14 Haziran 2017 Çarşamba

15-16 HAZİRAN ŞANLI DİRENİŞ ANISINA BİR GREV ÖYKÜSÜ



Bugün 15-16 1970 yılındaki büyük işçi yürüyüşünün yıl dönümü.
Kuşkusuz bu yıl dönümüyle ilgili çok şey yazılacak. O şanlı direnişe övgüler düzülecek. Kimilerince “İşçi Sınıfı” diye başlayan iri iri laflar edilecek.
İşçi Sınıfı ve halk ‘eğer önüne düşenlere güven duyarsa’ her zaman adına “mucize” denen başarılara imza atar. Dünya toplumlar tarihi ve Türkiye Halkının ve İşçi Sınıfının tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. 15-16 1970 daki İşçi Sınıfının halkla ve gençlikle buluşan şanlı direnişi bunun en özgün örneklerinden biridir.
O gün Türkiye İşçi Sınıfını temsil eden İstanbul’daki işçiler sendikal haklarla ilgili kazanımlarını budamaya ve işçilere büyük umut olan DİSK’e yönelik iktidarın baskıcı girişimlerine tepki olarak halk ve gençlikle buluşmuş ve tüm engellemlere rağmen iki gün süren o şanlı direnişini ve yürüyüşü gerçekleştirmişti.
O gün işçilerin halk ve gençlikle buluşarak önlerine çıkan tüm engelleri yıkıp geçmesinin ardındaki gerçek güvendikleri işçi önderlerinin ve onların kurduğu DİSK’in varlığıydı.

Ben burada 15-16 Haziran 1970 yılındaki şanlı İşçi direnişi ve yürüyüşüne katılanları saygıyla selamlıyorum ve bu günün anısına 1978 yılında Bursa’da 200 ü aşkın işçiyle altı aya yakın yürüttüğümüz ve başarıyla sonlandırdığımız grevimizin 15 Haziran 2011 yılında yazdığım öyküsünü paylaşıyorum.
                  GÖNEN
                  15 Haziran 2011, 20:16

Greve başlayalı, kırk günü geçiyordu. Maden-İş sendikası ve sanayi bölgesindeki işçilerin yoğun desteği, artarak devam ediyordu. Bu fabrikada örgütlenmek için, Maden-İş bölge temsilciliğinden haber gelmişti.
İşyerinde sendika olmadığını ve işçilerin bizim sendikada örgütlenmek istediğini söylemişlerdi. Zaten her bölgede, Maden-İş ve İGD üyeleri örgütlenme çalışmalarında ve sonrasında,  grev ve direnişler sürecinde bizim sendikaya yoğun destek veriyordu.
Buradaki örgütlenme çalışması da, büyük bir gizlilik içinde olmuştu. Çünkü bizim sendika, daha kuruluş aşamasında TKP’nin kurduğu sendika olarak lanse edildiği için, baştan komünist sendika diye ürküntü yaratıyordu. Ayrıca örgütlendiği toprak iş kolu, işçileşme sürecinin çok gerisindeki kişilerin, daha çok toprağa bağını sürdüren kişilerin çalıştığı bir iş koluydu. Ve biz genellikle, çabuk örgütlenebilmek için, veya kolay lokma zannedildiği için, sendika olmayan işçilerin çalıştığı fabrikaları tercih ediyorduk. Ancak, o sendikasız iş yerlerinin, o güne kadar sendikasız kalmasının asıl sebebi, örgütlenmenin en güç olması ve en saldırgan işverenlerin o iş yerlerine sahip olmasıydı. Bu gerçeği, örgütlenme sürecinde yaşayarak öğrendik.  
Ayrıca, bizim sendikanın propogandasını yaparak, örgütlenmesine yardımcı olduğunu zanneden kişiler, çıtayı çok yüksek tuttukları için, hem işverenin büyük tepkisi oluşuyor, hem de işçilerin yüksek beklentisi oluyordu. Bu durumda  da, biz, özellikle yetki almayı başardıktan sonraki süreçte, direniş veya greve çıkmak zorunda kalıyorduk.
Biz aslında greve çıkmayı hiç istemiyorduk. Kurulduktan sonra bir iş yerinde sözleşme imzalamıştık.
Bu sendikayı yönlendiren, o sırada Disk Bölge temsilcisi olan Cemal Kıral, bana  “bu sendikanın yaşaması için, üye sayısını ve aidat gelirini artırması lazım. Onun için greve çıkmadan  bunu sağlamaya çalış” diyerek, bu sendikanın örgütlenme yetkisini ve sorumluluğunu vermişti.
Ben,  bu şekilde başladığım örgütlenme çalışmalarına devam ederken, en son bu iş yerinde yetki almayı başarmıştık. Ancak işveren, diğer yetki alınan yerlerde olduğu gibi, toplu sözleşme çağrılarının hiç birine cevap vermiyordu. Adeta hem sendikaya ve hem işçilerine küsmüştü. Özellikle işçilere, “nankörler, velinimetine, yani ona karşı geldiler diye” küsmüştü. Bu durumda yapacak tek şey grev yapmaktı. Ancak sendikanın grev yapacak hiç gücü yoktu. Aidat geliri çok azdı. Bu para sendikanın örgütlenme çalışmalarına anca yetiyordu. Sendikanın varlığını sürdürmesi için örgütlenmesi lazım. Ama örgütlendiği her yerde, işverenlerin zorlu direnciyle karşılaşsa da,  bunu grev yapmadan gerçekleştirmesi lazım; ayrıca TKP’nin kurdurduğu sendika olarak, sınıf ve kitle sendikacılığı ilkelerinin ışığında, işçilerin hakkını tutarlı olarak savunması lazım.
Yani savaşmadan, düşmanı yenip zafer kazanması lazım. Ama işveren görüşmeye yanaşmıyor. Sendikaya destek veren sendika ve gençlik örgütü üyeleri çıtayı baştan yükseltmiş. “Sendika sizin hakkınızı şöyle savunur, böyle zam alır” diye işçilere umut vermiş ve onlar bu ümitle sendikaya üye olmuş.
İşte her  iş yerinde karşılaşılan bu açmaz, burada da karşımıza çıkmıştı. Yapacak tek şey, her yerde olduğu gibi, grev uygulaması, yani greve çıkmaktı.
Ben de, işverenin kısa sürede çözüleceği umuduyla, bunu yapmak zorunda kaldım; Maden-İş üyeleri, tekstil işçileri ve gençlerin yoğun desteği altında, grev çadırını kurup, grev uygulamasına başladık.
İşçilerden tek-tük grevi kırıp, işbaşı yapanlar olduysa da, bu bizim coşkumuzu engellemedi. İşveren, akşam üzeri grevi kıran işçilere de “haydi siz de gidin” diye onları fabrikadan çıkardı. Ve herkese küsüp,  bir daha fabrikaya bile uğramadı.
Bizim  “gelin, görüşelim, fazla isteğimiz olmayacak, yeter ki bizi tanıyın” şeklindeki çağrılara hiç cevap vermedi. Başlangıçta her şey iyi gidiyordu. Her gün grev çadırı, ziyaret edenlerle dolup taşıyordu. Ben de, grevin başarısı için, işi çok sıkı tutup, sıkı bir örgütlemeye gitmiştim. Önce, tıpkı askerde olduğu gibi, gece-gündüz yirmi dört saat, ikişer saatlik devriye nöbetleri organize ettim. Nöbete kadın- erkek tüm işçiler katılıyordu. Ben de, yirmi dört saat grev çadırında  kalıyor, orada yatıp kalkıyordum.
Her gece, sabaha kadar lastik yakarak ısınıyorduk. Lastiği tofaş işçileri veya Hürriyet Mahallesinde kalan işçiler getiriyordu. Nöbetçilere, fabrikaya dışarıdan bir zarar verilmemesi için, nöbetin ciddiyetle tutulmasını söylemiştim.
