27 Şubat 2017 Pazartesi

DENGİBEj



Ekranda Yaşar Kemal'in hastalandığı haberini görünce aklıma Kürtçe 'Dengibej' sözcüğü düştü.

'Dengibej' sözcüğünün Türkçe karşılığı 'destancı-anlatıcı' olarak geçer.

İnsanlık tarihi özellikle yazılı basının olmadığı veya yaygın olmadığı dönemlerden bu yana geçmişini bu destancı, dengibej, anlatıcılar sayesinde öğrenmiştir.

Onlar anlatılarında kendilerinden önceki dönemlerden duyup bildiklerinin yanına yaşadıkları dönemde yaşadıklarından öğrendiklerini katarak bunları 'insanlarda dinleme zevki ve merakı uyandıracak dille' insanlara aktarmışlardır.

Tarihte bilinen ne eski anlatıcı Gılgameştir. Dönemindeki yazılı tablet uygulamasından faydalanarak Sümerlerin yaşam izlerini kendi yaşayıp gördüklerinden katarak tabletlere yazmış; meşhur 'Gılgameş destanı' böyle ortaya çıkmıştır.

Yine İskender'in Hint seferi sırasında Beydeba'nın Hint hükümdarına Kelile ve Dinme isimli iki çakalı konuşturarak verdiği öğütler sonraki dönemlere 'Kelile Dinme' adıyla miras kalmış anlatıdır.

Yine Dedekorkut ve Homeros kendi dönemlerini anlatarak aktarmışlardır.

Yani insanlık tarihinde bu anlatıcılar hep var olmuştur. İnsanlık geçmiş yaşamları bunların efsane, masal tadında anlattıklarından öğrene gelmiştir.

Bunlar sonra anlatıcı kimlikleriyle yazılı basında da çok önemli eserler vermiştir.

Örneğin Gogol'un kendi yaşadığı dönemdeki Rus bürokrasisini anlatan hikayeleri, Paris Rus sefiri Toltstoy'un o sıradaki Fransız Rus Savaşından gördüklerini hikayeleştirdiği Harp ve Sulh bunun örneklerindendir.

Aslında yazılı edebiyata geçildikten sonra edebiyat dünyasında yer alan herkes bir şekilde anlatıcıdır.

Ama bunların içinde eski çağların destancısı veya Kürtçe ifadesiyle Dengibej özelliğini koruyanlar vardır ve edebiyat dünyasının klasikleri bunların eseridir.

Çünkü bunların anlattıkları bir kurgunun ötesinde yaşanmışlıkların edebiyat dilinde anlatımıdır.

Tabi bu görüşler bana ait. Yani benim düşüncem öyle. Buradan anlatmak istediğim Yaşar Kemal'i dengibej özelliğini vurgulamaktır.

Çünkü Yaşar Kemal Kadirli'de arzuhalcilik yaptığı dönemlerden itibaren yazdıkları hep kendi yaşamından izlerdir.

Yani çevresinden duyduklarıyla yaşayıp gördüklerini kitaplarında öykü halinde sunmuştur.

Yine kendi anlattığına göre o yıllar işsiz kaldığı sıralar köylere dolaşıp onlara 'dengibejler' gibi destanlar anlatmış ve geçimini bu şekilde kazanmıştır.

Benim burada anlatmak istediğim de benim için öne çıkan onun anlatıcı özelliğidir.

Ben onun kitaplarında; özellikle ellilere kadar yazdığı kitaplarında 'ki İnce Memed dahil, Yer Demir Gök bakır, Demitrciler çarşısı, Kimsecik'e kadar bir çok eseri bunların içindedir' hep destan tadı bulur ve o yazılanları 'adeta' yaşarım.

Kısacası Türk ve Dünya edebiyatından okuduğum yüzlerce kitaplar içinde en tat aldığım kitapların başında Yaşar Kemal'in 'defalarca okuduğum' yazdıkları gelir.

O bana göre toplumsal aydınlanmamızın en güçlü ışıklarından biri ve idolüm, kendime örnek aldığım bir kişiliktir.

Onu sanki kırk yıllık tanış gibi kendime yakın bulurum. Sanırım bu duygu; yazdıklarının bende uyandırdığı duygudur.

Bu nedenle onun hastaneye kaldırıldığını öğrenince; sanki çok yakından tanıdığım bir dostum, bir tanışım hastaneye kaldırılmış gibi geldi.

Ekranda verilen bilgiye göre; rahatsızlığı benim için çok yabancı değil. Yaklaşık on yıldır o rahatsızlığı daha ileri boyutta yaşıyorum. Ancak Yaşar Kemal'in ileri yaşından dolayı endişeliyim.

Burada anlatmak istediğim; kitap okuma alışkanlığı olmayan bir toplum olarak; geçmişten bu yana toplumsal aydınlanmamız için büyük uğraşlar veren kişiliğidir.



Çünkü özellikle Cumhuriyet röportajlarında bilmediğimiz; asla bilemeyeceğimiz Anadolu'nun hikayesini yazarken toplumsal tarihimizdeki yanılgıları, yanlışları edebiyat tadında, bir anlatıcı maharetiyle yazdıklarının içine nakış dokur gibi kondurmuştur.

26 Şubat 2017 Pazar

YALNIZLAŞAN İNSAN







Aydınlı dayının oğlu anlatmıştı. Sabahın üçünde kalkarmış. İşi daha önce görüşüp anlaştığı işçileri dayı başılığını yaptığı iş yerlerine götürmek ve iş yerinde onların başında iş süresince bekleyip sonra köye geri getirmekmiş.

Babasının başında o bekliyordu. Diğer bir kardeşine bu işi takip etme görevini vermişti; ama yine kendi takip ediyordu. Ben babasını hep o beklediği için onun babasıyla özel bir bağı olduğunu; daha doğrusu babasının sevgili oğlu olduğunu kardeşlerinin babalarına dargın olduğunu sanmıştım. "Babamı ben bekleyeceğim" deyince aklıma öyle gelmişti. 

Benim değerlendirmem böyleydi. Sonraki sohbetlerde bunun benim 'ön yargım' olduğunu ve yanıldığımı anladım.

Neyse; ilk geceden itibaren gecenin bir vakti ona gelen telefonlara sinir olmuştum. Ayrıca rahatsız da oluyordum ve her gün gecenin yarısı başlayan telefon görüşmelerini merak da ediyordum.

Çünkü adam çok uykusuzken gecenin bir yarısı gelen telefona açıp uykulu uykulu sabırla cevap veriyor; sonra başka yerleri arıyordu.

Geldiklerinin ikinci gecesi dayanamayıp "kusura bakma gece yarısı kiminle konuşuyorsun böyle" deyince mahcup bir yüz ifadesiyle "abi kusura bakma ya. Galiba rahatsız ettim" dedi.

Ben "önemli değil canım. Kiminle konuşuyorsun diye merak ettim" deyince güldü. "Abi ben dayı başıyım. Gece saat üçten itibaren daha önce anlaşdığım işçileri tek tek arayıp uyarıyon. Sonra gardeşime onları toparlamasını söylüyon. İş başı yapana gadar telefonla takip ediyon" diye açıkladı.

Kardeşi tek başına bu işi beceremezmiş. Hastanede babasıyla da onların yeterince ilgilenemeyeceğini düşününce kardeşlerine "bubamın yanında zararı yok ben galayım. Siz de benim işi takip edin" demiş; böyle bir iş bölümü sonucu geceli gündüzlü burada kalıp telefonla da işin eksiksiz yapılmasını takip ediyordu.

Sonraki günler onunla ve dayıyla samimiyeti artırınca anlatmışlardı. Bunların köy ev içeri geceden kalkıp değişik yerlerde çalışmaya giderlermiş. Herkesin sigortası varmış. Kadın erkek köyde yaşı belli bir yere gelince emekli olmayan yokmuş. O bunları anlattıkça benim aklımda kendi ilçem ve köylerimiz geliyordu. Bizim orada köylerde bu boyutta çalışma yoktur. Çiftçilik veya besicilik yapan köylerde bu işi genelde kadınlar yaparlar.

Onlarla bu köyün insanları kıyaslayınca kendi doğum yerim olan ilçem, köyleri ve başka bildiğim yerler gelince bu köyün insanına gıpta ettim.

Daha sonraki günler Aydınlı dayıyla yaptığım sohbetlerde köydeki yaşamlarından verdiği örneklerle bu durumu daha ayrıntılı olarak anlatmıştı. Onların köyde yaz ve kış hayat en geç dörtte başlarmış. Herkesin iş için gidecek bir yeri yapacak bir işi olurmuş. Hemen hepsinin 'az veya çok' zeytinliği, ceviz ve kestane ağaçları varmış.

Dayı bunları anlatırken "bunların en güççüğü bi oğlan var benim. Az berduşdur. Öyle işi mişi çok sevmez. Hana berduş dediğim öyle şer şör biri değil. 'Arkıdeşlenle oturur bira içer. Ara sıra sarhoş olur'. Yani berduşluğu bunlar. Ben en güççük olunca onu az hoş dutdum. Bunlar bene bi şey demeye çekinir; emme o kerata arkıdeş gibidir" dedi.

Buraya gelmeden az evvel o oğluna "ula oğlum; sen de bi iş dutsana" demiş. Oğlu "buba işde beraber bi şeyle yapıyoz ya" demiş. Bu "eyi oğlum da. Sen evlenmecen mi? Ne deycez de sene gız isdeycez. Gız isdemeye gidince senin oğlan berduşun biri derlerse nedicen?" demiş. Oğlu "ula buba kafa yorduğun şeye bak. Öyle derlerse 'ben ne güne duruyon. Onun kapı gibi bubası var arkasında dersin. Benim bubam gibi kimin bubası var?'" demiş. Dayı bunu söylerken gülümsüyordu "döyüsün oğlu sırtını bene yaslamış. Ondan öyle ediyomuş" dedi sonra "hana vakıt geçsin deye anladıyon bunlara. Yoğusa o da çok faydalıdır" dedi.

"Aydınlı dayıyla sohbet" adı altında onunla yaptığımız sohbetlerin hepsini öyküleştirdim. Bu öyküde anlatmak istediğim şey

Anadolu insanın özellikle ailesine ve tabi çocuklarına karşı tatlı bir otorite üzerinden gösterdiği engin ilgisi ve hoşgörüsüdür.

"Kentsoylu" diye tanımlanan özellikle eğitim almış insanların dünyasında bunu göremezsiniz. Onlar daha çok çocuklarının iyi eğitimine odaklandığı için onlara kurs benzeri olanak sağlamakla görevlerinin bittiğini sanır. Şehir yaşamının yoğun hayhuyu içinde ailesine veya çocuklarına pek yakın ilgi gösteremez. Onları anlamaya çalışmaz. Biraz varlıklı olanları özellikle çocuklarını maddi olarak doyurup, istediklerini alınca onlara karşı görevlerini yaptım zanneder.

Sanırım çekirdek aile diye nitelenen sosyal yapının en küçük birimi ailelerin kendi içlerine kapanması; kırsal kesimdeki ataerkil aile yapısının hısım akraba ilişkilerinin hoşluğunun giderek fertler ve aileler arasında kıskançlık içeren yarışa dönüşürken insanın yaşama bakışının giderek maddileşmesi, duygusal insan yanının giderek tükenip günümüzdeki bencil insan kimliğinin oluşmasının temelinde 'Anadolu insanı' diye tanımlanan kırsal kesim insanının kendine geçmişten miras kalan duygusal bağların giderek kopması fertler arasında buna bağlı olarak "ana baba ve kardeş dahil' ilişkinin tamamen maddeleşmesi yatıyor.

Halk türküsü diye bilinen bütün sözlü ve yazılı edebiyatlara bakınca bu özellikleri çok rahat görebiliriz.

Halk Türkülerinde ifade edilen aşk muhabbet, sıla özlemi, gurbet duyguları günümüz kentleşen insanı için hep içinden bir şeyler akıtan geçmişin sesi gibiyse de; giderek o ses de sanki temelli yitip gidiyor veya gidecek gibi.

Sanırım toplumsal yapımızın bugün içinde savrulduğu dünyanın en öne çıkan yanı da bu; yani "İnsanın giderek tümüyle yalnızlaşması."

Aydınlı dayıyla yaptığımız sohbetlerde ve sıradan insanlar arasında yaptığım gözlemlerde öne çıkan yan bu oluyor.

Öyle ki maddeleşen dünyaya uyum sağlamak isteyen insan içindeki korkularla yaşamaya katlanmaya razı oluyor.

Doğulu tanıdığım bir işçi vardı. Kendisi ve ailesi Kürt'tü. Bir sohbet sırasında evde çocukların yanında hiç Kürtçe konuşmadıklarını söylemişti. Gerekçe olarak da "kızlarım çok zeki. Derslerinde çok başarılı... Okudukları okulda tek Kürt bunlar var. Bizden Kürtçe öğrenip okulda kendi aralarında Kürtçe konuşurlarsa arkadaşları tarafından dışlanırlar; bu durum onların psikolojisi üzerinde olumsuz etki yapar; başarılı olamazlar diye endişe ediyorum" demişti. Kızlarının okuyup iyi okullarda okumasını 'belki doktor falan olmasını' istiyordu.

Bu da içinde yaşadığımız gerçeğin bir başka yönü. İnsanları korkularıyla kendi içine kapanık yaşamasının bir başka ifadesi… Buna ekonomik durumların yarattığı olumsuzlukların insanın kişiliği üzerinde yarattığı kompleksin sonucu ortaya çıkan kaygılarını da ekleyebiliriz.

Gerek o Kürt işçinin gerekse ekonomik sıkıntıların kompleksi içinde kıvranan insanın da gerisinde yatan acı gerçek 'modern dünyanın insan üzerinde kurduğu amansız baskının sonucunda' onların sosyal köklerinden kopması ve yalnızlaşmasıdır.

Tabi özellikle Kürt işçinin yaşadığı çelişkinin gerisinde toplumsal yapıdaki Kürt gerçeğine bakış da var.

Ama ondan daha önemli olan o kişinin çocukların geleceğine yönelik kaygılarla kendini kendi gerçeğinden soyutlamayı göze alması; yani teslimiyetçiliği yatıyor.

Laf buraya Aydınlı dayıyla sohbet ve onların köyündeki gündelik yaşamla ilgili olarak konuştuklarımızı yazarken geldi.

Aydınlı dayıyla birlikteyken veya kendi başıma sıradan insan topluluklarını izlerken gördüğüm günümüz insanın öyle veya böyle yalnızlaşmasının gerisinde yatan asıl gerçeği onun toplumla arasındaki sosyal bağlarını koparmasında yatıyor olmasıydı.

O gün dayı ve oğlu "bizim bugün ziyaretçimiz gelecek. Az kalabalık olurlar" deyince şaşırmıştım. Çünkü dayı yanımda yatalı on günü geçmiş "ciğer bağından yanasıcala" başlığıyla anlattığım hemşerileri kadın dışında hiç kimse gelmemişti. Onun için 'kimler gelecek?' diye merak ederken akşam ziyaret saatinde onları ziyaretçileriyle yalnız bırakmak için salona geçtim.

Orada otururken kata çıkan asansörün oradan rengarenk giysili çoğunluğu kadın insanlar çıkıp gelmeye başladı. Sayıları bir hayli fazlaydı. Sanki düğüne gider gibi 'özellikle kadınlar en yeni elbiselerini giymiş, erkekler de öyle tıraş da olup" gelmişlerdi.

İçimden "Allah Allah! Bunlar nereden geliyor böyle?" diye söylenirken kendi aralarındaki konuşmalarından gelenlerin dayının ziyaretçiler olduğunu anladım ve merakla arkalarından baktım.

Gittiler dayının odaya girdiler bir süre odada kaldılar; sonra geldikleri gibi çıkıp gittiler. Onlar gittikten sonra odaya girince dayı "Gelenle köyden hısım akraba" dedi.

Onların hepsi sabahın köründe kalkıp işlerine gitmişler. Orada dayıya ziyarete gelecekleri konusunda kendi aralarında sözleşmişler; akşamüzeri iş yerinden evlerine dönünce temizliklerini yaptıktan sonra şehre gelecekleri için de en yeni elbiselerini giymiş 'takmış takıştırmış' sonra bir dolmuşa doluşmuşlar ve düğüne gelir gibi gelmişlerdi. Hastaneye gelince önce Aydınlı dayıyı sonra üst kattaki hemşerileri "ciğer bağından yanasıcala" diye televizyonculara ilenen kadının kocasını da ziyaret edip güle oynaya gittiler.

Onların gelirken giderken, ziyaret ederken kendi aralarındaki samimiyeti şehrin içinden hastalara ziyarete gelen hiç kimsede görmedim. Şehrin içinden gelenlerde hep 'görev bilip geldik' resmiliğiyle karışık yapay bir samimiyet sırıtıyordu. Oysa onlar aynı düğüne gelir gibi kendi aralarında gülüşe şakalaşa 'sanki sabahın köründe işe gidip yorulan onlar değilmiş gibi' geldiler; hastalara ziyaretlerini yapıp gittiler.










24 Şubat 2017 Cuma

AKLIMDA BAŞLIĞI ÖYLECE KALAKALDIM



Geçtim bu aletin başına
Dokundum tuşlarına,
“Mevsim Sonbahar” diye yazdım.
Aklımca öyle başlıkla
Bir şiir yazacaktım.
Düşün Allah düşün
Sizin anlayacağınız
Tek satır gelmedi aklıma
“Mevsim Sonbahar” diye yazdım,
Öylece kala kaldım
Derken birden ilham geldi
“Sararan yapraklar kızıla döndü
Bugün benim için en mutlu gündü”
Diye yazdım.
Ama
Benim için mutlu olan gün neydi?
Düşün Allah düşün
O kadar zorladım; yine aklıma gelmedi
Sonra "oğlum" dedim
"Mutluluk kim? Sen kim?
Mutluluğu kim düşürdü de?
Sen bulup mutlu olacaksın
Sen bir garip cingenesin
Gümüş zurna senin neyine? dedikleri gibi
Dertlerin içinde kaybolmuş giderken
Senin mutluluk neyine"
Bunlar aklıma gelince
Vazgeçtim şiir miir yazmaktan
Dalıp gittim geçmişe
Yıllardır içimde biriken keşkelerime…
Haliyle
Mevsimin Sonbahar Günlerden Cuma olduğu
Hepsi birden
Aklımdan silinip gitti
Yani kendi keşkelerimin girdabında kaybolup giderken
Artık hiçbir şey umurumda değildi...               .....................Erdoğan Şenel




SABAHIN ERİNDE GÖZLERİ YOLDAYDI



Depoya gelen demirleri indirmiş dinleniyordu.

Deponun sahibinin malzeme almaya gelen inşaat sahibine “çimento yarın sabah gelecek” dediğini duymuş geceden oraya gelmişti.

O, kasabada hemen herkesin tanıdığı biriydi. Kasabaya gelen tüm yük kamyonlarını boşaltma görevini kendiliğinden üstlenmişti. Her gün değişik depoları, mahrukatçıları, toptancıları dolaşıp indirecek yük arıyordu. Bu iş için kimse ona bir ücret ödemiyor, onunda böyle bir talebi olmuyordu. Onu çalıştıran her kimse karnını doyuruyor; arada bir eskilerini verip giydiriyordu. Bazen bir depoda, bir benzinlikte hortumla onu yıkadıklarını görürdünüz. Bazen berbere götürüp tıraş da yaptırırlardı.

O bunlara hiç tepki vermezdi. O kadar işe yaradığı halde çoğu kişi onunla dalga geçip kendi aşağılık duygularını tatmin ederdi. Böyle yaşayıp gidiyordu.

Onu tanıyanlar onun eskiden normal biri olduğunu; o askerde iken sevdiği kızın başka biriyle evlendiğini; bunu asker dönüşü öğrenince içine kapanıp kimseyle konuşmadığını sonra köyünü evini terk edip buralara geldiğini söylemişlerdi.

Onun o gün bu gün bu kasabada yaşadığını; yazları bağ, bahçede kaldığını kışları ise inşaatlarda veya terk edilmiş evlerde kaldığını söylemişlerdi.

İşte bir gün önce çimento geleceğini öğrenince o kamyonu kaçırmamak için ağacın dibinde sabahlamıştı. Soğuktan kazık gibi kalmış ve biraz da üşümüştü. Kalktı gerindi ellerini ovuşturdu, yerinde zıplamaya başladı. Kamyonun geçip gitmesinden endişelenmişti. Ama buna olanak yoktu. Böyle araba beklediği günler kendinden geçip uyuklasa bile en küçük seste sıçrayıp kalkardı. Yola baktı yok kamyon daha gelmemişti. Acaba onunla dalga mı geçmişlerdi. Ama dalga geçmelerine de olanak yoktu. Gerçi daha önceleri onun yanında “yarın kamyon tuğla, çimento vb. getirecek” deyip onun ne yapacağını merak ederler eğer sabah erkenden depoya gelirse de gülüşüp dalgalarını geçer kendi aşağılık duygularını tatmin ederlerdi. Ama o bunlara hiç kulak asmaz kamyon geleceği söylenince de kimseye söylemeden geceden kamyonun geçeceği yola gelip; kamyonları oralarda beklerdi. Eğer dalga geçtiler ve beklediği kamyon gelmezse bağ aralarında dolaşıp gelmiş gibi yapar; bu şekilde onunla dalga geçmelerini önlerdi.

Yola tekrar baktı kamyon görünürde yoktu. Güneş daha doğmamıştı. Saati güneşe bakarak anlardı. “daha ezan yeni okundu, vakit erken” dedi. Hoplaya zıplaya biraz ısınmıştı. Gitti tekrar ağacı dibine oturdu. Yeni doğan Güneş yüzüne vuruyordu. “sabah güneşi sidikliye doğarmış” diye mırıldanıp güldü. Köyü aklına geldi. Ninesi sabah herkesten evvel kalkar anasına ve kız kardeşlerine “gııı! Yatıp durumusunuz? galkın gari. Üstünüze Güneş doğmuş, sidiklilee!” diye bağırırdı.

Nineciği anacığı kardeşleri aklına gelince “ne günledi be?” dedi.

Gerçekten en mutlu günleri askere kadar yaşadığı süreydi. “Bubası” odun kaçakçısıydı. Daha doğrusu kaçak kök kazıp gelir, özellikle kahveci fırıncı esnafına ve kasaba halkına satardı. Şimdiki gibi tüp icat olmamıştı. Olduysa bile onun köyüne, kasabasına daha bu “icat” uğramamıştı. Kömür de bilinmezdi. Evlerde odun, kahve ve fırında da kök” odunu yakılırdı. Kökün közü “guvvatlı” olurdu. Hem de iyi dayanırdı. Kök evlerde pek yakılmazdı. Çünkü diğer oduna göre pahalıydı. Ayrıca her soba kökün közünün ateşine dayanmazdı. Kök yakmak için kuzine lazımdı. O da her evde bulunmazdı. Onun için kökü evlerde zenginler kullanırdı.

Kadınlar çamaşır yıkayacakları zaman kahveden, fırından kül isterlerdi. Küllü suyla yıkanan çamaşırlar kar gibi bembeyaz olurdu.

İşte onun “bubası” da daha çok kök kazıp satan oduncuydu. Nasıl olduysa kereste kaçakçılarına takılmıştı. Onlar önceden ormancıların dağda gezmeyeceği geceyi nasılsa öğrenir o gece yanlarına aldıkları oduncularla birlikte önceden tespit ettikleri çamları çabucak kesip kamyona, traktöre yükler götürürdü.

İşte o gece yine “bubasını” çağırmışlardı.

Anacığı yalvarmıştı gitme diye. “Kök neyimize yetmiyo. Şükür geçinip gidiyoz. O iş tehlikeli gitme” diye yalvarmıştı. “bubası” “öyle diyon emme. Çocukla büyüyo. Oğlan yakında esgere gidicek. Paramız yetmiyo. Hem yövmiyeleri de artırdıla. Bi gecede onbeş gün kökden gazandığımı alıyon. Hem kök çok mu golay? Gecenin bi vaktı ormancıya gözükmüden kasabaya inmek golay mı zannediyon?” dedi.

Anası “onlara ormancı işlemeyo mu? Dağın dilberim torlarını devirip devirip götürüyo körolasılar” dedi. ‘Bubası’ “tabi onlara ormancı işlemeyo. Orda bu çalışıyo bu çalışıyo” diye para sayar gibi yapıp çıkmıştı. Anası ardından “naha onların adı batsın, boyu devrilsin” diye ilenmişti.

O anasının “bubasına” mı? Ormancıya mı? Yoksa kaçakçılara mı? “ilendiğini” anlamamıştı. Ninesiyle birlikte o da “boyu devrilesiceler” demişti.

Kardeşleri daha küçüktü. Uykulu gözlerle bir şey anlamadan bakıyorlardı. ‘Bubası’ gidiş o gidiş.

Ertesi gün öğle vakti ormancılar bir eşeğin üstüne sardıkları ‘bubasının’ ölüsünü getirip evin önüne bırakmışlardı.

‘Bubasının’ dağda ölüsünü bulunca jandarmaya haber vermişler; jandarma da savcı ve doktorla gelmiş. Doktor ‘bubasını’ torun altında bulunca otopsiye gerek görmemiş “kestiği ağaç altında kalarak ölmüş” diye rapor tutmuş ve savcıyla birlikte “köyüne götürülüp gömülsün” diye muhtara bildirmişlerdi.

Bütün bunları ‘bubasının’ ölüsünü ormancılar eşeğin sırtına sarıp geldiklerinde yanlarında gelen muhtar anlattı.

Ninesi “ötekiler nerdeymiş? Boyu devrilesi kereste gaçakçıları nerdeymiş? Benim oğlan bi başına mı toru devirmiş? Oğlumun ölüsünü goyup gaçanla nerdeymiş?” diye habire soruyordu.

Muhtar şaşalamıştı. ‘Bubasının’ ölüsünü sarıp getiren ormancı “ne ötekileri teyze? Oğlun orda tek başınaymış. Zaten senin oğlanı kaç kez kök getirirken yakaladım da idare ettim” demiş. 

Ninesi “heç bile yalnız değildi. Onu oraya patronları götürdü. Onla nerdeymiş? Tabi söylemezsiniz. Onla sizi doyuruyo tabi” diye söylenince ormancı “orasını karıştırma. Hem sizin evde kaçak odun var. Bir tutanak tutarsam iflahınız gevrer” diye sertçe çıkışmıştı. Bu arada muhtar kaşıyla gözüyle ninesine “sus” işareti yapıyordu.

Ormancının koluna girdi “sen bunlan gusuruna bakma. Acıyla ne sölediklerini bilmeyo” diyerek ormancıyı oradan uzaklaştırdı.

Ormancının giderken “bunların kulanı bük; fazla ileri geri konuşmasınlar” dediğini muhtarın “sen merak etme; ben her bişeyi söyler, tembihlerim” dediğini o da duymuş bir şey anlamamıştı.

Ormancı gittikten sonra muhtar köylüler geldi. Kadınlar ninesi ve anasıyla yas tutup, ağıt yakarken erkekler ‘bubasının’ ölüsünü yıkayıp camide namazını kıldırıp, götürüp mezara defnetmişlerdi.

Babası öldükten sonra o dört sene ev işlerine yardım etti. Evin erkeği olarak her işe koştu. Bu arada Keziban kızla yavuklu oldu. Gizlice görüşüyordu. Bunu bir ninesi biliyordu. O da torununa “sen hayırlısıyla eskere git gel, o vakit gide isteriz” demişti. O da askerliği gelince askere gitmiş; bir an evvel bitip de Keziban kıza kavuşmak için izin bile kullanmamış, teskereyi iple çekmişti. Teskere günü gelince sevinçle askerlik yaptığı yerin çarşısına gitmiş; ninesine, anasına, kardeşlerine ve tabi Keziban kıza da hediyelikler alıp köyün yolunu tutmuştu.

O gün kasabaya gelmişti.  Köye giden dolmuş köyde gelin dolaştıracağım diye erken kalktığından dolmuşa ucu ucuna yetişmişti. “Allah var ya” aklına düğün kimin diye sormak gelmemişti. O yalnız Keziban kızı düşünüyordu.

Köye gelince doğru eve koşmuştu. Eve girdiğinde hem anası, hem ninesi ‘sevinmek şurda dursun’ ölü görmüş gibi ona baktılar. Şaşırmış bir şey anlamamıştı. “Hayırdır hortlağa mı benzettiniz beni? Ben geldim ben, oğlunuz” deyince önce ninesi kalkıp boynuna sarılmış “abo sevinmez miyiz? Ay oğlum, sevinmez miyiz? Benim gadersiz torunum, sevinmez miyiz?” deyip bir yandan sarılıp, bir yandan yas ediyordu. Anası kardeşleri de ona sarıldılar. Hepsi feryat figan ağlaşıyordu.

Şaşırıp kalmıştı. Neden sonra sakinleştiler. Ninesi olan biteni ona bir bir anlattı. O askerde iken Keziban’ı muhtar oğluna istemiş. Kız “gatiyen olmaz, ben başkasını seviyom” dediyse de babası muhtarın verdiği başlık parası çok olduğu için Keziban’ı muhtarın oğluna vermişler.

Dolmuşçunun yetişmem lazım diye acele ettiği düğün Keziban’ın düğünüymüş. O bunu duyunca ‘samıt gibi olmuş.’ Ne söylenirse sanki duymuyormuş. Bir hafta evden çıkmamış. Askerden geldiği için “hayırlı olsuna” gelenlerle bile görüşmemiş.

Bir hafta sonra da köyden çıkmış, çıkış o çıkış. Bir daha köye dönmemiş. Anası ninesi uzunca süre peşinde koşmuş doktorlara, hocalara götürmüşler. Hiçbir çaresini bulamamışlar. O o gün, bu gündür kasabada mecnun gibi yaşamış. Bir süre sonra ninesi de, anası da ölüp gitmiş. Kardeşleri kocaya varmış. O bunları hep duyup, bilip, görüyormuş. Ama kendi acısıyla hiç umursamamış.

Bu kasabada onun, bunun işini görerek, yük boşaltıp, yükleyerek, verilen eskimiş üstbaşla, bir lokma yiyecekle bu güne gelmiş. Bu gün de burada gecenin ilk yarısından beri çimento kamyonunu bekliyordu.

