyledikleri?” deyince onlar da “doğru. Biz greve katılmadık” dedi.

İhtiyarlardan bir başkası “ula oğlum. Bu işler birlikle olur. Sizin ne işiniz patronun yanında. Onlar sizi birbirinize düşürüp keyflerine bakar. Bak başkan ne güzel anlattı. Yarından tezi yok; greve katılacaksınız” dedi. Bize de “siz selametle gidin. Yarın bizim çocuklar yanınıza gelir” deyince sevindik tabi. Sonra vedalaşıp geri döndük.

Ertesi gün o işçiler de katıldı bize. Hep beraber Nazım’ın posteri önünde halay çekip; çabuk kaynaştılar ve işveren sonunda sözleşme imzalamayı kabul etti.

Buradan bizim yaptığımız onları doğru anlayıp; kendimizi onlara doğru yerde doğru bir dille doğruları anlatmaktı.

Bu örneğin benzerini aslında hepimiz günlük yaşamda farkında olmadan yaşıyoruz. O farkında olmadığımız yaşamların içinde etnik kimlik ve inanç farklılıklarına rağmen akrabalıklar, dostluklar, iş arkadaşlıkları kurmayı başardık. Ortak kültür oluşturduk; ama farkına varmadan.

Onun için kolayca siyaseten bölünüp, birbirimize düşman ediliyoruz. Birbirimizle çatıştırılıyoruz.




                                           


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder