ÇOBAN ALİ DAYIYLA YARENLİKLERDEN
İhtiyar güldü. “Zamanımız va nasıosa anladırın” dedi. Sonra eğildi
“Paris’de ne garar çıktı?” dedi. Önce anlamamıştım. Oğlu “bubam siyasetçidir.
Ermeni meselesini soruyor” deyince temelli afalladım. Seksen yedi yaşında bir
ihtiyar. Hastaneye yatmış. Okuma yazma bilmiyor. Paris parlamentosunun kararını
merak ediyor.
“Dayı benim de haberim yok. Yalınız o işde bence Ermeniler az haklı gibi”
dedim. Yine anlamadı. Oğlu kulağına eğildi “abi bilmiyomuş. O işde Ermenile
azıcık haklı diyo” dedi. İhtiyar “anlıyorum” der gibi başını salladı.
Başladı konuşmaya. “hep o puşt Amerikanın işi” dedi. ABD’nin bölgeyi
karıştırdığını söyledi. Arap baharı diye bir fırıldak çıkardığını Arapları
temelli “patenti” alacağını, Libya’da Kaddafi’ye ‘buyur buyur edip’
şehirlerinde çadır kurdururken, işlerine gelmeyince “depesine” bindiler dedi.
Irak ve İran’ın yedi yıl süren savaşta “hep Amerikan’ın, İngiliz’in
barmağı var” dedi. “Bi ona bi ona silah satıp duduşdurdula, sona henk baktıla”
dedi. “Saddam Amerikanın adamıydı. Kuveyte önce gir dedi, sona ‘neyi girdin?’
dedi. Bişelere bahane edip depesine bindi. Bu Araplada incir çekirdene gatcek
akıl yok. Amerika, İngiliz bunlan petrole gözünü dikmiş, bu dangılagları hep
gullanıyo. Osmanlı zamanında gandırıp bizi arkıdan vurdurdula” dedi.
O anlatıyor, ben şaşkın öyle dinliyorum. Siz şaşırmaz mısınız? Seksen yedi
yaşında okuma yazma bilmeyen bir adam bunları söylüyor.
Ben şaşırdım; yüzüne bakıyorum, o devam ediyor.
“Şindi sıra bizi geldi. Bizim de durum kötü. Bu Kürtle bizim başımıza bela
olcek” dedi. Ben “nasıl?” deyince oğluna döndü. O da kulağına eğildi “nasıl
diyo” dedi.
İhtiyar “nasıl olcek? Her gün bi şehit, her gün bi şehit. Olmaz böyle.
Depelene binicek” dedi. Ben burada biraz ona yaklaştım “iyi dayı da biz de
onlara çok eziyet etmişiz. Adamların dilini yasaklamışız. Adını yasaklamışız.
Hep baskı altına almışız” dedim. O bana katılmadığını ifade eder gibi başını
salladı “neleri esik. Her şey oluyola? Cumhurbaşkanı bile oluyola. Özal Kürt
demiydi?” deyince “ama dayı şimdi bir adamın ana dilini yasaklıyorsun. Sen Kürt
değil Türksün diyorsun. Şimdi bize Amerika, Yunan gelse sen Türkçe
konuşmayacaksın. Ben seni Amerikan, Yunan, Alman yapıcen, yani kim gelirse bize
böyle dese olur mu? Camiye gitmeyecek Kiliseye gidicen dese olur mu? Adın Ali
değil de Joni olcek, Hans olcek ne bileyim Yorgo olcek dese olur mu?” diye
peşpeşe sorunca olmaz “olmaz tabi. İyi emme nasıl olcek? Onla biyana biz yana
çekiyoz. Hep böyle depişip birbirimizi mi öldürcez?” dedi.
