15 Ekim 2016 Cumartesi

SON MECİ


                                                                                                                                                           

O yıllarda; yani Osmanlı zamanında hacca gidenlerin ‘sanırım hacılık nişanesi olarak’ yanlarında oradan daha çok ‘şimdinin Etiyopyası olan’ Habeşistan’lı birilerini getirmesi adetti.  Ayrıca Çukurova Söke gibi pamuk üretiminin yoğun olduğu yerlerde pamuk işinde çalıştırılmak üzere oralardan getirilenler de vardır. Bu nedenle birçok kara derili Afrikalı yerliler ve onların çocukları, torunları bugün Türkiye’nin belli bölgelerinde yerleşik halkla bütünleşerek kendilerine yaşam kurmuşlardır.

Bu hikayeye konu olanlar da Afrikalıydı. Hacıya giden Nuri Pehlivan, onları zenginliğinin ve gücünün göstergesi olsun diye oradan alıp gelmişti.

Geldikleri köyde onları kimse yadırgamadı. Kimse yabancı görmedi onları. Hep kendilerinden saydılar. Yalnız renkleri farklıydı 'o kadar.' Dilleri çok sorun olmamıştı. Çünkü hem onların hem de geldikleri köydeki oturan insanların konuştukları dil analarından öğrendikleriyle sınırlı olduğu için hepi topu yüz, yüz elli kelimeydi.

Bu gelenler kısa sürede o dili öğrendi. Ayrıca aynı Allah’a, aynı peygambere, aynı kitaba tapıyorlardı. Ayrıca onlar da Osmanlı insanıydı; yani aynı padişahın kulları sayılırdı.

Bütün bu benzerlik ve denklikler; onları geldikleri yerdeki insanlarla çabuk kaynaştırdı. Kimse onları köle, ırgat diye küçük görmedi hor görmedi. Zaten onları getiren Hacı Nuri de onları ailesinden sayıp öyle davranıyordu onlara.

Çünkü geldikleri köy aynı zamanda Yörük köyüydü. İki üç kuşak öncesine kadar onlar da göçerdiler. Onun için özgür olmak onların ruhunda vardı. Burada herkes kendi kendinin beyi, kendi kendinin ırgatıydı. Köleliği hiç tanımamışlardı ve hiç kimse için kabul da etmezlerdi. Gerçi her yerde olduğu gibi bu köyde de iyiler kadar kötü insanlar da vardı. Ancak kimse kimseye çatmadan iyi kötü bilinmezdi ki. Hani "cingen çingene çatmayınca kasnak boynuna geçmez" örneği gibi.

İşte o Afrika çocukları böyle bir yere; böyle insanların arasına gelmişti. O gelen Afrikalıların anasını “Fatmaesi” diye çağırıyorlardı. ‘Kim bilir?’ belki geldiği yerde de adı “Fatmaesiydi”. Onu tanıyanlar renginin kuzguni siyah olduğunu söylüyordu. Sanırım Habeş asıllıydı. Gülünce dişleri bembeyaz inci gibi parlarmış.

Sorduğumda “kocası kim?” diye hatırlayan çıkmadı. Belki geldiğinde kocası vardı; belki de orada duldu. Nuri pehlivan onu orada görünce belki acıdığı için belki de hacılık nişanesi olarak çocuklarıyla birlikte alıp gelmişti.  

“Fatmaesi” dominant bir kadın olarak hatırlanıyordu. Onu görüp tanıyanlar “diri, güçlü güleç bir kadındı” demişlerdi. Onlar geldiklerinde Hacı Nuri’nin ailesi ve çocuklarıyla çabuk kaynaşmış; birlikte yaşamaya başlamıştı.

İşte o “Fatmaesi” kızı “Fatmanayı” o köyden Çolak Ethem diye bilinen biriyle evlendirdi. Çolak Etem yoksul ama onurlu biriydi; at arabası vardı. Bu arabayla hem kendi işini, hem de Hacı Nuri'nin gel, git işini yapardı.

Çolak Ethem’in evlendiği yıllar soyadı kanunu henüz çıkmamıştı. “Fatmana” ile bu evliliklerinden Selim, Mehmet ve Abdurraman adında üç oğlu ve Zühre adında bir kızı olmuştu.

Babaları at arabasıyla, anaları ona buna işe giderek bu dört çocuğu kimseye muhtaç etmeden büyütmüştü. Zühre büyüyünce çok güzel bir kız olmuştu. Fiziki yapısıyla ırkının bütün güzelliklerini taşıyor ve birçok gencin yüreğini hoplatıyordu. O da anası gibi köyden bir kısmet çıkar da “evlenir; çoluk, çocuğa karışırım umudunu” taşıyordu.

Zühre o düşlerle yaşamına ailesiyle birlikte devam ederken; bir gün “bağ arasından” yonca biçmekten gelirken böğürtlen dikenlerinin arasından birden karşısına çıkan Çakal’ın oğlu Zühre'nin tüm çırpınmalarına rağmen hiç acımadan ona tecavüz etti.

Zührecik çok perişan bir halde evine geldi. Utancından odaya kapandı; feryat edip ağladı. Yeni yetişip gelen Selim ablasına yapılanları duyunca çok öfkelendi. Evden bıçağını kapıp Çakal’ın oğlunu vurmak için dışarı fırladığı sırada Çolak Ethem, Fatmana oğullarının ayaklarına kapanıp "dur oğlum, başını belaya sokma" diye yalvardılar oğullarına.

Zühre öbür odada sinir krizleri geçiriyordu. Çolak Ethem oğlunu odaya soktu. "Dur hele oğlum. Öfkeyle kalkmıyalım. Herşeyin bi çaresi vardır" diye oğlunu sakinleştirdi; karısına "gece kimse duymudan bu işi helledelim. Aklıma çare olarak Çakal’a gidip yalvarmak geliyo. Oğlu gıza bir günlük nikah gıysın, sora boşasın. O zaman kimse bişey diyemez. Bizde bakarız duruma. Olmadı; göçü sarar çeker gideriz bizi kimsenin bilmediği aşşada bi yerlere" dedi. Fatmana'nın bu işe aklı yattı. "Ah" dedi. "Ah Hacı Nori sağ oleydi gelmezdi bu işler başımıza" dedi. Kocasının Çakal’a gidip gelmesini bekledi.

Çolak Ethem kalktı kızına tecavüz edenin babası Çakal lakaplı adama gitti. Adeta yalvardı. “Oğlun gızıma bir günlük nikah gıysın sonra boşasın” diye çok yalvardı. Çakal dedikleri zorba adam… Çolak Ethem’i horladı, kovdu. Çolak Ethem çaresiz kös kös geri geldi.

Duyan duyacağını duydu, bilen bileceğini bildi. Artık göçü sarıp gitseler de çare değildi. O günden sonra Çolak Ethem’in evinde yalnızca Zühre’nin yası ve öfkesi vardı. Selim de pek evden çıkmıyordu. Çolak Ethemle Fatmana'nın bir gözü oğullarındaydı. Onun bir delilik yapıp ikinci bir acı yaşatmasından korkuyorlardı.

Günler bu şekilde geçerken o sıra köyde bir başka gencin düğünü için hazırlıklar başlamıştı.

O köyün insanlarının geldikleri yerlerden taşıdıkları adetleri gereği düğün öncesi bütün düğünlerde köyün gençleri Bayraklı denen yere “Bayrak Direği” kesmeye giderdi. Oradan kesilen ince uzun çam torunu on beş, yirmi genç ellerinde taşıyarak getirir ve o direk ucuna bayrak takarak düğün evine dikerdi. Bu bayrak direği o evin oğlan evi olduğunu gösterirdi. Düğün sahibinin varlık durumuna göre bayrak direğinin boyu belirlenir, zengin evlerine en uzun direk kesilip gelirdi. Bu bayrak direğini getirme işine de “meciye gitme” denirdi.

İşte o gün de köyün gençleri “düğünü tutulan” yani düğünü başlayan gencin mecisine gitmişti. Ancak o gençlerin arasında Zühre’nin kardeşi Selim yoktu.

Çünkü Selim babasına ablasının namusunu temizlemeden ortalığa çıkmayacağını söylemişti ve kararlıydı; bir fırsat kolluyordu. O sıra gündeme gelen düğün sırasında bu düşüncesini gerçekleştirip kardeşinin öcünü almayı düşündü ve bu düşüncesini babasına söyledi. “Onu mecide kıstırıp işini bitircem” dedi. Çolak Ethem oğlunu bu düşüncesinden vazgeçirmek için adeta yalvarınca Selim “eyi bakam. Öyle olsun” demişti; ama Çolak Ethem’in içi hiç rahat değildi.

Bu kaygılar içinde olan Çolak Ethem düğün tutulduğu gün arabasını koştu Süleyman çavuşun oğluna yapacağı ev için dağa kereste almaya gitti. Yanında da bir, iki işçi ve Süleyman Çavuşun oğlu vardı.

Çolak Ethem’in o gün ağzını bıçak açmıyordu. Keresteyi yüklediler. Dönüş yolunda Çolak Ethem çok dalgın olduğu için araba devrildi. Hemen atları çözüp kurtardılar.

Kerestenin sahibi Süleyman Çavuşun oğlu “Ethem abi kereste galsın varsın; emme bugün sende bir iş var” deyince; devrilen arabayı doğrultup atları koşan Çolak Ethem; “doğru. Bugün bizim başımıza bir iş gelecek gibi” dedi oğlunun söylediklerini anlattı “eh! Meh! Dedi; emme niyeti bozuk. Oğlan herhal bugün Çakal’ın oğluna çatıcek. Valla ölse de öldürse de bizi mahvedicek” dedi.  

Babası bu kaygılar içindeyken oğlu Selim çoktan kararını vermiş; Çakal'ın oğlunu öldürüp bacısının intikamını almak için meci gurubunun geçeceği patika yol kenarında ormanın içinde çalıların arasında gizlenmiş bekliyordu. Fazla beklemesine gerek kalmadan meci gurubu ilerden göründü.

Gençler türkü söyleyerek “nara atarak” geliyordu. Haliyle içlerinde Çakal’ın oğlu da vardı. Gurup tam onun saklandığı çalının dengine gelince Selim elinde bıçakla fırladı. Meci sırasının içinde hafif çakır keyif Çakal’ın oğluna saldırdı. Bıçağıyla onu delik deşik edip öldürdü.

Gençler şaşkın önce sağa sola kaçışmış; meci direği orada kalmıştı. Selim baktı Çakal’ın oğlu cansız yatıyor. Fırladı fundalıklar içinde kayboldu.

Sağa sola kaçışan gençler geri geldi; toplandılar ve Çakal’ın oğlunun ölüsünü sırtlarında köye getirdiler. Onları meci direğiyle bekleyen köylüler koşup geldi. Kimse kimseye bir şey söylemese de köydeki günlerdir sessiz hava nedeniyle bu olayın olacağı beklentisi zaten herkeste vardı. O nedenle kimse çok şaşırmadı. Bakışlarıyla veya konuşarak olayı, nasıl olduğunu birbirine anlattılar.

Bu sırada Çakal’ın evine haber gitti. Orada feryat figan çığırışlar yükseliyordu. Çakal Çolak Ethem’i aşağılamasının bedelini oğlunun ölümüyle ödemiş; oğlu da ırz düşmanlığının bedelini canıyla ödemişti.

Bu nedenle köy yerinde onlara pek acıyan olmadı; ama haliyle cenaze de ortada bırakılmadı. Köycek cenazeyi defnettiler.

Düğün düğün olmaktan çıkmıştı tabi; ama yine de zor zahmet tamamlandı. Ancak bayrak direği dağda kaldığı için ilk kez o düğün evine bayrak direği çekilmedi.

Çolak Ethem’in evinde bir başka matem vardı. Kızının ırzına geçilmiş; oğlu intikam için katil olmuştu. Çolak Ethem ve ailesi bu kederler içindeyken çok geçmedi; Jandarmalar Selim’i dağda yakaladı.

Selim çok ceza aldı; ama çok geçmedi o da cezaevinde verem olup öldü.

Bunu duyan Zühre “kardeşimin ölümüne sebep oldum” diye çıldırdı. Çolak Ethem çaresiz çıldıran kızını sakinleştirmek için çok uğraştı; sonunda Zühre biraz iyileşince göçü sarıp köyü terk etti.

Ve artık o köyde düğünlerde ‘belki bu ayıptan dolayı veya kimsenin bilip de açıklamadığı bir nedenle’ bir daha hiç meciye gidilmedi. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder