Bugün 15-16 1970 yılındaki büyük işçi
yürüyüşünün yıl dönümü.
Kuşkusuz bu yıl dönümüyle ilgili çok şey
yazılacak. O şanlı direnişe övgüler düzülecek. Kimilerince “İşçi Sınıfı” diye
başlayan iri iri laflar edilecek.
İşçi Sınıfı ve halk ‘eğer önüne
düşenlere güven duyarsa’ her zaman adına “mucize” denen başarılara imza atar.
Dünya toplumlar tarihi ve Türkiye Halkının ve İşçi Sınıfının tarihi bunun sayısız
örnekleriyle doludur. 15-16 1970 daki İşçi Sınıfının halkla ve gençlikle
buluşan şanlı direnişi bunun en özgün örneklerinden biridir.
O gün Türkiye İşçi Sınıfını temsil eden İstanbul’daki
işçiler sendikal haklarla ilgili kazanımlarını budamaya ve işçilere büyük umut
olan DİSK’e yönelik iktidarın baskıcı girişimlerine tepki olarak halk ve
gençlikle buluşmuş ve tüm engellemlere rağmen iki gün süren o şanlı direnişini
ve yürüyüşü gerçekleştirmişti.
O gün işçilerin halk ve gençlikle
buluşarak önlerine çıkan tüm engelleri yıkıp geçmesinin ardındaki gerçek
güvendikleri işçi önderlerinin ve onların kurduğu DİSK’in varlığıydı.
Ben burada 15-16 Haziran 1970 yılındaki
şanlı İşçi direnişi ve yürüyüşüne katılanları saygıyla selamlıyorum ve bu günün
anısına 1978 yılında Bursa’da 200 ü aşkın işçiyle altı aya yakın yürüttüğümüz
ve başarıyla sonlandırdığımız grevimizin 15 Haziran 2011 yılında yazdığım öyküsünü
paylaşıyorum.
GÖNEN
Greve başlayalı, kırk günü
geçiyordu. Maden-İş sendikası ve sanayi bölgesindeki işçilerin yoğun desteği,
artarak devam ediyordu. Bu fabrikada örgütlenmek için, Maden-İş bölge
temsilciliğinden haber gelmişti.
İşyerinde sendika olmadığını ve
işçilerin bizim sendikada örgütlenmek istediğini söylemişlerdi. Zaten her
bölgede, Maden-İş ve İGD üyeleri örgütlenme çalışmalarında ve sonrasında,
grev ve direnişler sürecinde bizim sendikaya yoğun destek veriyordu.
Buradaki örgütlenme çalışması da, büyük
bir gizlilik içinde olmuştu. Çünkü bizim sendika, daha kuruluş aşamasında
TKP’nin kurduğu sendika olarak lanse edildiği için, baştan komünist sendika
diye ürküntü yaratıyordu. Ayrıca örgütlendiği toprak iş kolu, işçileşme
sürecinin çok gerisindeki kişilerin, daha çok toprağa bağını sürdüren kişilerin
çalıştığı bir iş koluydu. Ve biz genellikle, çabuk örgütlenebilmek için, veya
kolay lokma zannedildiği için, sendika olmayan işçilerin çalıştığı fabrikaları
tercih ediyorduk. Ancak, o sendikasız iş yerlerinin, o güne kadar sendikasız
kalmasının asıl sebebi, örgütlenmenin en güç olması ve en saldırgan
işverenlerin o iş yerlerine sahip olmasıydı. Bu gerçeği, örgütlenme sürecinde
yaşayarak öğrendik.
Ayrıca, bizim sendikanın propogandasını
yaparak, örgütlenmesine yardımcı olduğunu zanneden kişiler, çıtayı çok yüksek
tuttukları için, hem işverenin büyük tepkisi oluşuyor, hem de işçilerin yüksek
beklentisi oluyordu. Bu durumda da, biz, özellikle yetki almayı
başardıktan sonraki süreçte, direniş veya greve çıkmak zorunda kalıyorduk.
Biz aslında greve çıkmayı hiç
istemiyorduk. Kurulduktan sonra bir iş yerinde sözleşme imzalamıştık.
Bu sendikayı yönlendiren, o sırada Disk
Bölge temsilcisi olan Cemal Kıral, bana “bu sendikanın yaşaması için, üye
sayısını ve aidat gelirini artırması lazım. Onun için greve çıkmadan bunu
sağlamaya çalış” diyerek, bu sendikanın örgütlenme yetkisini ve sorumluluğunu
vermişti.
Ben, bu şekilde başladığım
örgütlenme çalışmalarına devam ederken, en son bu iş yerinde yetki almayı
başarmıştık. Ancak işveren, diğer yetki alınan yerlerde olduğu gibi, toplu
sözleşme çağrılarının hiç birine cevap vermiyordu. Adeta hem sendikaya ve hem
işçilerine küsmüştü. Özellikle işçilere, “nankörler, velinimetine, yani ona
karşı geldiler diye” küsmüştü. Bu durumda yapacak tek şey grev yapmaktı. Ancak
sendikanın grev yapacak hiç gücü yoktu. Aidat geliri çok azdı. Bu para sendikanın
örgütlenme çalışmalarına anca yetiyordu. Sendikanın varlığını sürdürmesi için
örgütlenmesi lazım. Ama örgütlendiği her yerde, işverenlerin zorlu direnciyle
karşılaşsa da, bunu grev yapmadan gerçekleştirmesi lazım; ayrıca TKP’nin
kurdurduğu sendika olarak, sınıf ve kitle sendikacılığı ilkelerinin ışığında,
işçilerin hakkını tutarlı olarak savunması lazım.
Yani savaşmadan, düşmanı yenip zafer
kazanması lazım. Ama işveren görüşmeye yanaşmıyor. Sendikaya destek veren
sendika ve gençlik örgütü üyeleri çıtayı baştan yükseltmiş. “Sendika sizin
hakkınızı şöyle savunur, böyle zam alır” diye işçilere umut vermiş ve onlar bu
ümitle sendikaya üye olmuş.
İşte her iş yerinde karşılaşılan bu
açmaz, burada da karşımıza çıkmıştı. Yapacak tek şey, her yerde olduğu gibi,
grev uygulaması, yani greve çıkmaktı.
Ben de, işverenin kısa sürede çözüleceği
umuduyla, bunu yapmak zorunda kaldım; Maden-İş üyeleri, tekstil işçileri ve
gençlerin yoğun desteği altında, grev çadırını kurup, grev uygulamasına
başladık.
İşçilerden tek-tük grevi kırıp, işbaşı
yapanlar olduysa da, bu bizim coşkumuzu engellemedi. İşveren, akşam üzeri grevi
kıran işçilere de “haydi siz de gidin” diye onları fabrikadan çıkardı. Ve
herkese küsüp, bir daha fabrikaya bile uğramadı.
Bizim “gelin, görüşelim, fazla
isteğimiz olmayacak, yeter ki bizi tanıyın” şeklindeki çağrılara hiç cevap
vermedi. Başlangıçta her şey iyi gidiyordu. Her gün grev çadırı, ziyaret edenlerle
dolup taşıyordu. Ben de, grevin başarısı için, işi çok sıkı tutup, sıkı bir
örgütlemeye gitmiştim. Önce, tıpkı askerde olduğu gibi, gece-gündüz yirmi dört
saat, ikişer saatlik devriye nöbetleri organize ettim. Nöbete kadın- erkek tüm
işçiler katılıyordu. Ben de, yirmi dört saat grev çadırında kalıyor,
orada yatıp kalkıyordum.
Her gece, sabaha kadar lastik yakarak
ısınıyorduk. Lastiği tofaş işçileri veya Hürriyet Mahallesinde kalan işçiler
getiriyordu. Nöbetçilere, fabrikaya dışarıdan bir zarar verilmemesi için,
nöbetin ciddiyetle tutulmasını söylemiştim.
Arada bir dayanışma için toplananlar,
işçilere dağıtılarak, ekonomilerine katkı sağlanıyordu. Ayrıca iş yerinde
nöbetçiler için her gün yemek pişiriliyordu; yani her şey iyi gidiyordu. Ancak
herkesin, hatta desteğe gelenlerin kafasında bile, işçilere para dağıtılıp
dağıtılmayacağı veya paranın miktarı sorusu vardı. Ben bunu hissediyor, arada
bir toplantı yapıp, “sendikanın tüm imkanıyla onların yanında olduğunu ve en
kısa zamanda bunu göstereceğini” söylüyerek nutuk atıyordum. Ama, o en kısa
zaman bir türlü gelmiyordu.
Bu arada işverenin, MESS temsilcisinin
verdiği akıl sonucu (bunu sözleşme görüşmeleri sırasında MESS temsilcisi kendi
söylemişti) işçilerin, özellikle yaşlı ve ihtiyacı olanlarını, ipekçiler
çarşısındaki dükkanına çağırıp, para verip, grevi kırmaları için baskı
yaptığı duymuştuk. Ve kısa sürede bunun da önlemini almıştım. İşverenin
çağırdığı işçilerle tek-tek görüşüp, onları ikna ederek, grevi kırmalarını
önlüyordum.
Aradan yaklaşık kırk gün geçmişti. Cemal
Hocanın beni Gönen’de beklediği haberini aldım. Bu haberi alınca çok
sevinmiştim. (bize para yardımı yapılmasını sağlayacak diye sevinmiştim.)
yalnız grev yerinde kimseye bir şey söylemeden, o sırada baş temsilci atadığım
işçiye, “ben bir yere gidiyorum, akşama dönerim” dedim. Otobüse atladığım gibi,
büyük bir ümitle Gönen’e geldim. Cemal Hocaya haber gönderdim. Orada bir yerde
oturduk. Cemal Hoca ne var, ne yok demeden, direk konuya girdik. Bana, “derhal
o grevi kaldıracaksın. İşveren ne veriyorsa kabul et. Ben sana grev yok demedim
mi. Kimseden kuruş yardım alamazsın. Kimse yardım vermeyi kabul etmiyor. Bu
grev devam eder ve batarsa, orada başta Maden-İş olmak üzere, Disk’e bağlı tüm
sendikalar zarar görür. Şu anda hepsi sözleşme dönemine girdi. Onlara zarar
veremezsin. Grev batarsa senin için çok kötü olur. Bu sendikayla hiç
alakamız yok der, her şeyi senin üstüne yıkarım. Seni mahvederim.” Şeklinde
yoğun sözlü saldırıya geçmişti.
Aslında çok haklıydı. Gerçekten bizim
grev batarsa veya kırılırsa, Disk’e bağlı sendikaların, özellikle Maden-İş
sendikasının örgütlenmesi çok darbe yerdi. Ben de bunun bilincinde idim. Ve bu
grevi macera olsun diye başlatmamıştım. Başta da söylediğim gibi, bizi çağıran
ve örgütlenmemize destek veren sendika ve örgütler, bizim kontrolümüz dışında,
işçileri bir takım haklar için, baştan özendiriyordu. Buna bir de işverenlerin
bize karşı, baştan olumsuz tavrı eklenince grev veya direniş kaçınılmaz
oluyordu. Bu sıkıntılardan kurtulmanın tek yolu, sendikayı kapatmaktı. Kimse
bunun siyasi sonuçlarını göze alamıyordu. Örgütlenmemiz işte bu koşullarda
yapılıyordu.
Onun için onu hiç cevap vermeden, dinledim- dinledim. Sonunda “hoca, bu
sendikayı ben kurmadım. Grev yapmak benim de hoşuma gitmiyor. Ben iki aydır banyo
yüzü görmedim. Her gün aç billaç grev çadırında yatıp kalkıyorum.
İşverene ‘gel senin istediğin şekilde sözleşme imzalayalım’ dedim. Adam
başta işçilere olmak üzere, herkese küs, gelmiyor.
Sonra o grev batmaz. O grevi ben
yönetiyorum. Hiç kimse yardım etmese de, ben o grevi, o işçilerle birlikte
başaracağım. Ama sen grevi kaldır diyorsan. Ben onu yapamam. Buradan çeker
giderim. Siz gidip grevi kaldırırsınız” dedim.
Bunu söylerken grevi başaracağımıza çok
inanıyordum. Daha önceki yaşadığım grev ve direnişlerde edindiğim tecrübe ve bu
iş yerinde, başta baş temsilci olmak üzere işçilerin kararlılığı ve grevdeki
örgütlenmemizin sağlamlığı bana bu güvenceyi veriyordu.
Hoca bir süre şaşkın baktı. Sakinleşmiş,
endişeleri biraz gitmişti. Grevi, nasıl örgütleme yaptığımı, dayanışmanın
boyutunu v.s. sordu. “Peki sana inanıyorum. Ama fırsat bulur bulmaz sözleşmeyi
imzala. Ben size yardım için uğraşacağım, ama fazla ümit besleme” dedi.
Başlangıçta çok sert başlayan diyalog,
sonunda baba-oğul diyoloğu yumuşaklığına kavuşmuştu. Ona “senin güvenini
boşa çıkarmayacağım” deyip, izin istedim. Tokalaşıp ayrılırken, Cemal Hoca
halimi acımıştı. “Gel, yorgunsun, bu gün burada kal dinlen, yarın gidersin”
dedi. Ben “sağol, bu gün burada kalırsam, asıl o zaman grev tehlikeye girer,
gideyim” dedi.
Aslında karnım çok açtı ve “Gönen
kampında karnımı doyururum” diye, ümit ederek gelmiştim. O sıcakta, aç billaç,
tekrar grev çadırının yolunu tuttum. Moralim çok bozuktu ama, hiç kimseye belli
etmeden, beni ümitle bekleyen işçilerle (ben söylememiştim, ama maden-iş
üyeleri, başkan size para getirmeye gitti demişler), bir toplantı daha yapıp,
en kısa zamanda sendikanın yanlarında olacağına dair, belirsiz bir konuşma
yaptım.
O günden sonra grev, toplam yüz
yetmiş altı gün, işçilere bir kuruş ödeme yapamadan devam etti, ve başarıyla
sona erdi. Bu başarı, grev sürecinde öğrendikleri, grevin kendi grevleri
olduğu, sendikanın bu mücadelede, yalnızca bir vasıta, bir araç olduğu bilincindeki
işçilerin başarısı idi.
Bu düşüncelerini bir keresinde, grev
çadırında birlikte sabahladığımızda, bana da açıkça söylemişlerdi.
Bulgar göçmeni olan Remziye Pehlivan
isimli kadın işçi, o gece hep birlikte grev ateşinin başında otururken “Başkan,
sen hiç kendine dert etme. Biz sizin paranız olmadığını ve hiç ödeme
yapamayacağınızı biliyoruz. Zaten bu grev bizim grevimiz. İstemiyorsak yarın
işbaşı yaparız. Ancak biz işverenden ne istediğimizi biliyoruz. Ve bunlar bizim
hakkımız. Hakkımzı almadan, ölsek bile, kimse bize işbaşı yaptıramaz. Sen
yeter ki bizim başımızda dur. Sen bize güven ve terk etme. Biz bunu başaracağız”
demişti.
Dedikleri gibi, iki yüzü aşkın işçiyle,
kuruş yardım almadan altı ay süren grevi başardık.
O günlerden aklımda kalan, onların
bu sözleri ve büyük umutla ve ayrıca karnımı bir güzel doyururum diye
gittiğim Gönen kampından, aç billaç umudu kırılmış olarak dönüşüm, bir de
grevin başarısı üzerine, daha önce söylenenleri unutup, bu başarıya sahip
çıkanlar.
Bunları hiç unutmadım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder