Anayasa değişikliği referandumla karşımıza gelecek gibi. Gündemle ilgili kaygılı ifadeler de giderek artıyor.
Halbuki özellikle demokrasi; yargı bağımsızlığı gibi insanlığın
yüce amaçlarda buluştuğu anlar insanlara
yeni bir umut, yeni bir heyecan vermeli.
Doğru zor bir coğrafyada yaşıyoruz.
Toplumsal yapımız kendi ürettiğimiz sıkıntılarla
öteden beri netameli. Cumhuriyetin kuruluş sürecinde yaktığı aydınlanma ateşi
giderek köreldiğinden toplum olarak alacakaranlığın şafağında kaldık.
Oysa içinde yaşadığımız toplum olarak yüzlerce yıldır
insanlığın biriktirdiği kültürel dokunun güzelliğinin üstünde yaşıyoruz.
Ama nedense folkloruyla, türküleriyle, ezgileriyle
bize miras bırakılan bu güzel coğrafyada insanlığın bize bıraktığı güzellikleri
yaşamak varken kendi ürettiğimiz kin ve nefretin karanlığında ‘neredeyse’
kaybolup gideceğiz.
Bana göre bunun en önde gelen nedeni birbirimizi
anlamada zorlanmamız; cehaletin karanlığında edindiğimiz ön yargılarımızın
hayatımıza yön vermesi.
Halbuki hepimizin kaygısı, tasası aynı. Barış içinde,
dirlikli insanca bir yaşam.
Aslında bunu pekala başarabiliriz. Yeter ki
birbirimizi doğru anlamayı, kendimizi doğru anlatmayı deneyelim.
Biz seksen öncesi sendika çalışmalarımız sırasında
bunu denedik ve başardık.
Anlatayım.
1978 yılıydı. O sıra sendikamız Antakya’da prefabrik
konut üreten bir fabrikada örgütlenmişti. İşveren görüşmelere olumlu yanıt
vermeyince greve çıktık.
Fabrika iki kısımdı. Bir üretim yapılan yer, bir de
montaj sahası. Ancak işçilerin büyük çoğunluğu üretim yapılan yerdeydi. Biz
asıl orada örgütlüydük. Montaj sahasında çalışan işçilerin hepsi ülkücüydü. O
sıra onları örgütlemeyi ‘zor olacağını sanıp’ düşünmedik.
Uzatmayayım. Biz fabrikada greve çıktık; ancak montaj
sahası çalışıyordu.
Aslında işvereni sözleşmeye zorlamamız için üretim
yapılan fabrikada yapılan grev yetecek; ama montaj sahasında çalışma devam
ettiği için greve çıkan işçilerin morali bozuluyordu.
Bunu fark edince o ülkücü işçileri de greve dahil
etmek istedik; ama çalıştıkları yerde bunu başarmak zordu. İşveren 'kavga çıksın da grev kırılsın' diye dört gözle bekliyordu.
O sıra birlikte olduğum arkadaşım Mustafa Köse’ye
“bunların köylerine gidip görüşelim” dedim. O “başkan o köy hep MHP li. Valla bizi sağ
çıkarmazlar” dese de ben “grevin başarısı için başka çare yok. Bu yolu
deneyeceğiz” deyince o da “tamam” dedi.
O işçilerin köyü dağ başındaydı. Oraya yürüyerek iki
saatte gittik. Köyün içinde küçük bir meydan vardı. İleride kahveye benzer bir
yapı gördük. Oraya yöneldik. Kapıdan içeri girince arkadaşımın haklı olduğunu
anladım. Kahvenin duvarları Türkeş’in resimleri ve kurt resimleriyle kaplıydı.
İçeride bir köşede bizim sarkık bıyıklarıyla grevi kıran işçiler ve başka
gençler vardı. Diğer köşede de ihtiyarlar.
Biz kapıdan girince bizim grevi kıran işçiler ve diğer
gençler “bunların ne işi var burada?” der gibi bakınırken ben arkadaşımla
birlikte ihtiyarların olduğu masaya yöneldik ve “selamünaleyküm” diye selam
verdik. İhtiyarlar “Aleykümselam! Buyrun” deyince ‘buyurup’ oturduk yanlarına.
O sırada öteki köşeden iki üç genç gelip “bunlar
komünist ya!” derken ben ihtiyarlara “dayılar. Biz Antakya’daki fabrikada grev
yapan sendikanın yöneticisiyiz. İşçilerin hakkını arıyoruz. Ama sizin gençler
grevi kırıp patrona güç veriyor” dedim ihtiyarlardan biri o gençlere “durun
bakalım. Tanrı misafiri olarak geldiler. Bizi soluklansınlar. Dinleyelim
bunları” deyince biz rahatladık.
Oraya niçin geldiğimizi; amacımızı, işçiler birlik
olursa daha kolay haklarını alabileceğimizi anlattık. Tabi sohbet epey sürdü. O
ihtiyar bize tepki gösteren işçilere “doğru mu başkanın söyledikleri” deyince
onlar da “doğru. Biz greve katılmadık” dedi.
İhtiyarlardan bir başkası “ula oğlum. Bu işler
birlikle olur. Sizin ne işiniz patronun yanında. Onlar sizi birbirine düşürüp
keyfine bakar. Bak başkan ne güzel anlattı. Yarından tezi yok; greve
katılacaksınız” dedi. Bize de “siz selametle gidin. Yarın bizim çocuklar
yanınıza gelir” deyince sevindik tabi. Sonra vedalaşıp geri döndük.
Ertesi gün o işçiler de katıldı bize. Hep beraber
Nazım’ın posteri önünde halay çekip; çabuk kaynaştılar ve işveren sonunda
sözleşme imzalamayı kabul etti.
Buradan bizim yaptığımız onları doğru anlayıp;
kendimizi onlara doğru yerde doğru bir dille doğruları anlatmaktı.
Bu örneğin benzerini aslında hepimiz günlük yaşamda
farkında olmadan yaşıyoruz. O farkında olmadığımız yaşamların içinde etnik
kimlik ve inanç farklılıklarına rağmen akrabalıklar, dostluklar, iş
arkadaşlıkları kurmayı başardık. Ortak kültür oluşturduk; ama farkına varmadan.
Onun için kolayca siyaseten bölünüp, birbirimize
düşman ediliyoruz. Birbirimizle çatıştırılıyoruz.
Evet arkadaşım bu gün yaşananların en büyük nedeni "birbirimizi anlamada zorlanmamız", kendi doğrularımızdan başka doğru olmadığı,... ve bencilliğe dönmüş 'BEN'imiz... Güzel bir anıyı paylaştığınız için teşekkürler...
YanıtlaSilMerhaba sevgili arkadaşım. Yorumla yazıma katkınız için çok teşekkür ederim. Birlik beraberlik çağrıları doğru dille kitlelere ulaştıkça eminim demokrasi mücadelesi giderek güçlenecek ve demokrasi kazanacaktır.
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilAnlattığınız anıyı çok iyi hatırlıyorum. Ucundan da olsa o grevin başarısı için, İGD Antakya şubesinin bir neferi olarak katkıda bulunmaya çalışmıştım. Grev başlamış ancak bir grev çadırı bile yoktu. Bir grev çadırı ihtiyacı vardı. O zaman arkadaşım M.Ali Gülüm ile birlikte bunu nasıl çözeriz diye kafa yoruyorduk. Sanırım sonbahar aylarıydı. Aklıma Kızılay çadırları geldi. M. Ali arkadaşımı da alarak Kızılay Antakya şubesine gittik. Bir çadıra ihtiyacımız olduğunu söyledik. Çadırı ne için istediğimizi sordular. Aklıma küçük bir yalan geldi. Ben de, "bizim bir inşaatımız var. Havalar bozmaya başladı. Çimento torbaları bir yağmur anında zarar görmesin diye çadır kurmak aklımıza geldi. Bundan dolayı size geldik". İlk tepkileri olumsuzdu. Zor durumda olduğumuzu söyleyip, ısrar edince ; "eğer KIZILAY'a bir bağışta bulunur ve devlet memuru bir kişiyi kefil gösterirseniz, size bir çadır zimmetleriz" cevabını aldık. Biz de o zaman Y. Kredi Bankasında çalışan ve BANKSEN Antakya temsilcisi Ilmidin Dede'ye gittik. Onun kefaleti ve 90 TL vererek çadır aldık. (Not: 90 TL karşılığı bize 60 TL'lik bağış makbuzu vermişti o görevli. Doğal olarak 30 TL'yi cebe atmıştı. Ama biz çadırı alabilmek için ses etmemiştik.)
YanıtlaSilMuhsin Nuraydın
Evet dostum; o grevde ve sonraki örgütlenme çalışmalarında İGD, İKD ve Birlik Dayanışmanın yoğun desteğini almıştık. Zaten sınıf mücadelesi, demokrasi mücadelesi ancak geniş destek örgütlemeleriyle başarıya ulaşır. Bu anlamda Antakya ve oradaki dostlarım benim her zaman saygı ve hasretle andığım arkadaşlar. Yorumla katkınız için çok teşekkür ederi.
YanıtlaSil