6 Ocak 2017 Cuma

ANAYASA REFERANDUMU ve KULLANDIĞIMIZ DİLİN ÖNEMİ


  Anayasa değişikliği referandumla karşımıza gelecek gibi. Gündemle ilgili kaygılı ifadeler de giderek artıyor.

Halbuki özellikle demokrasi; yargı bağımsızlığı gibi insanlığın yüce amaçlarda buluştuğu anlar insanlara  yeni bir umut, yeni bir heyecan vermeli.

Doğru zor bir coğrafyada yaşıyoruz.

Toplumsal yapımız kendi ürettiğimiz sıkıntılarla öteden beri netameli. Cumhuriyetin kuruluş sürecinde yaktığı aydınlanma ateşi giderek köreldiğinden toplum olarak alacakaranlığın şafağında kaldık.

Oysa içinde yaşadığımız toplum olarak yüzlerce yıldır insanlığın biriktirdiği kültürel dokunun güzelliğinin üstünde yaşıyoruz.

Ama nedense folkloruyla, türküleriyle, ezgileriyle bize miras bırakılan bu güzel coğrafyada insanlığın bize bıraktığı güzellikleri yaşamak varken kendi ürettiğimiz kin ve nefretin karanlığında ‘neredeyse’ kaybolup gideceğiz.

Bana göre bunun en önde gelen nedeni birbirimizi anlamada zorlanmamız; cehaletin karanlığında edindiğimiz ön yargılarımızın hayatımıza yön vermesi.

Halbuki hepimizin kaygısı, tasası aynı. Barış içinde, dirlikli insanca bir yaşam.

Aslında bunu pekala başarabiliriz. Yeter ki birbirimizi doğru anlamayı, kendimizi doğru anlatmayı deneyelim.

Biz seksen öncesi sendika çalışmalarımız sırasında bunu denedik ve başardık.

Anlatayım.

1978 yılıydı. O sıra sendikamız Antakya’da prefabrik konut üreten bir fabrikada örgütlenmişti. İşveren görüşmelere olumlu yanıt vermeyince greve çıktık.

Fabrika iki kısımdı. Bir üretim yapılan yer, bir de montaj sahası. Ancak işçilerin büyük çoğunluğu üretim yapılan yerdeydi. Biz asıl orada örgütlüydük. Montaj sahasında çalışan işçilerin hepsi ülkücüydü. O sıra onları örgütlemeyi ‘zor olacağını sanıp’ düşünmedik.

Uzatmayayım. Biz fabrikada greve çıktık; ancak montaj sahası çalışıyordu.

Aslında işvereni sözleşmeye zorlamamız için üretim yapılan fabrikada yapılan grev yetecek; ama montaj sahasında çalışma devam ettiği için greve çıkan işçilerin morali bozuluyordu.

Bunu fark edince o ülkücü işçileri de greve dahil etmek istedik; ama çalıştıkları yerde bunu başarmak zordu. İşveren 'kavga çıksın da grev kırılsın' diye dört gözle bekliyordu.

O sıra birlikte olduğum arkadaşım Mustafa Köse’ye “bunların köylerine gidip görüşelim” dedim. O “başkan o köy hep MHP li. Valla bizi sağ çıkarmazlar” dese de ben “grevin başarısı için başka çare yok. Bu yolu deneyeceğiz” deyince o da “tamam” dedi.

O işçilerin köyü dağ başındaydı. Oraya yürüyerek iki saatte gittik. Köyün içinde küçük bir meydan vardı. İleride kahveye benzer bir yapı gördük. Oraya yöneldik. Kapıdan içeri girince arkadaşımın haklı olduğunu anladım. Kahvenin duvarları Türkeş’in resimleri ve kurt resimleriyle kaplıydı. İçeride bir köşede bizim sarkık bıyıklarıyla grevi kıran işçiler ve başka gençler vardı. Diğer köşede de ihtiyarlar.

Biz kapıdan girince bizim grevi kıran işçiler ve diğer gençler “bunların ne işi var burada?” der gibi bakınırken ben arkadaşımla birlikte ihtiyarların olduğu masaya yöneldik ve “selamünaleyküm” diye selam verdik. İhtiyarlar “Aleykümselam! Buyrun” deyince ‘buyurup’ oturduk yanlarına.

O sırada öteki köşeden iki üç genç gelip “bunlar komünist ya!” derken ben ihtiyarlara “dayılar. Biz Antakya’daki fabrikada grev yapan sendikanın yöneticisiyiz. İşçilerin hakkını arıyoruz. Ama sizin gençler grevi kırıp patrona güç veriyor” dedim ihtiyarlardan biri o gençlere “durun bakalım. Tanrı misafiri olarak geldiler. Bizi soluklansınlar. Dinleyelim bunları” deyince biz rahatladık.

Oraya niçin geldiğimizi; amacımızı, işçiler birlik olursa daha kolay haklarını alabileceğimizi anlattık. Tabi sohbet epey sürdü. O ihtiyar bize tepki gösteren işçilere “doğru mu başkanın söyledikleri” deyince onlar da “doğru. Biz greve katılmadık” dedi.

İhtiyarlardan bir başkası “ula oğlum. Bu işler birlikle olur. Sizin ne işiniz patronun yanında. Onlar sizi birbirine düşürüp keyfine bakar. Bak başkan ne güzel anlattı. Yarından tezi yok; greve katılacaksınız” dedi. Bize de “siz selametle gidin. Yarın bizim çocuklar yanınıza gelir” deyince sevindik tabi. Sonra vedalaşıp geri döndük.

Ertesi gün o işçiler de katıldı bize. Hep beraber Nazım’ın posteri önünde halay çekip; çabuk kaynaştılar ve işveren sonunda sözleşme imzalamayı kabul etti.

Buradan bizim yaptığımız onları doğru anlayıp; kendimizi onlara doğru yerde doğru bir dille doğruları anlatmaktı.

Bu örneğin benzerini aslında hepimiz günlük yaşamda farkında olmadan yaşıyoruz. O farkında olmadığımız yaşamların içinde etnik kimlik ve inanç farklılıklarına rağmen akrabalıklar, dostluklar, iş arkadaşlıkları kurmayı başardık. Ortak kültür oluşturduk; ama farkına varmadan.

Onun için kolayca siyaseten bölünüp, birbirimize düşman ediliyoruz. Birbirimizle çatıştırılıyoruz.


6 yorum:

  1. Evet arkadaşım bu gün yaşananların en büyük nedeni "birbirimizi anlamada zorlanmamız", kendi doğrularımızdan başka doğru olmadığı,... ve bencilliğe dönmüş 'BEN'imiz... Güzel bir anıyı paylaştığınız için teşekkürler...

    YanıtlaSil
  2. Merhaba sevgili arkadaşım. Yorumla yazıma katkınız için çok teşekkür ederim. Birlik beraberlik çağrıları doğru dille kitlelere ulaştıkça eminim demokrasi mücadelesi giderek güçlenecek ve demokrasi kazanacaktır.

    YanıtlaSil
  3. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  4. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  5. Anlattığınız anıyı çok iyi hatırlıyorum. Ucundan da olsa o grevin başarısı için, İGD Antakya şubesinin bir neferi olarak katkıda bulunmaya çalışmıştım. Grev başlamış ancak bir grev çadırı bile yoktu. Bir grev çadırı ihtiyacı vardı. O zaman arkadaşım M.Ali Gülüm ile birlikte bunu nasıl çözeriz diye kafa yoruyorduk. Sanırım sonbahar aylarıydı. Aklıma Kızılay çadırları geldi. M. Ali arkadaşımı da alarak Kızılay Antakya şubesine gittik. Bir çadıra ihtiyacımız olduğunu söyledik. Çadırı ne için istediğimizi sordular. Aklıma küçük bir yalan geldi. Ben de, "bizim bir inşaatımız var. Havalar bozmaya başladı. Çimento torbaları bir yağmur anında zarar görmesin diye çadır kurmak aklımıza geldi. Bundan dolayı size geldik". İlk tepkileri olumsuzdu. Zor durumda olduğumuzu söyleyip, ısrar edince ; "eğer KIZILAY'a bir bağışta bulunur ve devlet memuru bir kişiyi kefil gösterirseniz, size bir çadır zimmetleriz" cevabını aldık. Biz de o zaman Y. Kredi Bankasında çalışan ve BANKSEN Antakya temsilcisi Ilmidin Dede'ye gittik. Onun kefaleti ve 90 TL vererek çadır aldık. (Not: 90 TL karşılığı bize 60 TL'lik bağış makbuzu vermişti o görevli. Doğal olarak 30 TL'yi cebe atmıştı. Ama biz çadırı alabilmek için ses etmemiştik.)
    Muhsin Nuraydın

    YanıtlaSil
  6. Evet dostum; o grevde ve sonraki örgütlenme çalışmalarında İGD, İKD ve Birlik Dayanışmanın yoğun desteğini almıştık. Zaten sınıf mücadelesi, demokrasi mücadelesi ancak geniş destek örgütlemeleriyle başarıya ulaşır. Bu anlamda Antakya ve oradaki dostlarım benim her zaman saygı ve hasretle andığım arkadaşlar. Yorumla katkınız için çok teşekkür ederi.

    YanıtlaSil