Tekrar yola baktı. Gelen giden yoktu. Biraz daha ellerini ovup zıpladı. Güneş hafiften ısıtmaya başlamış; sabah serinliğinin acısını almıştı. Birden bir kamyon sesi duydu. Koştu yola çıktı. Kamyon yaklaşınca el etti. Şoför de onu tanımıştı; arabayı durdu. Şoförün yanındaki basamağa tutundu. Depoya kadar öyle gitti. 

Depocu daha yeni gelmişti. Kamyonu ve kamyonun yanı başında asılı onu görünce şoföre “ooo!. Bizim deli oğlan seni bulmuş” dedi. Şoför kamyonu yanaştırdı. O kapakları açtı. Onlar vermece, o alıp istif etmece; diğerleri gelmeden kamyonu bir çırpıda boşalttı. 

Orada bulunanların hepsi “maşallahı var bunun” dediklerinde koltukları kabardı. Deponun sahibi “biraz dinlen, sonra şişçiye git bi güzel garnını doyur” dedi. O çimentoların yanında oturdu; şoförün verdiği sigarayı ‘tellendirdi.’ Bir iki nefes çekip attı.

Sigara içmez arada bir verirlerse bir iki nefes çekip atardı. Biraz dinlenmişti. Diğer işçiler gelip çimentoların indiğini görünce biraz eksiklenmişler ve ona “aferin deli olan bize iş bırakmamış” diye akıllarınca onu enayi yerine koyup eğlenmişlerdi.

O bunlara hiç yüz vermezdi. Kalktı depo sahibiyle, şoföre “hadi eyvallah” deyip şişçiye gitti. Patronun selamını söyleyip ikilik bir şiş söyledi. Adamakıllı karnını doyurdu. Çıktı doğru benzinliğe gitti. Boş olduğu zamanlar hep o benzinliğe giderdi. Onunla yalnız o benzinliğin sahibi dalga geçmez, dalga geçenlere kızardı. Benzinliğe vardı. 

Benzinliğin sahibi onu görünce sanki yakınıymış gibi “sen nerdeydin kaç gündür. İnsan hiç haber vermez mi” dedi. Sonra “sen çimento indirmişsin herhalde. Üstün başın toz içinde kalmış. Gel seni bi yıkayayım” deyip kolundan tuttuğu gibi benzinliğin arkasına götürdü. Fırça ve hortumla bi güzel yıkadı. Onun için eski elbiselerinden getirmişti. Onları giydirdi. Çıkardığı elbiselerini ateşte yaktı. Saçını da usturayla bir güzel kazıdı. “hah şöyle bit pire kalmadı ter temiz oldun” dedi. Gerçekten çok rahatlamıştı; gitti ilerdeki armudun dibinde bir güzel uyku çekti. Sonra uyanınca benzincinin verdiği ot ekmeği dürümünü aldı; bir şişe de su doldurdu, doğru geceleri kaldığı inşaata gitti. 

Günler böyle böyle geçiyordu. Hava soğumaya başlamıştı. Geceleri de ayaz oluyordu. Kış bu sene çok sert başlamış, kar erkenden yağmıştı. O gece inşaatın bodrumunda çimento torbalarından yaptığı yatakta yatmıştı. Gece ayaz olunca “uyur galır da, buyup ölürün” diye kalkıp kalkıp zıplamış uyumamaya çalışmıştı. 

Ama gecenin yarısında uyku adamakıllı bastırınca; çimento torbalarını üstüne yorgan gibi örtüp öylece uyumuştu. Sabah inşaatın sahibi, “ne var ne yok?” diye inşaatına bakmaya gelince bir koku duyup bodruma inmiş; orada onun öldüğünü fark edince koşarak insan çağırmaya gitmiş; bu sırada haberi duyan herkes koşup gelmiş, birileri de doktora ve savcıya haber vermişti. Bunun üzerine savcıyla birlikte gelen doktor onu incelemiş; otopsi yapmaya bile gerek duymadan “donarak ölmüş” diye rapor tutup, morga kaldırılmasını söylemiş. 

Bu arada köyüne kardeşlerine haber vermişler. Köylüleri, kardeşleri, enişteleri koşup gelmiş; ölüsünü yıllar önce çıkıp gittiği köye götürüp gömmüşler. 

Ölümüne en çok benzinciyle, acısını içine gömen Keziban kız üzülmüştü.