Aydınlı dayının oğlu anlatmıştı. Sabahın
üçünde kalkarmış. İşi daha önce görüşüp anlaştığı işçileri dayı başılığını
yaptığı iş yerlerine götürmek ve iş yerinde onların başında iş süresince
bekleyip sonra köye geri getirmekmiş.
Babasının başında o bekliyordu. Diğer bir
kardeşine bu işi takip etme görevini vermişti; ama yine kendi takip ediyordu.
Ben babasını hep o beklediği için onun babasıyla özel bir bağı olduğunu; daha
doğrusu babasının sevgili oğlu olduğunu kardeşlerinin babalarına dargın
olduğunu sanmıştım. "Babamı ben bekleyeceğim" deyince aklıma öyle
gelmişti.
Benim değerlendirmem böyleydi. Sonraki
sohbetlerde bunun benim 'ön yargım' olduğunu ve yanıldığımı anladım.
Neyse; ilk geceden itibaren gecenin bir
vakti ona gelen telefonlara sinir olmuştum. Ayrıca rahatsız da oluyordum ve her
gün gecenin yarısı başlayan telefon görüşmelerini merak da ediyordum.
Çünkü adam çok uykusuzken gecenin bir
yarısı gelen telefona açıp uykulu uykulu sabırla cevap veriyor; sonra başka
yerleri arıyordu.
Geldiklerinin ikinci gecesi dayanamayıp
"kusura bakma gece yarısı kiminle konuşuyorsun böyle" deyince mahcup
bir yüz ifadesiyle "abi kusura bakma ya. Galiba rahatsız ettim" dedi.
Ben "önemli değil canım. Kiminle
konuşuyorsun diye merak ettim" deyince güldü. "Abi ben dayı başıyım.
Gece saat üçten itibaren daha önce anlaşdığım işçileri tek tek arayıp uyarıyon.
Sonra gardeşime onları toparlamasını söylüyon. İş başı yapana gadar telefonla
takip ediyon" diye açıkladı.
Kardeşi tek başına bu işi beceremezmiş.
Hastanede babasıyla da onların yeterince ilgilenemeyeceğini düşününce
kardeşlerine "bubamın yanında zararı yok ben galayım. Siz de benim işi
takip edin" demiş; böyle bir iş bölümü sonucu geceli gündüzlü burada kalıp
telefonla da işin eksiksiz yapılmasını takip ediyordu.
Sonraki günler onunla ve dayıyla samimiyeti
artırınca anlatmışlardı. Bunların köy ev içeri geceden kalkıp değişik yerlerde
çalışmaya giderlermiş. Herkesin sigortası varmış. Kadın erkek köyde yaşı belli
bir yere gelince emekli olmayan yokmuş. O bunları anlattıkça benim aklımda
kendi ilçem ve köylerimiz geliyordu. Bizim orada köylerde bu boyutta çalışma
yoktur. Çiftçilik veya besicilik yapan köylerde bu işi genelde kadınlar
yaparlar.
Onlarla bu köyün insanları kıyaslayınca
kendi doğum yerim olan ilçem, köyleri ve başka bildiğim yerler gelince bu köyün
insanına gıpta ettim.
Daha sonraki günler Aydınlı dayıyla
yaptığım sohbetlerde köydeki yaşamlarından verdiği örneklerle bu durumu daha
ayrıntılı olarak anlatmıştı. Onların köyde yaz ve kış hayat en geç dörtte başlarmış.
Herkesin iş için gidecek bir yeri yapacak bir işi olurmuş. Hemen hepsinin 'az
veya çok' zeytinliği, ceviz ve kestane ağaçları varmış.
Dayı bunları anlatırken "bunların en
güççüğü bi oğlan var benim. Az berduşdur. Öyle işi mişi çok sevmez. Hana berduş
dediğim öyle şer şör biri değil. 'Arkıdeşlenle oturur bira içer. Ara sıra
sarhoş olur'. Yani berduşluğu bunlar. Ben en güççük olunca onu az hoş dutdum.
Bunlar bene bi şey demeye çekinir; emme o kerata arkıdeş gibidir" dedi.
Buraya gelmeden az evvel o oğluna "ula
oğlum; sen de bi iş dutsana" demiş. Oğlu "buba işde beraber bi şeyle
yapıyoz ya" demiş. Bu "eyi oğlum da. Sen evlenmecen mi? Ne deycez de
sene gız isdeycez. Gız isdemeye gidince senin oğlan berduşun biri derlerse nedicen?"
demiş. Oğlu "ula buba kafa yorduğun şeye bak. Öyle derlerse 'ben ne güne
duruyon. Onun kapı gibi bubası var arkasında dersin. Benim bubam gibi kimin
bubası var?'" demiş. Dayı bunu söylerken gülümsüyordu "döyüsün oğlu
sırtını bene yaslamış. Ondan öyle ediyomuş" dedi sonra "hana vakıt
geçsin deye anladıyon bunlara. Yoğusa o da çok faydalıdır" dedi.
"Aydınlı dayıyla sohbet" adı
altında onunla yaptığımız sohbetlerin hepsini öyküleştirdim. Bu öyküde anlatmak
istediğim şey
Anadolu insanın özellikle ailesine ve tabi
çocuklarına karşı tatlı bir otorite üzerinden gösterdiği engin ilgisi ve
hoşgörüsüdür.
"Kentsoylu" diye tanımlanan
özellikle eğitim almış insanların dünyasında bunu göremezsiniz. Onlar daha çok
çocuklarının iyi eğitimine odaklandığı için onlara kurs benzeri olanak sağlamakla
görevlerinin bittiğini sanır. Şehir yaşamının yoğun hayhuyu içinde ailesine
veya çocuklarına pek yakın ilgi gösteremez. Onları anlamaya çalışmaz. Biraz
varlıklı olanları özellikle çocuklarını maddi olarak doyurup, istediklerini
alınca onlara karşı görevlerini yaptım zanneder.
Sanırım çekirdek aile diye nitelenen sosyal
yapının en küçük birimi ailelerin kendi içlerine kapanması; kırsal kesimdeki
ataerkil aile yapısının hısım akraba ilişkilerinin hoşluğunun giderek fertler
ve aileler arasında kıskançlık içeren yarışa dönüşürken insanın yaşama
bakışının giderek maddileşmesi, duygusal insan yanının giderek tükenip
günümüzdeki bencil insan kimliğinin oluşmasının temelinde 'Anadolu insanı' diye
tanımlanan kırsal kesim insanının kendine geçmişten miras kalan duygusal
bağların giderek kopması fertler arasında buna bağlı olarak "ana baba ve
kardeş dahil' ilişkinin tamamen maddeleşmesi yatıyor.
Halk türküsü diye bilinen bütün sözlü ve
yazılı edebiyatlara bakınca bu özellikleri çok rahat görebiliriz.
Halk Türkülerinde ifade edilen aşk
muhabbet, sıla özlemi, gurbet duyguları günümüz kentleşen insanı için hep
içinden bir şeyler akıtan geçmişin sesi gibiyse de; giderek o ses de sanki
temelli yitip gidiyor veya gidecek gibi.
Sanırım toplumsal yapımızın bugün içinde
savrulduğu dünyanın en öne çıkan yanı da bu; yani "İnsanın giderek tümüyle
yalnızlaşması."
Aydınlı dayıyla yaptığımız sohbetlerde ve
sıradan insanlar arasında yaptığım gözlemlerde öne çıkan yan bu oluyor.
Öyle ki maddeleşen dünyaya uyum sağlamak
isteyen insan içindeki korkularla yaşamaya katlanmaya razı oluyor.
Doğulu tanıdığım bir işçi vardı. Kendisi ve
ailesi Kürt'tü. Bir sohbet sırasında evde çocukların yanında hiç Kürtçe
konuşmadıklarını söylemişti. Gerekçe olarak da "kızlarım çok zeki.
Derslerinde çok başarılı... Okudukları okulda tek Kürt bunlar var. Bizden
Kürtçe öğrenip okulda kendi aralarında Kürtçe konuşurlarsa arkadaşları
tarafından dışlanırlar; bu durum onların psikolojisi üzerinde olumsuz etki
yapar; başarılı olamazlar diye endişe ediyorum" demişti. Kızlarının okuyup
iyi okullarda okumasını 'belki doktor falan olmasını' istiyordu.
Bu da içinde yaşadığımız gerçeğin bir başka
yönü. İnsanları korkularıyla kendi içine kapanık yaşamasının bir başka ifadesi…
Buna ekonomik durumların yarattığı olumsuzlukların insanın kişiliği üzerinde
yarattığı kompleksin sonucu ortaya çıkan kaygılarını da ekleyebiliriz.
Gerek o Kürt işçinin gerekse ekonomik
sıkıntıların kompleksi içinde kıvranan insanın da gerisinde yatan acı gerçek
'modern dünyanın insan üzerinde kurduğu amansız baskının sonucunda' onların
sosyal köklerinden kopması ve yalnızlaşmasıdır.
Tabi özellikle Kürt işçinin yaşadığı
çelişkinin gerisinde toplumsal yapıdaki Kürt gerçeğine bakış da var.
Ama ondan daha önemli olan o kişinin
çocukların geleceğine yönelik kaygılarla kendini kendi gerçeğinden soyutlamayı
göze alması; yani teslimiyetçiliği yatıyor.
Laf buraya Aydınlı dayıyla sohbet ve
onların köyündeki gündelik yaşamla ilgili olarak konuştuklarımızı yazarken
geldi.
Aydınlı dayıyla birlikteyken veya kendi
başıma sıradan insan topluluklarını izlerken gördüğüm günümüz insanın öyle veya
böyle yalnızlaşmasının gerisinde yatan asıl gerçeği onun toplumla arasındaki
sosyal bağlarını koparmasında yatıyor olmasıydı.
O gün dayı ve oğlu "bizim bugün
ziyaretçimiz gelecek. Az kalabalık olurlar" deyince şaşırmıştım. Çünkü
dayı yanımda yatalı on günü geçmiş "ciğer bağından yanasıcala"
başlığıyla anlattığım hemşerileri kadın dışında hiç kimse gelmemişti. Onun için
'kimler gelecek?' diye merak ederken akşam ziyaret saatinde onları
ziyaretçileriyle yalnız bırakmak için salona geçtim.
Orada otururken kata çıkan asansörün oradan
rengarenk giysili çoğunluğu kadın insanlar çıkıp gelmeye başladı. Sayıları bir
hayli fazlaydı. Sanki düğüne gider gibi 'özellikle kadınlar en yeni
elbiselerini giymiş, erkekler de öyle tıraş da olup" gelmişlerdi.
İçimden "Allah Allah! Bunlar nereden
geliyor böyle?" diye söylenirken kendi aralarındaki konuşmalarından
gelenlerin dayının ziyaretçiler olduğunu anladım ve merakla arkalarından
baktım.
Gittiler dayının odaya girdiler bir süre
odada kaldılar; sonra geldikleri gibi çıkıp gittiler. Onlar gittikten sonra
odaya girince dayı "Gelenle köyden hısım akraba" dedi.
Onların hepsi sabahın köründe kalkıp
işlerine gitmişler. Orada dayıya ziyarete gelecekleri konusunda kendi
aralarında sözleşmişler; akşamüzeri iş yerinden evlerine dönünce temizliklerini
yaptıktan sonra şehre gelecekleri için de en yeni elbiselerini giymiş 'takmış
takıştırmış' sonra bir dolmuşa doluşmuşlar ve düğüne gelir gibi gelmişlerdi.
Hastaneye gelince önce Aydınlı dayıyı sonra üst kattaki hemşerileri "ciğer
bağından yanasıcala" diye televizyonculara ilenen kadının kocasını da
ziyaret edip güle oynaya gittiler.
Onların gelirken giderken, ziyaret ederken
kendi aralarındaki samimiyeti şehrin içinden hastalara ziyarete gelen hiç
kimsede görmedim. Şehrin içinden gelenlerde hep 'görev bilip geldik'
resmiliğiyle karışık yapay bir samimiyet sırıtıyordu. Oysa onlar aynı düğüne
gelir gibi kendi aralarında gülüşe şakalaşa 'sanki sabahın köründe işe gidip
yorulan onlar değilmiş gibi' geldiler; hastalara ziyaretlerini yapıp gittiler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder