Bu Arapça sözün karşılığının OKU olduğu ve Hz. Muhammed’e
gelen ilk vahyin bu olduğu bilinir..
Gerçi 'İkra'nın anlamının oku olmadığı;
"ikra" emrinden “Hz. Muhammed’e bir şeylerin biriktirileceğinin ve
sonra da bunların yine ona dağıttırılacağının anlaşılması gerektiği; diğer bir
ifadeyle “Hz Muhammed SA. Allah’tan bir şeyler öğrenerek; öğrendiklerini de
insanlara sözlü veya yazılı olarak öğretecektir” diye din felsefesinde açıklama
getirilmeye çalışılmıştır.
Ancak ben bunu genel olarak bilinen anlamıyla OKU
karşılığı kullandım.
Çünkü "İkra" emrinin Hz Muhammed’e oku
veya öğrendiklerini biriktir sonra onları aktar anlamına gelmesine rağmen İslam
aleminde okumanın ve öğrenmenin eksik olduğunu bu şekilde anlatmayı seçtim.
Burada asıl dikkat çekmek istediğim özellikle
günümüzde inancın insanları yönetmede öne çıkması ve cehaletle
harmanlanmasıdır. Amacım inancı veya İslam dinini savunmak veya tartışmak
değil. Çünkü inanç üzerine tartışmaları hep anlamsız bulurum. Ayrıca İslam veya
dinlerin içeriği konusunda fikir beyan edecek bilgiye sahip değilim.
Benim derdim İslam adına insanları katletmeyi
marifet zanneden ve aydınlanmayı reddeden anlayışın İslam dünyasındaki
etkinliğini ve ülkemizde siyasetin açıktan dini kendine referans alan
yönelimine bakarak aydınlanma ve İslam dini arasındaki ilişki üzerinden
yaşadığımız süreci anlamaya çalışmaktır.
Aydınlanma kavramı Antik Çağ felsefesinin etkisiyle
başlayan Avrupa’da dinin yaşamın her alanına despotça egemenliğine karşı
dinde reform hareketiyle devam eden; sonra özellikle sanattaki gelişmeyle
rönesans adı verilen sürecin evrilmesi ve bu sürede yazılı basının yani
matbaanın icadı sonucu kitap okumanın yaygınlaşması; bunun Avrupa toplumunu
tümüyle sarması bu sırada uzun kanlı din savaşları; bu savaşlar sonunda inancın
toplum yaşamını düzenlemesine son verilmesiyle gelişen süreci anlatır.
Yani kimilerinin sandığı gibi aydınlanma Fransız
devrimi sonrası bir gelişme değildir.
Orta çağda Endülüs Müslümanlarını asıl etkileyenin
de antik çağ felsefesi rönesans olduğu ve sonrasında Avrupa aydınlanmasına
yakın bir aydınlanma sürecinin İslam dünyasını da etkisi altına aldığı o
dönemin en önde gelen sosyal konularla birlikte coğrafya tarih üzerine el
yazmalarıyla ünlü İbni Haldun yazdığı eserlerinde vardır. İbni Haldun’un en
önemli eseri Mukaddime’nin ağırlıklı konusu budur.
Bu kitaplarda anlatıların verdiği bilgiye göre Moğol
istilasıyla özellikle Bağdat kütüphanesinin yakılıp yıkılması sonraki süreçte
başlayan hilafet savaşlarıyla birlikte İslam dünyasının üzerine cehaletin
karanlık şalı örtülünceye kadar İslam dünyasında birçok bilim adamı yetişmiş;
sosyal bilimde, matematik ve felsefe alanında dünya çapında etkin olunan bir
aydınlık süreç İslam dünyasında da yaşanmıştır.
Buradan varmak istediğim yer inancın cehaletin nedeni
olmadığı; ama inanç diye öne sürülen sapkınlıkların cehalete çok kolay taban
olabildiğidir.
Çünkü inanç insanın maneviyatına hitap eden bir kurumdur.
Aydınlanmayla beslenmeyen insanın "din, inanç" diye gösterilen sapkınlıklarla
maneviyatını dolayısıyla bilincini etkilemek çok kolaydır.
Bu durum yalnız İslam dünyasında değil; farklı inançtaki
bütün toplumlarda da onların din ve inanç diye kabullendikleriyle kendini
gösterir.
Bu durumun en canlı örneği Hindistan’daki toplumsal yapıda
gözlenebilir. Oradaki inanç inançların ritüelleri o inancı kabul etmiş
insanların dışında hemen herkese şaşkınlık verecek düzeydedir.
Örneğin genelde insanlara tiksinti veren farenin çok
kutsal kabul edildiği ve farenin yemek yediği kaptan yemek yiyerek hacı
olunduğu kabul edilen inanç Hindistan’da milyonları bulan nüfusa sahip belli
bir kitlenin din diye kabullendiği inancıdır.
Buna benzer onlarca örneği Hint toplumunda
gözlemleyebiliriz. Yukarıda verdiğim örnek çok özgün olduğu için verdim. Yoksa
inanç diye kabul edilen sapkınlıklar cehaletin yaşam biçimi halini aldığı bütün
toplumlarda ‘bazı farklılık gösterse de’ yoğun yaşanmaktadır. Ve bu
sapkınlıkları kabullenmede meslek anlamında tahsil seviyesi hiç belirleyici
değilidir.
Örneğin bir belgeselde akbabayı kutsal hayvan kabul eden
Hintli Zerduş inancına sahip toplumda cenazenin akbabaya yem olarak sunulma
törenine katılan o cenazenin çok yakını olan ve Oxford mezunu olduğu ifade
edilen kişi törende ‘bütün benliğiyle o inancı kabullenmişliği ifade eden huşu
içinde’ görüntü veriyordu.
Yani inanç kişinin kişisel kabullenmesidir. Bana göre
kişisel kabullenme olarak kaldığı sürece ne sorgulanabilir ne de alay konusu
olabilir.
Buradan yazının başlığına dönersek, yukarıda ayrıntılı
ifade ettiğim gibi; insanın ve insan bilincinin ancak okumayla gelişebileceği
ve İslam aleminin peygamberine verilen ilk emir olan oku veya sonraki
tanımlamarla anlatılanı beyninde biriktir sonra diğerlerine anlat biçiminde
bilgilenme emri İslam dünyasında belli dönmelerde bilimin kabul görmesini,
insanların sosyolojik tahlillerini yapan felsefedeki gelişmeyi sağlamış;
o dönemde yetişen İbni Sina aydınlanma döneminin en önde gelen
filozoflarından sayılmıştır.
Yani yalnız bilimde değil, insan yaşamında da etkili olan
aydınlanma çağrıştıran süreçler İslam aleminde de yaşanmıştır.
Buradan bugünkü İslam dünyasında cehaletin etkinliğiyle
din diye kabullenilmiş davranışlara yaşam biçimlerindeki
sapkınlıklara ölümün öldürmenin kutsallaşmasına baktığımızda "bugün İslam
dünyasında kitap okumanın hiç önemsenmediği, toplumun geleceği olan nesillerin
din adına baskılanmasıyla bugünden yarınına cehaletin bütün toplumsal yapıyı
etki altına aldığını" çok rahat gözlemleyebiliyoruz.
Oysa aydınlanmanın kabul edilen ölçüsü kişi başına yılda
tüketilen kitap ve sanata yönelimdeki seviyedir.
Toplumların ekonomik sosyal kültürel yaşamlarındaki
kalite, demokrasiyi içselleştirme seviyesi ve demokratik toplumu belirleyen
özellikler o toplumun kişi başına kitap tüketimiyle doğru orantılıdır.
Bir toplumun inançlı olması veya ateizmin toplumda genel
kabul görmesi ekonomik ve kültürel yönden yaşamın kalitesine etkili
olmasında ölçü değildir. Çünkü aydınlanmış toplumlarda da inanç kişinin kabulü
olarak algılanır; ancak inanç sosyal yaşamda belirleyici role sahip
değildir.
Ama aydınlanma yaşamamış toplumlarda yukarıda
yazdığım gibi inancın toplum yaşamını tümüyle düzenlemesi kolay kabul görür.
Aydınlanmamış toplumlarda inanç tartışmalarının gündelik
yaşamı fazla işgal etmesi ancak toplumun inancını kullanarak toplumu yönetmek
isteyenlerin amacına hizmet eder.
Bu nedenle toplumsal sorumluluk duyan, yaşadığı toplumun
aydınlık bir geleceğe yönelmesini isteyenlerin inanç tartışmalarından sürekli
kaçınarak toplumu doğru hedeflerde tartışmaya yöneltmesi doğrudur.
Örneğin eğitimde inancın ve inanç değerlerinin öne
çıkarılarak dayatılmasına karşın doğru olan çocukların yeteneklerinin doğru
değerlendirilerek yetenekleri doğrultusunda eğitim almasını savunmak eğitime
dinsel motif vermek isteyenlerin oyununu bozar
Çünkü en cahil ailelerin bile öncelikli kaygısı
çocuklarına iyi bir istikbal sağlamaktır. Bu nedenle o
ailelerin çocuklarına ‘kuran kursu mu? Yoksa yeteneklerini geliştiren
eğitim mi?’ ikileminde kalınca çocuklarının yeteneklerini geliştiren eğitimi
tercih edecekleri muhakkaktır.
İnanç bezirganlarının baş örtüsü ve din derslerinin
okullarda zorunlu olup olmaması tartışmalarını sürekli toplum gündemine
taşımalarının amacı insanların inancının tartışma konusu olduğunda tercihini
inançtan yana kullanacaklarını bildikleri içindir.
Toplumun inanç değerlerini sürekli tartışma konusu
yapmanın, insanların inançlarıyla alay edici söylemleri tercih etmenin, ateist
dindar tartışmasında ‘sanki marifetmiş gibi’ atesizme övgüler düzmenin sonunda
inancı toplum yaşamının belirlenmesinde kullanarak edilgen, hiç itiraz etmeyen,
sorgulamayan, itaatkar vatandaş özelliğinin toplumsal yapıya egemen olmasını
isteyenlerin değirmenine su taşımak olduğunu fark etmeyenler ‘ne kadar iyi
niyetli olurlarsa olsunlar, cehaletin toplumsal yapıya egemen olmasından ne
kadar kaygılı olurlarsa olsunlar’ sonunda toplumsal yapının kaygıları yönünde
evrilmesine hizmet etmektedirler.
İlerici olmak hiçbir şekilde başkasına çıkıntılık
yapma, toplumla rastgele itişip kakışma, toplumsal yapıda kitleleri hor görüp
aşağılama hakkını vermez.
Eğer gerçekten toplumsal yapıda inanç değerlerinin
kullanılarak tepki vermeyen, sorgulamayan sadaka kültürüne yatkın, basit
kişisel çıkarları için siyasetin oyuncağı olan insanların çoğunluğu
oluşturmasının önüne geçmek istiyorsak ve buna karşılık olarak demokrat
yurttaş bilinci gelişmiş, yaşamı sorgulayan olumsuz politikalara ve toplumsal
yapının inanç diye öne sürülen cehaletle harmanlanmasına karşı duran toplumsal
yapıyı önemseyen insanların çoğunluğu oluşturmasını ve toplumun aydınlık bir
geleceğe yönelmesini istiyorsak yapılacak şey bellidir;
Bu düşüncenin egemen olası için; çağdaş ekonomik ve sosyal
kültürel yönden kaliteli yaşama ulaşmış toplumlar gibi kişi başına kitap
tüketimini artırarak aydın yurttaş bilincinin toplumda egemen olmasına
yönelik çaba sarf etmek, bu yönde çabalarda yoğunlaşmak ve hiçbir şekilde,
hiçbir mazeret üretmeden her zaman önceliğin bu olduğunu kabul etmektir.
Bu kabulle birlikte yapılacak olan toplumsal gelecek için
hemen çocuklardan başlayarak kitap okuma alışkanlığı kazandırmayı kendi
çevresinden başlayıp, toplumda genel kabul görmesi çabalarında yoğunlaşmak
gerekir …
Yalnız burada kitap okumak deyince sadece meslek eğitimini
içeren kitaplar anlaşılmamalıdır…
Meslek eğitimiyle birlikte; onun ötesinde insanı,
toplumları geçmişten bu yana anlayarak kendi toplumsal yapımızı sorgulamamıza
olanak veren edebi kitapları da çok önemsememiz gerekir.
Bu da yetmez; ayrıca ‘sanatın içine tüküren değil’ sanata
değer veren, sanat değerlerini önemsemenin, psikanaliz biliminin kanıtladığı
gibi her ferdin bilinç altında zaten var olan kültürel yeteneklerini ortaya
çıkararak çocuklarının sosyal gelişimine katkı sağlamanın ana babanın temel
görevini vurgulayarak toplumsal aydınlanma için adeta bir seferberlik heyecanı
yaratmanın herkesin en öncelikli yurttaşlık görevi olduğu bilinmelidir.
Ancak bu şekilde içinde yaşadığımız toplumu cehaletin
karanlığından çıkararak aydınlık geleceğe yönelmesini sağlayabiliriz.
Benim bu yazıyı yazma nedenim; başta eğitim olmak üzere
her alanda yaşam biçimimizi tanzim etme anlayışın giderek siyaseten daha etkin
olmaya başladığını fark etmemdir.
Bu gelişmelere karşınsa tutarlı muhalefet yerine toplumun
başta inanç olmak üzere ‘yanlış doğru; ama genel kabul görmüş’ kültürel
değerlerini tartışma konusu yapmanın; hatta aşağılamanın marifetmiş gibi
algılanmasına yönelik özellikle sosyal medyada ve medyada yazı ve söylemlerin
arttığını görünce; bu yaklaşımlardan bir yurttaş olarak büyük kaygı duyuyorum.
Ve bu kaygının duyarlı bir çok insanda da olduğunu
düşünüyorum...
Bu düşünceyle duyulan bu kaygının nasıl giderilebileceği
konusunda kendi çapımda katkı sağlamak için geçmişte bir nedenle
ilgilenerek ülkemizde ve dünyada kitaba ilgi, kütüphanecilik ve bunların
toplumsal yaşama olumlu veya olumsuz etkilerini araştırırken edindiğim
bilgileri İslam aleminin peygamberine vahiy olarak gelen ilk emir “İkra” yani
“oku” nun anlamından yola çıkarak paylaşmam gerektiğini yurtaşlık
görev olarak kabul edip bu yazıyı yazdım..
Umarım yazıya ilgi gösterilerek özellikle blogda yapılacak
yorumlarla anlatmak istediğim konunun daha zenginleşmesine katkı sağlanır.
Elinize sağlık güzel bir yazı olmuş.
YanıtlaSilOsmanlıya güzellemelerin yapıldığı bu günlerde, o tarihi dönemin ibret alınacak bir konusu olan matbaa var. Cihan Devleti olduğunu söyleyen Osmanlı İmparatorluğu ancak 281 yıl sonra yani 1728 de matbaaya kavuşabilmiştir.
Peki, bunca yıl neyi ve niçin beklemiş Osmanlı?
Bu 281 yıllık gecikme ülkemize neye mal olmuştur?
Merhaba Emin bey. Sayfamda da yazdım; bana göre Osmanlıda matbaanın 281 yıl gecikmesinin tek nedeni padişahların iktidar kaygısı. Ferter devrinde isyan eden şehzadeler hep hep Anadolu'da Türklerden destek bulmuş. Osmanlı Anadolu beyliklerini fethederek büyümüş; ama bütün iktidarı boyunca o beyliklerden korktuğu için oralardaki Türklerin aydınlanıp iktidar mücadelesine gelmemesi için onlardan matbaayı esirgemiş. Türklerin 281 yıl sonra matbaaya kavuşmasının nedeni bu.
YanıtlaSil