SON MECİ
O yıllarda; yani Osmanlı
zamanında hacca gidenlerin ‘sanırım hacılık nişanesi olarak’ yanlarında oradan
daha çok ‘şimdinin Etiyopyası olan’ Habeşistan’lı birilerini getirmesi
adetti. Ayrıca Çukurova Söke gibi pamuk
üretiminin yoğun olduğu yerlerde pamuk işinde çalıştırılmak üzere oralardan getirilenler
de vardır. Bu nedenle birçok kara derili Afrikalı yerliler ve onların
çocukları, torunları bugün Türkiye’nin belli bölgelerinde yerleşik halkla
bütünleşerek kendilerine yaşam kurmuşlardır.
Bu hikayeye konu olanlar da Afrikalıydı.
Hacıya giden Nuri Pehlivan, onları zenginliğinin ve gücünün göstergesi olsun
diye oradan alıp gelmişti.
Geldikleri köyde onları kimse
yadırgamadı. Kimse yabancı görmedi onları. Hep kendilerinden saydılar. Yalnız
renkleri farklıydı 'o kadar.' Dilleri çok sorun olmamıştı. Çünkü hem onların hem
de geldikleri köydeki oturan insanların konuştukları dil analarından öğrendikleriyle
sınırlı olduğu için hepi topu yüz, yüz elli kelimeydi.
Bu gelenler kısa sürede o dili
öğrendi. Ayrıca aynı Allah’a, aynı peygambere, aynı kitaba tapıyorlardı. Ayrıca
onlar da Osmanlı insanıydı; yani aynı padişahın kulları sayılırdı.
Bütün bu benzerlik ve denklikler;
onları geldikleri yerdeki insanlarla çabuk kaynaştırdı. Kimse onları köle,
ırgat diye küçük görmedi hor görmedi. Zaten onları getiren Hacı Nuri de onları
ailesinden sayıp öyle davranıyordu onlara.
Çünkü geldikleri köy aynı
zamanda Yörük köyüydü. İki üç kuşak öncesine kadar onlar da göçerdiler. Onun için
özgür olmak onların ruhunda vardı. Burada herkes kendi kendinin beyi, kendi
kendinin ırgatıydı. Köleliği hiç tanımamışlardı ve hiç kimse için kabul da
etmezlerdi. Gerçi her yerde olduğu gibi bu köyde de iyiler kadar kötü insanlar
da vardı. Ancak kimse kimseye çatmadan iyi kötü bilinmezdi ki. Hani "cingen
çingene çatmayınca kasnak boynuna geçmez" örneği gibi.
İşte o Afrika çocukları böyle
bir yere; böyle insanların arasına gelmişti. O gelen Afrikalıların anasını
“Fatmaesi” diye çağırıyorlardı. ‘Kim bilir?’ belki geldiği yerde de adı
“Fatmaesiydi”. Onu tanıyanlar renginin kuzguni siyah olduğunu söylüyordu.
Sanırım Habeş asıllıydı. Gülünce dişleri bembeyaz inci gibi parlarmış.
Sorduğumda “kocası kim?” diye
hatırlayan çıkmadı. Belki geldiğinde kocası vardı; belki de orada duldu. Nuri
pehlivan onu orada görünce belki acıdığı için belki de hacılık nişanesi olarak çocuklarıyla
birlikte alıp gelmişti.
“Fatmaesi” dominant bir kadın
olarak hatırlanıyordu. Onu görüp tanıyanlar “diri, güçlü güleç bir kadındı”
demişlerdi. Onlar geldiklerinde Hacı Nuri’nin ailesi ve çocuklarıyla çabuk
kaynaşmış; birlikte yaşamaya başlamıştı.
İşte o “Fatmaesi” kızı
“Fatmanayı” o köyden Çolak Ethem diye bilinen biriyle evlendirdi. Çolak Etem
yoksul ama onurlu biriydi; at arabası vardı. Bu arabayla hem kendi işini, hem de
Hacı Nuri'nin gel, git işini yapardı.
Çolak Ethem’in evlendiği
yıllar soyadı kanunu henüz çıkmamıştı. “Fatmana” ile bu evliliklerinden Selim,
Mehmet ve Abdurraman adında üç oğlu ve Zühre adında bir kızı olmuştu.
Babaları at arabasıyla,
anaları ona buna işe giderek bu dört çocuğu kimseye muhtaç etmeden büyütmüştü.
Zühre büyüyünce çok güzel bir kız olmuştu. Fiziki yapısıyla ırkının bütün
güzelliklerini taşıyor ve birçok gencin yüreğini hoplatıyordu. O da anası gibi
köyden bir kısmet çıkar da “evlenir; çoluk, çocuğa karışırım umudunu”
taşıyordu.
Zühre o düşlerle yaşamına ailesiyle
birlikte devam ederken; bir gün “bağ arasından” yonca biçmekten gelirken
böğürtlen dikenlerinin arasından birden karşısına çıkan Çakal’ın oğlu Zühre'nin
tüm çırpınmalarına rağmen hiç acımadan ona tecavüz etti.
Zührecik çok perişan bir halde
evine geldi. Utancından odaya kapandı; feryat edip ağladı. Yeni yetişip gelen
Selim ablasına yapılanları duyunca çok öfkelendi. Evden bıçağını kapıp Çakal’ın
oğlunu vurmak için dışarı fırladığı sırada Çolak Ethem, Fatmana oğullarının
ayaklarına kapanıp "dur oğlum, başını belaya sokma" diye yalvardılar
oğullarına.
Zühre öbür odada sinir
krizleri geçiriyordu. Çolak Ethem oğlunu odaya soktu. "Dur hele oğlum. Öfkeyle
kalkmıyalım. Herşeyin bi çaresi vardır" diye oğlunu sakinleştirdi; karısına
"gece kimse duymudan bu işi helledelim. Aklıma çare olarak Çakal’a gidip
yalvarmak geliyo. Oğlu gıza bir günlük nikah gıysın, sora boşasın. O zaman
kimse bişey diyemez. Bizde bakarız duruma. Olmadı; göçü sarar çeker gideriz
bizi kimsenin bilmediği aşşada bi yerlere" dedi. Fatmana'nın bu işe aklı
yattı. "Ah" dedi. "Ah Hacı Nori sağ oleydi gelmezdi bu işler
başımıza" dedi. Kocasının Çakal’a gidip gelmesini bekledi.
Çolak Ethem kalktı kızına
tecavüz edenin babası Çakal lakaplı adama gitti. Adeta yalvardı. “Oğlun gızıma
bir günlük nikah gıysın sonra boşasın” diye çok yalvardı. Çakal dedikleri zorba adam… Çolak Ethem’i horladı, kovdu. Çolak Ethem çaresiz kös kös geri geldi.
Duyan duyacağını duydu, bilen
bileceğini bildi. Artık göçü sarıp gitseler de çare değildi. O günden sonra
Çolak Ethem’in evinde yalnızca Zühre’nin yası ve öfkesi vardı. Selim de pek
evden çıkmıyordu. Çolak Ethemle Fatmana'nın bir gözü oğullarındaydı. Onun bir
delilik yapıp ikinci bir acı yaşatmasından korkuyorlardı.
Günler bu şekilde geçerken o
sıra köyde bir başka gencin düğünü için hazırlıklar başlamıştı.
O köyün insanlarının
geldikleri yerlerden taşıdıkları adetleri gereği düğün öncesi bütün düğünlerde
köyün gençleri Bayraklı denen yere “Bayrak Direği” kesmeye giderdi. Oradan
kesilen ince uzun çam torunu on beş, yirmi genç ellerinde taşıyarak getirir ve
o direk ucuna bayrak takarak düğün evine dikerdi. Bu bayrak direği o evin oğlan
evi olduğunu gösterirdi. Düğün sahibinin varlık durumuna göre bayrak direğinin
boyu belirlenir, zengin evlerine en uzun direk kesilip gelirdi. Bu bayrak
direğini getirme işine de “meciye gitme” denirdi.
İşte o gün de köyün gençleri “düğünü
tutulan” yani düğünü başlayan gencin mecisine gitmişti. Ancak o gençlerin
arasında Zühre’nin kardeşi Selim yoktu.
Çünkü Selim babasına ablasının
namusunu temizlemeden ortalığa çıkmayacağını söylemişti ve kararlıydı; bir
fırsat kolluyordu. O sıra gündeme gelen düğün sırasında bu düşüncesini
gerçekleştirip kardeşinin öcünü almayı düşündü ve bu düşüncesini babasına
söyledi. “Onu mecide kıstırıp işini bitircem” dedi. Çolak Ethem oğlunu bu düşüncesinden
vazgeçirmek için adeta yalvarınca Selim “eyi bakam. Öyle olsun” demişti; ama
Çolak Ethem’in içi hiç rahat değildi.
Bu kaygılar içinde olan Çolak
Ethem düğün tutulduğu gün arabasını koştu Süleyman çavuşun oğluna yapacağı ev
için dağa kereste almaya gitti. Yanında da bir, iki işçi ve Süleyman Çavuşun
oğlu vardı.
Çolak Ethem’in o gün ağzını
bıçak açmıyordu. Keresteyi yüklediler. Dönüş yolunda Çolak Ethem çok dalgın
olduğu için araba devrildi. Hemen atları çözüp kurtardılar.
Kerestenin sahibi Süleyman
Çavuşun oğlu “Ethem abi kereste galsın varsın; emme bugün sende bir iş var”
deyince; devrilen arabayı doğrultup atları koşan Çolak Ethem; “doğru. Bugün
bizim başımıza bir iş gelecek gibi” dedi oğlunun söylediklerini anlattı “eh!
Meh! Dedi; emme niyeti bozuk. Oğlan herhal bugün Çakal’ın oğluna çatıcek. Valla
ölse de öldürse de bizi mahvedicek” dedi.
Babası bu kaygılar içindeyken oğlu
Selim çoktan kararını vermiş; Çakal'ın oğlunu öldürüp bacısının intikamını almak
için meci gurubunun geçeceği patika yol kenarında ormanın içinde çalıların arasında
gizlenmiş bekliyordu. Fazla beklemesine gerek kalmadan meci gurubu ilerden göründü.
Gençler türkü söyleyerek “nara
atarak” geliyordu. Haliyle içlerinde Çakal’ın oğlu da vardı. Gurup tam onun saklandığı
çalının dengine gelince Selim elinde bıçakla fırladı. Meci sırasının içinde
hafif çakır keyif Çakal’ın oğluna saldırdı. Bıçağıyla onu delik deşik edip
öldürdü.
Gençler şaşkın önce sağa sola
kaçışmış; meci direği orada kalmıştı. Selim baktı Çakal’ın oğlu cansız yatıyor.
Fırladı fundalıklar içinde kayboldu.
Sağa sola kaçışan gençler geri
geldi; toplandılar ve Çakal’ın oğlunun ölüsünü sırtlarında köye getirdiler. Onları
meci direğiyle bekleyen köylüler koşup geldi. Kimse kimseye bir şey söylemese
de köydeki günlerdir sessiz hava nedeniyle bu olayın olacağı beklentisi zaten
herkeste vardı. O nedenle kimse çok şaşırmadı. Bakışlarıyla veya konuşarak
olayı, nasıl olduğunu birbirine anlattılar.
Bu sırada Çakal’ın evine haber
gitti. Orada feryat figan çığırışlar yükseliyordu. Çakal Çolak Ethem’i
aşağılamasının bedelini oğlunun ölümüyle ödemiş; oğlu da ırz düşmanlığının
bedelini canıyla ödemişti.
Bu nedenle köy yerinde onlara
pek acıyan olmadı; ama haliyle cenaze de ortada bırakılmadı. Köycek cenazeyi
defnettiler.
Düğün düğün olmaktan çıkmıştı
tabi; ama yine de zor zahmet tamamlandı. Ancak bayrak direği dağda kaldığı için ilk kez o düğün evine bayrak direği çekilmedi.
Çolak Ethem’in evinde bir
başka matem vardı. Kızının ırzına geçilmiş; oğlu intikam için katil olmuştu.
Çolak Ethem ve ailesi bu kederler içindeyken çok geçmedi; Jandarmalar Selim’i
dağda yakaladı.
Selim çok ceza aldı; ama çok
geçmedi o da cezaevinde verem olup öldü.
Bunu duyan Zühre “kardeşimin
ölümüne sebep oldum” diye çıldırdı. Çolak Ethem çaresiz çıldıran kızını
sakinleştirmek için çok uğraştı; sonunda Zühre biraz iyileşince göçü sarıp köyü
terk etti.
Ve artık o köyde düğünlerde ‘belki
bu ayıptan dolayı veya kimsenin bilip de açıklamadığı bir nedenle’ bir daha hiç
meciye gidilmedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder