30 Mayıs 2017 Salı

ZEYTİN AĞACI VE MESCİD-İ AKSA


 

                            09.11.2014 10:24:44

29 Kasım 2014 günü Radikal’de Ayşe Hür’ün “Kudüs, Mescid-i Aksa ve zeytin” başlıklı uzun bir yazısını gördüm. İlgimi çekti; üşenmedim okudum.

Ramazan ayında özellikle Kudüs, Mescid-i Aksa gibi konularda  özellikle ekranlarda bolca tartışmalar olduğunu fark edince o gün yazdığım bu uzun yazıyı yazdım.

Ayşe Hür’ün yazısını okumak isteyenler goguldan girip o yazıyı okuyabilir.

Neyse; bilen bilir Ayşe Hür ‘araştırmacı yazar’ diye nitelenen yazarlardandır.

Bir konuda yazı yazmak için mutlaka bir araştırma yapmak gerekir. Çünkü kimse oturduğu yerde bilgi sahibi olmadığı için fikir sahibi de olamaz.

Ancak bizim gibi toplumlarda kavram kargaşası; daha doğru deyimle anlama yetersizliği olduğu için bir konuda kişinin fikrine her hangi bir eleştiri getirseniz veya ‘böyle abuk şey olmaz’ deseniz hemen “neden hürriyet var. Benim de fikrimi söyleme hakkım var” diye tepki gösterir.

Ama ‘fikir’ denen şeyin düşünce olduğunu, bir konuda düşünce yani fikir belirtmek, üretmek için de o konuda mutlaka bilgi sahibi olması gerektiğini; o bilgiyi oturduğu yerden; yani araştırmadan, bir yerden okumadan edinmenin olanaksız olduğunu bilmez; bırakın bilmeyi bunu düşünmez bile..

Tabi bir konuda bilgi sahibi olmak demek; o konuda doğru bilgi sahibi olmak anlamında olumludur.

Yoksa yalan yanlış bilgi içeren kaynaklardan edinilen bilgilerden doğru fikir sahibi olunamayacağı da muhakkaktır. Ve bir konuda sunulan her bilgiyi peşinen kabul etmeden o bilginin doğruluğunu bir süzgeçten geçirmek doğru olandır. Yani her sunulan bilgiyi peşinen kabullenmek kişiyi yanılgıya götürür. Özellikle günümüzde internet ortaya çıkalı beri bilgi edinmek çok kolaylaştı. Giriyorsun internete soruyorsun. Karşına sorduğun konuyla ilgili birçok bilgi çıkıyor.

Ama bu bilgilerden hangisi doğru? Bunu ayırt etmek oldukça zor; ama gerekli.

Çünkü insanları, toplumları yanlış bilgilendirerek saptırmak; daha doğrusu istediğin doğrultuda yönlendirmek de internet kanalıyla çok kolaylaştı.

Onun için özellikle siyasi aktörler böyle yanıltıcı bilgi kaynaklarını çok kullanıyor.

En azından ben öyle düşünüyorum. Ve sunulan her bilgiyi hep şüpheyle bakıyorum. Tamam çok şüpheci olmak doğru değil; ama en azından bir ‘acaba?’ demek gerekli. Benim yapmaya çalıştığım da o.

Edinilen bilgi konusunda çok şüpheye düşmemek için de güvenilir bilgi kaynaklarına yönelmek burada zorunlu oluyor.

Çok uzattım; ama böyle bir açıklama yapmayı gerekli gördüm. Çünkü bazı konularda yazı yazmayı seçimce bilgi kaynaklarımı sorgulama gereği duyduğum için bilgilendiğim kaynakla ilgili düşüncemi de yazma gereği duydum.

Ayşe Hür ve buna benzer yazarları okurken onların verdiği bilgileri eleştirel gözle bakmaya çalışıyorum. Çünkü günümüzde siyasi aktörler; daha doğrusu iktidar medyada özgür, doğru bilgi veren doğru dürüst alan bırakmadı. Hal böyle olunca şüpheli olmak da doğal oluyor.

Bir bakıyorsun yazar olan kişi yazdığı konuda çok doğru ve yansız görünümünde ama çaktırmadan belli bir düşünceyi empoze etme gayretinde. Veya bilmeden öyle bir görüntü veriyor.

Geçtiğimiz gün güvenilir gördüğüm Cüneyt Özdemir; polisin İstanbul’da öğrencilere uyguladığı şiddeti, kızlara tekmeyle girişmesini görüntüleriyle verdikten sonra “aynı şeyler Avrupa’nın özgürlük yönünden önde gelen ülkelerinden Belçika’da da oldu. Orada da polis göstericilere şiddet uyguladı” deyip oradaki görüntüleri ekrana getirdi.

Kuşkusuz o da bir haberdi. Ama Cüneyt Özdemir bizim polisle Belçika polisini eşitlerken bizdeki hukuk uygulamasını, özgürlüklere iktidarın bakışıyla Belçika’daki iktidarın bakışını veya kamuoyunun demokratik tepkilere bizdeki bakışıyla Belçika’daki kamuoyunun demokratik tepkilere bakışını da eşitlemiş oldu.

Belki amacı o değildi; ama o haberi sunuşundan öyle bir sonuç ortaya çıkıyordu.

Bunun gibi bir yazar da bir bilgiyi ‘araştırarak bile olsa’ sunarken o bilginin böyle çarpık anlaşılmasına da neden olabilir.

Ayşe Hür geçtiğimiz günlerde Kerbela üzerine ‘Kerbela’nın efsane mi, yoksa gerçek mi?’ olduğunu sorgulayan bir yazısı vardı.

Tam Muharrem ayında böyle bir yazı ne kadar gerçekçi olursa olsun toplumda Alevilik, ‘Aleviliğin bir inanç mı yoksa kültürel bir bakış mı?’ olduğu tartıştırılırken, Aleviler üzerine yüz yıllardır yapılan baskıların tepkisi birikmişken bu yazı bana göre hoş olmamış.

Çünkü inanç üzerinden tartışma bizim gibi toplumlarda daha çok inanç tacirlerinin işine yarıyor.

Neyse; sosyal medyada dincilere ‘inanç sahipleri değil’ inanç bezirganlarına ait olduğu görüntüsündeki paylaşımda ‘Kıyamet günü Yahudilerle Müslümanlar arasında savaş çıkacak. Yahudiler Müslümanlardan korunmak için ağaçların ve taşların arkasına saklanacak. O sırada taşlar ve ağaçlar dile gelecek. “ey Müslüman benim arkamda bir Yahudi saklanıyor” diye haber verecek. Yalnız Zeytin ağacı susup Yahudileri saklayacak; çünkü Yahudi ağacıdır. Dün İsrail termik santralin yapımını engellemek için Yırca’da zeytin ağacı kesilmesine engel olmaya çalıştı. Danıştay’a karar aldırdı. Fakat hükümetimiz Yahudilerin bu gayretlerini boşa çıkarmak için ağaç kesimini devam ettirerek İsrail’in planını boşa çıkardı. Fakat yalnız ağaç kesmek yetmiyor. Zeytin de tüketmeyerek İsrail’in oyununu bozmak gerekir. Oyuna gelmeyin ey Osmanlı ahvali’ diye abuk subuk paylaşımdaki yazıyı okuyunca; Ayşe Hür’ün Kudüs, Mescid-i Aksa ve zeytin başlıklı yazı dikkatimi çekti; çok uzun olsa da okudum.

Okuma nedenim bilgilenmenin ötesinde Yırca’da zeytin ağacı katlimanın duyduğum tepki ve sosyal medyada okuduğum o abuk subuk paylaşımdı.

“‘Acaba’ bu yazıda da benzer bağlantı mı var?” diye düşündüm.

Gülmeyin. Sosyal Medya denen alana böyle abukluk öyle çok düşüyor ki; bunlarla bilgilenen birçok ‘fikir’ sahibi var. Ve o ‘fikirleri’ üzerinden davranışlarını belirliyorlar.

Merakım iyi sonuç verdi.

Aslında çok önceleri okuduğum Falih Rıfkı Atay’a ait ‘Zeytin dağını’ çok anlayarak okumadığımı fark ettim.

İsrail’in postallarıyla girdiği Mescid-i Aksa üzerine bilgi sahibi oldum. Mescid-i Aksa’nın başbakanın iddia ettiği veya öyle bildiği gibi Hz. Muhammed dönemiyle ilgisi olmadığını; Mescid-i Aksa’nın ilk binasının Emevi Halifesi Velid tarafından ‘705-715’ yılında yapıldığını öğrenmiş oldum.

Ayrıca Kur’an’da bahsedilen Hz. Muhammed’in miraç sırasında ayağına bastığı taşın üstüne inşa edilen Kubbetü-s Sahra ile Mescid-i Aksa’nın aynı yer olmadığını öğrendim.

Hz. Ömer’in 638 yılında girdiği Kudüs’te bir anlaşma imzaladığını; sonra vakit gelince  namaz kılacağı yer olarak kendisine kilisede namaz kılmasını rica eden patriği dinlemeyip kilisenin bahçesinde namaz kılmasını; bunun üzerine “neden kilisede namaz kılmadığını?” soran patriğe “eğer ben kilisede namaz kılsaydım bir gün gelir Müslümanlar benim bu davranışıma atıfta bulunarak aramızda yaptığımız anlaşmayı bozarak burayı fethe kalkarlar” diyerek ‘bugün başka inançtakileri öldürmeyi “inancım gereği” diye savunanlar gibi davranmayıp’ yaptığı anlaşmaya ve verdiği söze ne kadar sadık kaldığını öğrendim.

Mekke ve Medine yarışmasını başlatanın Kudüste halifeliğini ilan eden Emevi halifesi Muaviye olduğunu öğrendim. Biraz araştırınca o Muaviye’nin Hz. Ali’yi öldürtüp sonra halifeliğini ilan eden kişi olduğunu öğrendim.

Tabi bununla kalmayacağım; Ayşe Hür’ün kaynakçalarından il kütüphanesinden bulabildiklerimi alıp okuyarak doğru bilgilenmeye çaba göstereceğim.

Yani demem o ki İslam tarihi aslında çok bilinmeyen; daha doğrusu çok bilinmesi istenmeyen ve bilinmesi engellenen bir tarihtir.

İbni-Haldun bunu yazdığı Mukaddime’de açıkça anlatır. Doğruları yazmaya kalkanların bağlı bulunduğu halife veya hanedan tarafından derileri yüzülerek katledildiğini; kendinin şans eseri oldukça özgürlükçü davranan bir halifeye bağlı kabilede yaşadığını; o sıralar her kabile reisinin kendini halife ilan ettiğini yazar. Kendi halifesinin sadece Kerbela konusunda ona kısıtlama getirdiğini diğer konularda alabilidğine özgür yazdığını ifade eder.

Onun için İslam dünyası hakkında doğru bilgi sahibi olmak ve güvenilir kaynak bulmak çok zor.

Ancak bu yazının sosyal medyaya düşen abuk sabuk yazıya ilgisi olmadığını öğrenirken; ayrıca İsrail’in Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya postallarıyla giren İsrail’e ‘adeta cihat ilan eder gibi’ tepki gösteren başbakan ve cumhurbaşkanının o tepkisinin Yırca’daki zeytin katlimanına seyirci kalmasıyla ilgisi olmadığını; tamamen Hidro Elektrik Sanrtal ihalesi verdikleri Kolinoğlu şirketinin çalışmalarına kolaylık sağlamak amacıyla olduğunu anladım.

Ve yazının sonunda Ayşe Hür’ün yazısını bağlarken Tevrat’a göre Nuh’un tufandan sonra saldığı beyaz güvercinin gagasında getirdiği zeytin’i aldığı ağacın Kudüs’teki Zeytindağındaki bahçede olduğunu öğrendim. Sonra İsa’nın aynı bahçeden göğe yüseldiğini öğrendim. Sonra Kuran’daki Tina suresinin Tin’e ‘incir’e ve zeytuna hamdolsun, Sina dağına hamdolsun ve bu güvenli şehre ‘Mekke’ye’ hamdolsun diye başladığını öğrendim.

Sonra da “İçinde zeytin geçen Nur 35, Enam 99 ve 141, Nahl 11, Mü’minun 20, Abese 29 ayetlerin yanında muhtemelen başka ayetleri ‘Mescid-i Aksa için savaşı bile göze alacak kadar galeyana gelen’ ancak Yırca’daki zeytin katliamına sessiz kalan müminler açıp okusun” derken başbakan ve cumhurbaşkanına gönderme yaptığını fark ettim.

İktidarın uygulamalarına tepkili olduğum için Ayşe Hür’ün bu araştırma yazısı ‘ne yalan söyleyeyim’ hoşuma gitti.

Ama orada kalmadım internette özellikle Mescid-i Aksa’nın yapılış tarihini sorguladım; sağlıklı bir bilgiye ulaşamadım. Daha doğrusu net bir bilgi yok. Hz. Süleyman’dan başlayarak Mescid-i Aksa üzerine birçok bilgi var. Hangisi doğru bilemedim. Onun için mutlaka verdiği kaynakçalara ulaşmaya çalışacağım.

Ama yazımın başlığına dönersem…

Ülkede zeytin üzerine dönen dolaplar çok yeni değil.

Benim hatırladığım yetmişli yıllarda İtalya’ya ihraç edilen zeytinyağlarının “içine makine yağı karıştırıldı” diye geri iadesi sonrası sanırım ‘ihracat getirisi yok’ diye Ege bölgesinden Güney Anadolu’ya Kilis’e kadar uzanan zeytin ağaçlarının kesilmesi olayı yaşandı.

Hatırladığım kadarıyla kesilen zeytin ağaçlarının yerine bol ürün verdiği iddiasıyla ‘Amerikan buğdayı’ denen buğday ekilmişti. Aklıma kalan bu…

Yani zeytin üzerine oyunlar ve Anadolu insanın zeytin yetiştirme kavgası geçmişten bu yana hiç bitmeyecek gibi.

Kendi kendine yeterli tarım ülkesinden en temek gıda ürünlerini ithal eden bir ülke haline gelmeyi ‘elele verip’ hep beraber başardık.

Bir süredir kamu spotu olarak ekranlara düşen tarım arazilerinin verimli hale getirilmesi kampanyası üzerine zeytin katliamı olunca “bu ne lahana bu ne turşu” özdeyişi akla geliyor.

Gerçekten nedense iktidarların gerçeklerin farkına vardığı halde tersine politikaları seçmesi bilinçsizlikten değil, art niyetli olarak birilerine ülke kaynaklarını peşkef çekme anlayışından oluyor.

Son zamanların ‘peşkef çekme’ argümanı enerji açığını kapatmak için termik santral bahanesi oldu.

Güneşi görmeyen, güneş fakiri ülkelerin bile güneş enerjisine dönme çabası varken Türkiye’de iktidar ülkeye güneş enerjisi teknolojisinin girmesini önlemek için epey ayak süründü. Şimdi ‘sanırım’ şartlı izin verilmiş.

Ülke kaynaklarını böyle hovardaca harcayan zihniyetin bu politikaları için “din iman” ardına sığınarak kamuoyu oluşturması ‘bana göre’ seksen milyonu bulan Türkiye Halkının en büyük ayıbı.

Bana göre ‘bu ayıptan kurtulmak için alabildiğine doğru bilgilenmek ve doğru bilgilerde milyonlarda çoğalmak’ yurttaş sorumluluğu ve yurttaş namusu gereği şarttır.

Bu düşünceyle araştırmacı yazarların gerçekten doğru kaynaklardan yaptıkları araştırmalarla gündeme ışık tutması kutlanacak bir şey.

Zaman zaman ‘belki toplumda ters etki yapacağı kaygısıyla’ kimi araştırma yazılarını eleştirel baksam da; örneğin Ayşe Hür bana göre araştırtmacı gazeteci namusuyla yazan örneklerden biri.

Bunun için kendisini kutluyorum ve başta zeytin ağaçları olmak üzere bütün doğal zenginlikler üzerinde oynanan oyunların son bulmasını; ayrıca ‘örneğin’ yer altı madenciliği gibi iş sahalarının dünyadaki örneklerine denk olarak güvenli hale getirilerek işletmeye açılmasını diliyorum.

Tabi bu dileklerin yerli yerine uygun geçerli olması için de asıl temel sorunumuz olan demokrasi ve tabi buna bağlı olarak evrensel hukuka uygun yargı sisteminin önceliğimiz olduğunu; özellikle önümüzdeki genel seçimlerde bu sloganlar üzerinden muhalefeti önemsememiz ve demokratik iktidar anlayışında çoğalmamız şart.

Eğer bunu becerebilirsek ne zeytin ağaçları, ne doğal kaynakların talanı ve en önemlisi ne de Kürt sorunu veya Alevi sorunu gibi etnik kimlik ve inanç farklılıklarından kaynaklanan abuk subuk sorunlarımız kalmayacaktır.

Yazımı bitirirken Ayşe Hür’den özür dileyerek yazısının sonunda araştırması için gösterdiği kaynakçalardan kendimce önemli gördüklerimi buraya taşıyacağım.

Belki bu yazıda yazılanların ve kaynak gösterdiğim Ayşe Hür’ün Radikal’deki bugünkü yazısının doğrulunu araştırmak isteyenler olacaktır. Maksadım onlara yardımcı olmak.

Kaynakçalar:

1.- Muammer Gül ‘Kudüs ve tarihi içinde aldığı isimler, 2.- Diyanet Vakfı Ansiklopedisi ‘xxvı. Cilt 2002 s. 327-329’ Harvard University.1996, Falih Rıfkı ‘Zeytindağı’, İhsan Satış ‘Osmanlı Devletinde Kutsal Yerler Sorunu ‘1847-1853’, Oxford University 1949, Toplumsal Tarih ‘s.110 Şubat 2003 s.20-23, Casim Avcı ‘Kudüs’ fethedilişinden istilasına kadar, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi cilt 11. Sayı.2 s.305-312, İnci Türkoğlu ‘Yahudi Geleneğinde Tapınak’

Yukarıda yazdıklarıma ilaveten epey kaynak var. Doğru düşünce sahibi olmak için doğru bilgi sahibi olmak şart.

Ben o yazıdaki bilgilere dayanarak bu yazıyı yazdım. Asıl yazma amacım yazımın sonunda dilek kısmında yazdıklarımdır.

Umarım bu uzun yazıyı okumaya katlanan olur.

Onlara buradan kocaman bir MERHABA diyorum.

































































27 Mayıs 2017 Cumartesi

KALABALIKLAR İÇİNDE YURDUM İNSANININ ANLAŞILAMAZ HALLERİ





Merhaba; Ramazan ayındayız; hava sıcak… Balkonda oturdum caddeye bakıyorum. Tam karşımızda otobüs durağı var. Cadde aslında şehrin en işlek caddesi; ama sabah trafik seyrek…
Karşı kaldırımda ileriden bir gurup genç belirdi. On beş on altı yaşlarında. Otobüs durağına yaklaşırken içlerinden biri “tekbiir!” diye bağırdı. Ötekiler “Allahuekber!” diye bağırdı.
Durakta üç kişi var. Ellerinde sigara fısır fısır bir şeyler konuşup gülüşüyorlardı. Gençler bağrışınca onlar da “Allahuekber” diyerek genç guruba tepki verdi.
Gençler gülerek onlara karşılık verdi ve bağrışarak otobüs durağının yanından geçip lisenin sokağına girip gittiler.
Durakta oturanlar belli ki gece 'sokakta veya her hangi bir yerde' beraberlermiş. Sohbetlerinden karşıdan anlaşılan o.
Aklıma Firüzağa'daki 'Ramazan ayında niye içki içiyorsunuz?' diye yapılan saldırı gelince içimden "şu tiplere birer yevmiye versen çok rahat öyle bir yere saldırtabilirsin" diye geçti. Yani kendilerinin oruç tutmayıp alenen sigara içmelerine veya bir yerlerde içerek sabahlamalarına rağmen yaparlardı bunu.
Aklım yıllar öncesine gitti. Yetmişlerin başı. Yine şimdi olduğu gibi Ramazan ayıydı. Bilecik Söğüt'te yedek subay arkadaşım var. Ona uğrayıp İstanbul'a geçeceğim.
O sıra bir iki gün misafir olmuştum ona...
O gün göreve giderken "sıkılırsan çık dolaş. İlçe zaten küçük" demişti. Sonra "yolda molda sigara içme; gir kahvenin birine orada iç sigaranı" diye tembih de etmişti.
O gidince çıktım sokağa. Bir yer bildiğim yok tabi. Oradaki bir dükkana "buralarda kahve var mı?" diye sordum. Bakkal önce kim olduğumu sordu. Sonra "ileride camları gazete kaplı bir yer var. Kahve orası" dedi.
Tarif ettiği gibi buldum orayı. Camlar onun dediği gibi 'gazete kaplı'. Açtım kapıyı girdim içeri. İçerisi dolu. Selam verip boş bir yere oturdum. Baktım herkesin önünde çay bardakları var. Fosur fosur sigara içiyorlar. Bir sigara da ben çıkardım. Bu sırada garson geldi; ona bir çay söyledim.
Garson bana 'şöyle bir baktı'. Sanırım güven gelmişti "katkılı mı? Katkısız mı?" dedi. Şaşırdım tabi. "O ne öyle?" dedim.
Güldü "hani hava soğuk ya! Çayın içine konyak koyayım mı?" dedi.
Haliyle şaşırmıştım. Çünkü Söğüt tutucu bir yer. Ramazanda adam bana konyak teklif ediyor. Kuşkulandım tabi; ama yan masalara baktım herkes çakır keyif.
Anlamıştım kahvenin camlarının niye gazete kaplı olduğunu? "Millet rahat rahat kafa bulsun" diye camları kapamışlar gazetelerle. O sıra içimden ‘bu kahvede konyak içildiğini bütün kasaba biliyor. Çünkü Söğüt küçük bir ilçe. Kahveci kabahat da gizli, ibadet de kabilinden camları gazete ile kaplayınca sorun hallolmuş’ diye geçirip garsona "katkılı olsun" demiştim.
Az sonra ben de içine konyak konmuş çayı içeridekileri karşıdan gözleyerek içmeye başlamıştım.
Yani diyeceğim bir gariptir memleketim; tanıdıkça içinin ısınıp hoşlanacağın.









26 Mayıs 2017 Cuma

İLÇEMDEKİ GEÇMİŞ RAMAZANLARDAN HOŞ BİR ANI


Bin dokuz yüz doksan iki yılı Ramazan ayıydı. O sıra ilçemde kahve işletiyordum.

 

Kış günü hava çok soğuktu. Kahvenin önünden geçen biriyle konuşmak için kapının önüne çıkmıştım. Sonradan adının Arif olduğunu öğrendiğim bey de o soğukta karşıda otelin önüne dikilmiş duruyordu.

 

Caddede ben, konuştuğum kişi ve o beyden başka dışarıda kimse yoktu. Soğukta fazla kalmamak için o görüştüğüm kişiyle kısaca konuşup içeri giriyordum; karşıdaki beyin sanki bir şey soracakmış veya söyleyecekmiş gibi bir ifade ile bana doğru geldiğini görüp durakladım. Yanıma geldi. Gayet mahcup ve çekingen bir ifade ile “Afedersiniz yoldan geldim. Otelde yiyecek bir şey yok çok acıktım. Ramazan ayı biliyorum; ama akşama daha çok var. Acaba karnımı doyurabileceğim bir yer var mı?” diye sordu.

 

Neden çekinerek sorduğunu anlamamıştım. “Tabi var! Niye olmasın?” deyip biraz aşağıda lokanta olduğunu söyledim. İşim yoktu “birlikte gidelim” dedim.

 

O hala çekingendi. Birlikte lokantaya girdik. Hava çok soğuk olduğu için sobaya yakın bir yere oturduk. Lokantada birileri de ilerdeki masada perdeleri çekmiş yemek yiyip içki içiyordu. Onları gören Arif Bey’in şaşkınlığı artmıştı “onlar içki mi içiyor?” diye gördüğü halde sordu. Ben “evet içki içiyorlar” dedim.

 

O şaşkın “ Allah Allah. Mesleğim gereği bütün Anadolu’yu dolaştım. İlk kez böyle bir manzara ile karşılaşıyorum” dedi.

 

Ben “Ramazan olduğu için mi böyle şaşırdın?” diye sordum. O “evet“ diye devam etti. “Öyle yerlere gittim, bırakın Ramazan Ayını; diğer aylarda bile böyle alenen içki içilmesine müsaade edilmez” dedi.

 

Ben “bizim burada herkes birbirine saygılıdır. Kimse kimseye, öyle inanç ve benzer sebeplerle karışmaz. Herkes herkesi olduğu gibi kabul eder. Sonra herkesin günahı da sevabı da kendine… Görmüyor musunuz? Ramazan ayına ve oruç tutanlara saygılarından perdeyi çekmiş, öyle içiyorlar” dedim.

 

Dedim; ama onun şaşkınlığı daha geçmemişti. Oradan buradan konuşarak onun yemek yemesini bekledim. Tüm ısrarına rağmen misafir olduğu için yemek ücretini ben ödedim. Ve birlikte çay içmek için kahveye davet ettim. Beraber benim kahveye geldik. Soğuktan içerisi doluydu. Soba iyi yanıyordu. Kütüphane olarak düzenlediğim köşedeki yuvarlak masaya oturduk. Ne içeceğini sordum. Çay deyinceocakçıya iki çay söyledim. Çaylar geldi; birlikte içiyorduk.

 

Onun şaşkınlığı daha artmıştı. “Burası kütüphane mi? Kahve mi?” diye sordu. Ben gülerek “haliyle kahvehane; ancak bu köşeyi kitaplık köşesi yaptım” dedim. “Sen mi okuyorsun?” dedi. “Evet; ama kitap isteyenlere de veriyorum okuyup geri getiriyorlar. Burada çok kitap vardı, dağıldığı için azaldı” dedim. “Yani kütüphane gibi?” dedi. “Öyle sayılır” dedim. Sonra kahvenin içindeki müşterileri göstererek “bakın şu sobanın içine girecekmiş gibi oturanlar oruç tutanlar. Acıktıkları için daha fazla üşüyorlar. Oruç tutmayanlar o sıcak bölgeyi terk edip daha uzak yerlere oturmuş oyun oynuyor. Kimse onlara siz sobadan uzak oturun demedi. Ancak onlar oruçluların açlıktan daha fazla üşüdüğünü bildiği için; kendiliklerinden orayı oruçlulara bırakmış” dedim.

 

O öyle şaşkın dinliyordu. Ben biraz keyifle “sen akşam yemekten sonra gelirsen, daha çok şaşırırsın “ dedim. O çayı içti yemek ve çay için teşekkür edip gitti. Ben eve yemeğe gitmiştim.

 

O akşam yemeğini yemiş biraz da meraktan kahveye erken gelmiş; gündüz çay içtiğimiz yuvarlak masanın yanında oturuyordu. İçeri girince onu gördüm.

 

Kahve henüz tenhaydı. Yanına gidip oturdum. Ocakçıya iki kahve söyledim. Birlikte içiyorduk. “Daha şaşıracaksın deyince duramadım, geldim” dedi. Ben “biraz bekle görürsün” dedim. Sohbete devam ettik.

 

Maden Mühendisiymiş. MTA Genel Müdürlüğü’nde çalışıyormuş. Bu bölgede çok mermer rezervi varmış. Onunla ilgili araştırma için gelmiş. Gerçekten bizim bölgede mermerciliğin yaygınlaşmasında, ekonomik yaşama büyük katkı yapmasında onun da çok faydası olmuştu.  Zaten o gün bu konuyla ilgili ilçeye ilk gelişiymiş.

 

Neyse; ben de ona ilçemizin, köylerimizin özellilerini anlattım. İlçede bindokuz yüzellili yıllarda sinema açıldığını, onun sosyal yaşama çok katkısı olduğunu söyledim. Ayrıca Halkevinin çok uzun süre varlığını devam ettirdiğini; oradaki halk kütüphanesinden yaşlı genç insanların kitap alıp okuduğunu anlattım. O yıllarda terzilerin, berberlerin elinden kitap düşmediğini; çiftçilik yapanların, tarlaya, bahçe sulamaya, sığır otlatmaya veya harmana giderken, mutlaka ellerinde kitap olduğunu, bu okuma alışkanlığının insanların hoşgörüsünde, birbirini anlamalarında çok katkısı olduğunu, ayrıca burasının Fakir Baykurt’un memleketi olduğunu, biraz övünerek anlattım. Burada insanların birbirlerine çok saygılı olduğunu, düğünde, cenazede kimsenin yalnız bırakılmadığını, özellikle cenaze olunca mezarı ilçenin gençlerinin kendiliklerinden kazdığını, cenazeye herkesin katıldığını, hele yoksulların cenazelerinin daha kalabalık olduğunu, bunun çok güzel bir sosyal dayanışma olduğunu anlattım.

 

Bu özelliğin yalnız ilçede değil tüm köylerinde de aynı şekilde olduğunu anlattım.

 

Onun dinledikçe, ilçeye ilgisi artıyordu. Biz sohbet ederken, yavaş yavaş müşteriler gelmeye başlamıştı. Az sonra teraviden çıkanlar ve meyhaneden gelenlerle kahve tıka basa dolmuştu. Bu insanların kış günü gidecekleri başka yeri yoktu. Sinema televizyonun rekabeti; ayrıca film kalitesinin düşmesi sonucu kapanmıştı.

 

İşte bu insanların doldurduğu masaları göstererek “şu ileriki masalarda oturanların bir kısmı camiden, bir kısmı meyhaneden geldi. Görüyorsun birlikte aynı masada sohbet edip, nasıl birbirlerini dinliyorlar” dedim.

 

O “anladım, sanırım göstermek istediğin buydu. Gerçekten, hemen hemen Anadolu’nun tamamını dolaştım, hiçbir yerde görmediğim manzara. Anadolu’da böyle bir yerin olduğunu görmek beni çok mutlu etti” dedi. Sohbete bir süre daha devam ettik. Sonra izin isteyip gitti.

 

Sanırım vefat etmiş. “Allah rahmet etsin.”

 

Aklıma geldikçe o yıllarda kaleme aldığım bu yazıyı okur, “nerden nereye geldik?” diye şaşırırım. Ve Arif Bey’in şaşırmış ifadesi gözümün önüne gelir.