28 Ocak 2017 Cumartesi

UYKUSUZ-LUK


Lak-luk veya lık ekleri sanırım bizim gramerde eklendiği kelimeye olumlu veya olumsuzluk katarak artırır. Çok bildiğimden değil bu işleri. Hatta hiç bilmem. Yani dil bilgisi kurallarında kendimi “alaylı” diye tarif etsem çok yanlış olmaz. Yani yaşamın içinde öğrenmek.

Bizde ‘alaylı’ deyimi sanırım Osmanlının mirası. Orada kimi paşalar için ‘onlar alaylı’ diye okumuştum. Tabi ‘onlar alaylı paşalardı’ diye yazılı olan yerde “bunun ne demek?” olduğu anlatılmaz; ama lafın söylediği yer ve biçiminde o anlaşılır. Bizim oralarda buna “lafın şetteni” denir. Ayrıca bir de “lafı şirfetlendirme” de denir.

Siz şimdi diyeceksiniz ki; “hopalla. Adam ‘uykusuzluk’ diye başlık attı. Sonra ‘gaynaya galdı’ oradan buradan laf çıkarmaya” diye tepki gösterseniz “haksız sayılmazsınız” Siz belki “lafı uzatma kısa kes” de der ilave edersiniz “Aydın havası” diye. Çünkü öyle bilinir.

Bende öyle bilirdim. Oysa o lafın sonu “kısa kes Aydın habası” ymış. Almanya’da çalışan ve orada vefat eden ‘benim kafa olarak en iyi anlaştığım’ dayımdan öğrendim doğrusunu. O bir yaz göl kenarındaki belediye plajına çadır kurmuştu. Ben de ilçede yaşadığım için özellikle akşamları alırdım nevaleyi ‘yani rakı makı bir şeyler’ giderdim yanına. Özellikle gece boyu göl kenarında onun muhabbetine doyum olmazdı.

Sanki o da “alaylı” bir felsefeciydi. Benim “alaylı” dil bilgisine sahip olmam gibi; ama tabi aynı şey değil de benzer. Benzediği yön ikisinin de eğitimsiz yaşamın içinde edinilen bilgiyi ifade eder. Tıpkı okul yüzü görmeden görev yaptıkları alaylar içinde yeteneklerini gösterip rütbe alanlar gibi.

Bakın şimdi de “alaylar” çıktı. “Alaylar” kalabalıklar demek oluyor sanırım. Örneğin avcıya orada keklik olduğuna inandırmak isteyen kişi “tam şurdan bi alay keklik geçti” der. Onun gibi “alay” bütün kalabalıkların önüne konup onu çoğaltır. “Alay” deyiminin önüne konulduğu sözcüğü azalttığını sanmıyorum. Yani “alay” sözcüğü yukarıda yazıya girerken “lak-luk-lık” ekleri gibi olumsuzluk ifade etmez. Zaten “alay”da bir başına bir anlam ifade eden bir kelimedir. Yani “alaysız” veya “alaysızlık” diye bir şey duymadım; ama ‘örneğin’ “uykusuzluk” denince herkes “uyku” sözcüğün olumsuz bir anlam taşıdığını “uyku” veya “uyuma” zoru taşıdığını ifade eder. Aynı şekilde “uykululuk” hali denince “uyku” içinde olan anlaşıldığı gibi.

Bizim oralarda konuşurken uyukluyana “ne bu oğlum? Üyküsüzlükten ölüp galmışsın sanki” denir. Tabi bizim oranın şivesi böyle. Yoksa doğrusu “uykusuzluktan ölüp kaldın mı?” dır. Yani “o şeye sahip olacakken sahip olamadın mı?” gibi bir şey; ama alaylı ifadedir bu.

“Malkara Keşan Hoppala paşam” da olduğu gibi siz şimdi “hoppala? Nereden girdin nereden çıktın sen?” diyebilirsiniz ve haklı sayılırsınız; ama bu sizin haklı olduğunuz anlamına gelmez; öyle de olabilirsiniz; haklısınızdır. Ama benim rotu çıkmış araba gibi veya gayışını koparmış beygir gibi bu saatte “Neye? Nereye?” savrulduğumu “neden?" savrulduğumu” anlamadan sizin "hoppala" diye gösterdiğiniz tepkide haklı çıktığınız anlamı değildir.

Benim gecenin bir vakti böyle savrulmamın nedeni bilinç uyuşukluğu içinde bilinçli bir savrulma.

Üstünüze afiyet benim geçmeyen, geçmeyecek ve onunla gabire gireceğim "koah" diye bilinen bir hastalığım var. Bunun ne anlama geldiğini yazmak anlamsız. Günümüzün moda deyimi haline geldiğinden herkes şimdilerde nefes zorluğu çekmeye başladı mı? ‘sanki matah olmuş gibi’ kendi kendine veya birine “ben de koahlıyın” ve “koahlıymışım” der. “mşım” ekine bakınca ona bunu birinin yani doktorun söylediğini anlarsınız. Halbuki doktoru ona “sizde koah belirtisi var” dedikten sonra ‘ne meret içiyorsa dumanlı’ içtiği şeyi bırakmasını söyler ve “sonra bu koahınız ilerler” der.

Bu günlerde medyatik kelime olan “koah” sözcüğünü doktoru tarafından ona yakıştırılan kişi ‘rütbe almış gibi’ övünür artık. “Ben de koahlıymışın; ama sigarayı bırakamıyorum” diye.

Neyse diyeceğim o değil. Knut Hamsun diye Norveçli bir yazar var. Hamsun gençlik yıllarında işsiz gezgin maceracı. Norveç’te yaşarken bir gün atlamış bir gemiye hep hayal ettiği yere Amerika'ya gitmiş. O yıllardan çok önce başlayan “Amerikan rüyası” denen Avrupa'daki işsiz veya maceracıların başlattığı ‘altın arama’ göçüne katılanların çoğu tıpkı bizde ellilerin başında İstanbul için “taşı toprağı altın” deyip başlayıp günümüzde hala devam eden; ama sonunda taşında toprağında altın bulamadığı gibi geldiği yerde kaybolduğu gibi Amerika'da iş bulamadıkları gibi çoğu kaybolup yitmiş. 

Bizim Hamsun da büyük hayallerle gittiği Amerika’da her ne kadar kaybolmasa da “dikiş de tutturamamış” ve geriye Norveç'e kös kös dönmüş. İşte o sıra aklına gelmiş yazarlık. Amerika'da görüp yaşadığı veya duyduğu hikayeleri geri geldiği Norveç'te ufak ufak yazıp şehrin gazetesine satarak karın doyurmaya çalışmış. 

O da kendini o sıra benim gibi “yazar” saydığı için yazdıklarını götürdüğü gazete sahibinin değer verip aldığını sanırmış. Oysa işin aslı yazdıklarını götürdüğü gazete sahibi yazara çizere ve tabi okuyana büyük değer veren 'bugün kişi başına kitap tüketiminde en çok kitap tüketen; bu özelliğiyle dünyada en mutlu insanların yaşadığı ülkeler arasında ilk sıralarda olan' bir ülkenin gazete sahibi olduğu için buna “garibin hevesi kırılmasın. Belki ileride hakikaten yazar olur” diye o farkında olmadan sponsorluğunu yaparmış. Yani onun yazıp getirdiği çoğu hikayenin bir işe yaramadığını fark etiği halde ‘sanki’ basacakmış gibi o yazıları alır ve ona da üç beş kuruş verir yazıların çoğunu çöpe atarmış; ama küçük bir şehirde küçük bir gazete sahibi bu sponsorluğu nereye kadar sürdürür ki? Son getirdiği hikayeyi de alınca karşılığını vermiş ve başka bir iş tutmasını o işlerde daha çok para olduğunu söylemiş; yani adamcağız Hamsun’a “senden her şey olur; ama yazar olmaz. Uğraşma” demek istemiş.

Gazetecinin bu sözleri karşısında ‘tingidek’ düşen Hamsun da lafı tam öyle doğru anlamış ve oradan aldığı son yazarlık parasıyla kendine yiyecek içecek bir şeyler alıp kaldığı yere gitmiş. Kaldığı yer de bir pansiyonun çatı katında farelerin cirit attığı bir yermiş.

Pansiyon sahibi de ona acıdığı için ve ‘herhalde’ “Norveç’in ayazında kalmasın garip” diye pansiyonun tavan arasında kullanmadığı bir yeri vermiş ona.

Hamsun parası olursa kaldığı yerin kirasını veriyor; olmayınca da ‘yukarıda yazdığım gibi’ pansiyon sahibi sorun yapmazmış.

Neyse o gün elinde gazetecinin verdiği ve son olduğunu bildiği parayla aldığı yiyecek içecekle çıkıp gelmiş pansiyona azar azar yemiş onları; çünkü ufukta bir açlık çekeceğinin farkındaymış ve nitekim öyle de olmuş. Yediği son lokmadan sonra birkaç gün oradaki çeşmeden içtiği suyla doyurmuş kendini. “Doyurmuş” dedikse bu lafın gelişi. “Hiç insan suyla doyar mı?” somyada kıpırdandıkça boş karına dolan su “culk culk” diye ses çıkarırmış. O sıra başlamış açlık günleri tabi.

Bir hafta sonra falan Hamsun somyadan zor zahmet kalkıp suyunu içmiş ve o sıra aklına “su olduğuna göre dayanırım; bir insan kaç gün aç kalır ve aç kaldığı sürede ne hisseder?” sorusu gelmiş. Yani “açlık nasıl bir şey?” sorusu. Bu da yaşanmadan bilinmez ki. 

Yani burada amaç açlık grevine çıkmak değil; “el mecbur” yaşanan açlık konusunda bir deney yaşamak olacak. Yani o öyle düşünmüş ve aç kaldığı zamanlarda hissettiklerini zor zahmet yazıp götürmüş gazeteye. “Ben iş bulamadım. Aç kaldım. Aç kalınca da aklıma açlığı yazmak geldi ve alıp size geldim” demiş. Tabi gazetecinin de içi sızlamış. Onu kovamamış “iyi; arada yaz getir. Ben değerlendiririm” deyip ona üç beş kuruş da para vermiş.

O parayı alan Hamsund hemen karnını doyurmaya kalkmamış. Öyle ya; açlığın romanını; onu yaşayarak yazacak. Onun için o parayla aldığı biraz nevaleyle çıkmış pansiyondaki katına. “Çok çok acıkırsam ufak ufak yerim” diye açlığı yaşamaya devam etmiş. Sonunda ortaya dünya klasikleri arasına giren“Açlık” romanı çıkmış.

Siz şimdi “iyi de ne alaka?” diyeceksiniz.

Alakası şu. Ben tekrar enfeksiyon kapınca; benim için iki yol vardı. Ya hastanede yatarak tedavi göreceğim; ya da evimde kendim tedavi olacağım.

Şöyle böyle değil “ben bu hastalığı on yıldır yaşıyorum. Defalarca hastanede yatarak tedavi oldum” bu aklıma gelince “bu şekilde nerede hastalanacağım belli değil. Her yerde hastane olmayabilir. Onun için ben evimde hastanedeymiş gibi kendimi tedavi edeyim” dedim. Doktorum da “hastane mikrobu kapmamdan endişe ettiği için belki” buna “olur” verince ve başladım hastane prensibiyle tedaviye.

Bütün ilaçlarım, oksijen makinem, oksijen tüplerim var” ki bu son var olan oksijen zaten bu tedavinin olmazsa olmazı.

Geriye sadece kullanacağım asıl ilaç olan antibiyotik kalıyor. Doktorum onu da yazınca “un var, yağ var, şeker var, su da var. O zaman helvaya niye para vereyim? Ben kararım” diyen gibi başladım evde tedaviye.

Öyle diyen o helvayı kardı mı bilmiyorum; ama ben işin başına geçince anladım yediğim haltı.

Öyle ya; “hastanede yatak var. Yemek var. Refakatçin de var. İlaç vb. şeylerin var”; ama her gün saatinde gelip sana tedavi veren görevli yok. Onlar gece gündüz ‘sen uyuyor bile olsan’ uyandırıp yapıyor tedavini.

“Peki evde?” hadi yatak var. Diğer ihtiyaçların için eşin var; ama tedavi veren. O yok. Siz diyeceksiniz ki “eşin var.” Ama onun bildiği bir şey değil ki bu. Yani sizin anlayacağınız hastanede olduğu gibi usule uygun ilaçları gece gündüz ben almak zorunda olunca yirmi güne yakın gün esaslı bir uykusuzluk çektim.

Öyle oluyordu ki; gözümü kapayınca dumanlar uçuşuyor, nerede yattığımı bilmiyordum. Kabus gibi rüya içindeyken beni gören eşim panik halinde “ambulans çağıralım bari” dedikçe uykusuzluk ve oksijen sıkışıklığıyla tepem atıp bağırıyorum ona. “Sen sesini kes. Şu oksijeni aç. Şunu getir” diye. Kadıncağız korku ve can havli içinde iki ayağını bir pabuca sığdırmak zorunda kalıyor. Nefesim biraz düzelince yaptığım kabalığı fark edip özür falan diliyorum.

Bu şekilde kendimle eşimle kavga didişme sonunda “inadım inat” deyip tedavimi yaptım; şimdi oksijen maskesiz bu aletin başına geçince aklıma geldi Hamsun'un açlık romanı ve onu nasıl yazdığı.

Siz şimdi “ukalaya bak. Kendini bırak yazar; “dünya nimeti” başlıklı eseriyle dünya ününe sahip olmuş Hamsun’un yerine koyuyor” derseniz bu sefer “haksızsınız”

Çünkü Hamsun o romanı yazmaya başladığında benim gibi bir şeyler yazdığını sanan biriymiş. Sonradan öyle olmuş. O zaman benim de başarıp “yazar olarak kabul edilmeyeceğim ne malum?” hem ben bunu yazar olmak için değil. Sevdiğim bir yazarın denediği şeyi; yani zor bir yaşanmışlığı ve o sıra yaşadıklarımdan aklımda kalanları “hele aklımı başıma bir toplayayım” mutlaka “UYKUSUZLUK” başlığı altında yazacağım. Yani o sıradaki yaşadıklarımı yazacağım ve hep olduğu gibi blogumdan paylaşacağım.


2 yorum:


  1. Lak-luk-lık ile başlayıp Hamsund'un "Açlık" romanının öyküsü ile bitirmişsiniz "Uykusuzluk" çekmeniz bundan... :)

    YanıtlaSil
  2. Merhaba Emin bey. Doğru; uykusuzluk çekmeseydim Kunut Hamsun'un açlık romanı aklıma bile gelmezdi. Ama iyi oldu. Benim için ojinal sayılacak bir konuda deneme yapmamı sağladı. Bakalım nasıl bir şey olacak.:)

    YanıtlaSil