“Delikanlı adamı
tanımanın iki yolu var abey. Bir içki masası. İki zoru görünce ne yaptığı? Eğer
ki! İçki masasında ağzını götünü dağıtmıyorsa ve zoru görünce sıvışıp arazi
olmuyorsa ona her şeyinle güveneceksin. Yani benim biri için ölçüm; ona
delikanlı adam demek için bu iki imtihandan da tam çıkması lazım. Yoksa adam
içki masasında ağzını götünü dağıtmaz; iyi içkidir; ama zoru görünce seni yarı
yolda satabilir. Mesela örneğin Lili Ahmet” dedi.
Bu tespiti yapan Kozanlı
Mehmet’ti. Daha önce bir hikayede ondan bahsetmiştim sanırım.
Kozanlı Mehmet aslen
Malatyalı. Çok küçük yaşta ailesi Adana Kozan’a göçünce Mehmet orada büyümüş.
Çukurova'nın sıcağında sıcağın kavurduğu yüzü, duruşu, oturup kalkışı ve
“Kozanlıyık” deyişiyle harbi Adana Kozan çocuğu olup çıkmış.
Yanında onun her
dediğini onaylayan güleç yüzlü eşi de dayısının kızıymış. Mehmet “dayım kızıyla
evlendirmek için beni kaçırdı” dedi.
Dayısı bunu küçükten çok
seviyormuş. Kızıyla ikisini evlendirmeyi kafaya koymuş; ama ‘eniştesi de olsa’
“benim kızı oğluna al” denmez. Zaten eniştesi; yani Mehmet’in babası ‘kayınbiraderinin
kızıyla oğlunu akraba oldukları için evlenmelerini istemediğinden olacak’ bir
sohbet sırasında “senin kızı alırdım benim oğlana; ama kızın yaşı küçük” demiş
ve Mehmet’i yakın bir arkadaşının kızıyla evlendirmeyi düşündüğünü söylemiş.
Dayısı bunu duyunca Mehmet’i kaçırıp kızıyla evlendirmeyi kafaya koymuş.
Mehmet bunları söylerken
eşi “sen bakma abey. Bunun gönlü de bana kayıktı” deyince Mehmet “he valla! Doğruya
doğru. Benim gönlüm buna kayıktı” dedi.
Babası arada bir
Malatya’ya ticaret için gidiyormuş.
Eniştesi Malatya’ya
gittiği hafta dayısı tutmuş; Mehmet’i kaçırıp götürmüş Malatya’da akrabalarının
olduğu köye. Onları orada evlendirmiş.
Eşi “ben o vakit on altı
yaşındaydım” dedi tüm sevimliliğiyle. Mehmet’in babası Malatya dönüşü öğreniyor
kayınbiraderinin Mehmet’i alıp gittiğini ve kızıyla evlendirdiğini. Ortada
nikah ve eşinin yani Mehmet’in anasının hatırı olunca mecbur kabullenmiş ve
geldiklerinde bir de güzel düğün yapmış bunlara.
Eşi “yirmi beşinde
beşinci çocuğu doğurdum abey” dedi. Eşinin söylediği gibi tam beş çocukları
olmuş. Biri özürlüymüş. Daha doğrusu ilk çocukları. Özürü akraba evliliğinden
değil. Eşi “ikimiz de tecrübesizdik. Çocuk yedi sekiz aylıkken çok ateşlendi.
Havale geçiriyordu. Bilemedik ne yapacağımızı. Meğerse menejit olmuş. Ondan alt
tarafı felç oldu” dedi. İlk çocuk erkekmiş. O günden beri onunla birlikte
kalıyorlar. Oğlu koca adam olmuş. Mehmet’in bir derdi de oğlunun özürlü haline
uygun bir eş bulmak. Çocuk çok duygusalmış. Şiir falan yazıyormuş. Bana
“seninle tanıştırayım onu” dedi.
Sizin anlayacağınız
Mehmet ve eşi çok genç yaşta beş çocuğun dördünü büyütüp evermiş bile.
Onaltısında gelin olan eşi şimdi hem anneanne hem babaanne olmanın
sorumluluğunu ve keyfini yaşıyor. Mehmet de dede olmanın tabi.
“Abey hepsi toplanıp
sofra kurunca çok keyiflenirim. Bizim de baya kalabalık bir ocağımız oldu diye”
derken çok samimiydi. Zaten çocukları hepsi onlara yakın oturuyormuş ve sık sık
bir araya geliyorlarmış.
Onu da hastanede aynı
odayı paylaşırken tanıdım. İlk başta görünüşüne bakıp biraz tırsmıştım. Çünkü
sürekli hareket halindeydi ve çok konuşuyordu. Oldum bittim öyle çok konuşan
tiplerden hiç hoşlanmam. Mehmet kaba saba görünüşüyle çok itici gelmişti. Onu
tanıdıkça hep olduğu gibi onu ön yargıyla değerlendirdiğimi fark ettim. Çünkü o
kaba saba görünüşü altından çok naif edebiyat dostu bir kimlik çıkmıştı ortaya.
Görseniz siz de hiç tahmin etmezsiniz. Sohbet sırasında ancak anlarsınız benim
gibi. O hastanede kaç kez yatılı kaldım; üçüncü katında kütüphane olduğunu bilmiyordum.
Ondan öğrendim. Bir çok önemli dünya klasiğini okumuş. Sohbet sırasında ortaya
çıktı bunlar.
Onunla çok sohbetim
oldu. Orada başlayan dostluğu devam ettirme kararı aldık. Niyetim onun
yaşamından bir Çukurova romanı çıkarmaktı. Yaşadığım sorunların Allah belasını
versin. Bir türlü yakamı bırakmıyor. Bir çok projem gibi bu da şimdilik
düşüncede kaldı. Aynı şehirde olmamıza rağmen hala şöyle oturup dört başı bir
sohbetimiz olmadı. Ses alma cihazım var. Onu verdim. “Al buna aklına gelen
yaşadıklarını anlat” diye. Bir hafta sonra cihazı “abey beceremedim. İnsan
kendine konuşmaya utanıyor ya!” deyip geri verdi. Belki bu sene ilkbaharda
biraz canlanırsam niyetim onunla bir köşeye çekilip sohbet etmek.
Neyse şimdi burada
bunları konu etmem onun ilk tanıştığımız günlerde “abey ben delikanlı adamı bir
içki masasındaki adabına, bir de zoru görünce ne yaptığına bakarak tanır karar
veririm. Misal adam güzel içki içer. Gider seni zoru görünce satar. Onun için
ikisinden de sağlam çıkması lazım” dedikten sonra “Mesela örneğin Lili Ahmet”
diye tanıdığı birinden örnek vermesiydi. Çünkü Lili Ahmet hakikaten çok ilginç
biri gelmişti bana.
Lili Ahmet bunun
Adana’da delikanlı günlerinde tanıdığı biriymiş; ama öyle arkadaş falan
değilmiş. Arkadaşlarıyla ortak tanıdıkmış.
Gülerek “adı Lili Ahmet’ti.
Niye öyle bilmem? Ama öyleydi” dedi.
Bir gün arkadaşlarının
yanında bu Lili Ahmet varken arkadaşları buna “gel bu akşam kafaları partlatalım”
demişler.
“Ben tanımadığım birinle
içki içmem. Çünkü içki bu! Adamın ne yapacağını bilemezsin. Çiy biriyse
durduğun yerde başına iş alırsın. Hele Lili Ahmet gibi ayı gibi biriyse tam
bela olur” dedi. Ama burada arkadaşları varmış arada. Onlarla çok yiyip içmiş.
“İkisi de sağlam çocuk; sağlam içici. Yani masaya oturduğu gibi kalkanlardan”
dedi.
Onları öyle bildiği için
Lili Ahmet’i fazla dert etmemiş. Küçük saatin orada bir meyhaneye gitmişler.
“Ayıptır söylemesi iki
yetmişlik içtik. Kimsede bir şey yok. Lili Ahmet de öyle. Zaten adam ayı gibi.
Bir şey yapsa; mıcırık çıkarsa imkanı yok üçümüz hakkından gelemeyiz. Onun için
benim gözüm onda. Baktım adam su içer gibi içiyor. Onun içişi hoşuma gitti.
Haftalığı da almışım. Coştum bir yetmişlik de ben söyledim. Onu da içtik. Yani
adam başına neredeyse birer yetmişlik düşüyor. Kimsede bir şey yok. Senin
anlayacağın abey ayılar gibi yedik içtik. Sonra hesap istedik. Ismarladığım
yetmişliğin parasını ben ödedim. Kalan hesabı da dörde bölüp ödedik ve çıktık
meyhaneden keyifle caddede yürüyoruz.
Cadde bomboş. Cadde
kenarında mağazalar sıralanmış. Hepsi Sakıp ağanın mallarını satan mağaza.
Vitrinler ışıl ışıl. Mankenler sıralanmış. Sanki sergide yürür gibi keyifle
gidiyoruz. ‘Nereye mi? Hiiç! Öyle keyfine yürüyoruz’ derken bir vitrinin
önünden geçerken Lili ayı gibi ayağıyla tuttu vitrine bir tekme savurdu.
Allah seni inandırsın
abey. O tekme bir adamın kafaya değecek; kafayı uçurur; ama vitrindeki cam ‘ban
mısın?’ demedi abey. Lili Ahmet herhalde ayağı acımış; bastı küfürü bir tekme
daha attı. Yine camlar sağlam. Bizim arkadaşı sakinleştirip alım gitmemiz lazım
değil mi?” dedi benim cevap vermemi beklemeden “normali o; ama biz de kızdık
camlara. Sanki bize kafa tutuyorlar gibi geldi. Hep birlik ‘nasıl kırılmazmış
bu camlar?’ deyip birlikte yüklenince vitrin camıyla birlikte kendimizi
mağazanın içinde bulduk. Gürültüye apartmanlardan çıkanlar oldu. Alarm öter
viy! Viy! Kaçıp gitsek hırsız sanacaklar. O şaşkınlıkla mağazanın içinde tavuk
gibi tünerken polisler çıkıp geldi. ‘Camdan mı? Kapıdan mı?’ girdiler
bilmiyorum. Girip geldiler. ‘Ne yapıyorsunuz burada?’ dediler. Polislere ‘valla
amacımız hırsızlık değildi’ falan diyeceğiz polisleri gören Lili Ahmet kudurdu.
Ana avrat bastı küfürü polislere. Adamlar ne yapsın? Onlar da girişti copla
bize. Döve döve bindirdiler arabalara. Onlar dövmeci Lili Ahmet sövmeci
götürdüler bizi tıktılar bir nezarete. Orada da bir araba sopa atıp bırakıp
gittiler. Hepimiz yediğimiz dayaktan bittik.
O sıra daha önce
sokaktan tutup getirilenler var. Onlar ‘hep bu abey onlara sövdü diye dövdüler
sizi’ diye polislerin bizi niye öyle hırsla dövdüğünü anlatıyorlardı. O sıra
nezaretin önünden polisler yandaki nezarete birilerini götürüyormuş. Bunu göre
Lili o polislere ana avrat küfür etmeye başladı. O polisler getirdikleri
tutukluları yandaki nezarete koydu. Diğer polis arkadaşlarını çağırdı. Hepsi
ellerinde coplarla girdiler bizi koydukları nezarete giriştiler hepimize. Yazık
daha önce gelenler var. Onlara da giriştiler. O zavallılar ‘abey biz bunlardan
değiliz’ deseler de polisler ayırmadı onları. Yani aynı dayağı onlar da yedi.
Onlar dayak acısıyla ‘ulan biz seni yakalamayalım dışarıda. Senin ananı
avradını’ diye Lili’ye küfür ediyorlar. Biz onlara ‘hoop! Ayıp oluyor. O bizim
arkadaşımız’ diye Lili Ahmet’e sahip çıkalım derken Lili dışarıda başka bir polis
görünce onlara küfür ediyor. O polisler arkadaşlarıyla gelip girişiyor
hepimize. Yani o garibanları da ayırmıyorlar. Allah senin inandırsın
tam böyle. Lili Ahmet sövmeci polisler hepimizi dövmeci sabahı bulduk; ama hiç
birimizin iler tutar yeri kalmadı. Hepimiz dayaktan bittik. Sabaha doğru Lili
ayıldı ‘ne oldu bize?’ diyor. Ölürmüsün? Öldürürmüsün. Valla aynen böyle. Sabahleyin Lilinin patronu
nereden duyduysa o gelmiş. Adana'nın tanınmış muhasebecisiymiş. Lili de onun
has adamıymış. Ona kefil olmuş. Mağaza sahibini arayıp zararı karşılayacağını
söyleyip davadan vazgeçirmiş. Polislerin de şikayetini geri aldırmış. Alıp
gidecek onu. Lili bizim yanımıza geldi anlattı bunları. ‘Ben gidiyorum.
Kendinize iyi bakın’ dedi. ‘Ulan oğlum. Buraya senin yüzünden düştük. Biz, bu
garibanlar senin yüzünden sabaha kadar dayak yedik. Sen şimdi. Ben gidiyorum
kendinize iyi bakın diyorsun. Senin bu yaptığın arkadaşlık mı?’ deyince güldü
pezevengin oğlu. ‘Ne yani? Ben sizin her şeyinize kefilin mi? dedim. Dosdoğru
içseydiniz de başınıza iş bulmasaydınız. Hem sizi emecek değiller ya. Biraz
sonra sizi de bırakırlar merak etmeyin’ deyip siktir olup gitti.
Mesela örneğin. Onun
içkisine göre not verseydik dört dörtlük delikanlıydı. Ama bizi nezarette
‘meyhanede puşt bırakır gibi çekip gitmesine bakınca hayatta ardına
dönülmeyecek galleş puştun biri” dedi ve bana “haksızmıyım?” der gibi baktı.
Vallahi anlattıklarına
bakınca yerden göğe kadar haklıydı da benim aklıma “Lili Ahmet’in onlara ‘dosdoğru
içseydiniz de başınıza iş bulmasaydınız’ deyişi ve polislere sarhoşken niye
öyle küfür ettiği? Ayıkınca niye bunu unuttuğu? O garibanların daha sonra Lili Ahmet’i bir yerde kıstırıp ondan hesap sorup sormadıkları” takılıp kalmıştı. O
sıra yüzüme bakan Kozanlı Mehmet’e “vallahi yerden göğe kadar haklısın” dedim.
Erdoğan Bey, hapishane herkese okul olurmuş derler, anlaşılan sizin için de hastahaneler okul olmuş. Çünkü güzel anlatılarınızın çoğu bura kaynaklı...
YanıtlaSilMerhaba dostum. Hastaneler de bir yerde benim için okul oldu. Öykülerimin çoğunun kaynağı oralarda tanıdığım insan hikayelerinden oluşuyor.
YanıtlaSil