Ben “yok dayı neye depişcez, savaşıcez. Baya bir olucez. Herkes neyse ol
olacak. Kürtse Kürt Türkse Türk. Kardeş kardeş yaşayıp gidicez” dedim. Yüzü
aydınlanıverdi. “Olur mu? Nasıl olcek bu iş?” dedi. “Sen” dedim. “Deminden beri
Amerika karıştırıyor deyip durdun. Bu işin arkasında da o var. Silah tüccarları,
kaçakçılar var. Türkiye’nin hep içi karışsın biz de onu istediğimiz gibi
kullanalım deyenler var. Burda bu oyuna gelen politikacılar var” dedim.
“PKK
nolcek? O orda hep başımıza bela mı olcek?" dedi. “Olur mu? Dayı. Biz Kürtlerle
barışırsak PKK’nın ne hükmü kalır. Hem zaten onu da zamanında kurduran,
kullanan onlar” dedim. Doğru der gibi başını salladı. “Peki bu dediklen olcek
mi?” dedi. Ben de “olacak tabi. Önce bişeye inanıcen, ondan sonra olsun deyi
uğraşıcen” dedim. Ellerini açtı “işallah” dedi.
Biz böyle konuşurken oğlu arada
bir dışarı koridora çıkıp geliyordu. En son Kürt lafı ederken o da söze girdi.
“Abi sen bubama bakma. Bu öyle der de Kürtlere çok sever. Bunun Kürt eşkiyası
bile varıdı” dedi. İhtiyar anlamamıştı. “ne diyor?” diye bana baktı. Oğlu
“Nasip diyom, Nasip. Hani senin eşkıya varımış ya, onu diyom” dedi. İhtiyar
güldü. Oğluna 'bunu da nerden çıkardın?' der gibi baktı.
Sonra “Nasip
benim esker arkıdeşiydi” deyip anlatmaya başladı.
Askere İkinci Dünya Savaşının sonlarına doğru gitmiş. Otuz altı ay askerlik
yapmış. Burada güldü. “Eskerin pitli piyade deyi nam saldığı zaman” dedi.
Askerlik yaptığı yerde Nasip diye doğulu bir asker arkadaşı varmış. Bunu
anlatırken durdu “Nasip Kürdüdü” dedi ve anlatmaya devam etti. Bu arkadaşına
yüzbaşı kafayı takmış. Geliş, geçiş tokat vurur; bir laf söylermiş. “Hep Nasibe
eziyet ediyodu” dedi.
Nasip bir gün bizim dayı çavuşla otururken bunların yanına geliyor.
Yüzbaşıdan dert yanıyor. Gırtlağını göstererek “buraya kadar geldi. Ben bu
adama dersini vereceğim” diyor. Bizim dayı ve çavuş “yapma Nasip şurda
askerliğin bitmesine ne galdı? Sık dişini” deyip Nasip’e başını derde
sokmamasını söylüyorlar. Nasip kafasını sallayıp yanlarından kalkıp gidiyor.
Aradan iki gün geçmiş. Nasip gece nöbet yerine gelen yüzbaşıyı ayağından
vurmuş. Sonra çekip gitmiş.
Tabi olay duyuluyor, Nasip aranıyor; ama yok.
Bizim ihtiyar askerliği bitirip kasabasına dönüyor. Tabi Nasip’i falan
unutuyor. O yıllar askere gitmeden kasabanın dışında bir ağılda çobanlık
yaparmış. Kendi koyunlarının yanına biraz “gatıncı” başkalarının koyunları
olurmuş. Onları güder, geçimini öyle sağlarmış. Köye dönünce sürüsünün başına
dönüyor. Bu arada evlenip “çoluk çocuğa garışmış.” Yıllar öyle geçip
gidiyormuş.
Ali dayı kasabaya pek inmezmiş. 'Yeyim yeceni' topluca getirir yaz kış
orada kalırmış. Kasabaya kırk yılda bir alışverişe veya bakkala bir şeyler
almaya inermiş. O yıllar harp bittikten sonra siyeset çok hareketlenmiş.
Seçimlerde DP iktidara gelmiş. Halk İnönü zamanında çekilen yokluklardan, bir
de memur, özellikle jandarma, vergici baskısından çok yılmış. Yol vergisi
zamanı. Yol yapımı için para toplanıyor, veremeyene “yörü çalış” deniyormuş.
O kadarını ben de babamdan duymuştum. Ali dayıdan daha büyük doksan iki
yaşındaydı. O yıllardaki baskılara kendi köyümüzden örnek olarak; bir gün köye
gelen vergi memurunun on beş kuruş borcu olan Yusuf isimli köylünün elinden iki
koyunun nasıl aldığını, ayrıca onu “öküzün cinsel organından yapılan” kırbaçla
nasıl dövdüğünü anlatmıştı.
Benzeri yaşanmışlıklar Ali dayının kasabada da çok yaşanmış.
Babam da yol vergisi veremediği için yol yapımında, halk evi inşaatında
çalıştığını anlatmıştı.
Devir tek parti devri. Yurttaş bilinci oluşmamış toplum; yeni yeni
örgütlenen ve demokratik geleneklerin, kurumların henüz oluşmadığı bir devlet
yapısı ve bu yapıda görev alan birçok çıkarcı, çarpık insan. Bütün bunlardan
yılan halk DP’ye sarılmış. Kurtuluşu onda görmüşler. Önceleri iyi işle iyi
gidiyormuş. Dünya yıkılsa İnönü’den dönmeyecek olan babası; dedesi bile oy
vermedikleri halde DP iktidarını iyi gibi görmüşler.
Aradan birkaç yıl geçmiş. Bu sefer 'sazı eline demokratla almış.' Devir
yine tek parti iktidarı gibi olmuş. Yine birileri 'asdığı asdık kesdiği kesdik' olmuş. Kasabanın muhtarı; aynı zamanda tek bakkalı olan adam aynı zaman DP
başkanıymış. Çok şımarık biriymiş. İstediğine istediğini verir, istemediğine
veya partili olmayana “yok” dermiş.
Bizim ihtiyar ‘yani’ Çoban Ali de malum; dededen İnönücü, Halk Partili.
Demokrat başkan, bakkal Çoban Ali’den çekinse de arada zorluk çıkarırmış. Çoban
Ali dayı buna çok içerlermiş. 'Bir punduna getirip şunun dersini versem' diye
içinden geçirirmiş. Bazen de “ula döyüs bene bela olmasın” dermiş.
Artık daha az kasabaya inmeye başlamış. Aradan epey zaman geçmiş. Derken
bir gün 'bi bakmış Nasip garşısında' Onu görünce ‘tingidek düşmüş.’ Aradan ‘bilmem
şu gada yıl geçmiş. Ansızın garşısında esger arkıdeşi.’ Siz böyle bir durumda
şaşırmazmısınız? Haliyle Ali dayı da çok şaşırmış. “Elinde” dedi “nerden almış
kimbilir? Bi tüfek geldi; selamünaleyküm Ali gardaş dedi” diye anlattı. Burada
biraz durdu. O yılları hatırlamaya çalışıyordu veya hatırlamış sanki yaşıyordu.
“Haliyle çok şaşırmışın” dedi. Çünkü Nasip o sıra aklından bile geçmiyormuş. “Ooo!
Goca arkıdeş Aleykümselam; emme sen nerden çıktın böyle?” diye şaşkınlığını
belli etmiş.
Nasip gayet sakin “gardaş ben o günden sonra çok dolaştım.
Memlekete gittim. Bizim oralarda duramadım. Çünkü bizim oralarda insanın dostu
kadar düşmanı da vardır. Epeydir dolaşıyorum. Senin şehire gelince aklıma sen
geldin. Dur şu bizim çoban gardaşa gideyim. Belki orda bir süre kalırım deyip
geldim. Ama olmaz Nasip ben seni misafir edemem dersen çeker giderim” demiş.
Çoban Ali cahil mahil; ama adamın hası. Yani gelen asker arkadaşına kapıyı
gösterecek adam değil. “Safa geldin arkıdeş. İnsan heç ekser arkıdeşine kapı mı
gösterimiş? Burası dağ başı… Aslan galdığı yere sahaplanır; sırtlan galleşlik
edemiş derle. Sen aslanın dedikten keri istedin gadar galasın” demiş. Sonra “Nasıl olsa seni tanıyan olmaz. Soran olasa yanıma çoban aldım derin. Barabar geçinir
gideriz demiş.”
Bu şekilde asker arkadaşı Nasip de Çoban Ali’nin ağılına yerleşmiş. Çoban Ali’nin işlerine de yardım edermiş. Bu
şekilde birlikte kalırken bir gün kasabaya inen Çoban Ali dönüşünde çok öfkeli
gelmiş. Kasabada parti başkanı muhtar bakkal ona “tütün ve çay yok” demiş. Ağız
kavgası yapmışlar; ama adam parti başkanı, arkasında hükümet var.
Çoban Ali dişlerini 'gıcırdada gıcırdada' ağıla dönmüş. Nasip arkadaşı
Çoban Ali’yi öyle öfkeli görünce telaşlanmış. Kendiyle ilgili bir aksilik var
sanmış. “Hayırdır gardaş bir aksilik mi var?” demiş. Çoban Ali burnundan
soluyarak “döyüs muhtar ‘çay, şeker yok’ dedi. Kendi adamlana veriyo mualif
olunca yok deyo pezevenk” diyerek kasabada yaşadıklarını anlatmış.
Ağılda bir süre daha yetecek kadar çay, şeker ve tütün varmış. “Şindilik
bunlala idare ederiz. Emme ben bu döyüsün dersini vercen” demiş.
Nasip “gardaş öyle bir derdin var da bana ne söylemiyorsun? Sen bana
göster onu; ben dersini veririm. Beni nasıl olsa kimse tanımıyor. Sen başını
derde sokma, göster yeter” demiş.
Çoban Ali “olur mu arkıdeş? Adam sene değil
bene tafra ediyo. Biz da ölmedik. Ben kendi işimi kendim görürün” dese de Nasip
alttan girmiş, üstten çıkmış Çoban Ali’nin aklını erdirmiş. Sonunda DP’li
partici muhtar bakkalın dersini Nasip’in vermesine karar vermişler. İş Nasip’e
hedefi göstermeye kalmış.
Çoban Ali “hemen acele etmeyem. Pezevenge çok söydüm süpürdüm. Başına
hemen bişe gelirse benden bilir az aralayam, ondan keri dersini verem” demiş.
Böylece o iş için bir süre beklemeye karar vermişler. Yine birlikte çobanlık
yaparken, olacak işleri de birlikte yaparak günleri geçiyorlarmış.
Çoban Ali burada soluklandı. Sonra “Nasip çok faydalı arkıdeşidi. Onlan
orda silah gullanmak çocuk oyuca. Gidiveyo, az ilerleden davşan keklik vurup
geliyo. Bene çok faydası oluyodu. Emme ikimizin aklı döyüs muhtarda. Derken
bi gün Nasip ‘gardaş sen şu muhtarı göster. Ben dersini vereyim. Yanlış anlama
ben İstanbul’a gitmeyi düşünüyorum. Orada bizim epey akraba var. Biraz da oralarda
kalayım. Böyle böyle yaşayıp gideceğim. Hem bi yerde çok kalınca yük
oluyormuşum gibi geliyor” demiş. Çoban Ali “üle arkıdeş. Sen ne yük olucen? Da
bi çok faydan oluyo. Bırak bu lafları” dese de Nasip “kafayı ganırmış.”
Ne yapsın Ali dayı. “İyi öylese, ben sene o pezevenge gösteren” demiş. Ama
beraber gitseler iş meydana çıkacak. Nasip “gardaş nasıl olsa beni kasabada
tanıyan yok. Ben kendim gidip bir dolaşayım. Sen başka bakkal yok dedin. Oraya
uğrayıp adamı tanıyayım” diyor. Bu şekilde anlaşıyorlar. Nasip ertesi gün
akşama doğru kasabaya iniyor. Muhtarın dükkana uğruyor. Tütün istiyor. Muhtar,
Nasip yabancı diye “yok, galmadı” deyip vermiyor. Nasip göreceğini görmüş,
tanıyacağını tanımış dönüp Ali dayının yanına geliyor. “Gardaş ben adamı
gördüm. Tarif edeyim bakalım o mu?” deyip Ali dayıya dükkanda gördüğü adamı
tarif ediyor. Ali dayı “tamam işte o döyüs” diye onaylıyor.
Artık geriye yalnız muhtara ders vermek kalıyor. O işte Nasip için çocuk
oyuncağı. “Gardaş neresinden vurayım. İstersen kafasını uçuruvereyim” deyince
Ali dayı “olmaz arkıdeş. Döyüs möyüs; emme çoluk çocuğu var. Hem gatillik iyi
şey değil. Sen bi bellik yap. O döyüs ne oldunu anla. Millet de anla; dua bile
ederler. Çünkü heç seven yok. Kasabıda vatan cephesine gayıt yapmıya çok
uğreşdi. Çoğu insan gayıt bile olmadı. O kafasından yazıp göndermiş. Bene bile
yazmış döyüs. Köylü ses edememiş. Benim habarım olunca gidip gafa duttum.
‘Yanlışlığıla olmuş silen’ dedi. O günden sona ne isdisem yok dedi çıktı” diye
etraflıca niye olmaz dediğini açıklamış. Nasip “sen bilirsin gardaş” demiş. Ertesi gün akşam Nasip “gardaş ben bu akşam işimi görüp gidicem” deyince Ali dayının
içi “bi çeşit” olmuş. “Eyi arkıdeşti. O gitcen deyince sankim onu ölüme
gönderiyom gibi geldi. Olmaz desem,
olmaz vaktı geçti. Sarıldım. ‘Gendine eyi bak. Dön dolaş gel. Sen bundan
keri benim has gardaşımsın” deyip vedalaşmış.
Nasip akşamın karanlığında kasabaya gidiyor. Muhtarın bakkalının az
ilerisinde ağaçlık var. Ağaçların arkasına gizleniyor. Bakkalın oraya bir iki
girip çıkan oluyor. Sonunda muhtar kapıda gözüküyor. Az ilerde birileri var,
kapıyı kilitleyip onların yanına gidecek gibi. Nasip “tam zamanı” diyor. Silahı
doğrultuyor; kapının önündeki muhtarın sağ omzuna nişan alıyor. ‘Çünkü solundan
ölebilir.’ Nişan alıp basıyor sıkıyı. Muhtar “yandım” deyip yıkılırken Nasip ağaçların
arkasında “garanlıktan faydalanıp sıvışıyo.” Kaybolup gidiyor.
Ali dayı ne olup bittiği konusunda meraklanıyor; ama sabredip kasabaya
inmiyor. Olayı ertesi gün kasabadan ağıldan tarafa gelip gidenden öğreniyor.
Muhtar “yandım” deyip yere yıkıldığında, karşıya yanlarına gideceği nahiye
müdürü, yanında bir iki kişi koşup geliyor. Sağlık memuru koşuyor. ‘Döyüs’
muhtar epey kan kaybetmiş, ama gebermemiş. Sarıp sarmalayıp şehre hastaneye
yetiştiriyorlar.
Ali dayı ‘o deyilikten’ “ne olmuş? Kimi vurmuşla? Niye vurmuşla? Vah! Vah!”
deyivermiş.’ İçinden “eferin Nasip’e işi iyi becermiş. Döyüse dersini vermiş”
diye seviniyor.
Bu muhtar çok “nalet” biriymiş. Hastanede epey kalmış. Sonra tedavisi
bitince köye dönmüş. Olay onu başlangıçta korkutmuş, “epey pısmış.” Kendini
vuran kim? Vurduran kim? Çok merak etmiş. Jandarma çevrede çok arama baskın
yapmış. Ama kim olduğunu kimse öğrenememiş. Muhtar, Ali dayıdan bile şüphelenmiş,
“ama elde avuçta bişe yok” ne diyecek de Ali dayıyı şikayet edecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder