30 Ocak 2017 Pazartesi

YAŞAMIN FARKINA VARAMAMANIN ZAVALLILIĞINA DÜŞMEDEN YAŞAMAYI BİLMEK


Merhaba; her gün olduğu gibi o gün de doktorumun 'her gün beş dakika yürüyüp sonra oturup dinlen' tavsiyesine uyarak gezintiye çıktım.

Kaldığım şehrin ana caddesinde palmiyeler var. Belediyenin yaptığı en iyi işlerden biri bu palmiyelerin etrafına oturma yeri yapması. Oraların akşam saatinde müşterisi çok olur. O müşterilerden biri de benim.

Caddedeki büyük binanın köşesinde sokak çalgıcıları var.

Hiç sokak çalgıcılarını onlara yakın bir yere oturup dinlediniz mi bilmem. Dinlemediyseniz bulunduğunuz şehirde sokak çalgıcılarına yakın bir yere oturun ve dinleyin. Çok keyif alacaksınız.

Ben her zaman olduğu gibi o sokak çalgıcılarına en yakın palmiyenin altındaki banka oturdum.

Zaten o çalgıcıların iki devamlı dinleyicisi var. Biri ben biri de siyah bir köpek.

Bizim belediyenin en yaptığı işlerden biri de köpekleri aşı yaptırıp boyunlarına bir plaka takıp sokağa salması. Sanırım onları aynı zamanda kısırlaştırıyorlar. 

O gün de siyah köpek sokak çalgıcılarının müzik yaptığı saatte telaşla ileriden koşup geldi. Sanırım çalgıcıların müzik yaptığı saati iyi bellemişti.

Onun aralarından koşarak geçtiğini gören kimileri "ay bu ne böyle?" telaşıyla sağa sola çekilip, kimilerinin kendinden korkup "hoşt köpek" diye tepki göstermelerine aldırmadan aralarından geçip geldi. Beni görünce sanki "geç kalmadım değil mi?" der gibi baktı ve hemen önümde sokak çalgıcılarının karşısındaki köşeye yerleşti. 

Önce kendine şaşkınlıkla bakan insanlara "siz hiç köpek görmediniz mi be?" diye tepki gösterir gibi baktı sonra sanırım aklından "bunlar bizi sevmesini bilmeden birbirini nasıl seviyor acaba" diye bir soru geçti galiba. Bana bakıp kısık sesle "hav!" deyişinde bu şaşkınlığın ifadesi var gibiydi.

Sonra çok uzamadı bu şaşkınlığı; her zaman olduğu gibi kafasını ileri uzattığı iki ön ayağının üzerine koyup müziğin verdiği keyifle gözlerini yumup sokak çalgıcılarını dinlemeye başladı.

Oraya takılmaya başladığımdan beri karşılaştığım; daha sonra Çatal çeşme parkında falan o tanışıklıkla doğruca yanıma gelen siyah köpek sanırım sokak çalgıcılarının da öteden beri müdavimiydi. Çünkü o gelip karşılarına yukarıda yazdığım gibi kurulunca çocuklar daha keyifli müzik yapmaya başlamıştı.

Neyse o siyah köpek bir köşede ben bir köşede akşamın serinliğiyle kulağımız şarkıcılarda dalıp gitmiştik. O sıra ileriden köpek havlamaları işitildi.

Siyah köpekle ikimiz de önce o havlamalarla irkildik sonra 'boş verdik'.

Çünkü o köpekler o sıra onlara korkuyla bakanların sandığı gibi birine saldırmıyordu. Muhtemelen 'mıntıkalarına yabancı bir köpek girdi' ona havlıyorlar.

Siyah köpek hiç oralı olmasa da ben yine merakla kafamı uzatıp baktım. Düşündüğüm gibi ileride bir gurup köpek iri bir köpeğe "mıntıkamızı terket" der gibi havlıyordu. O da mesajı almış ki; ilk sokaktan sıvışıp gitti.

Belgesel izleyenler bilir. Orada da vahşi doğada hayvanlar sınırlarını ya işeyerek ya da dışkılarıyla belli eder. O kokuyu alan diğer hayvan o mıntıkanın sahibi olduğunu bilir oralarda pek eyleşmez. Meğer aslan gibi kimseden korkusu olmayan olursa onlar bu mıntıka işini pek sallamaz.

Yani tıpkı ülkelerin sınırları olduğu; sınırlarına tecavüz edene tepki gösterdiği; ama güçlü emperyalist ülkelerin onların sınırlarını sallamayıp istediği zaman çiğnediği; ötekilerin onlara bir şey diyemedikleri gibi.

Ben zaman zaman özellikle belgesel izlerken oradaki yaşamın seyrinde hep insan toplulukları aklıma gelir; vahşi doğadaki yaşamın kurallarıyla insanların yaşamındaki kuralların çok benzeştiğini görürüm.

İkisi arasındaki tek fark; hayvanlarınkine iç güdü, insanlarınkine bilinçli tepki diyorlar.

Zaten insan ezelden genetik olan hayvansal içgüdülerini baskıladığı oranda insanlaşıyor. Yoksa öteki gibi içgüdülerine bağımlı olunca pek hayvandan farkı olmuyor.

'Nereden? Nereye?'

Yaşam da öyle daldan dala renkler içerir gibi birbirinden farklılıklar taşımıyor mu?

İşte ben o gün o bankta siyah köpekle birlikte sokak çalgıcılarını dinlerken ilerden gelen kalabalık köpek havlamasını duyunca aklımdan bunlar geçiyordu.

Siyah köpeğin aklından ne geçti bilmiyorum tabi. Muhtemelen onun içinden kendini hür, kısırlaştırılmamış doğanın ona bahşettiği bütün özelliklere sahip doğada yeşillikler içinde türdeşleriyle birlikte koşup oynarkenki hali geçiyordu.

Öyle veya böyle insanın arada bir akşamın serinliğinde benim yaptığım gibi kalabalıklar içinde kendini kaybettirip 'borç harç, tasa, hastalık, dost bildikleri tarafından unutulmuşluk hisleri, yüreğinin bir yerinde diş ağrısı gibi ımık ımık kendini hissettiren aşk özlemi' gibi her ne varsa kendini üzen yoran "onları" bir süreliğine unutmasını ve yaşadığını fark etmesini öneriyorum.

Çünkü insanı yoran o kadar çok şey var ve yaşadığını fark ettiği o kadar az zamanlar var ki! Bana göre insanın en zavallılaştığı; kendini çaresiz zannettiği zamanlar da o zamanlardır 

Takmayın kafanıza. Hayat öyle de böyle de geçecek zaten. Ve sonunda 'bir varmış bir yokmuş' olacağız nasılsa.

Siz en iyisi siyah köpeğe ve bana takılın; eminim sonunda bize teşekkür edeceksiniz.



28 Ocak 2017 Cumartesi

UYKUSUZ-LUK


Lak-luk veya lık ekleri sanırım bizim gramerde eklendiği kelimeye olumlu veya olumsuzluk katarak artırır. Çok bildiğimden değil bu işleri. Hatta hiç bilmem. Yani dil bilgisi kurallarında kendimi “alaylı” diye tarif etsem çok yanlış olmaz. Yani yaşamın içinde öğrenmek.

Bizde ‘alaylı’ deyimi sanırım Osmanlının mirası. Orada kimi paşalar için ‘onlar alaylı’ diye okumuştum. Tabi ‘onlar alaylı paşalardı’ diye yazılı olan yerde “bunun ne demek?” olduğu anlatılmaz; ama lafın söylediği yer ve biçiminde o anlaşılır. Bizim oralarda buna “lafın şetteni” denir. Ayrıca bir de “lafı şirfetlendirme” de denir.

Siz şimdi diyeceksiniz ki; “hopalla. Adam ‘uykusuzluk’ diye başlık attı. Sonra ‘gaynaya galdı’ oradan buradan laf çıkarmaya” diye tepki gösterseniz “haksız sayılmazsınız” Siz belki “lafı uzatma kısa kes” de der ilave edersiniz “Aydın havası” diye. Çünkü öyle bilinir.

Bende öyle bilirdim. Oysa o lafın sonu “kısa kes Aydın habası” ymış. Almanya’da çalışan ve orada vefat eden ‘benim kafa olarak en iyi anlaştığım’ dayımdan öğrendim doğrusunu. O bir yaz göl kenarındaki belediye plajına çadır kurmuştu. Ben de ilçede yaşadığım için özellikle akşamları alırdım nevaleyi ‘yani rakı makı bir şeyler’ giderdim yanına. Özellikle gece boyu göl kenarında onun muhabbetine doyum olmazdı.

Sanki o da “alaylı” bir felsefeciydi. Benim “alaylı” dil bilgisine sahip olmam gibi; ama tabi aynı şey değil de benzer. Benzediği yön ikisinin de eğitimsiz yaşamın içinde edinilen bilgiyi ifade eder. Tıpkı okul yüzü görmeden görev yaptıkları alaylar içinde yeteneklerini gösterip rütbe alanlar gibi.

Bakın şimdi de “alaylar” çıktı. “Alaylar” kalabalıklar demek oluyor sanırım. Örneğin avcıya orada keklik olduğuna inandırmak isteyen kişi “tam şurdan bi alay keklik geçti” der. Onun gibi “alay” bütün kalabalıkların önüne konup onu çoğaltır. “Alay” deyiminin önüne konulduğu sözcüğü azalttığını sanmıyorum. Yani “alay” sözcüğü yukarıda yazıya girerken “lak-luk-lık” ekleri gibi olumsuzluk ifade etmez. Zaten “alay”da bir başına bir anlam ifade eden bir kelimedir. Yani “alaysız” veya “alaysızlık” diye bir şey duymadım; ama ‘örneğin’ “uykusuzluk” denince herkes “uyku” sözcüğün olumsuz bir anlam taşıdığını “uyku” veya “uyuma” zoru taşıdığını ifade eder. Aynı şekilde “uykululuk” hali denince “uyku” içinde olan anlaşıldığı gibi.

Bizim oralarda konuşurken uyukluyana “ne bu oğlum? Üyküsüzlükten ölüp galmışsın sanki” denir. Tabi bizim oranın şivesi böyle. Yoksa doğrusu “uykusuzluktan ölüp kaldın mı?” dır. Yani “o şeye sahip olacakken sahip olamadın mı?” gibi bir şey; ama alaylı ifadedir bu.

“Malkara Keşan Hoppala paşam” da olduğu gibi siz şimdi “hoppala? Nereden girdin nereden çıktın sen?” diyebilirsiniz ve haklı sayılırsınız; ama bu sizin haklı olduğunuz anlamına gelmez; öyle de olabilirsiniz; haklısınızdır. Ama benim rotu çıkmış araba gibi veya gayışını koparmış beygir gibi bu saatte “Neye? Nereye?” savrulduğumu “neden?" savrulduğumu” anlamadan sizin "hoppala" diye gösterdiğiniz tepkide haklı çıktığınız anlamı değildir.

Benim gecenin bir vakti böyle savrulmamın nedeni bilinç uyuşukluğu içinde bilinçli bir savrulma.

Üstünüze afiyet benim geçmeyen, geçmeyecek ve onunla gabire gireceğim "koah" diye bilinen bir hastalığım var. Bunun ne anlama geldiğini yazmak anlamsız. Günümüzün moda deyimi haline geldiğinden herkes şimdilerde nefes zorluğu çekmeye başladı mı? ‘sanki matah olmuş gibi’ kendi kendine veya birine “ben de koahlıyın” ve “koahlıymışım” der. “mşım” ekine bakınca ona bunu birinin yani doktorun söylediğini anlarsınız. Halbuki doktoru ona “sizde koah belirtisi var” dedikten sonra ‘ne meret içiyorsa dumanlı’ içtiği şeyi bırakmasını söyler ve “sonra bu koahınız ilerler” der.

Bu günlerde medyatik kelime olan “koah” sözcüğünü doktoru tarafından ona yakıştırılan kişi ‘rütbe almış gibi’ övünür artık. “Ben de koahlıymışın; ama sigarayı bırakamıyorum” diye.

Neyse diyeceğim o değil. Knut Hamsun diye Norveçli bir yazar var. Hamsun gençlik yıllarında işsiz gezgin maceracı. Norveç’te yaşarken bir gün atlamış bir gemiye hep hayal ettiği yere Amerika'ya gitmiş. O yıllardan çok önce başlayan “Amerikan rüyası” denen Avrupa'daki işsiz veya maceracıların başlattığı ‘altın arama’ göçüne katılanların çoğu tıpkı bizde ellilerin başında İstanbul için “taşı toprağı altın” deyip başlayıp günümüzde hala devam eden; ama sonunda taşında toprağında altın bulamadığı gibi geldiği yerde kaybolduğu gibi Amerika'da iş bulamadıkları gibi çoğu kaybolup yitmiş. 

Bizim Hamsun da büyük hayallerle gittiği Amerika’da her ne kadar kaybolmasa da “dikiş de tutturamamış” ve geriye Norveç'e kös kös dönmüş. İşte o sıra aklına gelmiş yazarlık. Amerika'da görüp yaşadığı veya duyduğu hikayeleri geri geldiği Norveç'te ufak ufak yazıp şehrin gazetesine satarak karın doyurmaya çalışmış. 

O da kendini o sıra benim gibi “yazar” saydığı için yazdıklarını götürdüğü gazete sahibinin değer verip aldığını sanırmış. Oysa işin aslı yazdıklarını götürdüğü gazete sahibi yazara çizere ve tabi okuyana büyük değer veren 'bugün kişi başına kitap tüketiminde en çok kitap tüketen; bu özelliğiyle dünyada en mutlu insanların yaşadığı ülkeler arasında ilk sıralarda olan' bir ülkenin gazete sahibi olduğu için buna “garibin hevesi kırılmasın. Belki ileride hakikaten yazar olur” diye o farkında olmadan sponsorluğunu yaparmış. Yani onun yazıp getirdiği çoğu hikayenin bir işe yaramadığını fark etiği halde ‘sanki’ basacakmış gibi o yazıları alır ve ona da üç beş kuruş verir yazıların çoğunu çöpe atarmış; ama küçük bir şehirde küçük bir gazete sahibi bu sponsorluğu nereye kadar sürdürür ki? Son getirdiği hikayeyi de alınca karşılığını vermiş ve başka bir iş tutmasını o işlerde daha çok para olduğunu söylemiş; yani adamcağız Hamsun’a “senden her şey olur; ama yazar olmaz. Uğraşma” demek istemiş.

Gazetecinin bu sözleri karşısında ‘tingidek’ düşen Hamsun da lafı tam öyle doğru anlamış ve oradan aldığı son yazarlık parasıyla kendine yiyecek içecek bir şeyler alıp kaldığı yere gitmiş. Kaldığı yer de bir pansiyonun çatı katında farelerin cirit attığı bir yermiş.

Pansiyon sahibi de ona acıdığı için ve ‘herhalde’ “Norveç’in ayazında kalmasın garip” diye pansiyonun tavan arasında kullanmadığı bir yeri vermiş ona.

Hamsun parası olursa kaldığı yerin kirasını veriyor; olmayınca da ‘yukarıda yazdığım gibi’ pansiyon sahibi sorun yapmazmış.

Neyse o gün elinde gazetecinin verdiği ve son olduğunu bildiği parayla aldığı yiyecek içecekle çıkıp gelmiş pansiyona azar azar yemiş onları; çünkü ufukta bir açlık çekeceğinin farkındaymış ve nitekim öyle de olmuş. Yediği son lokmadan sonra birkaç gün oradaki çeşmeden içtiği suyla doyurmuş kendini. “Doyurmuş” dedikse bu lafın gelişi. “Hiç insan suyla doyar mı?” somyada kıpırdandıkça boş karına dolan su “culk culk” diye ses çıkarırmış. O sıra başlamış açlık günleri tabi.

Bir hafta sonra falan Hamsun somyadan zor zahmet kalkıp suyunu içmiş ve o sıra aklına “su olduğuna göre dayanırım; bir insan kaç gün aç kalır ve aç kaldığı sürede ne hisseder?” sorusu gelmiş. Yani “açlık nasıl bir şey?” sorusu. Bu da yaşanmadan bilinmez ki. 

Yani burada amaç açlık grevine çıkmak değil; “el mecbur” yaşanan açlık konusunda bir deney yaşamak olacak. Yani o öyle düşünmüş ve aç kaldığı zamanlarda hissettiklerini zor zahmet yazıp götürmüş gazeteye. “Ben iş bulamadım. Aç kaldım. Aç kalınca da aklıma açlığı yazmak geldi ve alıp size geldim” demiş. Tabi gazetecinin de içi sızlamış. Onu kovamamış “iyi; arada yaz getir. Ben değerlendiririm” deyip ona üç beş kuruş da para vermiş.

O parayı alan Hamsund hemen karnını doyurmaya kalkmamış. Öyle ya; açlığın romanını; onu yaşayarak yazacak. Onun için o parayla aldığı biraz nevaleyle çıkmış pansiyondaki katına. “Çok çok acıkırsam ufak ufak yerim” diye açlığı yaşamaya devam etmiş. Sonunda ortaya dünya klasikleri arasına giren“Açlık” romanı çıkmış.

Siz şimdi “iyi de ne alaka?” diyeceksiniz.

Alakası şu. Ben tekrar enfeksiyon kapınca; benim için iki yol vardı. Ya hastanede yatarak tedavi göreceğim; ya da evimde kendim tedavi olacağım.

Şöyle böyle değil “ben bu hastalığı on yıldır yaşıyorum. Defalarca hastanede yatarak tedavi oldum” bu aklıma gelince “bu şekilde nerede hastalanacağım belli değil. Her yerde hastane olmayabilir. Onun için ben evimde hastanedeymiş gibi kendimi tedavi edeyim” dedim. Doktorum da “hastane mikrobu kapmamdan endişe ettiği için belki” buna “olur” verince ve başladım hastane prensibiyle tedaviye.

Bütün ilaçlarım, oksijen makinem, oksijen tüplerim var” ki bu son var olan oksijen zaten bu tedavinin olmazsa olmazı.

Geriye sadece kullanacağım asıl ilaç olan antibiyotik kalıyor. Doktorum onu da yazınca “un var, yağ var, şeker var, su da var. O zaman helvaya niye para vereyim? Ben kararım” diyen gibi başladım evde tedaviye.

Öyle diyen o helvayı kardı mı bilmiyorum; ama ben işin başına geçince anladım yediğim haltı.

Öyle ya; “hastanede yatak var. Yemek var. Refakatçin de var. İlaç vb. şeylerin var”; ama her gün saatinde gelip sana tedavi veren görevli yok. Onlar gece gündüz ‘sen uyuyor bile olsan’ uyandırıp yapıyor tedavini.

“Peki evde?” hadi yatak var. Diğer ihtiyaçların için eşin var; ama tedavi veren. O yok. Siz diyeceksiniz ki “eşin var.” Ama onun bildiği bir şey değil ki bu. Yani sizin anlayacağınız hastanede olduğu gibi usule uygun ilaçları gece gündüz ben almak zorunda olunca yirmi güne yakın gün esaslı bir uykusuzluk çektim.

Öyle oluyordu ki; gözümü kapayınca dumanlar uçuşuyor, nerede yattığımı bilmiyordum. Kabus gibi rüya içindeyken beni gören eşim panik halinde “ambulans çağıralım bari” dedikçe uykusuzluk ve oksijen sıkışıklığıyla tepem atıp bağırıyorum ona. “Sen sesini kes. Şu oksijeni aç. Şunu getir” diye. Kadıncağız korku ve can havli içinde iki ayağını bir pabuca sığdırmak zorunda kalıyor. Nefesim biraz düzelince yaptığım kabalığı fark edip özür falan diliyorum.

Bu şekilde kendimle eşimle kavga didişme sonunda “inadım inat” deyip tedavimi yaptım; şimdi oksijen maskesiz bu aletin başına geçince aklıma geldi Hamsun'un açlık romanı ve onu nasıl yazdığı.

Siz şimdi “ukalaya bak. Kendini bırak yazar; “dünya nimeti” başlıklı eseriyle dünya ününe sahip olmuş Hamsun’un yerine koyuyor” derseniz bu sefer “haksızsınız”

Çünkü Hamsun o romanı yazmaya başladığında benim gibi bir şeyler yazdığını sanan biriymiş. Sonradan öyle olmuş. O zaman benim de başarıp “yazar olarak kabul edilmeyeceğim ne malum?” hem ben bunu yazar olmak için değil. Sevdiğim bir yazarın denediği şeyi; yani zor bir yaşanmışlığı ve o sıra yaşadıklarımdan aklımda kalanları “hele aklımı başıma bir toplayayım” mutlaka “UYKUSUZLUK” başlığı altında yazacağım. Yani o sıradaki yaşadıklarımı yazacağım ve hep olduğu gibi blogumdan paylaşacağım.


27 Ocak 2017 Cuma

"İNSANIN İÇİNDEN GELİCEK" DEMİŞTİ



Gocaağız Ramazan dayı vardı. Bizim orada eskiler bilir; bilir de çoğu onu zurnacılığından bilir.,

Oysa Ramazan dayı bizim orada ilk gaz yağıyla traktör alanlardan. Yani vakti zamanında çok varidatlı biriymiş. Onun sülalesine Gozaklar denirmiş. Yani soyadı kanunu çıkmadığı; belki cumhuriyetin henüz lafı bile edilmediği dönemlerde insanlar ve sülaleler lakaplarıyla anılırmış.

“Sülale”dediğim aynı kanı taşıyan yakın, uzak akraba topluluğu oluyor. Doğuda bu bağ daha geniş tutularak aşiretleri oluşturur.

Neyse; işte bu Gocaağız Ramazan dayının sülalesine Gozaklar denirmiş. O sıra Satırlarda sözü en geçen ailelerden.

Şimdiki adı Yeşilova olan ilçemin o yıllar kendisi ve çevresinde Burdur beylerinin çiftlikleri varmış. Neredeyse adım başı çiftlik. O beylerin olduğu bölgede kimi aileler ‘belki efelikleriyle’ beylere kafa tutarak varlıklarını sürdürmüş. İşte Gozaklar da böyle az efe gelen sülalerdenmiş.

Neyse bir zamanlar bütün akrabaları gibi Ramazan dayı da varlıklı diri bir adammış. “Gökte bulmuş yerde yemiş” hesabı mal varlığını çalgıda çengide tüketmiş; ama kendini, insanlığını tüketmemiş. Varlıklı yıllarından aldığı iki eşini, çocuklarını; onların geçimini hep kendine iş edinmiş; ama yaşadığı hayat hırlı bir hayat değil ki! İki de bir ‘mapusa’ girermiş.

Böyle mapusa gire çıka bir zaman geçmiş. Kendi deyimiyle “hayat daşşağını ezmiş birez” durulmuş.

