30 Eylül 2016 Cuma

"SEFER USTA" ya da yeni adıyla "HACİ SEFER BEY"

Hikayelerimi okuyanlar bilir. Hemen hepsi gerçek yaşam öyküleri üzerine benim kurguladığım öykü kahramanlarının hikayeleridir.

Yani hikayelerimde “Hangi öykü kahramanı gerçek? Hangisi kurgu?” ben de karıştırıyorum.

Aşağıda hikaye ettiğim “Sefer Usta” ya da yeni adıyla “Haci Sefer bey” de "ÖYKÜLERLE YOLCULUK" başlıklı uzun hikayemdeki kişilerden biri.

Neyse hikaye şöyle.

Sanki bayram arifesi gibi her yerde ‘mıh’ gibi insanlar habire kaynaşıyordu.

Hastafendi onlara bakarken içinden “bu insanların hepsi ayrı bir yerden gelmiş… Ama hepsi doğma büyüme buralı gibi alışkın adımlarla dolaşıyorlar” diye geçirdi.

İstanbul’da hemen herkesin biraz tanıştıktan sonra “aslen nerelisin?’ dediği aklına gelince; gördüğü kalabalığın aslen bir yerlerde doğup, sonradan İstanbul'a geldiğine adeta ikna oldu.

İçinden "acaba içlerinde doğma büyüme insanlar var mı?" diye geçiriyor; etrafta kaynaşan insanlara bakarken 'doğma büyüme İstanbullu olanları' tahmin etmeye çalışıyordu.

Gözünün kuyruğuyla yandaki adama bakınca göz göze geldiler.

Kır saçlı, zayıf yüzü olan, renkli gözlü kendinden oldukça yaşlı bir beydi...

Gülümseyerek bakarken elindeki bastonu işaret edip "ha punu çok erken almışsın eline da!" dedi.

Hastafendi adamın bu sözüne bozulmuştu; ama belli etmeden "ha bunu ele almanın yaşı kaç beyefendi?" deyince kır saçlı adam gülümsemesini hafiften kahkahaya çevirdi "Ne kızaysun yeğenim?" dedi.

Adamın hoş hali Karadeniz şivesi Hastafendinin hoşuna gitmişti.

Gülümseyerek "hastayım; ondan bastonsuz yapamıyorum beyefendi. Anlatabildim mi?" dedi.

O öyle söyleyince adam birden durgunlaştı “kusura kalma yeğenim. Orda öyle dalmış bakaysun da, laf atayum dediydum. Hani konuşmak içun da” dedi.

Bu şekilde sohbet başlamıştı…

Adam Sürmeneliymiş. Adı Sefermiş. Eskiden herkes ona Sefer usta dermiş. Hacıya gidip gelince artık herkes Hacı Sefer beydemeye başlamış.

Bunu söyledikten sonra gülümsedi. “yani senin anlayacuğun kırk yıllık Sefer usta oldi Hacı Sefer bey” dedi.

İstanbul’a altmış iki yılında babasıyla birlikte ailecek gelmişler. 

Yani ‘İstanbulun taşı toprağı altın’ deyip buraya gelen herkes gibi aynı umutlarla gelmişler.

“Gelduk bu pok yiyen yer bakduk ki! Altun maltun yok. Çalışırsan doyaysın, Yoksa acundan kebersen kimse pakmayu” dedi.

Babası inşaat ustasıymış…

Bunlar dört oğlan üç kız kardeşmiş. Oğlanların hepsi baba mesleğini meslek seçmiş. Kız kardeşlerini de hayırlısıyla baş göz etmişler.

“Yani yegen boyle geldik bu pok yiyen yere. Geluş o geluş. Kazık çaktuk ha puraya” dedi.

O bunları anlatınca Hastafendi çıktığı İstanbul yolculuğunda yeni yol arkadaşı bulmanın sevinciyle “siz geldiğinizde İstanbul bu kadar değildi herhalde” diye kışkırtıcı bir laf attı. Aslında İstanbul’un yıl yıl nüfusunu, altmış iki de nüfusun kaç olduğunu biliyordu.

Ama kışkırtması işe yaramıştı. Hacı Sefer veya Sefer Usta o böyle deyince bir şeyler bilip söylemenin heyecanıyla “yok be yegen. İstanbul o zaman ha pu kadar” derken iki avucunu açıp göstermişti. “Ne oldiysa çok sonra oldi. Biz geldiğimizde ha buralar yok idi. Hep bağ bahçeyidi buralar. Zengin evleri varidi. Biz geldik Üsgüdar’a. Orada babamun emice oğli varidi. O karşiladi bizi. Üç beş gün onda kaldik. Ev eve üstünde olmayu. Babam gitti bir ev tutti. Oradan başladuk işe. Önce başkalarının inşaatlarında çalıştuk. Sonra yap sata girduk. Yani mutayit olduk senin anlayacağun. Oyle de kalduk” dedi.

Hastafendi “nerelerde inşaat yaptınız?” diye sordu. O “her yerde. İstanbul bom boş idi. Ankara yolunda fabrika inşaatları varidu. Oradan başladuk işe. Sonralaru Pendik civarında, floryada ha puralarda çok inşaat yaptuk. Benim bu gördiğin çok inşaatta imzam varidur. Yani İstanbul’i biz kurduk desek yalan olmaz da” dedi.

Zaten inşaat tayfasının çoğu Karadenizliymiş. “Bizim insanumuz kurbetçidir. Burada çok hamşerum var” dedi.

Hastafendi "ama İstanbul’da en çok Sivaslı varmış" deyince o gülümsedi "kim saymuşu ki buni da. Doğri bizden sonra o taraftan çok gelen oldi. Amma bana göre İstanbul Karadenizlilerden sorulmali. Çünkü biz kurdik bu şehri" dedi.

Babası hakkın rahmetine kavuşunca kardeşleri birbirinden ayrılmış. “Artıkın hepimiz eyi yüzüci olmuş iduk. Deduk; ‘herkes kendi takasinin kaptanu olsun. Sadece talgada hasar görene yardım edelum.’ Boylece herkes kendi işini kurdi. Hepsi mutayıt oldi. Benim de üç oğlan oldi. İkisunu okuttim. Muyendis oldi. Oteki benim yanumda kaldi. Sonra muyendis olanlar gelince birlikte şirket kurdilar. Penu emeklu ettiler. Oyle oldi” dedi.

Oğlanlar işin başına geçince Sefer Usta ‘almış kariyi gitmiş haciya’

“Boylece Sefer Usta Oldi Hacı Sefer bey” dedi; sonra güldü “beyliği kimi duşürmüş de biz bulduk ki! Ha pu da ellerun yakiştirması da” dedi gülümseyerek.

Hastafendi "niye siz bey olmayacksınız ki? Beylerin kuyruğu kulağı mı varmış ki?" deyince Haci Sefer bastı kahkahayı. Sonra bulundukları yeri fark etti “ula yeğen benu gültürüp maskara ettun da! Amma haklisun da; alacağın yok” dedi gülümsemesine devam ederek.

Hastafendi "Sefer amca onca yıldır İstanbul’dasın ama şiven hiç değişmemiş" deyince o yine bu defa hafif kahkaha attı. “Nasul değişsun ki yegen. Ana dilum da. İnsana anasından iki miras kalur. Piru ana süti, oteki ana dili” dedi.

Sonra devam etti. “Sen şimdu oğlanlar nasıl konuşayu deyicaksun. Ha pak onlar İstanbulca konişir. Neden bileymusun? Kurbet adamun anadilunu unutturur. Ana südi desen şimdu mamalar çıkınca o da bittu. Anladun mu şimdi ne teduğumi?” deyince Hastafendi “valla çok iyi anladım. Dediğin gibi zaman ve mekan her şeyi etkiliyor, değiştiriyor” deyince o "zaman buni eyu mi eddu, yoğusam koti mu? İşte mesala bunda tabi" dedikten sonra çocuklarının aldığı eğitimle dilleri değişse de karakterleri, ahlakının değişmediğini söyledi."“Hepisu yerinde sağolsin. Saygida sevgide hiç kusir işlemezler" dedi.

Çocukları işin başına geçince ona "baba artık senin dinlenme zamanın. Biz işi yürütürüz" demiş. O da "boylece emeklu olmiş."

Evi yukarıda Moda’daymış... Orada kendi evi dışında bir dairesi, bir dükkanı varmış. Onların kirası, bir de bağkur maaşı yetip de artıyormuş. Çocukları kendi kardeşleri gibi ayrılmamış. Birlikte kurdukları inşaat şirketinde çok büyük inşaatlar yapıyorlarmış.

Hastafendi "Sürmene’ye gidip geliyor musun?" deyince "gitmez olurmiyim hiç. Orada kenduma bir ev yaptum da. Kariyle yazları gidip orada kalayruz. Memleket topraği da. İnsan unutamayı. Çocuklara tedum ki kariyle benu olince koye gömün. Topağına hasret kalduğum Süremen’nin olince doyayum taprağina" dedi. O bu sözleri söyleyince Hastafendinin aklına Temur efendinin çocuklarına "beni köyüme gömün" dediği geldi.

Bu sırada karşıdan eşinin mağazadan çıktığını görünce Hacı Sefer’e "amca muhabbet iyiydi. Ama eşimin işi bitmiş. Benim de ilaç zamanı. İzninle kalkacağım" dedi.

Hacı Sefer gülümseyerek "tabi kari dedin mu? Akan sular durur. Buralara yolin düşerise belki yine karşılaşuruz" dedi.

O kendi yoluna, eşinin koluna giren Hastafendi kendi yoluna yürüdü gitti.








29 Eylül 2016 Perşembe

HEP HİKAYE OLACAK DEĞİL YA!


Bir arkadaşın yardımıyla açtığım bu blogdan hemen her gün bir hikaye paylaştım. Bugün de demokratik toplum yaşamımızı ilgilendiren bir konuda düşündüklerimi paylaşacağım.

Bilindiği gibi bugün cumhurbaşkanımız kafasında kendi belirlediği veya kendince önemli gördüğü konuları muhtarlarla düzenlediği toplantılarda açıklamayı ihtiyat haline getirdi.

Özellikle kendini solda gören veya aydın olduğunu düşünen veya öyle olduğunu sananların da bu toplantıları ‘tiye’; yani alaya alması alışkanlık haline geldi. Sosyal medyadaki paylaşımlarda “Hi! Hi! Yine muhtarlarla toplanmış” gibi ifadelere çokça rastlanıyor.

Bence bu toplantılar demokratik toplum yaşamımız için çok önemlidir.

Cumhurbaşkanı belki bilerek, belki de bilmeyerek; çoğumuzun; özellikle kasaba ve kentlerde ‘kim olduğunu?’ bilmediği; seçimlerde “aman! Veririz birine olur gider” diye hiç önemsemediği, köylerde de hatırlı olanın seçilmesine özen gösterildiği muhtarlık kurumu başta olmak üzere; seçimle işbaşına gelen bütün kurumların demokratik yaşam için ‘ne kadar?’ vazgeçilmez kurumlar olduğunu hatırlatıyor bize. Ya da öyle hatırlatması lazım…

Yani hepimizin durup, düşünüp; kendimize “ben demokrasi demokrasi diyorum. ‘tamam da’ demokrasiyi nasıl algılıyorum?” diye sormamız gerekir. Çünkü demokrasi seçimle iş başına gelmiş kurumlarıyla birlikte tarif edilen; insanlığın 'Uzayan Gecelerinin Karanlığında' uzun mücadeleler sonucu kendine en layık gördüğü bir yaşam biçimidir. Yani demokrasi ‘demokratik kurumlarıyla bir bütün olarak varsa’ vardır. Yani biraz hamilelik veya biraz bakirelik olmayacağı gibi; ucundan kıyısından ilişmiş bir şekilde demokrasi de olmaz.

Kendini ‘demokrat’ olarak niteleyen kişinin demokratlığı da ‘bence’ bu kurumlara ve kurumlaşmaya verdiği önem kadardır.

Yani ‘mahallede veya köyde kimin muhtar olduğunu?’ apartman yönetiminden, okul aile birliklerine, kooperatif ve meslek birlikleri yönetiminden  belediye meclislerine, il genel meclislerine kadar seçilerek gelen kişilerin yönettiği kurumlarda seçilmiş kişilerin niteliğini önemsemeden demokrat olunmaz.

Bu öyle bir önemsemedir ki! Özellikle ‘belediye meclisi veya partilerin il ve ilçe yönetimlerinde kimin aday olacağı?’ konusunu sadece kendi siyasi partin sınırları içinde görmeyip, bütün partilerde en nitelikli kişilerin oralara aday olmasını önemseme ve gayret göstermeye kadar giden bir önemsemedir. 

Yani “amaan! Ötekinden bana ne?” denmeden ötekinin niteliğiyle de ilgilenmeye kadar. 

Çünkü öyle kurumlar vardır ki! ‘Örneğin belediye meclisleri, il genel meclisleri ve tabi millet meclisi gibi’ ötekiyle toplumun iyiliğine ne kadar uyumlu olunabilirse o kadar iyi işler başarılabilir.

Cumhurbaşkanının ihtiyat haline getirdiği muhtar toplantıları bana bunu hatırlattı.

Çünkü seçimle iş başına gelmiş bütün kurumları önemseyip, o kurumlara o görevi en iyi yapacak en nitelikli insanları seçmeye önem vermediğimiz, seçmediğimiz sürece bizi yöneten siyasetçilerin etnik kimlik farklılığından, inanç farklılıklarına; oradan tarihi gerçeklerin çarpıtılmasına kadar hepimizin demokratik yaşamını çok ilgilendiren konularda bizimle ‘oyum oyum’ oynamasının ve istedikleri gibi at koşturmalarının önüne asla geçemeyiz.

Gecenin bir vakti aklıma gelince bunlar; üşenmeden yazdım; her gün hikaye paylaştığım bloğumda paylaştım bunu.

Umarım bu paylaşım önüne gelen arkadaşlarım da üşenmeden okur ve yorumlarla katkı verir.


EVLERDEN BİRİNDE


Adam divana uzanmış düşünüyordu.

Çocuklarıyla ‘ne yaparsa yapsın?’ anlaşamıyordu; daha doğrusu kızıyla. Ne zamandır onunla oturup konuşmayı; onun geleceğiyle ilgili kaygılarını; kendi tavsiyelerini söylemeyi istese onu bilgisayarını veya cep telefonunu dürtüklemekten bir türlü vazgeçirip konuşma fırsatı bulamıyordu. Hele son zamanda birlikte kahvaltıya oturdukları bile yoktu. Şimdi de odasındaydi. Öğle olmuş daha kalkmamıştı.

Bunu düşünürken karısının izlediği dizisi bitmiş; girip çıkıp kahvaltı hazırlıyordu. ”Boşanmışlar; bu evliliğin yürümeyeceği baştan belliydi. Ben söylemiştim bu evlilik yürümez diye” girip çıkarken söyleniyordu.

Karısının girip çıkarken veya divanda otururken böyle sürekli konuşması adama arı vızıltısı gibi bir duygu veriyordu; ama hiç rahatsız olmuyordu.

İnanın arada bir söylediklerini sorup onaylatması olmasa gözleri kapalı divana uzanmışsa uykusunu bile getiriyordu.

Ancak şimdi olduğu gibi “boşanmışlar; bu evliliğin yürümeyeceği baştan belliydi. Ben söylemiştim bu evlilik yürümez diye” deyip arkasından “Nasılmış?” diye “erkeksen cevap verme” der gibi soru sorduğundan irkilirdi hep. İyi ki şimdi sormamıştı.

Adam hemen toparlandı.  Çünkü böyle sorulara cevap vermeyince “sen bana değer vermiyorsun”diye başlayıp; “ömrüm sıkıntıyla geçti. Ne ev var ne araba?” cinsinden salvo atışlarla devam eden zorlu bir saldırının çok yakın olduğunu tecrübesiyle biliyordu.

Öyle bir saldırı başlayınca ‘ne kadar sürede? Nasıl biteceğini?’ asla kestiremezdiniz.

Bunu bildiği için ”doğru; yürümeyeceği baştan belliydi” dedi.

Karısı Allahtan ”ben kimden bahsediyorum?” diye sormadı.

Ara sıra ”peki ben kimden bahsediyorum?” diye samimiyet testi için sorduğunda doğru cevap alamazsa asıl kıyamet o zaman kopuyordu.

Onun için karısının söylediklerini dikkatle dinlemeye başladı.    

Ancak bu konularda karısının sorularını anlayıp; doğru cevap vermesi çok zor oluyordu.

Mübarek kadın ‘tüm dizi oyuncularını, mankenleri, sanatçıları bırakın’ dizinin senaristini, yönetmenini, ‘kim kimle evli? Kim kimi aldatmış?’ velhasıl her şeylerini bir bir biliyordu.

Hani magazin bilgilerini içeren bir yarışma olsa karısını tek geçerdi.                           
Hergün sabahtan akşama ‘onun için’ tek konu onlardı. Hiç görmeyeceğiniz tanımayacağınız insanlar. Onların kimini övüyor; kimine kızıyordu.

Bu sırada kızını dizi oyucularıyla kıyaslıyor; hiçbirini kızına denk görmüyordu. Hele oğlu… Kerata bu yaşta bile çok yakışıklıydı. Onun için oğlunu geleceğin başrol oyuncularından biri gibi görüyordu.

Yani bütün hayatı seyrettiği diziler; o dizilerde kendiyle özdeşleştirdiği dizi kahramanlarıydı.

Sevdiği dizileri seyrederken de adeta kendinden geçiyordu. Soluksuz izlediği bir iki dizi hariç; diğerlerini izlerken sürekli oyucuları kritik ediyor; beğendiği, beğenmediği yönlerini sıralıyordu.

İnanın; oyuncular onu dinleyebilse tüm yanlışlarının, doğrularının farkına varıp ona göre oyun çıkarırdı.

Soluksuz izlediği dizilerde ise hiç yorum yapmaz; çıt çıkmasına tahammül edemezdi.

Adam bunu bildiği için karısı söylediği bir şeyi yapmayınca ”dizini rahat izlettirmem” diye tehdit eder; bu şekilde ‘istediği neyse?’ karısına istediğini yaptırırdı.

Adamın en rahat ettiği günler yalnız karısının sevdiği dizilerin oynadığı günlerdi. Adam zaten karısının izlediği dizileri hiç sevmiyordu. Onun için o dizilerin oynadığı günler rahatça divana uzanıp yatabilirdi. Dizileri soluksuz izleyen karısı soru da sormadığı için o sıra çok rahat ederdi.

Adam o günleri çok seviyordu. Gözü kapalı divanda uzandığı o anlarda yalnız dizi oyucularının sesi duyuluyor ve o istediği gibi düşünebiliyordu.

Düşünmek düşünmek…

Başta da söylediğim gibi “kızımla ‘nasıl?’ diyalog kurabilirim? Karımla kavgasız gürültüsüz ‘nasıl?’ yaşayabilirim?” O sıra bütün derdi düşüncesi bu olurdu.   

Kızına yazarak rahat rahat içini döküp, kaygılarını ve tavsiyelerini anlatarak; onunla yaşadığı sorunu çözebileceği aklına geldi. Küçük oğlu şimdilik bir sorun çıkarmıyordu. Derslerinde de başarılıydı. Onun için aklına kızına yazarak ulaşabileceği gelince çok sevindi.

Evet ‘aynı evde otursalar da’ kızına mektup yazarak her şeyi anlatabilirdi. Her halde o da lütfedip bu mektubu okurdu. ‘Evet evet’ ilginç bulacağı için bu mektubunu mutlaka okurdu.

Böyle düşünüp rahatladı. Ya karısı? “Mektup yazsa ne fayda?” Her gün her an birlikteler. Mektubunu okuyunca etkilendi diyelim. Peki sonra? “Bu böyle olmaz” dedi. Ayrıca bugün karısının pazara gitme günüydü. Adamın yanında yeterli para yoktu. Bu da bir kavga sebebi olabiliyordu.

“Ne yapayım? Nasıl edeyim?” diye düşündü düşündü. Bu sırada biten dizinin ardından başlayan magazin programı devam ediyor; adamın gözü arada bir televizyona kayıyordu.

Televizyonda “az sonra az sonra diyerek” bir görüntü geçiyordu.

Gayri ihtiyari izlemeye başladı. İzledi izledi.

”Hay Allah!” dedi. “Daha önce niye aklıma gelmedi?”

O da pek ala karısıyla aynı programları izler; birlikte izlediklerini paylaşarak uyum sağlayabilirdi.

“Acaba olur mu? Karısının bütün vırvırı dırıltısı bitermiydi?” diye düşünürken dizisi bitince içeri girip çıkan karısı kahvaltı masasını hazırlamıştı. Kocasını kahvaltıya çağırdı; ama kocasının magazin programını izlediğini görünce yanına oturup izlemeye başladı.

Bir süre sonra kahvaltı yaparken karşılıklı izledikleri magazin programıyla ilgili yorumlara başladılar.

Adam bu arada pazar parasının eksik olduğunu söylemek için fırsat kolluyordu. Bir yandan da yorumlara katılıyordu.

Bu karşılıklı muhabbet magazin programı bitene kadar devam etti. Program bitince adam karısına biraz sıkıntılı “şey bugün sana pazar parasını biraz eksik vereceğim; kusura bakma” dedi ve karısının yine saldırıya geçmesini bekledi. Karısı “önemli değil kocacığım; yettiği kadar alırım. Şimdi yemekteyiz programı başlayacak onu izleyelim” dedi.

Adam memnuniyetle o kanalı açtı.

İşin sırrını çözmüştü. Her gün karısıyla onun izlediği programları izliyor; onunla tüm sohbetlerine katılıyordu.

Başlarken biraz zorluk çekmişti; ama artık o da aynı şeylerden zevk alıyordu.

Sanki karısının ikizi gibi olmuştu. Artık hiç kavga etmiyorlardı.

Kızına yazdığı mektupsa pek işe yaramamıştı. Ama olsun. Düşüne düşüne karısıyla arasındaki sorunu halletmişti ya!

O günden sonra ‘kakara kikiri’ yaşayıp gittiler.
                                                                                                                                                                                             

28 Eylül 2016 Çarşamba

MOR DÜĞME



Anneanne sabahtan beri aranıyordu. Odaya salona baktı; yattığı odaya tam iki kere dipten tırnağa aradı. Öfkeyle salona geldi “yok! Yok! Yok! Sabahtan beri aramaktan başım döndü bulamadım” diye söyleniyordu.
Kızı “anne yine neyi kaybettin?” dedi.
Annesi son zamanlarda çekilmez olmuştu. Çocuk gibiydi. Bir söylediğini belki yüz kere tekrar ediyordu. Kızı “buna da şükür; teyzem alzaymır olmuş. Teyze kızım bütün dünyadan elini eteğini çekti, onunla uğraşıyor. Annem ise sadece biraz unutkan… Yoksa her şeye aklı eriyor maşallah” diye içinden geçirdi.
Gerçekten son zamanlarda annesi biraz fazla dırdır olmuş; bir söylediği şeyi on kere tekrar ediyor; çocuklara söyleniyor, hiç bir şeyi beğenmiyordu.
Kocası sağ olsun annesinin dırdırı başlayınca kıskıs güler “sana Allah kolaylık versin” diye onunla dalga geçerdi.
Bu sırada içinden “oh olsun” derdi. Ama öyle söylemekte haklıydı. Çünkü kendi annesine karısının nasıl dırdırlandığını hiç unutmamıştı.
Babası ölünce annesini kardeşleriyle sırayla bakarken sıra ona geldiğinde karısının gözleri tepesine çıkar hasta olup yatardı. Annesinin onda kaldığı iki aylık süreyi ona cehennem ederdi. Şükür annesi ölmüş, karısının dırdırından kurtulmuştu.
Annesi öldükten sonra kayınpederi vefat edince karısı da annesini yanına almak zorunda kalmıştı. Onlar iki kardeş olduğu için kayınvalidesi kızlarının yanında tam altı ay; onun annesinden tam üç misli fazla zaman kalıyordu.
Kendi anneciği o iki aylık sürede hiç ağzını açmaz bir köşede sepsessiz otururdu. Kayınvalidesi öyle mi? Evde her şeye karışır; torunlarıyla atışır ortalığı kırıp geçirirdi.
Son zamanlarda bir de unutkan olunca dırdırı hiç çekilmez olmuş; kızı bile yaka silkiyordu.
Hatta bir gün kocasına “senin anneni çok istememiştim. Allah sanki bana ceza verir gibi annemi bu hale getirdi” diye yakınmıştı.
Kocası onun bu sızlanmasına hiç tepki vermemişti. Çünkü adı gibi biliyordu; karısına “haklısın” falan gibi bir şey söylese; karısı annesinden sızlanmayı bırakır “sen benim anneme laf söyleyemezsin” diye ona saldırırdı.
Adam yıllardır karısına alışmış; evde ona göre davranıyordu. Bu şekilde davrandığı için karısı saldıracak bir şey bulamadığından kavgasız gürültüsüz yaşayıp gidiyordu.
Şimdi de kayınvalidesi kaybettiği şeyi bulamayıp söylenmeye başlayınca karısının bunalıp tepki gösterdiğini görmüş; onların bu durumuna kıskıs gülüyordu.
Karsının bu öfkeli haliyle için için eğlenirken kayınvalidesine “anneciğim ne kaybettin? Söyle de berber arayalım” dedi.
Kayınvalide damadının sorusu üzerine öfkeyle ona baktı “elinin körünü kaybettim; sen işine bak” diye tersledi.
Karısı kocasının söylediklerini ve annesinin cevabını duymuş, annesinin ters cevap verdiğini fark etmişti. “Ya sabır” deyip annesine “anneciğim kocama ne kızıyorsun? Adam sana yardım teklif etti. Söyle bana canım ne kaybettin?” dedi.
Kayınvalide kızının kocasına arka çıkmasına kızmış; söylenecekti. Kendini tuttu “kazağımın düğmesi kopup düşmüş; onu arıyorum” dedi.
Bu sırada damat hemen divanın dibinde düğmeyi görmüştü. Alıp “düğme burada” diyecekti. Kadının ters cevabı ve karısının kendi annesine ters davranışı aklına geldi; düğmenin üzerine ayağını bastı.
Karısı “anneciğim bir düğme için ortalığı birbirine katmaya değer mi? İşlik kutusunda dolu düğme var; birini alıp dikelim” dedi. Kızının bu sözlerine kayınvalide daha öfkelendi. “O mor düğmeydi. Senin işlik kutusunda o renk düğme mi var?” dedi.
Kadın annesinin bütün tersliği üstünde diye düşündü gidip işlik kutusunu alıp geldi. İşlik kutusunda dolu düğme vardı. Onları ortadaki masanın üstüne döktü. Annesine “gel bakalım, burada çok düğme var” dedi.
Annesi geldi; birlikte bütün düğmeleri tek tek annesinin istediği düğmeye benziyor mu diye bakıyorlardı.
Adam onların düğmelere daldığını fark edince eğilip ayağının altındaki düğmeyi alıp çabucak cebine attı ve onları seyre başladı.
Kadın annesine “bu nasıl?” diye düğmeleri teker teker gösterip annesine beğendirmeye çalışıyordu. Annesi her gösterilen düğmeye dudak büküp “benim mor düğmem gibisi yok” diyordu.
Kadın sabırla bütün düğmeleri teker teker gösteriyordu. Annesi “yok bu değil, mor düğmem” dedikçe kadın başka düğme gösteriyordu.
Kutudaki bütün düğmeler bitince kadın birden öfkeyle kutuyu yere fırlattı “yetti be anne! Mor düğme! Mor düğme! Sen beni delirtecekmisin? Tutturdun bir mor düğme diye. Yok! Yok işte!” diye bağırdı. Bu sırada kayınvalide kızının sinirlenip bağırması karşısında büzülmüş “ben kötü bir şey mi dedim? Mor düğme dedim hepsi bu” diye söyleniyordu.
Adam karsını ve kayınvalidesini bir süre seyretti; sonra odadan çıkıp ayakkabılarını giydi ve sokağa çıktı.
Bu sırada içinden “sen anama az çektirmedin. Şimdi kendi anan sana çektiriyor; oh! olsun” derken çok mutluydu.