27 Haziran 2017 Salı

KUYRUKTAKİ EMEKLİLER



Hilmi bey emekliliği gelince ‘oh ne ala. Artık sabahın köründe kalkıp yollara düşmek yok. Otobüs, dolmuş kuyruklarında itiş kakış yok. Amirin afrası tafrası. Akşama kadar gelene gidene kafa patlatmak yok. Vur kafayı yat, yuvarlan. Karışan yok, girişen yok. Özgürlüğünü yaşa’ diye çok sevinmişti. 

Ancak emekliliğinin ilk gününde yanıldığını anladı…

O gün; yani emekliliğinin ilk günü her zaman olduğu gibi erkenden uyandı. Kendi kendine “emekli oldun artık. Yat uyu” diye ne kadar ikaz ederse etsin yatağın içinde ağmış dönmüş; ama bir türlü uykusu gelmemişti.

Onun yatağın içinde kıpırdanıp durmasından rahatsız olan eşi “ya ne dönüp duruyorsun. Uykun yoksa kalk oyalan. Benim bari uykumu kaçırma” deyince kalkıp salona geçti. Orada kitaplıktan bir kitap alıp okumaya çalıştı. Ama aklı hep işyerindeydi. “Acaba arkadaşları ne yapıyordu? Onun hakkında neler konuşuyordu?” Bunları düşünürken içinde birden işyerine ve arkadaşlarına özlem duymaya başladı. Bu sırada her zamanki alışkanlığıyla kalkan eşi salona geldi. Onu öyle kukumav gibi düşünürken görünce gülümseyerek “ne oldu? Uykun mu kaçtı?” dedi. Arkasından “sen ilk günden böyle yapacaksan işim var seninle. Beni de uyutmadın” dedi.

Hilmi bey eşinden özür diledi. Emekliliğe zor alışacağını söyledi. “Dile kolay otuz beş yılın alışkanlığı bir günde terk edilmiyor” dedi.

Bu sırada eşi kahvaltı için çayı koymuş; sofayı hazırlıyordu. “Haklısın. Onca yılın alışkanlığı. Benim için de zor olacak” dedi.

Hilmi bey “niye senin için de zor olacak?” deyince eşi gülümseyerek “niyesi var mı hayatım? Sende otuz beş yıllık her gün işe gitme alışkanlığı varsa bende de o süre her sabah erkenden kalıp sana kahvaltı hazırlama alışkanlığı oluştu” dedi.

Hilmi bey eşinin bu sözlerine gülse de ona hak verdi. Gerçekten eşi ‘sağolsun’ her gün erkenden kalkıp onun, sonra doğan çocuklarının okula giderken kahvaltısını hazırlamış; bunu bir gün bile aksatmamıştı. Bunlar aklına gelince “haklısın hayatım. Desene benim emekliliğimle birlikte sen de sabah kahvaltısı hazırlamadan emekli oldun; ama bak sen de uyumadın. Kalkıp geldin yine kahvaltı hazırlıyorsun” dedi.

Bu sırada eşi alışkın ellerle çarçabuk kahvaltısını hazırlayıp getirmişti. Birlikte kahvaltı yaptılar. Kahvaltı sırasında Hilmi bey “ben zor alışacağım bu emekliliğe kahvaltıdan sonra işyerine bir uğrayıp özlem gidereyim” deyince eşi “neyin özlemi ayol? Dün bir bugün iki… Dur bir kahve yapayım da ikimiz içeriz. Sonra sen gidip gazeteni alırsın” dedi. Hilmi bey “yok hanım. Ben kahveyi işyerinde içeyim. Nasıl olsa bir kahve ısmarlayan olur” dedi. Bu sırada kahvaltıyı bitirmişti. Giyindi eşiyle vedalaşıp çıktı.

Yürürken bir hoş olmuştu. Daha dün ‘işe yetişeceğim’  diye telaş içinde durağa giderken şimdi aheste aheste durağa gitmenin tadını çıkarıyordu. İlk gelen otobüs doluydu. ‘Ayakta gitmeyeyim. Öbür arabayı bekleyeyim’ diye geçirdi içinden.

Bu sırada ‘halbuki daha önce dolu boş fark etmiyor, ilk gelen otobüse kendimi atıyordum” diye mırıldanırken öbür otobüs geldi. Baktı otobüste oturacak yer var. Çıktı kartını geçip oturdu. Öbür duraktan yanına yaşlıca bir bey selam verip oturdu. Kısa yolculuklarda özellikle hiç konuşmayı sevmezdi; ama bugün emekliliğin rehavetiyle yanındaki adama baktı içinden ‘bu da emekli her halde’ diye geçirdi ve “emeklimisiniz?” dedi. Yanındaki adam “evet emekliyim. Belli oluyor değil mi?” deyince Hilmi bey “evet; ama ben de emekliyim” dedi ve henüz emekliliğe alışamadığını ilk günün sıkıntısını atmak için emekli olduğu daireye gidip arkadaşlarına bir “merhaba” demek istediğini söyledi.

Onu sabırla dinleyen yanındaki bey “haklısınız. Emekliliğe alışmak zor… Yılların alışkanlığı tabi… Ancak emekli olduğun yere emekliliğin ilk gününden gitmekle iyi yapmıyorsun” dedi. Hilmi bey “miyeymiş efendim. Benim yıllarım geçti orada. Arkadaşlarıma onları zor unutacağımı söyleyeceğim. Dertleşip bir de kahvelerini içeceğim” dedi. Yanındaki bey “ne söylesem boş… Niye gitmemeniz gerektiğini gidince anlarsınız” dedi. Bu sırada otobüs durağa yanaşmıştı; o bey kalktı. Hilmi bey “burada mı ineceksiniz?” deyince yanındaki bey gülümseyerek “evet ilk buradaki bankadan başlayacağım” dedi. Hilmi beye “neye başlayacaksınız?” dediği sırada adam iniyordu “kuyrukçuluğa efendim, kuyrukçuluğa” deyip otobüsten indi. Hilmi bey adamın arkasında bakakaldı. Adamın dediğinden bir şey anlamamıştı. “Adam sende. Ne acayip insanlar var memlekette” dedi. İki durak sonra zaten emekli olduğu daireye gelmişti. Otobüsten indi arkadaşlarına emekliliğin fiyakasını yapmak için emekli olduğu daireye girdi.

Kapıdan girince tahakkuk kısmı vardı. Orada insanlar sabahın erken saatinde kuyruğa girmiş veznelerin açılmasını bekliyordu. Veznedarlar Hilmi beyin mesai arkadaşıydı. O da bu tahakkuk servisinde çok çalışmış; kıdemlenince üst katlara geçmiş, en son tahakkuk şefi olarak gelen evraklara müdürden önce imzalama görevini yapmıştı.

Görevi tahakkuku yapılacak evrakın kurala uygun olup olmadığını kontrol edip onayladıktan sonra müdüre havale etmekti; ama o bir gün bile gelen evrakı kontrol etmemişti. Çünkü kendinden önceki şeften öyle öğrenmişti. Mesai her ne kadar dokuzda başlasa da herkes ilk geldiklerinde birbirlerine takılmadan edemezdi. Sanırım onun için henüz vezneler yerine geçmemişti.

Hilmi bey kendisi için burada çalışırken olağan olan bu duruma ilk kez dışarıdan bakınca gelen vatandaşa ayıp ettiklerini gördü. Bu sırada üst kata çıkmıştı. Orada lak lak döven veznedarlara ‘arkadaşları olmanın yılışıklığıyla’ “beyler ayıp olmuyor mu? Vatandaş aşağıda kuyrukta birbirini çiğniyorlar” dedi. Onun bu şakasına iki veznedar da bozulmuştu “ne o beyim kendini hala şef sanıyorsun galiba” deyip yanından geçip aşağıya gittiler. Hilmi beyin gülümseme yüzünde donup kalmış oradaki arkadaşlarına “bunlara ne oluyor böyle?” diyecekti; ama oradaki arkadaşlarının ona hiç yüz vermeden işlerine daldığını fark etti. En samimi arkadaşı Sami beyin yanına gidip “ne haber Sami?” dedi. Sami bey de gayet soğuk “gördüğün gibi çalışıyoruz. Ne o emekli olduğun ertesi gün teftişe mi geldin?” dedi. Hilmi bey en samimi arkadaşının bu soğuk tepkisine çok şaşırdı. Ne umup gelmiş, ne bulmuştu. O oraya girince bütün arkadaşlarının “ooo! Beyim; hoş geldin” demelerini ve hemen kendine bir kahve söyleyip “nasıl emekliliğe alışabildin mi?” demelerini bekliyordu. Kendini ona göre hazırlamıştı.  Ama veznedarların bozuk çalışı, diğer arkadaşlarının “hoş geldin” bile demeyişi, en samimi arkadaşının buz gibi sorusu onu çok şaşırtmış; otobüsteki beyin “oraya gitmekle iyi yapmıyorsun” deyişi, “niçin?” diye sorunca “gidince anlarsın” deyişi aklına geldi. Sami beyin “ne o emekli oldun teftişe mi geldin?” diye sorusuna “hiç canım. Aşağıda işim vardı. Arkadaşlara bir uğrayayım dediydim. Hadi bana müsaade” deyip gitmek için davrandı. Sami beyin “dur arkadaş ateş almaya mı geldin? Bir kahve içeydin” demesini bekliyordu; ama Sami bey önündeki işten kafasını kaldırmadan “iyi. Arada bir uğra” dedi ve kendini işine verdi.

Hilmi bey usulca kalktı. Diğer arkadaşlarının hepsi harıl harıl kendini işine vermişti. İlk kez onları böyle çalışırken görüyordu. O şaşkınlıkla kapıdan çıktı, üst katlara çıkıp oradaki arkadaşlarına “merhaba” diyecekti; vazgeçti. Sanki kovulmuş gibi hızla aşağı indi. Tam kapıdan çıkıyordu; orada sırada bekleyen insanların en arkasında otobüste karşılaştığı beyi gördü. O bey de onu görmüştü. Kırk yıllık dostu gibi elini sallayınca onun yanına gitti. Selamlaştılar. O bey “burası benim ikinci durağım” dedi.

Emekli olduktan sonra o da Hilmi bey gibi ilk gün arkadaşlarına ziyarete gitmiş. Onun iş arkadaşları da onu aynı Hilmi beyin arkadaşlarının Hilmi beyi karşıladığı gibi karşılamış.

O bunu ‘emekli olan arkadaşına kıskançlık’ olarak yorumladı. “Çünkü biz emekli olduk, o kölelikten kurtulduk. Onlar emekli olduktan sonra bizi karşılarında görünce kendilerinin daha uzun süre oralarda dirsek çürüteceklerini düşünüp kendilerine kahırlanıyor. Düşünsene. Sen oraya istediğin saatte geldin. Ve çıkıp gidiyorsun. Onların öyle bir olanağı var mı? Aynı çayıra kösteğinden bağlanmış at gibi emekli oluncaya kadara belli saatlerde hep o dairenin içinde dönüyorlar” deyince Hilmi bey ona ve az önce davranışlarına kızdığı arkadaşlarına hak verdi. Çok şükür o kadar yıl sonra özgürlüğüne kavuşmuştu. Bunu yanındaki beye söyleyince o bey “hemen sevinme. Emekli olunca iş yönünden özgürlüğe kavuştun; ama şimdi de evde eşini rahatsız edeceksin. Çünkü o da kendini her gün senin belli saatte işe gidişine göre programlamıştı. Şimdi sen emekli olunca onun planlarını alt süt ettin. Yani onunla ters düşeceksin” dedi.

Hilmi beyin temelli kafası karışmıştı. “İyi de beyim. Bu emekliliğin hiç hoş yanı yok mu?” deyince adam güldü. “Emekliliğine hoşluk katmak senin elinde” dedi. Hilmi bey “nasıl elimde?” diye sorunca o bey anlattı.

O da emekli olunca başlangıçta epey zorluk yaşamış. İlk günler evde vakit geçirmek isteyince eşiyle ‘papaz’ olmuşlar. Eşi “sen böyle her gün evde domalıp duracaksan olmaz böyle. Arkadaşlar daha önce sabah kahvesi içmeye gelirdi. Şimdi evde sen varsın diye gelmez oldu. Ben de sen varsın diye bir yere gidemiyorum. Benim bütün hayatımı altüst ettin” demiş. O da “Vakit geçirmek için evde kitap okuyorum olmuyor. Ne yaparsam gözüne batıyor. Ben ne yapayım? Onu söyle” deyince eşi “çık dolaş. Senin gibi emeklilerin gittiği yerler var. Oralara git” demiş.

Bu bey eşinin sözünü tutmuş. Emekli olanların gittikleri yerlere gitmiş. Ama oralarda kendini ‘yılkı atı gibi görmüş’ ruhu sıkılmış. O sıra maaş için banka kuyruğuna girmiş. O sırada kuyrukta olan hiç tanımadığı insanların birbiriyle ‘bir daha karşılaşmayacakları düşüncesiyle’ çok özel sorunları dahil sohbet ettiklerini görmüş. Öyle öyle ‘o kuyruk senin, bu kuyruk benim’ diye kuyruklarda gezerek vakit geçirmeye başlamış. Öyle ki b kuyruklarda gezerken kendi kızı başta olmak üzere üç kızın, iki de genç erkeğin baş göz olmasına evlenmesine sebep olmuş. Yine bu kuyruklarda yeni dostluklar edinmiş. O bey burada soluklandı “senin anlayacağın ben böylece kuyrukçu oldum. Az önce indiğim yerde banka kuyruğu vardı. Orada pek tat almadım; şimdi de bu kuyruktayım. Ama sanırım buradan otobüse binip hastaneye gideceğim” dedi.

Hilmi bey “hayırdır hastamısınız?” deyince o bey güldü “yok mirim. En güzel kuyruk hastane kuyruklarıdır. Orada köyden kentten gelenler olur. Onlardan çevrenin de haberini alıyorum; çok güzel oluyor” dedi.

Hilmi bey bu beyi sevmişti. “O zaman ben de geleyim de şu kuyrukçuluğu öğreneyim” dedi.

Böylece ilk kuyruk deneyimini o beyle yaşamış oldu. O bey birlikte hastane kuyruğuna girdikleri sırada öyle hevesle anlatıyordu ki, bizimkini adeta imrendirdi. Onunla o kuyrukta epey sohbet etti.

O beyin ‘bankada da işi varmış.’ Birlikte o beyin işi olan bankaya gidip kuyruğa girdiler. Orada da o bey etraftaki insanları gösterip onlarla ilgili tahmini bilgiler veriyordu. Ona “etrafı süzerken gördüğün ilginç tipler için kafandan istediğin hikayeyi kurabilirsin” dedi. Sohbet koyulaşmışken sırası gelince o bey vezneden parasını aldı. Sonra ona “ben gidiyorum. Sen istersen kal. İlk kuyrukçuluk deneyimini kendin yaşa. Seni tanıdığıma memnun oldum. Umarım önümüzdeki günlerde kuyruklarda karşılaşırız” dedi vedalaşıp gitti.

Bu sırada Hilmi bey de veznenin önüne gelmişti. Kartını yoklanır gibi yaptı. “Eyvah evde kalmış” deyip kuyruktan çıktı. Gitti öbür kuyruğun en sonunda sıraya girdi. Böylece kuyruk değiştirerek akşamı etti.  Akşam geç vakitte eve varınca eşi “nerede kaldın? Meraklandım” deyince keyifle “hiiç? Yeni dostlar edindim. Onlarla beraberdim” dedi. Eşi “kimmiş o yeni dostlar?” diye ısrarla sorduysa da ona bu kuyrukçuluktan hiç bahsetmedi.

Her gün eşiyle kahvaltı yapıp birlikte kahve içtikten sonra “hadi bana eyvallah. Arkadaşları bekletmeyeyim” deyip çıkıyor; akşama kadar ‘o kuyruk senin bu kuyruk benim’ kuyruk dolaşıp vakit geçiriyordu.

Bu kuyrukçuluğu sırasında o beyle bir iki kez karşılaştı; o kadar.  O bu sırada birçok yeni kuyruk dostları edinmişti. Kuyruklarda karşılaştığı insanlarla en sevdiği yan; onları bir daha görmeyeceği düşüncesiyle en özel sorunlarını bile açabilmesiydi.

Ömrünün sonuna kadar kuyrukçuluğa devam etti. Bu sırada yeni yeni birçok dost edindi. 

Öyle ki; cenazesine bile ‘işyeri arkadaşlarından pek gelen olmasa da’ kuyruklarda tanıdığı birçok dostu hem onun için son görevlerini yapmak hem de kuyrukçuluk alışkanlığıyla vakit geçirmek için koşup gelmişlerdi.



23 Haziran 2017 Cuma

UNUTMAYIN YARIN ÇÖREK GÜNÜ. ÇÖREKLİKLERİ HAZIR ETTİNİZ Mİ?

Biliyormusunuz? “bu gün çörek günü” dense; özellikle büyük kentlerde; hatta daha küçük kent ve kasabalarda günümüz çocuklarının ve internet tuzağına debelenen gençlerimizin büyük çoğunluğu şaşırarak “o da neymiş” diye sorar.

Çok üzücü de olsa maalesef gerçek bu. Oysa çocuklarımız ancak geçmişin kültürel bağlarıyla bağlarını sürdürebilirse kendileri için mutlu bir gelecek kurabilirler.

Çünkü insan en sosyal hayvandır. Bu özelliğiyle kurduğu topluluklarda yaşamı sürecinde değişik ritüellerle hayatını renklendirerek hayvandan farklı olarak yaşamanın tadını alır/dı. Çünkü doğru olan buydu.

Ancak toplumsal dönüşüm sürecinde insanın giderek daha bireyselleşmesi, teknolojiye esir düşmesi onun adeta robotlaşan bir hayatın içinde kaybolup gitmesi sonucunu doğurdu. Geçmişte topluca bayramda seyranda birlikte yaşama alışkanlığı, çocukların arkadaşlarıyla ortaklaşa oyun alışkanlıkları giderek yerini tek kişilik yaşamlara, tek kişilik oyunlara bıraktı. İnsan toplulukları kişisel kaygılarla tamamen küçüldü. Birlikte yaşanan sosyal alışkanlıkların kaybolması sonucu insan giderek sosyal yaşamdan koparak yalnızlaşma sürecine girdi.

Oysa yakın geçmişe kadar insanlar daha sosyaldi. Birbiriyle iletişimi çocukluktan insani yönü geliştiren özellikteydi. Mutlulukları paylaşarak çoğaltırken acıları paylaşarak azaltır; böylece yaşamın yorgunluğunu daha az hissederdi. Aralarında birbirini rahatlatan bir dayanışma alışkanlığı vardı.

Örneğin bayramlar düğünler birlikte yaşanan bir şenliğe dönüşür, kollektif yaşamı renklendirir, böylece hayata bir güzellik bir tat katardı.

Bugünün arife olduğunu hatırlayınca aklıma geldi bunlar. Geçmişte, 'belki şimdi de' özellikle küçük yerleşim yerlerindeki çocukların en çok heyecan duyduğu günler böyle bayram öncesi günlerdi.

Çünkü bayram hazırlıkları o gün doruğa çıkardı.

Geçmişte konfeksiyon yoktu. Onun için özellikle o gün terzi dükkanlarının kapısı aşındırılır; ertesi gün yani bayram günü giyeceğimiz bayramlıkların dikilip bitmesi dört gözle beklenirdi. Anne babalar kendilerine yeni bir şey almasa da çocuklarını bayram günü sevindirmek için onlara bir şekilde mutlaka bayramlık alırdı.

Kimimiz bayramlıklarımızı arife gününden giyer çörek toplamaya çıkardık. Çörek toplama küçük yerleşim yerleri için herkesin bildiği, kabul ettiği ‘daha doğrusu toplumun daha sosyal olduğu, bayramların bayram sevinciyle yaşandığı dönemlerin’ sosyal ritüellerinin özgün bir örneğiydi. 

Aileler en geç arife günü sabahı mutlaka çöreklikleri hazır ederler; çocuklar da erkenden hep bir ağızdan “şişi bişi” diye bağırarak çörek toplanmaya çıkardı.

Çöreklik için genel kabul görüp dağıtılan ucuz kağıtlı şekerlerdi. Bazı varlıklı aileler küçük tadellaları çörek olarak dağıtırlardı. Bu durum çocuklar arasında fısıltıyla birbirine duyurulur; böylece mahallede veya ilçede çörek toplayan bütün çocukların bundan haberi olur ve o eve mutlaka uğranırdı.

Tabi her seferinde ‘tadellalar çabuk bittiği için’ evin hanımının 'abu ne bu böyle duyan geliyo, duyan geliyo tadella bitti gelmen gari' diye tatlı fırçası duyulunca tadella alamayanlar boynu bükük kapıdan geri dönerdi.

Çok nadir de olsa daha varlıklı kimi aileler beşer, onar kuruş harçlık bile dağıtırdı. Ama başta da yazdığım gibi genel kabul gören ucuz kağıtlı şekerlerdi. Çünkü ucuz olduğundan çokça verilirdi.

Bu çörek toplamaya ben pek çıkamadım. Sanırım her zamanki pısırıklığım bunda etkili olmuştu. Ablam zaten çıkamazdı. Çünkü çörek toplayacak yaşta evlendirilmiş, kucağına bir çocuk almıştı.

Çörek toplamaya iki küçük kardeşim çıkardı. Küçük kız kardeşim topladığı şekerleri eve gelmeden yolda tüketirdi. En küçük kardeşimizse torba torba topladığı şekerleri kimseye vermez, bizim gözümüzden geçirerek yer; her seferinde bu şekerler yüzünden aramızda kavga çıkardı.

Ben kendi pısırıklığım nedeniyle çıkamayıp; ancak hep özlem duyduğum çörek toplamaya çocuklarım doğunca onları 'özellikle özendirip' göndererek arife günün güzelliğini yaşamalarını, çocuklukları için hoş anılar edinmelerini istedim. İyi de oldu. Şimdi birlikte anıp o günleri yad ediyoruz.

Hele küçük kızımın, o sıra işi çıkıp gelemeyen ablası için de çörek isteyince evin hanımının 'olur küçük hanım; anne ve baban için de vereyim mi?' diye tatlı sert sorusunu hiç unutmuyoruz.

Yarının arife olduğunu hatırlayınca bunlar aklıma geldi. Giderek sosyal yaşamdan kopan aile hayatımız, çocuklarımız aklıma geldi.

 Umarım herkes bunun farkına varır da bir an önce geçmişin giderek unutulan güzelliklerinin unutulmaması için çaba harcar. İnsanın sosyal varlık olduğunun bilincinde teknolojinin de dayattığı bu yalnızlaşmayı aşmak için geçmişte yaşanan güzelliklerin unutulmaması, sosyal hayatımıza canlılık katan kültürel yaşanmışlıkların bir şekilde yaşanmaya devam etmesi için çaba harcar.

Bu duygu ve düşünceyle 'çörek günü çocukların heyecanla almayı umduğu' bayram şekerlerinin de aynı bayram heyecanı içinde olduklarını kurgulayan aşağıdaki öyküyü yazdım.

Çocuklarınızla birlikte okuyup birlikte hoşça keyifli bir iki dakika geçirmenizi öneririm.

       ŞEKER DEPOSU ŞIKIR ŞIKIR

Sabahtan beri depoda bir hareket vardı. Fabrikalardan gelen şeker kolilerini, işçiler birer birer içeri taşıyordu. İçeride iki görevli; gelen kolileri cinsine göre istif edilmesi için, işçileri yönlendiriyordu. Her yerde, her şeyde olduğu gibi, burada da şeker kolileri sınıf sınıftı. En başta, çok güzel çikolata kolileri vardı. O koliler gelince birinci görevli, telaşla bu kolilerin yerini gösteriyordu. Bu sırada sırtında koli olan işçiye de "Aman dikkat et! Bu kolilerde çok pahalı çikolatalar var. Dikkat edin kırılmasın" diye uyarıyordu. Sırtında çikolata kolisi olan işçiler o kolileri birer, birer getirip dikkatlice kolileri istif ettiler.

Bu sırada depo görevlisi habire "dikkat et! Onun bir kolisi senin bir aylığından fazla tutar. Hey! Sen de yavaş ol! Bekle!" diye koli taşıyan işçileri uyarıyordu.

Görevli bir ara "sevkiyat dursun" diye bağırdı.

O sırada arabaların yanında olan depo sahibi telaşla "Ne oldu? Ne var?" diye sorarak koşup geldi. Görevli "patron burası doldu. Bu çikolata kutularını nereye koyalım?" dedi. Patron üst üste dizilen kutuların etrafında dolaştı. "Bunları fazla yığmışlar. Biraz daha indirin bunları; öne doğru tekrar sıra yapın" dedi.

Görevli "patron şeker kolileri çok sıkışacak" dedi. Patron "oğlum burada önemli olan çikolatalar ve çikolatalı şekerler. Diğerleri çok önemli değil; daha sıkışık döşeyin" dedi. Sonra "şu ucuz şekerlerini üst üste yığın. Onlar çok önemli değil" dedi ve dışarı çıktı.

Bundan sonra her iki görevli gelen kolileri patronun dediği şekilde istif ettirdi. Depo tepeleme mal dolmuştu. İşçiler birer ikişer giyinip gittiler. Depoda yalnız bekçi kaldı. O da bir süre sonra kendi odasına çekildi.

Bu koliler yarın değişik illere sevk edilecekti. Depoda çıt çıkmıyordu. Bir süre sonra çikolata kolilerinden "Ayy! Çok sıkıldım" diye bir ses yükseldi. Bir başka çikolata kolisi "ne yapalım kardeş yarına kadar katlanacağız" dedi. Diğer çikolata kolisi "ay! Çok heyecanlıyım. Benim bu seferki ambalajım çok güzel. İnsanlar bayılacak" dedi.

Diğer şeker kolilerinden çıt çıkmıyordu. Aslında hepsi çok heyecanlıydı. Yarın arabalara yüklenip; değişik şehirlerde farklı farklı yerlerde satışa çıkacaklardı.

Bu sırada çikolatalı şeker kolileri cesaretlendi "ay kardeş biz de çok heyecanlıyız" dedi. Aslında için için çikolataların ambalajını kıskanıyorlardı. Ama hadlerini de biliyorlardı.

Çikolatalar, çikolatalı şekerlerin kendilerine yağ çektiğini fark etmişti. Dalga geçer gibi "tabi kardeş siz de heyecanlısınızdır. Sizin de bekleyen müşterileriniz vardır" dediler. Çikolatalı şeker kolileri "tabi bizi de bekleyenler vardır" dediler.

Pahalı kağıtlı şeker kolileri de bu sohbete katıldı. Pahalı kağıtlı şeker kolileri ve çikolatalı şeker kolilerinin bir gözü çikolata kutularındaydı.

Pahalı kağıtlı şeker kolileri "valla kardeş biz de çok heyecanlıyız. Bizim de yeni ambalajlarımız da çok güzel" dediler.

Aslında bunlar çikolata kolilerinin parlak ambalajlı kutularını için için kıskanıyor; ama belli etmiyordu.

Çikolata kolileri de bir yandan kendi aralarında sohbet ederken arada bir diğer kolilerin sohbetlerine kulak kabartarak onları da sohbetlerine ortak ediyorlardı.

Bu sırada ileride üst üste yığılı ucuz kağıtlı şeker kolileri de (sıkış depiş üst üste yığılmış olsa da) kendi aralarında; hem de gülüşe gülüşe sohbet ediyordu.

Çikolata kolileri "ayol o dipteki kolilerde ne var. Çok neşeliler valla çok kıskandık" dedi.

Çikolatalı şeker kolileri ve pahalı şeker kolileri hep bir ağızdan "hiç kardeş onlar ucuz şeker kolileri. Ne yapsın garipler. Onlarda kendi aralarında sohbet ediyor. Ama bize ne? Onlar bizim ayarımızda değil" diye çikolata kolilerine yaltaklandılar.

Ucuz kağıtlı şeker kolileri kendilerini aşağılayan bu sözleri duymamıştı. Onlar yarın gittikleri ‘özellikle kasaba ve köylerde’ arife günü çörek toplayan çocukları sevindirecekleri için çok mutluydu. Onların da bu seferki içine kondukları kutular ve ambalajları güzeldi.

Yani hepsi de bu yeni kutularında çörek toplayan çocuklara kavuşacağı anı iple çekiyordu.

Çikolata kolileri "hey siz! Kendi aranızda neler konuşuyorsunuz öyle?" dedi.

Ama ucuz kağıtlı şeker kolileri duymamıştı. Çikolatalı şeker ve pahalı şeker kolileri bir ağızdan "hey! Çikolata kolileri size sesleniyor. Cevap versenize, çok ayıp" dediler.

Ucuz şeker kolileri bu uyarı üzerine "affedersiniz duymamıştık" dediler.

Çikolata kolileri kendilerinin umursanmamasına bozulmuştu; ama ucuz şeker kolileri "duymadık" deyip özür dileyince "önemli değil kardeş; uzakta öyle şıkır şıkır sohbetinizi merak ettik. Niye öyle çok neşelisiniz?" dediler.

Ucuz şeker kolileri yeni ambalajlarını ve yarın gidecekleri yerde arefe günü çörek toplayan çocukları sevindirecekleri için çok mutlu olduklarını söylediler.

Çikolata kolilerine çörek toplamanın ne olduğunu anlattılar. Bu şekilde herkesin, özellikle fakirlerin evlerine girip; hemen herkesin ağzını tatlandırdıklarını ve bundan çok mutlu olduklarını söylediler.

Çikolata kolileri çikolatalı şeker ve kağıtlı şeker kolilerinin ucuz şeker kolilerini küçümseyerek yağcılık yapmalarından tiksinmiş ve ucuz kağıtlı şeker kolilerine özenmişlerdi.

Ucuz kağıtlı şeker kolilerine "valla kardeş ‘ne yalan söyleyelim?’ sizi çok kıskandık. Tamam biz çok pahalıyız; bu yüzden çok övünüyorduk. Ama sizin çörek toplayan çocuklarla muhabbetinize ve herkesin evine girip onların ağızlarını tatlandırmanıza imrendik. Hepimiz sonunda şekerlemeleriz. Amacımız insanların ağzını tatlandırmak. Burada sizi küçük görüp böbürlendiğimizden çok utandık; özür dileriz" dediler.

Ucuz şeker kolileri çikolata kolilerinin sözleri karşısında mutlu olmuş ve biraz da utanmışlardı. "Estağfurullah" dediler.

Çikolatalı şeker ve pahalı şeker kolileri de yaptıkları yağcılıktan utanmıştı. Bu nedenle ucuz şeker kolilerine özür diler gibi baktılar. Ve depo derin bir sessizliğe büründü.

Artık bütün koliler kardeş kardeş yarın gidecekleri yerlerde ağızlarını tatlandıracağı insanların hayaliyle tatlı bir uykuya yattılar. 


  

BAYRAM TADINDA BAYRAMLARIMIZ VARDI



İnanç üzerinden siyaseti sevenler; onlarla tartışmayı marifet sayanların henüz ortalığı doldurmadığı zamanlarda bayram tadında mutluluklar içinde kutladığımız bayramlarımız vardı. Hem de şöyle böyle değildi o günler; hatta haftalar öncesinden başlardı heyecanı.

Anne babalar durumları yetmediği için kendilerine bir şey alamasalar da çocukları için ellerinden geldiği kadar bir şeyler yapmaya çalışırdı. Hiçbir şey yapamayanlar kendi giydikleri kimi kıyafetleri çocukları için küçültülmek üzere terziye taşınırdı.

O yıllar henüz konfeksiyon yoktu. Manifatura mağazaları vardı; ama çoğu insan Perşembe günü kurulan pazarda yırtımcılardan alırdı elbiselik kumaşları.

Konfeksiyonla da ilk oralarda tanışıldı. Özellikler erkekler için ucuz elbiselikler olurdu.

Ayakkabılar önceleri cizlavet lastik ayakkabılar; sonraları naylon pabuçlar ve altı araba tekerinden kesilip yapılan takoz gibi gaysar pabuçları çıktı piyasaya.

Yırtımcılardan oğlan çocuklarına elbiselik kestirecek olan babalar tanıdığı terziyi çağırırdı. Terziler de boylarına asılı mezura ile gelir oracıkta çocuğun ölçüsünü alır elbiselik ölçüsünü verirdi. Ayrıca içine konacak olan tela ve pamuk hatta düğmeler oradan alınırdı. Sonraları fermuarlı pantolonlar çıkınca fermuarlar da oradan alınırdı.

Kız çocukları için alınan elbiselikler kadın terzilere götürülürdü. O yıllarda kasabamızın en meşhur kadın terzisi anamdı.

Bayram öncesinde bizim evde telaş farklı olurdu. Anam hem sipariş verilen elbiselikleri hem de bayram hazırlığını yapardı. Gerçi her zaman evde bir yardımcısı olurdu; ama işi yine de kolay değildi.

Erkek terzileri benim bildiğim kel terziden Terzi Halil, Terzi Yaşar, Terzi Nevzat vardı. Yani şu an aklıma gelenler onlardı.

Onların ve diğer terzilerin dükkanlarında ve özellikle arife günü berberlerde  bayram öncesinden günler önce başlardı bayram telaşı. Berberlerden aklıma gelen eskilerden sağır Mustafali, Cici berber, Berber Mehmet, Berber Tevfik ve öykülerime konu ettiğim Berber Baki vardı.

Berber dükkanların daha çok arife günü günü ve gecesi telaş artarken Terzi dükkanları haftalar öncesi dolar taşar; muhabbet gırla giderdi. Bayram yakınlaştıkça terzi dükkanlarında sabahlamalar başlardı. Hele tam arife gününe bayramlığı kalmış olanlar geceyi terzide geçirir bayram namazına oradan giderdi.

Bayram namazları da bir alem olurdu. O gün çoluk çocuk babalarıyla bayram namazına giderdi. Çocuklar ve gençler arkalara doluşur; o sıra orada muhabbet, şakalaşmalar gırla giderdi.

Müftü de bayramda kıstırdığı kalabalığa uzayan vaiz verirdi. Bu sırada çocukların ve gençlerin olduğu yerden oflama puflama sesleri çok artınca vaiz vaizini keser ve bayram namazını tarif ederdi.

Çabucak kılınan bayram namazı sonrası herkes kaçar gibi çıkardı camiden. Pabucunu bulan koşardı evine. Önce ana babanın sağlarsa dede ninenin bayramı kutlanır; sonraları diğer akrabalar dolaşılırdı. Tabi bu sırada çocuklar büyüklerin gözünün içine bakardı ‘bayram harçlığı’ diye. Büyükler durumuna göre verirdi harçlığı.

Biz bu konuda biraz avantajlıydık. ‘Gara onbaşı’ başlığıyla hikayesini yazdığım dedem akrabalarından başlayarak neredeyse bütün ilçeye evinde bayramlaşma geleneği oluşturmuştu.

Bir zamanlar çok zenginken başlattığı bu adeti Züğürt ağanın durumuna düştüğü zamanda ölene kadar devam ettirmişti.

O sıra bayram öncesi lokmalar pişirilir bayram günü gelen konuklara lokma ve yanında toz şeker ikram edilirdi. Biz de o gün gelen misafirlere hizmette görev alırdık.

Bunlar benim aklımda kalan bayramlar.

Kıt mıt hatırladığım bayramlarda yüksek çınar veya ceviz ağacına salıncaklar kurulur; genç kızlar o salıncakta sallanırken o kızların yavukluları az ötede kendi aralarında şakalaşırdı.

Ayrıca gıncırgeç kurulur kız erkek onlar binilirdi.

Tabi bu sadece bizim ilçede değil; Türkiye’nin her yerinde benzer ritüllerle kutlanırdı bayramlar.

Biz halk olarak genelde fakir bir toplumuz. Tek eğlence kaynağımız bu bayramlar ve düğünlerdi.

Ekonomik sıkıntılar eski düğünleri aldı götürdü şimdilerde ‘balo’ diye bir şey çıktı, tatsız tuzsuz.

Bir de yukarıda yazdığımız bayramlarımız vardı bayram tadıyla kutladığımız. Onu da inanç tacirleri, dini siyasete alet edenlerle onlarla inanç üzerinden kakışmayı marifet zannedenler aldı elimizde.

Onun için diyeceğim. “Kıymayın efendiler. Bir bayramımız kaldı elimizde. Onun da tadını alıp bizi tümden mutsuz etmeyin. Lütfen”