“Durulmuş; emme bakıcek çor çocuk var. Onlara nahal eden?” derdi düşmüş bu sefer içine. Aklına zurnacı olmak gelmiş. “Neden?” derseniz. “Başka bi zanaat yok. Mal maşat da galmamış. Ee! Ona buna el açacak hali de yok tabi.” Düğün çalgı gezerken epey zurnacı dostu olmuş; o sıra “ver bi de ben öttüren” derken “zurnayı iyi öttürdüğü” aklına gelmiş.

O zamanlar düğünün baş konuğu zurnacılar olurmuş. Onlar zurnasıyla alemlerde çaldığı  saz söylediği söz ile  düğünün ahengini sağlarlarmış. Düğünün görkemli geçmesini isteyen bey, paşa takımı da tuttuğu düğüne en namlı zurnacıları çağırırmış. Tabi düğünün ahengi sadece zurnacıyla olmuyor. Ayrıca “yiyip içmesini bilen” adap erkan sahibi konuklar da bu düğünlerin baş konuğu olurmuş. Haliyle Ramazan dayı da "yiyip içmesini bilen' varidatlı bir kişi o sıralar o düğünlere çağrılan baş konuklardanmış.

Düğün sahibi bu konuklara özellikle akşamüzeri özel sofra kurarmış. Sofraya zurnacı da sazıyla sözüyle dahil olunca muhabbet gece yarılarına kadar sürer; bu sırada aşka gelen konukların bellerindeki silahları çekmesiyle düğüne bir başka renk gelirmiş. Tabi bu sırada bu renk yanlışlıkla vurulanların kanıyla kırmızı olurmuş; ama bunlar “kasıt olmadıkça” önemli sayılmazmış.

Neyse; işte bizim Gocaağız Ramazan dayı bu sıra kapmış zurnacılığı. Hapise düşünce orada saz çalmayı da öğrenmeye çalışmış; ama saza kabiliyeti olmadığından öğrenememiş.

Bana bunları zurnacılığının son zamanlarında bir düğün sonrası anlatmıştı.

O yıllar ben de gençliğe henüz “merhaba” demiştim; ancak pek öyle düğün, dernek koşan gençlerden değildim. Macuroğlu derlerdi. Benim de arkadaşım olan Ali Osman vardı; arabacı Ahmet ustanın oğlu. Onun düğününe gitmiştim davetli olarak. 

O sıra benden büyüklerin de olduğu bir masada düğünün zurnacısı Ramazan dayı vardı. Orada onu eskiden tanıyanlar “hadi Raman dayı bir iki dıngırdat” deyince sazı eline almış ve kurmaya başlamış; millet kafayı buluncaya kadar sazı kurmaya devam etmiş sonra “bir iki dıngırdatmış” garzık sesiyle bir efe türküsü söyleyip bırakmıştı saz çalmayı.

Sanırım ben biraz ayıktım bana “dayım ben bu mereti mapusta öğrendim. O da bu gadar oldu” demişti. Ben “zurnayı güzel çalıyorsun. Onu nerede öğrendin?” diye sorunca “o benim garnımda varımış demek. Sivrildi çıktı ordan” dedikten sonra zurnayı göstermiş “yalınız insanın içinde iştah yoğusa bu mereti de bek çalamıyo” demiş ve yukarıda yazdığım kısa hayat hikayesini anlatmıştı.

Zaman zaman onun zurnacılığı hakkında “o garnımda varımış demek” deyip sonra “yalınız insanın içinde iştah yoğusa bu mereti de bek çalamıyo” demesi aklıma gelir.

Gerçekten öyle sanırım. Benim de hikaye benzeri bir şeyler yazmaya çalışma iştahım atmışından sonra karnımın içimden sivrilip çıktı. İçimde iştah olmayınca da şimdiki gibi zırvalıyor insan.

Bir şey yazmak için bu aletin başına geçtiğimde canımın sıkkınlığından iştahım olmadığını anlayınca Gocaağız Ramazan dayı aklıma geldi. Onunla sohbetimizi yazdım.




           


25 Ocak 2017 Çarşamba

"GÖKTEN TAŞ YAĞACAK ONA GÖRE" DESELER DE KEYFİNİZİ KAÇIRTMAYIN SİZ YAŞAMANIN KEYFİNE VARIN


Merhaba; herkese keyifli günler dilerim.

İçinizden belki şaşırıp "hoppala" diye şaşıran veya "neyin keyfi kardeşim, yaşananlar insanda keyif mi bıraktı?" gibi tepki gösterenler çıkacaktır.

Veya keyiflenmek için çok teferruat arayıp; aradıklarını bulamayınca mutsuz olanlar da vardır belki.

Benim keyiflenmem için temiz havada çekilen bir nefes, tanıdık tanımadık yakından uzaktan gelen bir selam veya bir ses çok bile geliyor.

Örneğin az önce "bit tutmuş tavuk gibi' öylesine otururken gelen bir telefonda önceden tanımasam da sımsıcak merhaba bir sesi duyunca ve konuşup tanışınca çok keyiflendim.

Çünkü o sesin sahibi çok eskilerden bir tanıdıktı. Aklına gelmişim. Hal hatır sormak için aramış. Konuştuk, eskilerden sohbet ettik ve sonunda bir şekilde görüşme dileğiyle telefonu kapadık.

İş bitti mi?

Tabi ki "hayır".

 O dostun sohbetiyle beni alıp götürdüğü o yıllardan, eski dostluklardan yıllarımın geçtiği Buca'dan bugün akşama kadar zor dönerim artık.

Ve o dostumun sayesinde bugünüm kesin çok keyifli geçecek.

Onun için derim hep; Keyif almak, keyif vermek; sonra "eyvah keşke arasaydım dememek için" şu iletişim kolaylığında bir alo deyin eski dostlara.

Hiç bir şey kaybetmez; çok şey kazanırsınız.

İletişim çağı deyince aklıma geldi;

1969 yılında henüz gençliğe girdiğim sırada Varto'da döner yiyordum.

Dönerci döner bıçağını 'şakkı şukkak' bileğiye sürterken bir yandan da "dağlar kızı Reyhan" şarkısını söylüyordu.

O sıra baba aklıma geldi.

"Ne alaka?" demeyin. Alakası; babam sinemacıydı. Sinemada o şarkıyı pikaba koyduğum plaktan çok dinlemiştim.

Uzatmayayım; babamı hatırlayınca kalktım, yakındaki postaneye gidip babama telefon açtım.

İletişim şimdiki gibi değil tabi.

Araya Uşak girer, Kastamonu girer; velhasıl bütün şehir hatlarını atlayıp bağlandım Yeşilova'ya.

Postanede Sadık dayı var. "Torbadaki Tavuk" öyküsündeki Sadık.

Benim ses ona ulaşınca çıkıp dışarı bakıyor. O sıra İlçe çok küçük. Meydanda osursan her yerden duyulur.

Sadık dayı dışarıda "Üsen çavuşu gören var mı?" diye bağırıyor.

O sıra teyzemin kocası Nuri enişte oradan geçiyormuş.

Kendisi Denizli'de oturuyor. Ama  o hafta oğlu Ali abinin düğünü için oradaymış.

Sadık dayıya "ya Üsen çavuşu nereden bulalım şimdi. Ver ben konuşayım" diyor.

Alıyor ahizeyi eline "Oo Erdoğan nasılsın oğlum?" diyor.

Ben de onu babam zannedip; 'özlediğim için ağlamaklı" konuşup dertleşiyorum.

Nereden nereye?

Demem o ki; şimdiki olanakları iyi değerlendirin, dostlarınızı arayın 'kendisi mi? yoksa başkası mı? korkusu duymadan' hem ona keyif verin hem kendiniz keyif alın.

Çünkü zaman çok uzun değil.,

Neyzen'in söylediği gibi "yaşam çatlak bardaktaki su gibidir. Suyu içsen de içmesen de testi nasıl olsa boşalacak. Onun için 'biraz zor da olsa; zorlayın' keyfinize bakın keyifle yaşayın"