6 Şubat 2017 Pazartesi

MESELA ÖRNEĞİN LİLİ AHMET


“Delikanlı adamı tanımanın iki yolu var abey. Bir içki masası. İki zoru görünce ne yaptığı? Eğer ki! İçki masasında ağzını götünü dağıtmıyorsa ve zoru görünce sıvışıp arazi olmuyorsa ona her şeyinle güveneceksin. Yani benim biri için ölçüm; ona delikanlı adam demek için bu iki imtihandan da tam çıkması lazım. Yoksa adam içki masasında ağzını götünü dağıtmaz; iyi içkidir; ama zoru görünce seni yarı yolda satabilir. Mesela örneğin Lili Ahmet” dedi.

Bu tespiti yapan Kozanlı Mehmet’ti. Daha önce bir hikayede ondan bahsetmiştim sanırım.

Kozanlı Mehmet aslen Malatyalı. Çok küçük yaşta ailesi Adana Kozan’a göçünce Mehmet orada büyümüş. Çukurova'nın sıcağında sıcağın kavurduğu yüzü, duruşu, oturup kalkışı ve “Kozanlıyık” deyişiyle harbi Adana Kozan çocuğu olup çıkmış.

Yanında onun her dediğini onaylayan güleç yüzlü eşi de dayısının kızıymış. Mehmet “dayım kızıyla evlendirmek için beni kaçırdı” dedi.

Dayısı bunu küçükten çok seviyormuş. Kızıyla ikisini evlendirmeyi kafaya koymuş; ama ‘eniştesi de olsa’ “benim kızı oğluna al” denmez. Zaten eniştesi; yani Mehmet’in babası ‘kayınbiraderinin kızıyla oğlunu akraba oldukları için evlenmelerini istemediğinden olacak’ bir sohbet sırasında “senin kızı alırdım benim oğlana; ama kızın yaşı küçük” demiş ve Mehmet’i yakın bir arkadaşının kızıyla evlendirmeyi düşündüğünü söylemiş. Dayısı bunu duyunca Mehmet’i kaçırıp kızıyla evlendirmeyi kafaya koymuş.

Mehmet bunları söylerken eşi “sen bakma abey. Bunun gönlü de bana kayıktı” deyince Mehmet “he valla! Doğruya doğru. Benim gönlüm buna kayıktı” dedi.

Babası arada bir Malatya’ya ticaret için gidiyormuş.

Eniştesi Malatya’ya gittiği hafta dayısı tutmuş; Mehmet’i kaçırıp götürmüş Malatya’da akrabalarının olduğu köye. Onları orada evlendirmiş.

Eşi “ben o vakit on altı yaşındaydım” dedi tüm sevimliliğiyle. Mehmet’in babası Malatya dönüşü öğreniyor kayınbiraderinin Mehmet’i alıp gittiğini ve kızıyla evlendirdiğini. Ortada nikah ve eşinin yani Mehmet’in anasının hatırı olunca mecbur kabullenmiş ve geldiklerinde bir de güzel düğün yapmış bunlara.

Eşi “yirmi beşinde beşinci çocuğu doğurdum abey” dedi. Eşinin söylediği gibi tam beş çocukları olmuş. Biri özürlüymüş. Daha doğrusu ilk çocukları. Özürü akraba evliliğinden değil. Eşi “ikimiz de tecrübesizdik. Çocuk yedi sekiz aylıkken çok ateşlendi. Havale geçiriyordu. Bilemedik ne yapacağımızı. Meğerse menejit olmuş. Ondan alt tarafı felç oldu” dedi. İlk çocuk erkekmiş. O günden beri onunla birlikte kalıyorlar. Oğlu koca adam olmuş. Mehmet’in bir derdi de oğlunun özürlü haline uygun bir eş bulmak. Çocuk çok duygusalmış. Şiir falan yazıyormuş. Bana “seninle tanıştırayım onu” dedi.

Sizin anlayacağınız Mehmet ve eşi çok genç yaşta beş çocuğun dördünü büyütüp evermiş bile. Onaltısında gelin olan eşi şimdi hem anneanne hem babaanne olmanın sorumluluğunu ve keyfini yaşıyor. Mehmet de dede olmanın tabi.

“Abey hepsi toplanıp sofra kurunca çok keyiflenirim. Bizim de baya kalabalık bir ocağımız oldu diye” derken çok samimiydi. Zaten çocukları hepsi onlara yakın oturuyormuş ve sık sık bir araya geliyorlarmış.

Onu da hastanede aynı odayı paylaşırken tanıdım. İlk başta görünüşüne bakıp biraz tırsmıştım. Çünkü sürekli hareket halindeydi ve çok konuşuyordu. Oldum bittim öyle çok konuşan tiplerden hiç hoşlanmam. Mehmet kaba saba görünüşüyle çok itici gelmişti. Onu tanıdıkça hep olduğu gibi onu ön yargıyla değerlendirdiğimi fark ettim. Çünkü o kaba saba görünüşü altından çok naif edebiyat dostu bir kimlik çıkmıştı ortaya. Görseniz siz de hiç tahmin etmezsiniz. Sohbet sırasında ancak anlarsınız benim gibi. O hastanede kaç kez yatılı kaldım; üçüncü katında kütüphane olduğunu bilmiyordum. Ondan öğrendim. Bir çok önemli dünya klasiğini okumuş. Sohbet sırasında ortaya çıktı bunlar.

Onunla çok sohbetim oldu. Orada başlayan dostluğu devam ettirme kararı aldık. Niyetim onun yaşamından bir Çukurova romanı çıkarmaktı. Yaşadığım sorunların Allah belasını versin. Bir türlü yakamı bırakmıyor. Bir çok projem gibi bu da şimdilik düşüncede kaldı. Aynı şehirde olmamıza rağmen hala şöyle oturup dört başı bir sohbetimiz olmadı. Ses alma cihazım var. Onu verdim. “Al buna aklına gelen yaşadıklarını anlat” diye. Bir hafta sonra cihazı “abey beceremedim. İnsan kendine konuşmaya utanıyor ya!” deyip geri verdi. Belki bu sene ilkbaharda biraz canlanırsam niyetim onunla bir köşeye çekilip sohbet etmek.

Neyse şimdi burada bunları konu etmem onun ilk tanıştığımız günlerde “abey ben delikanlı adamı bir içki masasındaki adabına, bir de zoru görünce ne yaptığına bakarak tanır karar veririm. Misal adam güzel içki içer. Gider seni zoru görünce satar. Onun için ikisinden de sağlam çıkması lazım” dedikten sonra “Mesela örneğin Lili Ahmet” diye tanıdığı birinden örnek vermesiydi. Çünkü Lili Ahmet hakikaten çok ilginç biri gelmişti bana.

Lili Ahmet bunun Adana’da delikanlı günlerinde tanıdığı biriymiş; ama öyle arkadaş falan değilmiş. Arkadaşlarıyla ortak tanıdıkmış.

Gülerek “adı Lili Ahmet’ti. Niye öyle bilmem? Ama öyleydi” dedi.

Bir gün arkadaşlarının yanında bu Lili Ahmet varken arkadaşları buna “gel bu akşam kafaları partlatalım” demişler.

“Ben tanımadığım birinle içki içmem. Çünkü içki bu! Adamın ne yapacağını bilemezsin. Çiy biriyse durduğun yerde başına iş alırsın. Hele Lili Ahmet gibi ayı gibi biriyse tam bela olur” dedi. Ama burada arkadaşları varmış arada. Onlarla çok yiyip içmiş. “İkisi de sağlam çocuk; sağlam içici. Yani masaya oturduğu gibi kalkanlardan” dedi.

Onları öyle bildiği için Lili Ahmet’i fazla dert etmemiş. Küçük saatin orada bir meyhaneye gitmişler.

“Ayıptır söylemesi iki yetmişlik içtik. Kimsede bir şey yok. Lili Ahmet de öyle. Zaten adam ayı gibi. Bir şey yapsa; mıcırık çıkarsa imkanı yok üçümüz hakkından gelemeyiz. Onun için benim gözüm onda. Baktım adam su içer gibi içiyor. Onun içişi hoşuma gitti. Haftalığı da almışım. Coştum bir yetmişlik de ben söyledim. Onu da içtik. Yani adam başına neredeyse birer yetmişlik düşüyor. Kimsede bir şey yok. Senin anlayacağın abey ayılar gibi yedik içtik. Sonra hesap istedik. Ismarladığım yetmişliğin parasını ben ödedim. Kalan hesabı da dörde bölüp ödedik ve çıktık meyhaneden keyifle caddede yürüyoruz.

Cadde bomboş. Cadde kenarında mağazalar sıralanmış. Hepsi Sakıp ağanın mallarını satan mağaza. Vitrinler ışıl ışıl. Mankenler sıralanmış. Sanki sergide yürür gibi keyifle gidiyoruz. ‘Nereye mi? Hiiç! Öyle keyfine yürüyoruz’ derken bir vitrinin önünden geçerken Lili ayı gibi ayağıyla tuttu vitrine bir tekme savurdu.

Allah seni inandırsın abey. O tekme bir adamın kafaya değecek; kafayı uçurur; ama vitrindeki cam ‘ban mısın?’ demedi abey. Lili Ahmet herhalde ayağı acımış; bastı küfürü bir tekme daha attı. Yine camlar sağlam. Bizim arkadaşı sakinleştirip alım gitmemiz lazım değil mi?” dedi benim cevap vermemi beklemeden “normali o; ama biz de kızdık camlara. Sanki bize kafa tutuyorlar gibi geldi. Hep birlik ‘nasıl kırılmazmış bu camlar?’ deyip birlikte yüklenince vitrin camıyla birlikte kendimizi mağazanın içinde bulduk. Gürültüye apartmanlardan çıkanlar oldu. Alarm öter viy! Viy! Kaçıp gitsek hırsız sanacaklar. O şaşkınlıkla mağazanın içinde tavuk gibi tünerken polisler çıkıp geldi. ‘Camdan mı? Kapıdan mı?’ girdiler bilmiyorum. Girip geldiler. ‘Ne yapıyorsunuz burada?’ dediler. Polislere ‘valla amacımız hırsızlık değildi’ falan diyeceğiz polisleri gören Lili Ahmet kudurdu. Ana avrat bastı küfürü polislere. Adamlar ne yapsın? Onlar da girişti copla bize. Döve döve bindirdiler arabalara. Onlar dövmeci Lili Ahmet sövmeci götürdüler bizi tıktılar bir nezarete. Orada da bir araba sopa atıp bırakıp gittiler. Hepimiz yediğimiz dayaktan bittik.

O sıra daha önce sokaktan tutup getirilenler var. Onlar ‘hep bu abey onlara sövdü diye dövdüler sizi’ diye polislerin bizi niye öyle hırsla dövdüğünü anlatıyorlardı. O sıra nezaretin önünden polisler yandaki nezarete birilerini götürüyormuş. Bunu göre Lili o polislere ana avrat küfür etmeye başladı. O polisler getirdikleri tutukluları yandaki nezarete koydu. Diğer polis arkadaşlarını çağırdı. Hepsi ellerinde coplarla girdiler bizi koydukları nezarete giriştiler hepimize. Yazık daha önce gelenler var. Onlara da giriştiler. O zavallılar ‘abey biz bunlardan değiliz’ deseler de polisler ayırmadı onları. Yani aynı dayağı onlar da yedi. Onlar dayak acısıyla ‘ulan biz seni yakalamayalım dışarıda. Senin ananı avradını’ diye Lili’ye küfür ediyorlar. Biz onlara ‘hoop! Ayıp oluyor. O bizim arkadaşımız’ diye Lili Ahmet’e sahip çıkalım derken Lili dışarıda başka bir polis görünce onlara küfür ediyor. O polisler arkadaşlarıyla gelip girişiyor hepimize. Yani o garibanları da ayırmıyorlar. Allah senin inandırsın tam böyle. Lili Ahmet sövmeci polisler hepimizi dövmeci sabahı bulduk; ama hiç birimizin iler tutar yeri kalmadı. Hepimiz dayaktan bittik. Sabaha doğru Lili ayıldı ‘ne oldu bize?’ diyor. Ölürmüsün? Öldürürmüsün. Valla aynen böyle. Sabahleyin Lilinin patronu nereden duyduysa o gelmiş. Adana'nın tanınmış muhasebecisiymiş. Lili de onun has adamıymış. Ona kefil olmuş. Mağaza sahibini arayıp zararı karşılayacağını söyleyip davadan vazgeçirmiş. Polislerin de şikayetini geri aldırmış. Alıp gidecek onu. Lili bizim yanımıza geldi anlattı bunları. ‘Ben gidiyorum. Kendinize iyi bakın’ dedi. ‘Ulan oğlum. Buraya senin yüzünden düştük. Biz, bu garibanlar senin yüzünden sabaha kadar dayak yedik. Sen şimdi. Ben gidiyorum kendinize iyi bakın diyorsun. Senin bu yaptığın arkadaşlık mı?’ deyince güldü pezevengin oğlu. ‘Ne yani? Ben sizin her şeyinize kefilin mi? dedim. Dosdoğru içseydiniz de başınıza iş bulmasaydınız. Hem sizi emecek değiller ya. Biraz sonra sizi de bırakırlar merak etmeyin’ deyip siktir olup gitti.

Mesela örneğin. Onun içkisine göre not verseydik dört dörtlük delikanlıydı. Ama bizi nezarette ‘meyhanede puşt bırakır gibi çekip gitmesine bakınca hayatta ardına dönülmeyecek galleş puştun biri” dedi ve bana “haksızmıyım?” der gibi baktı.

Vallahi anlattıklarına bakınca yerden göğe kadar haklıydı da benim aklıma “Lili Ahmet’in onlara ‘dosdoğru içseydiniz de başınıza iş bulmasaydınız’ deyişi ve polislere sarhoşken niye öyle küfür ettiği? Ayıkınca niye bunu unuttuğu? O garibanların daha sonra Lili Ahmet’i bir yerde kıstırıp ondan hesap sorup sormadıkları” takılıp kalmıştı. O sıra yüzüme bakan Kozanlı Mehmet’e “vallahi yerden göğe kadar haklısın” dedim.
                         






2 yorum:

  1. Erdoğan Bey, hapishane herkese okul olurmuş derler, anlaşılan sizin için de hastahaneler okul olmuş. Çünkü güzel anlatılarınızın çoğu bura kaynaklı...

    YanıtlaSil
  2. Merhaba dostum. Hastaneler de bir yerde benim için okul oldu. Öykülerimin çoğunun kaynağı oralarda tanıdığım insan hikayelerinden oluşuyor.

    YanıtlaSil