18 Ekim 2016 Salı

İKRA


Bu Arapça sözün karşılığının OKU olduğu ve Hz. Muhammed’e gelen ilk vahyin bu olduğu bilinir..

Gerçi 'İkra'nın anlamının oku olmadığı; "ikra" emrinden “Hz. Muhammed’e bir şeylerin biriktirileceğinin ve sonra da bunların yine ona dağıttırılacağının anlaşılması gerektiği; diğer bir ifadeyle “Hz Muhammed SA. Allah’tan bir şeyler öğrenerek; öğrendiklerini de insanlara sözlü veya yazılı olarak öğretecektir” diye din felsefesinde açıklama getirilmeye çalışılmıştır.

Ancak ben bunu genel olarak bilinen anlamıyla OKU karşılığı kullandım.

Çünkü "İkra" emrinin Hz Muhammed’e oku veya öğrendiklerini biriktir sonra onları aktar anlamına gelmesine rağmen İslam aleminde okumanın ve öğrenmenin eksik olduğunu bu şekilde anlatmayı seçtim.

Burada asıl dikkat çekmek istediğim özellikle günümüzde inancın insanları yönetmede öne çıkması ve cehaletle harmanlanmasıdır. Amacım inancı veya İslam dinini savunmak veya tartışmak değil. Çünkü inanç üzerine tartışmaları hep anlamsız bulurum. Ayrıca İslam veya dinlerin içeriği konusunda fikir beyan edecek bilgiye sahip değilim.

Benim derdim İslam adına insanları katletmeyi marifet zanneden ve aydınlanmayı reddeden anlayışın İslam dünyasındaki etkinliğini ve ülkemizde siyasetin açıktan dini kendine referans alan yönelimine bakarak aydınlanma ve İslam dini arasındaki ilişki üzerinden yaşadığımız süreci anlamaya çalışmaktır.

Aydınlanma kavramı Antik Çağ felsefesinin etkisiyle başlayan Avrupa’da dinin yaşamın her alanına despotça egemenliğine karşı dinde reform hareketiyle devam eden; sonra özellikle sanattaki gelişmeyle rönesans adı verilen sürecin evrilmesi ve bu sürede yazılı basının yani matbaanın icadı sonucu kitap okumanın yaygınlaşması; bunun Avrupa toplumunu tümüyle sarması bu sırada uzun kanlı din savaşları; bu savaşlar sonunda inancın toplum yaşamını düzenlemesine son verilmesiyle gelişen süreci anlatır.

Yani kimilerinin sandığı gibi aydınlanma Fransız devrimi sonrası bir gelişme değildir.

Orta çağda Endülüs Müslümanlarını asıl etkileyenin de antik çağ felsefesi rönesans olduğu ve sonrasında Avrupa aydınlanmasına yakın bir aydınlanma sürecinin İslam dünyasını da etkisi altına aldığı o dönemin en önde gelen sosyal konularla birlikte coğrafya tarih üzerine el yazmalarıyla ünlü İbni Haldun yazdığı eserlerinde vardır. İbni Haldun’un en önemli eseri Mukaddime’nin ağırlıklı konusu budur.

Bu kitaplarda anlatıların verdiği bilgiye göre Moğol istilasıyla özellikle Bağdat kütüphanesinin yakılıp yıkılması sonraki süreçte başlayan hilafet savaşlarıyla birlikte İslam dünyasının üzerine cehaletin karanlık şalı örtülünceye kadar İslam dünyasında birçok bilim adamı yetişmiş; sosyal bilimde, matematik ve felsefe alanında dünya çapında etkin olunan bir aydınlık süreç İslam dünyasında da yaşanmıştır.

Buradan varmak istediğim yer inancın cehaletin nedeni olmadığı; ama inanç diye öne sürülen sapkınlıkların cehalete çok kolay taban olabildiğidir.

Çünkü inanç insanın maneviyatına hitap eden bir kurumdur. Aydınlanmayla beslenmeyen insanın "din, inanç" diye gösterilen sapkınlıklarla maneviyatını dolayısıyla bilincini etkilemek çok kolaydır.

Bu durum yalnız İslam dünyasında değil; farklı inançtaki bütün toplumlarda da onların din ve inanç diye kabullendikleriyle kendini gösterir.

Bu durumun en canlı örneği Hindistan’daki toplumsal yapıda gözlenebilir. Oradaki inanç inançların ritüelleri o inancı kabul etmiş insanların dışında hemen herkese şaşkınlık verecek düzeydedir.

Örneğin genelde insanlara tiksinti veren farenin çok kutsal kabul edildiği ve farenin yemek yediği kaptan yemek yiyerek hacı olunduğu kabul edilen inanç Hindistan’da milyonları bulan nüfusa sahip belli bir kitlenin din diye kabullendiği inancıdır.

Buna benzer onlarca örneği Hint toplumunda gözlemleyebiliriz. Yukarıda verdiğim örnek çok özgün olduğu için verdim. Yoksa inanç diye kabul edilen sapkınlıklar cehaletin yaşam biçimi halini aldığı bütün toplumlarda ‘bazı farklılık gösterse de’ yoğun yaşanmaktadır. Ve bu sapkınlıkları kabullenmede meslek anlamında tahsil seviyesi hiç belirleyici değilidir.

Örneğin bir belgeselde akbabayı kutsal hayvan kabul eden Hintli Zerduş inancına sahip toplumda cenazenin akbabaya yem olarak sunulma törenine katılan o cenazenin çok yakını olan ve Oxford mezunu olduğu ifade edilen kişi törende ‘bütün benliğiyle o inancı kabullenmişliği ifade eden huşu içinde’ görüntü veriyordu.

Yani inanç kişinin kişisel kabullenmesidir. Bana göre kişisel kabullenme olarak kaldığı sürece ne sorgulanabilir ne de alay konusu olabilir.

Buradan yazının başlığına dönersek, yukarıda ayrıntılı ifade ettiğim gibi; insanın ve insan bilincinin ancak okumayla gelişebileceği ve İslam aleminin peygamberine verilen ilk emir olan oku veya sonraki tanımlamarla anlatılanı beyninde biriktir sonra diğerlerine anlat biçiminde bilgilenme emri İslam dünyasında belli dönmelerde bilimin kabul görmesini, insanların sosyolojik tahlillerini yapan felsefedeki gelişmeyi sağlamış;  o dönemde yetişen İbni Sina aydınlanma döneminin en önde gelen filozoflarından sayılmıştır.

Yani yalnız bilimde değil, insan yaşamında da etkili olan aydınlanma çağrıştıran süreçler İslam aleminde de yaşanmıştır.

Buradan bugünkü İslam dünyasında cehaletin etkinliğiyle din diye kabullenilmiş davranışlara yaşam biçimlerindeki sapkınlıklara ölümün öldürmenin kutsallaşmasına baktığımızda "bugün İslam dünyasında kitap okumanın hiç önemsenmediği, toplumun geleceği olan nesillerin din adına baskılanmasıyla bugünden yarınına cehaletin bütün toplumsal yapıyı etki altına aldığını" çok rahat gözlemleyebiliyoruz.

Oysa aydınlanmanın kabul edilen ölçüsü kişi başına yılda tüketilen kitap ve sanata yönelimdeki seviyedir.

Toplumların ekonomik sosyal kültürel yaşamlarındaki kalite, demokrasiyi içselleştirme seviyesi ve demokratik toplumu belirleyen özellikler o toplumun kişi başına kitap tüketimiyle doğru orantılıdır.

Bir toplumun inançlı olması veya ateizmin toplumda genel kabul görmesi ekonomik ve kültürel yönden yaşamın kalitesine etkili olmasında ölçü değildir. Çünkü aydınlanmış toplumlarda da inanç kişinin kabulü olarak algılanır; ancak inanç sosyal yaşamda belirleyici role sahip değildir.

Ama aydınlanma yaşamamış toplumlarda yukarıda yazdığım gibi inancın toplum yaşamını tümüyle düzenlemesi kolay kabul görür.

Aydınlanmamış toplumlarda inanç tartışmalarının gündelik yaşamı fazla işgal etmesi ancak toplumun inancını kullanarak toplumu yönetmek isteyenlerin amacına hizmet eder.

Bu nedenle toplumsal sorumluluk duyan, yaşadığı toplumun aydınlık bir geleceğe yönelmesini isteyenlerin inanç tartışmalarından sürekli kaçınarak toplumu doğru hedeflerde tartışmaya yöneltmesi doğrudur.

Örneğin eğitimde inancın ve inanç değerlerinin öne çıkarılarak dayatılmasına karşın doğru olan çocukların yeteneklerinin doğru değerlendirilerek yetenekleri doğrultusunda eğitim almasını savunmak eğitime dinsel motif vermek isteyenlerin oyununu bozar

Çünkü en cahil ailelerin bile öncelikli kaygısı çocuklarına iyi bir istikbal sağlamaktır. Bu nedenle o ailelerin çocuklarına ‘kuran kursu mu? Yoksa yeteneklerini geliştiren eğitim mi?’ ikileminde kalınca çocuklarının yeteneklerini geliştiren eğitimi tercih edecekleri muhakkaktır.

İnanç bezirganlarının baş örtüsü ve din derslerinin okullarda zorunlu olup olmaması tartışmalarını sürekli toplum gündemine taşımalarının amacı insanların inancının tartışma konusu olduğunda tercihini inançtan yana kullanacaklarını bildikleri içindir.

Toplumun inanç değerlerini sürekli tartışma konusu yapmanın, insanların inançlarıyla alay edici söylemleri tercih etmenin, ateist dindar tartışmasında ‘sanki marifetmiş gibi’ atesizme övgüler düzmenin sonunda inancı toplum yaşamının belirlenmesinde kullanarak edilgen, hiç itiraz etmeyen, sorgulamayan, itaatkar vatandaş özelliğinin toplumsal yapıya egemen olmasını isteyenlerin değirmenine su taşımak olduğunu fark etmeyenler ‘ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, cehaletin toplumsal yapıya egemen olmasından ne kadar kaygılı olurlarsa olsunlar’ sonunda toplumsal yapının kaygıları yönünde evrilmesine hizmet etmektedirler.

İlerici olmak hiçbir şekilde başkasına çıkıntılık yapma, toplumla rastgele itişip kakışma, toplumsal yapıda kitleleri hor görüp aşağılama hakkını vermez.

Eğer gerçekten toplumsal yapıda inanç değerlerinin kullanılarak tepki vermeyen, sorgulamayan sadaka kültürüne yatkın, basit kişisel çıkarları için siyasetin oyuncağı olan insanların çoğunluğu oluşturmasının önüne geçmek istiyorsak ve buna karşılık olarak demokrat yurttaş bilinci gelişmiş, yaşamı sorgulayan olumsuz politikalara ve toplumsal yapının inanç diye öne sürülen cehaletle harmanlanmasına karşı duran toplumsal yapıyı önemseyen insanların çoğunluğu oluşturmasını ve toplumun aydınlık bir geleceğe yönelmesini istiyorsak yapılacak şey bellidir;

Bu düşüncenin egemen olası için; çağdaş ekonomik ve sosyal kültürel yönden kaliteli yaşama ulaşmış toplumlar gibi kişi başına kitap tüketimini artırarak aydın yurttaş bilincinin toplumda egemen olmasına yönelik çaba sarf etmek, bu yönde çabalarda yoğunlaşmak ve hiçbir şekilde, hiçbir mazeret üretmeden her zaman önceliğin bu olduğunu kabul etmektir.

Bu kabulle birlikte yapılacak olan toplumsal gelecek için hemen çocuklardan başlayarak kitap okuma alışkanlığı kazandırmayı kendi çevresinden başlayıp, toplumda genel kabul görmesi çabalarında yoğunlaşmak gerekir …

Yalnız burada kitap okumak deyince sadece meslek eğitimini içeren kitaplar anlaşılmamalıdır…

Meslek eğitimiyle birlikte; onun ötesinde insanı, toplumları geçmişten bu yana anlayarak kendi toplumsal yapımızı sorgulamamıza olanak veren edebi kitapları da çok önemsememiz gerekir.

Bu da yetmez; ayrıca ‘sanatın içine tüküren değil’ sanata değer veren, sanat değerlerini önemsemenin, psikanaliz biliminin kanıtladığı gibi her ferdin bilinç altında zaten var olan kültürel yeteneklerini ortaya çıkararak çocuklarının sosyal gelişimine katkı sağlamanın ana babanın temel görevini vurgulayarak toplumsal aydınlanma için adeta bir seferberlik heyecanı yaratmanın herkesin en öncelikli yurttaşlık görevi olduğu bilinmelidir.

Ancak bu şekilde içinde yaşadığımız toplumu cehaletin karanlığından çıkararak aydınlık geleceğe yönelmesini sağlayabiliriz.

Benim bu yazıyı yazma nedenim; başta eğitim olmak üzere her alanda yaşam biçimimizi tanzim etme anlayışın giderek siyaseten daha etkin olmaya başladığını fark etmemdir.

Bu gelişmelere karşınsa tutarlı muhalefet yerine toplumun başta inanç olmak üzere ‘yanlış doğru; ama genel kabul görmüş’ kültürel değerlerini tartışma konusu yapmanın; hatta aşağılamanın marifetmiş gibi algılanmasına yönelik özellikle sosyal medyada ve medyada yazı ve söylemlerin arttığını görünce; bu yaklaşımlardan bir yurttaş olarak büyük kaygı duyuyorum.

Ve bu kaygının duyarlı bir çok insanda da olduğunu düşünüyorum... 

Bu düşünceyle duyulan bu kaygının nasıl giderilebileceği konusunda kendi çapımda katkı sağlamak için geçmişte bir nedenle ilgilenerek ülkemizde ve dünyada kitaba ilgi, kütüphanecilik ve bunların toplumsal yaşama olumlu veya olumsuz etkilerini araştırırken edindiğim bilgileri İslam aleminin peygamberine vahiy olarak gelen ilk emir “İkra” yani “oku” nun anlamından yola çıkarak paylaşmam gerektiğini yurtaşlık görev olarak kabul edip bu yazıyı yazdım..

Umarım yazıya ilgi gösterilerek özellikle blogda yapılacak yorumlarla anlatmak istediğim konunun daha zenginleşmesine katkı sağlanır.



2 yorum:

  1. Elinize sağlık güzel bir yazı olmuş.
    Osmanlıya güzellemelerin yapıldığı bu günlerde, o tarihi dönemin ibret alınacak bir konusu olan matbaa var. Cihan Devleti olduğunu söyleyen Osmanlı İmparatorluğu ancak 281 yıl sonra yani 1728 de matbaaya kavuşabilmiştir.

    Peki, bunca yıl neyi ve niçin beklemiş Osmanlı?

    Bu 281 yıllık gecikme ülkemize neye mal olmuştur?

    YanıtlaSil
  2. Merhaba Emin bey. Sayfamda da yazdım; bana göre Osmanlıda matbaanın 281 yıl gecikmesinin tek nedeni padişahların iktidar kaygısı. Ferter devrinde isyan eden şehzadeler hep hep Anadolu'da Türklerden destek bulmuş. Osmanlı Anadolu beyliklerini fethederek büyümüş; ama bütün iktidarı boyunca o beyliklerden korktuğu için oralardaki Türklerin aydınlanıp iktidar mücadelesine gelmemesi için onlardan matbaayı esirgemiş. Türklerin 281 yıl sonra matbaaya kavuşmasının nedeni bu.

    YanıtlaSil