Arada bir dayanışma için toplananlar, işçilere dağıtılarak, ekonomilerine katkı sağlanıyordu. Ayrıca iş yerinde nöbetçiler için her gün yemek pişiriliyordu; yani her şey iyi gidiyordu. Ancak herkesin, hatta desteğe gelenlerin kafasında bile, işçilere para dağıtılıp dağıtılmayacağı veya paranın miktarı sorusu vardı. Ben bunu hissediyor, arada bir toplantı yapıp, “sendikanın tüm imkanıyla onların yanında olduğunu ve en kısa zamanda bunu göstereceğini” söylüyerek nutuk atıyordum. Ama, o en kısa zaman bir türlü gelmiyordu.
Bu arada işverenin, MESS temsilcisinin verdiği akıl sonucu (bunu sözleşme görüşmeleri sırasında MESS temsilcisi kendi söylemişti) işçilerin, özellikle yaşlı ve ihtiyacı olanlarını, ipekçiler çarşısındaki  dükkanına çağırıp, para verip, grevi kırmaları için baskı yaptığı duymuştuk. Ve  kısa sürede bunun da önlemini almıştım. İşverenin çağırdığı işçilerle tek-tek görüşüp, onları ikna ederek, grevi kırmalarını önlüyordum.
Aradan yaklaşık kırk gün geçmişti. Cemal Hocanın beni Gönen’de beklediği haberini aldım. Bu haberi alınca çok sevinmiştim. (bize  para yardımı yapılmasını sağlayacak diye sevinmiştim.) yalnız grev yerinde kimseye bir şey söylemeden, o sırada baş temsilci atadığım işçiye, “ben bir yere gidiyorum, akşama dönerim” dedim. Otobüse atladığım gibi, büyük bir ümitle Gönen’e geldim. Cemal Hocaya haber gönderdim. Orada bir yerde oturduk. Cemal Hoca ne var, ne yok demeden, direk konuya girdik. Bana, “derhal o grevi kaldıracaksın. İşveren ne veriyorsa kabul et. Ben sana grev yok demedim mi. Kimseden kuruş yardım alamazsın. Kimse yardım vermeyi kabul etmiyor. Bu grev devam eder ve batarsa, orada başta Maden-İş olmak üzere, Disk’e bağlı tüm sendikalar zarar görür. Şu anda hepsi sözleşme dönemine girdi. Onlara zarar veremezsin. Grev batarsa senin için çok kötü olur. Bu  sendikayla hiç alakamız yok der, her şeyi senin üstüne yıkarım. Seni mahvederim.” Şeklinde yoğun sözlü saldırıya geçmişti.
Aslında çok haklıydı. Gerçekten bizim grev batarsa veya kırılırsa, Disk’e bağlı sendikaların, özellikle Maden-İş sendikasının örgütlenmesi çok darbe yerdi. Ben de bunun bilincinde idim. Ve bu grevi macera olsun diye başlatmamıştım. Başta da söylediğim gibi, bizi çağıran ve örgütlenmemize destek veren sendika ve örgütler, bizim kontrolümüz dışında, işçileri bir takım haklar için, baştan özendiriyordu. Buna bir de işverenlerin bize karşı, baştan olumsuz tavrı eklenince grev veya direniş kaçınılmaz oluyordu. Bu sıkıntılardan kurtulmanın tek yolu, sendikayı kapatmaktı. Kimse bunun siyasi sonuçlarını göze alamıyordu. Örgütlenmemiz işte bu koşullarda yapılıyordu.
Onun için onu hiç  cevap vermeden, dinledim- dinledim.  Sonunda “hoca, bu sendikayı ben kurmadım. Grev yapmak benim de hoşuma gitmiyor. Ben iki aydır banyo yüzü görmedim. Her gün aç billaç grev çadırında yatıp kalkıyorum.  İşverene ‘gel senin istediğin şekilde sözleşme imzalayalım’ dedim. Adam başta işçilere olmak üzere, herkese küs, gelmiyor.
Sonra o grev batmaz. O grevi ben yönetiyorum. Hiç kimse yardım etmese de, ben o grevi, o işçilerle birlikte başaracağım. Ama sen grevi kaldır diyorsan. Ben onu yapamam. Buradan çeker giderim. Siz gidip grevi kaldırırsınız” dedim.
Bunu söylerken grevi başaracağımıza çok inanıyordum. Daha önceki yaşadığım grev ve direnişlerde edindiğim tecrübe ve bu iş yerinde, başta baş temsilci olmak üzere işçilerin kararlılığı ve grevdeki örgütlenmemizin sağlamlığı bana bu güvenceyi veriyordu.
Hoca bir süre şaşkın baktı. Sakinleşmiş, endişeleri biraz gitmişti.  Grevi, nasıl örgütleme yaptığımı, dayanışmanın boyutunu v.s. sordu. “Peki sana inanıyorum. Ama fırsat bulur bulmaz sözleşmeyi imzala. Ben size yardım için uğraşacağım, ama fazla ümit besleme” dedi.
Başlangıçta çok sert başlayan diyalog, sonunda baba-oğul diyoloğu yumuşaklığına kavuşmuştu. Ona  “senin güvenini boşa çıkarmayacağım” deyip, izin istedim. Tokalaşıp ayrılırken, Cemal Hoca halimi acımıştı. “Gel, yorgunsun, bu gün burada kal dinlen, yarın gidersin” dedi. Ben “sağol, bu gün burada kalırsam, asıl o zaman grev tehlikeye girer, gideyim” dedi.
Aslında karnım çok açtı ve “Gönen kampında karnımı doyururum” diye, ümit ederek gelmiştim. O sıcakta, aç billaç, tekrar grev çadırının yolunu tuttum. Moralim çok bozuktu ama, hiç kimseye belli etmeden, beni ümitle bekleyen işçilerle (ben söylememiştim, ama maden-iş üyeleri, başkan size para getirmeye gitti demişler), bir toplantı daha yapıp, en kısa zamanda sendikanın yanlarında olacağına dair, belirsiz bir konuşma yaptım.
O günden sonra grev, toplam yüz yetmiş altı gün, işçilere bir kuruş ödeme yapamadan devam etti, ve başarıyla sona erdi. Bu başarı, grev sürecinde öğrendikleri, grevin kendi grevleri olduğu, sendikanın bu mücadelede, yalnızca bir vasıta, bir araç olduğu bilincindeki işçilerin başarısı idi.
Bu düşüncelerini bir keresinde, grev çadırında birlikte sabahladığımızda, bana da açıkça söylemişlerdi.
Bulgar göçmeni olan Remziye Pehlivan isimli kadın işçi, o gece hep birlikte grev ateşinin başında otururken “Başkan, sen hiç kendine dert etme. Biz sizin paranız olmadığını ve hiç ödeme yapamayacağınızı biliyoruz. Zaten bu grev bizim grevimiz. İstemiyorsak yarın işbaşı yaparız. Ancak biz işverenden ne istediğimizi biliyoruz. Ve bunlar bizim hakkımız. Hakkımzı almadan, ölsek bile, kimse bize işbaşı yaptıramaz. Sen yeter ki bizim başımızda dur. Sen bize güven ve terk etme. Biz bunu başaracağız” demişti.
Dedikleri gibi, iki yüzü aşkın işçiyle, kuruş yardım almadan altı ay süren grevi başardık.
O günlerden  aklımda kalan, onların bu sözleri ve  büyük umutla ve ayrıca karnımı bir güzel doyururum diye gittiğim  Gönen kampından, aç billaç umudu kırılmış olarak dönüşüm, bir de grevin başarısı üzerine, daha önce söylenenleri unutup, bu başarıya sahip çıkanlar.
Bunları hiç unutmadım.                                    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder