26 Nisan 2017 Çarşamba

SAĞ MUHAFAZKAR TABAN veya SOL-SOSYAL DEMOKRAT TABAN SÖYLEMİ NE KADAR GERÇEKÇİ






Merhaba; CNNTÜRK ekranında yine referandum tartışılıyor.

Tartışanlara bakıyorum yaş ortalaması kırk civarında…

Örneğin Faruk Acar veya Kültür Üniversitesinden Yunus Emre cumhuriyetin en fazla üçüncü kuşağı.

İfadelerini dinlerken ettikleri "iri iri" laflara bakınca içimden “babalarının en fazla dedelerinin içinde yer aldığı cumhuriyet sürecinden ne kadar farkındalar. farkındalar mı?" diye geçirdim

Çünkü ısrarla Türkiye'ye 1960 askeri darbesi sonrası monte edilen "sağ muhafazakar veya sol veya sosyal demokrat taban-kitle" kavramı bana göre hiç gerçekçi değil.

Türkiye'de sağ veya sol diye adlandırılan söylemin gerisinde Avrupa örneğinde olduğu gibi çok köklü sınıfsal veya tarihsel bir kök yok.

CHP cumhuriyeti kuran parti. Ondan sonra siyasi yelpazede yer alan DP den itibaren bütün partiler ve o partileri kuranlar, oy verenlerin hepsi CHP in içinden çıktı.

Türkiye köylü kökenli bir halktı. Siyasi dağılım sınıfsal veya ideolojik dağılımlara göre değil günü birlik çıkar ilişkileri üzerinde şekillendi.

Aynı köyde, aynı kasabada veya şehirde aynı ailelerden insanlar bu çıkar ilişkileri gereği şu veya bu partide yerini aldı.

1950 de tek parti döneminde özellikle ikinci dünya savaşı koşullarında iktidar olan CHP ye tepki duyan kitleleri iç gıyıklayıcı sloganlarla "yeter söz milletin" diye peşinden sürükleyip iktidara geldi.

Feodal çıkar ilişkileri merkezinde örgütlenen DP aslında peşinden sürüklediği kitleler üzerinde güvenini yitirmiş 1957 den sonraki siyasi gelişmelere göre o kitleler yeniden 'koptukları' CHP ye yönelip onu iktidar getirebilecekken ve böylece Türkiye'de çok kısa sürede iktidarların demokrasi içinde değiştiği bir sürece geçilebilecekken askeri darbeyle bu sürecin önü kesildi.

Bana göre o sıra askeri darbeye duyulan öfke çok iyi kullanılıp bilinçli olarak sağ muhafazakar diye bir taban yaratıldı. Askeri darbeye destek olanlar da sol diye tanımlandı.

O günden bu güne bu yapay ayrım siyaseten tepe kullanıldı.

Oysa cumhuriyetin kuruluş süreci Türkiye Halkının sosyal yapısı iyi tahlil edilse halkın ezici çoğunluğunun demokrasi, demokratik haklar yönünde siyaseten buluşması olanaklı.

Sanırım bunun olabilmesi için önce bu yapay zorlama ayrılığın üzerine gidip burada 1960 dan itibaren oynanan oyunun iyi deşifre edilebilmesi gerekir.

Haliyle bu şu an ekranda konuşan 'apış arasını sidik yakmamış' eğitimli insanlarla değil halkın sosyal yapısının gerçeğinde aydınların çoğalmasıyla olanaklı olacak.

CNNTÜRK'ü izlerken aklımdan bunlar geçti.


25 Nisan 2017 Salı

2013 YILI NİSANINDA DÜNYA KÜTÜPHANECİLİK HAFTASI NEDENİYLE YAZMIŞTIM




İyi geceler; Dünya Kitap ve Kütüphaneler Haftasının bugün dördüncü günü.

Belki unutmuşuzdur. Özellikle ilkokullarda her yıl Nisan'ın 24 ünde kitap haftası diye kutlanırdı.

AKP iktidarı her yıl kitap haftası denen bu haftayı öğretim yılının son haftasına aldı. Sanırım öğretim yılının son haftasında okula ilginin çok azaldığı günlerde bu haftayı yasak savmak kabilinden kutlamayı yani 'dostlar alışverişte görsün' diye göstermelik kutlama yolunu seçti. Çünkü çocuklara kitabı önemsetmek aydınlanmayı önemsemek demektir. Diğer bütün sağ iktidarlar gibi AKP nin eğitim politikasında kitabı tümden öğrencinin gündeminden çıkarma gayreti var.

Burada özellikle ana babalara çok önemli görev düşüyor. Çocuklarını özellikle internetin baskın etkisinden kurtarmak, dünya ile toplum ile ilgilerini sağlamak için çocuklarına kitabı özendirmeliler.

Hepimiz çocuktan büyüdük. Çocuklar belli alışkanlıkları eğer zamanında yönelirlerse çabuk kazanırlar. Onun için çocuklarının internet kullanmasını, internet kullanmadaki başarılarını bir marifetmiş gibi övüp, önemsemeden veya önemsetmeden evlerinde kitap bulundurarak veya günün belli saatinde çocuklarına örnek olmak mutlaka ellerinde kitap alıp 'okumasalar bile özellikle 0-5 yaş gurubu çocukların yanında' okuyormuş gibi yaparak çocuklarına kitap okuma alışkanlığı kazandırmaya çabalamalılar.

Ancak bu şekilde, yani çocuklarına kitap okuma alışkanlığı kazandırarak onlara anlamını bildikleri kelime zenginliğine kavuşturarak derslerinde başarılı olmalarını sağlayabilirler.

Çevremizde görüyoruz. Bütün ana babaların tek amacı çocuklarının iyi eğitim yapıp kendi geleceklerini kurtarmaları.

Eğer ana baba olarak bu düşüncemizde samimiysek 'çocuklarına en düşkün ana baba görüntüsü vermek için' gösteriş meraklısı değilsek çocuklarımıza yapacağımız en büyük iyilik onlara kitap okuma alışkanlığı kazandırmaktır.

Çevrenizde sorun. Göreceksiniz eğitim hayatında başarılı olanlar ya sürekli dersane dersane dolaşıp dünya kadar masrafla kurs almış çocuklardır, ya da küçük yaşta kitap okuma kazanmış çocuklardır.

Bu yazdığımı lütfen önemseyin…

Ayrıca sizler de hafta sonlarını okuyarak geçirmek için kendinize fırsat yaratın. Ben bunun için sizleri benim kendi blogumda 300 civarında uzun kısa öykülerden oluşan yazılarımı okumanızı öneriyorum.

Ayrıca benzer olanakları değerlendirerek, örneğin bulunduğunuz il veya ilçede genel kütüphanelere üye olarak, oradaki çeşitli kitapları hiç masrafsız okuma olanağından faydalanmanızı öneriyorum.

Bazılarınız bu yazdıklarıma kızabilirsiniz; ama ben toplumsal aydınlanma için çabayı kendime iş edindim.

Dünya Kitap ve Kütüphaneler haftasını bilip yazdm bunları. Fırsat buldukça bu konuda ‘deyim yerindeyse’ uyarılarıma devam edeceğim.

Hepinize kitap dolu günler ve hoşça okumalar diliyorum.






22 Nisan 2017 Cumartesi

DUVARI BİLE OLMAYAN DİJİTAL KÜTÜPHANELER ÜZERİNE, KİTABIN SAYFALARINI ÇEVİREREK OKUMANIN ÖNEMİ VE NEDEN ÖYLE GEREKTİĞİ ÜZERİNE DÜŞÜNDÜKLERİM



Teknoloji çağına uygun dijital kütüphane, dijital kitap; insana, özellikle günümüzde fazla dijitalleşen insana belki çok hoş geliyor.
Benim kızlarım da önceleri "kitap okuma işi nasıl gidiyor?" diye sorduğumda, biraz da benimle dalga geçmek isteyerek "baba sen de çok gerisin, artık bilgisayardan istediğimiz kitabı indirebiliyoruz" diye cevap verirdi.
Sorun istediğin kitabı indirmek değil; olayı dijitalden koparıp, her türlü yapaylıktan uzak eline aldığın bir kitapla, o kitabın gezindiği çağlara, o çağlardaki yaşamın içinde gezinme zevkine varmak, insanı insanlığından, varoluşundan, varoluş değerlerinden koparmadan, robot bir tip haline getirmeden kendi doğallığı içinde aydınlanmanın keyfine varmasını sağlamaktır.
Kitabın özelliği bu olmalı...
Kitap salt birtakım bilgileri, formülleri içinde barındıran bir araç değil, onun ötesinde insanın bütün geçmişini, geçmişindeki yaşamın her türlü anlarının örneklerini, insanın yaşanmışlığının kültürel, sosyal yönlerini hoşlaştırılmış bir dille (ki ona edebiyat diyorlar) anlatımını içinde biriktiren ve yine insanın en güzel emeğinin ürünü bir değerdir.
Sonra kütüphane, kütüphanecilik deyince yine çok yanlış algılıyoruz.
Bir gönderide biri kütüphane ortamındaki toz benzeri şeylerden bahsederek, duvarları bile olmayan dijital kütüphaneden bahsedip, onları övüyor.
Oysa kütüphane daha doğrusu kütüphanecilik o değil ki. Öyle olsaydı çağdaş ülkeler kütüphanecilik eğitimine öyle büyük önem vermez, kişi başına düşen kütüphaneci sayısını sürekli artırmayı hedeflemezdi. Çünkü kütüphane, kütüphanecilik, okumak için kitap edinilen veya insanlara her yerde, evde, köyde, kasabada, tatil yerinde, akla gelen insanın olduğu her yerde kitap okuma olanağı veren bir hizmetin adıdır.
Öyle olduğu için dünyada mutlu ülkeler sıralamasında ilk sıralarda yer alan Danimarka, Norveç, Hollanda, Finlandiya gibi ülkelerde kütüphanecilik eğitimine çok önem verilir. Çünkü kitap alışkanlığının toplumda yaygın olması ancak insanları kütüphanelere çekerek orada onlara verilecek hizmetin uzman kişilerce yürütülmesi önemlidir.
Yani o ülkelerde kütüphanecilik önemli bir meslek olarak ele alınır ve kütüphaneci eğitimine bu anlamda çok önem verilir. Yani kütüphanecilik hizmetinin en iyi ancak bu konuda uzman personelle verilebileceği düşüncesiyle hareket edilir.
Oralarda aydınlanma seviyesi kişi başına düşecek kütüphaneci ölçü alınarak belirlenir.
Örneğin Danimarka’da her bin kişiye bir kütüphaneci düşer ve kütüphanecilik oralarda en saygın mesleklerden sayılır.
Bizde de kütüphane, topluma kitap sevgisi aşılama gibi aydınlanmaya yönelik çalışmalar her konuda olduğu gibi cumhuriyetin kuruluş yıllarında çok önemsenmiş.
Halka yönelik okuma yazma kursları için açılan ve dünyada sadece Danimarka’da benzer örneği görülen Millet Mektepleriyle başlayan çalışmalar daha sonra buralardan elde edilen deneyimin ışığında “halka yani köylüye kendi aydınıyla ulaşma” projesi olan Köy Enstitülerinde daha sistemli hale gelmiş ve okuldan mezun olan her Köy Enstitüsü mezununa 150-200 adet dünya klasikleri verilerek onların gittiği köylerin 150-200 kitaplık kütüphaneler kavuşması hedeflenmiş; ayrıca halk evlerinde açılan halk kütüphaneleriyle okuma yazma kurslarında okuma öğrenmiş halkta kitap okuma alışkanlığı kazandırma hedeflenmiş.
O dönemde hummalı olarak başlayan halkın kitaba ilgisini artırma çabaları 2.Dünya savaşının yarattığı kaos sonucu iktidarın el değiştirmesiyle birlikte akamete uğramıştır.
Öyle ki! O günlerden günümüze kütüphane hizmetlerinin kütüphaneciliğin gelişim sürecine bakınca ‘adeta’ kerhen yasak savıcı bir anlayışla kütüphanecilik olayına bakılmış. Kütüphanecilikle ilgili doğru dürüst bir kanun bile çıkarılamamış; cumhuriyetin kuruluş yıllarında çıkarılan genelgelerle durum idare edilmeye çalışmış; bunun sonucunda o yıllarda toplumda büyük heves uyandıran aydınlanma süreci giderek sönümlenmiş ve gerilemiştir.
Kitap kütüphanecilik gibi toplumsal aydınlanmanın en önemli araç ve argümanları giderek gerilerken toplum hayatına adeta zorunlu olarak giren çağın iletişim araçları bahane edilip olmayan kütüphaneciliğin ve kütüphanelerin yerine dijital kütüphaneciliği önermek, öne sürmek bana göre tam bir görgüsüz şıpsevdiliğin daniskasıdır.
Bunun böyle olduğunu dünyanın en mutlu ülkeler sıralamasında ilk sıraları alan ve gelir dağılımı yönünden  bizden çok ileride zengin yurttaşların yaşadığı ülkelerdeki yurttaşların iletişim araçlarına sahip olma olanağı bizden kat be kat üstünken oralarda hala kütüphaneciliğin ve kütüphanecilik eğitiminin en gözde toplumsal hedeflerden olması açıkça gösteriyor.
Çünkü insan giderek kendi ortamından koparılıp teknolojinin hizmetinde birer robota dönüştürülürken, oralarda insanın koparılmak istendiği geçmişine bağlanması ve geçmiş toplumsal hatıraları hatırlamasında en iyi araç olan kitabın doğallığını koruması çok önemsenmektedir
Buradan bakınca bizde şıpsevdi görgüsüzlüğüyle dijital kütüphaneler öne çıkarılıp övülürse; yani robotlaşan dünyanın bir parçası haline getirmek özenti haline getirilip bu eylem alkışlanırsa emin olun gelecekte birey olarak oluşacak veya oluşturulacak yaratığın hiç tadı tuzu olmayacak; ayrıca teknolojiyle bütünleşen toplumsal aydınlanmayı öne çıkaran toplumların yanında ortaçağın karanlığında yaşamaya çalışan bilim kurgu yaratıklarına dönüşmemiz işten bile olmayacaktır.
Buradan bakınca bana göre öyle tatsız tuzsuz bir yaratık olarak yaşamanın da bir anlamı kalmayacaktır.
Bunu fark eden gelişmiş toplumlar teknolojik gelişmenin insanın sosyalleşmesinde yarattığı zararın farkına varıp, bunun çaresini aramaya yöneldiği bir dönemde biz onların terk etmeyi düşündüğü alanı doldurmaya özenmemeliyiz.
Aksine cumhuriyetin kuruluş yıllarında yakılan aydınlanma meşalesini sahiplenip; o yıllardaki heyecanı yeniden yaratıp insanımızın kitapla buluşmasında önemli işlevi olan kütüphaneciliği yeniden amacına uygun olarak teşkilatlandırıp buralarda çalışması için bu mesleğin önemini kavrayan uzman kişilerin eğitimine çok önem vermeliyiz.
Kitap okumanın keyfini gerekliliğini kendimiz önemserken yaşadığımız çevredeki insanlara da önemsetmeliyiz. Kitap okuma alışkanlığı kazanmanın aydınlanmanın önemli bir parçası olduğunu bilmeliyiz.
Geleceğimizi kurtarmak istiyorsak mutlaka geleceğimiz olan çocuklarımıza kitap okuma alışkanlığı kazandırmalıyız. Ve kitap okumanın, okutmanın keyfine varabilmek için bu 1950 li yıllarda eşekleriyle köylerde kitap okuma alışkanlığı kazandıran eşekli kütüphaneciyi kendimize örnek almalıyız ve aydınlanmayı önemseyen yurttaşlar olarak hepimiz aydınlanma uğraşlarının, kitap okuma seferberliğiyle yaşadığımız çevreye, çocuklarımıza, eşimize, dostumuza kitap okuma alışkanlığı kazandırmanın en önde gelen yurttaş sorumluluğumuz olduğunu kabul edip ona göre davranmalıyız.
Emin olun o zaman insan olarak yaşamanın ve insan olarak içinde yaşadığımız toplumda bir işe yaramanın keyfine varacağız.
Ben her gün öyle yapıyorum, içime yaşama sevinci doluyor. Deneyin göreceksiniz sizin de içinize dolacak yaşama sevinciyle, var olmanın bir ayrı keyfine varacaksınız.






19 Nisan 2017 Çarşamba

SİYASET DENİZİNDE TEKNE YÜZDÜRME SEVDALILARI





Sayfamda her gün siyaset yapmak için yapılan telaşın görüntüleri geçiyor. Sayfa arkadaşlarım değişik siyasi görüşlerden olunca çok farklı sol siyasi görüşlerdeki partilerle ilgili bilgiler, o partilerin politikasını savunanlar, kendini öne çıkarma gayretinde olup; ötekini ‘adeta’ yok sayma gayreti taşıyanların gönderilerini okuyorum.
İlginç yorumlarda oluyor…
Bunlardan biri CHP’nin AKP karşısındaki durumunu araştıran ve bu partilere giden oyun özelliklerini anlatan; bunları “Siyaset Denizinde Tekne Yüzdürmek” başlığı altında bir kitapta toplayan bir gönderi düştü.
Başlık çok hoştu. Siyaset denizinde tekne yüzdürmek veya siyaset denizinde tekne yüzdürmeye soyunmak.
Gerçekte hepimiz toplum olarak siyasete çok meraklıyız. Yatıp kalkıp siyaset konuşuyoruz. Televizyon programlarında bile siyasi tartışmalar en ilgi çekici programlar. En büyük özelliğimizde hemen bir parti kurup, o parti yönetiminde veya içinde o araştırmanın deyimiyle ‘siyaset denizinde tekne yüzdürmek.’
“Olur mu? Olmaz mı? Başarı şansı ne? Ne kadar kitleyi etkileriz?” Önemli değil. İlla bir tekne olup tv reklamlarında olduğu gibi “en iyi biziz”, “bizden şaşma” benzeri sloganlarla toplumu en iyi temsil edip yönetme iddiamızı savunuyoruz.
Bu bize büyüklerimizin “ol da istersen soğan başı ol” nasihatına uygun davranıp ‘bir şekilde ortaya çıkma hastalığı, adeta bir fobi, bir tutku’ oluyor.
Aşağı yukarı aynı görüşü savunan; birbirinden bir saç teli kadar bile farklı görüşü olmayan partiler yanyana tekne yüzdürme telaşında. En büyüğünden en küçüğüne özellikle kendini sol diye tanımlanan kesimde durum böyle.
Geçtiğimiz gün Okan Bayülken'in programında yeşil çevreciler vardı. Okan Bayülken onlara "sizin savunduklarınız beni heyecanlandırıyor. Ben çocuğum için yaşıyorum. Siz on beş yıl sonra dünyada her üç kişiden biri su sorunu yaşayacak deyince ben çocuğum için endişelendim. Sizin dile getirdiğiniz sorunlar her dinden, her ırktan, her kesimden, her çeşit insanın ortak sorunu. O zaman siz niye çok azsınız. Siyasette hiç etkiniz yok?" benzeri sözler sarfedip "neden?" diye sormuştu.
Oradan aklımda kaldı…
“Siyaset denizi içinde tekne tasarlayıp yüzdürmeyi düşünenler bu ve benzeri soruların cevabını, toplumsal sorunlar karşısında kişinin kendini doğrudan ilgilendiren sorunlar karşısında tepkisizliğinin nedenini ve çözümünü de biliyor mu acaba?” diye düşündüm.
Çünkü bu konu aslında Türkiye'de geçmişten bu yana ve bugün politika yapmak isteyen herkesin sorunu. Bu konuda doğru bir çözüm üretip Okan Bayülken’in “niye azsınız?” sorusunun cevabını vermeden, geniş yığınlara ulaşmak için örgütlenmeyi hedefleyip, onların beklediği çözümleri üretip, o milyonlara bunu benimsetmeyi beceremeyeceksek, “sen, ben, bizim oğlan didişerek” biz bize politika yapmaya devam edeceksek yaptığımız tekneyle o siyaset denizine ‘açılsalk ne olur? Açılmasak ne olur?’ veya ‘o denizin dalgalarına dayanıp ne kadar varlığımızı sürdürebiliriz?’
Bana göre o sorunun, “niçin azsınız?” sorusunun cevabını verecek çözüm üretmeden, önündeki sorunu görüp çözme becerisini geliştirmeden siyaset yapmaya çalışanlar ancak birbiriyle tartışıp, birbirine karşı varlıklarını ispat ederek tatmin olanlardır.
Ancak bilmeliler ki! Toplum tarafından da hiç ciddiye alınmazlar.
Sayfamda yoğunlaşan “Siyaset Denizinde Tekne olma” çabasında gönderileri olunca bunları düşündüm, paylaşmak istedim.





17 Nisan 2017 Pazartesi

KÖY ENSTİTÜLERİ, KUTLU DOĞUM HAFTASI VE TOPLUMSAL AYDINLANMA GERÇEĞİ;


Bugün Köy Enstitülerinin kuruluş yıl dönümü. Bu hafta Kutlu Doğum Haftası diye adlandırılan, toplumu inançlarını kullanarak yönetmek isteyenlerin oluşturduğu bir etkinlik.
Köy Enstitüleri ve Kutlu Doğum Haftasının aynı anlara denk gelmesi aslında bir tesadüf. Ancak bana göre çok anlamlı ve iyi bir tesadüf. Yani birileri kurgulasa ancak bu kadar olur.
Toplumsal Aydınlanma gerçeğinin gerekliliğini anlatabilmek için bu iki etkinliği aynı döneme denk getirebilirdi. Köy Enstitüleri Cumhuriyetin ilk yıllarının ürünüdür. Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrası temel üretkeni köylülükte oluşan, feodal ağırlıklı cahil bir toplum gerçeğini uluslaşma sürecine katabilmek için başlatılan aydınlanma hamlesinin bir aşamasında oluşturulmuş öğrenim, öğretim ağının örgütlenme modeli olarak ortaya çıktı.
Onun öncesinde Latin alfabesine geçişle birlikte hızlı bir okuma yazma seferberliği başlatıldı. Bu çalışma öylesine hızlı ve istekli başladı ki Latin alfabenin kabulünden yaklaşık beş yıl sonra çok küçük köylerde bile yeni harfle öğrenime geçildi. Halk evleri açılarak halka okuma yazma kursları açılıp, öğrenmeleri için gerekli olanaklar sağlandı.
Temel amaç halkın bir an önce cehaletin karanlığından kurtulup, yurttaş bilincinin gelişmesiydi. Bugünden bakıp Cumhuriyetin kuruluş dönemine yönelik pek çok eleştiri getirilebilir. Ancak en eleştirilmeyecek övgüye değer yanı bu yoğun aydınlanma hamlesiydi.
Halkı doğru, çağdaş hedeflere yöneltebilmenin ön şartı olarak cehaletin karanlığının ve dinin yarattığı taassubun kırılması düşünülüyordu.
Daha sonra bunu eğitim olarak örgütleyip aydınlanmış gelecek kuşaklar yetiştirmeye amaçlayan kurumsallaşması düşünülerek Köy Enstitüleri oluştu.
Köy Enstitülerinin temel felsefesi köy çocuklarını alıp eğitip, tekrar köylerde okullarda görevlendirirken, o çocukların aynı zamanda zanaat, tarım vb. konularda yetkinleşmesi sağlanarak, gittikleri köy hayatını olumlu etkilemesi, aydınlanmanın ve kalkınmanın köyden başlayıp gelişmesini sağlayacak elemanlar olarak görev yapmasını sağlamaktı.
Bu Köy Enstitüsü Mezunlarına gittikleri köyde köylüye örnek çalışma yapabilecekleri araç gerecin yanında yüz elli, iki yüz de kitap veriliyordu. Böylece o yıllarda her köyde yüz ellişer, iki yüzer kitaplıklı kütüphaneler oluşması sağlanıyordu.
Kuşkusuz Köy Enstitü Mezunlarına başka özellikler de kazandırılıp, köylerin o özelliklerden faydalanması amaçlanıyordu.
Köy Enstitüleri için yazacak çok şey vardır. Ama asıl öne çıkan sonuç; Cumhuriyetin ilk yıllarını yönetenler halkın aydınlanmasından korkmuyordu. Halkı yönetmek için onların din ve benzeri inanç ve duygularını istismar etmeden yönetimi tercih etmişti.
Sonraları özellikle 1940 lardan sonra yönetim zaafına düşen veya işlerine öyle geldiği için halkın aydınlanmasında rahatsız olan yöneticiler, onların işbirlikçileri birer aydınlanma ocağına dönüşen Köy Enstitülerini etkisizleştirmeye, karalamaya ve sonunda da kapatmaya yönelip, kapattılar.
Bundan sonra eğitimi kendi amaçlarına uygun hale getiren politikalar izlediler. Eğitim sistemini toplumun ihtiyacına ve hedeflerine göre değil kendi popülist amaçlarına uygun hale getirmek için yaz boz tahtasına çevirdiler ve bugünlere geldik.
Özellikle günümüzde toplumu yönetmek için onun inanç değerlerini kullanmak iktidar için de muhalefet için de marifet oldu.
Kutlu Doğum Haftası bu politikaların sonucu üretilmiş, hiçbir gerçekliği olmayan bir kandırmaca. Ve bu haftayı kutlamada bütün siyasetçiler birbiriyle yarış halinde. Sürekli insanlara dini tartıştırarak belki bunların gerçekmiş gibi kabul edilmesini sağlayabiliyorlar.
Ama bir yere kadar... İşte bu noktada toplumsal aydınlanmanın mutlak gerekliği ortaya çıkıyor. Türkiye halkı toplumsal aydınlanma sürecini benimsedikten sonra laik toplumsal yapıyı doğru anlayıp önemserse gelecek zaman içinde inançları kullanarak yönetim arzusunda olanların etkinliği azalacak, toplum olarak gerçek inanç ve inancını yaşayabilme hakkını kazanacağız. Ve o sürecin sonunda inançlar çağdaşlaşmanın önünde bir engel, yöneticilerin toplumu uyutarak yönetmesini sağlayan araç olmaktan çıkacaktır.
Burada yapılması gereken Kutlu Doğum Haftası diye ilan edilen bu haftayı hiç tartışma konusu yapmadan öncelikle laik toplumu doğru tarifte buluşmalıyız.
Yani Laik toplumun dinsizlik değil; sadece kamu oyuna hizmet verenlerin inançlarını belli eden simgeyi kullanmasının yasaklandığı; öte taraftan inançların özgürce yaşanmasının ve kişisel özgürlüklerin inançlara karşı tarafsız devlet aygıtının bağımsız yargı organlarıyla yasal güvence altına alındığı bir toplum düzeni olduğu doğru anlaşılıp doğru anlatılmalıdır.
Buradan yola çıkarak Köy Enstitülerinin ve laik eğitim gerçeğinin farkına varılıp bu sonucu toplumsal aydınlanma seferberliğine katmalıyız.
Böylece bu haftayı her yıl gericiliği ve cehaletin kör karanlığını, dini taassubu yenip aydınlanmaya yönelmenin bir haftası haline getirebiliriz.
Ve bu iki etkinliğin aynı döneme rastlaması ve niyetleri; toplumu yalanla cehaletin karanlığına çekip yönetme çabalarına karşı, aydınlanmanın mutlak gerekliğini göstermesi açısından çok olumlu bir rastlantıdır.
Ben Köy Enstitüsü gerçeğini ve Kutlu Doğum Haftasını değerlendirirken bunları düşündüm. Bu düşüncemi sizinle paylaşıyorum.







14 Nisan 2017 Cuma

YARINDAN SONRAKİ REFERANDUMUN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ



Bilindiği gibi yarından sonraki gün; yani 16 Nisan’da Türkiye’de iktidarın MHP ile ortaklaşa dayattıkları referandum oylanacak.
“Dayattıkları” diyorum. Çünkü gerçekten bu anayasa değişikliği kendi partisi içinde iktidar krizi yaşayan Devlet Bahçeli’nin önerisi ve dış politikadaki yaşanan başarısız politikayla dış dünyada yalnızlaşan ülke içinde giderek büyüyen ekonomik sıkınıtlarla cebelleşen iktidarın bu öneriye ‘balıklama atlamasıyla’ Türkiye Halkına ‘iktidarın kendinin bile açıklamakta zorlandığı’ bir anayasa değişikliği dayatıldı. Adeta emir vaki yapıldı.
Bütün dünyada ülkelerin kendi içinde ortak mutabakatla çıkardığı; daha çok o ülkenin kuruluş felsefesini izah eden anayasalar bizde iktidar ve muhalefetten bir partinin kendi içinde yaşadıkları sıkıntıları ‘cambaza bak’ politikasıyla saptırmak için kullanılan bir araca dönüştürüldü.
Bunun için “dayatıldı” diyorum.
Tekrar açıklarsam ülkelerin uzun vadeli yol kılavuzu olarak ortaklaşa mutabakatla çıkarılan anayasa bizde iki partinin politik açmazından kurtuluş yolu olarak kullanılıyor. Bu nedenle bu anayasa değişikliği için “dayatıldı” ifadesini kullandım.
Öyle veya böyle Türkiye Halkı bu dayatılan anayasa değişikliği için 16 Nisan’da bir karar verecek.
Ya “anayasa iki partinin görüşü olarak ortaya atılan bir mutabakat metni değil toplumun ortaklaşa mutabakat metni; ülkenin uzun vadeli yol kılavuzudur. Öyle olmalıdır” deyip bu değişikliği elinin tersiyle itip “hayır” diyecek veya yaratılan bilgi kirliliğinde 'dayatılanın ne olduğunu bilmeden' bu anayasa değişikliğine “evet” diyecek.
Ne derse desin. Bence bu referandum aynı zamanda “Türkiye Halkının bütün toplumu ilgilendiren bir konuda ortak tavır nasıl alınır?” sorusuna cevap bulmak için; cevap vermek için farklılıkların bir araya gelebilmesi için ciddi bir deneyim olacaktır.
Yani bütün demokratik toplumlar için ciddi bir sorun olan “ortak demokratik hedefler için nasıl bir araya gelinir?” konusunda önemli bir deneyim; bu anlamda önemli bir kazanç olacaktır.
Yani Türkiye Halkı bir musibetten bir hayır çıkarabilme konusunda ciddi bir sınav verecektir.
Bence böyle bir deneyim ilk kez yaşanıyor.
1919 başlatılan kurtuluş savaşı süreci sonunda 1923 cumhuriyet kurulduktan sonra tek ayaklı demokrasi deneyimi 1946 da iki ayaklı; yani çok partili sürece girdiğinden bu yana ülkemizde demokrasi “kör topal” yaşanırken 1960 yılında başlayan askeri darbelerle demokrasinin önünün kesilmesiyle Türkiye Halkının 1920 yola çıktığı demokrasi yolculuğunun kökleşip çağdaş ülkelerdeki niteliği kazanması engellendi. Ortadoğu’nun doğal zenginliklerini sömüren emperyalizm Türkiye’de demokrasinin kökleşip Ortadoğu ülkelerine olumlu yönde örnek olmasını hiç istemedi ve bu isteksizliğini açıkça belirtmekten hiç geri kalmadı.
70 li yıllarda Avrupa’da yükselen demokrasi ve barış rüzgarının Türkiye’yi etkilememesi için özel çaba harcandı. O yıllarda atmışların demokrasi rüzgarından etkilenerek ortaya çıkan Türkiye gençliğinin devrimci önderleri bilerek taammüden katledildi.
Gelişen İşçi Sınıfının sendikal savaşımı da aynı süreçte emperyalizmin korkulu rüyası olunca 1980 yılında  “ABD nin başkanının ‘bizim çocuklar’ dediği” faşist askeri cunta marifetiyle gerçekleşen askeri darbeyle o güne kadar ‘kör topal olsa da’ ilerleyen demokratik süreç çok sert şekilde bastırıldı.
Kısacası Türkiye’de ‘kör topal da olsa’ ilerleyen demokratik süreç bir şekilde bastırılmış oldu.
Bütün yazdıklarımdan anlaşılacağı gibi Türkiye’de bir türlü kökleşemeyen demokrasi; demokratik hedeflere yönelik iş birliği hep kadük kaldı. Siyaset yapanlar kendi sınırları içinde kalma alışkanlığı kazandı.
Bu sırada ortaya çıkan bu anayasa değişikliği süreci gösterdi ki; özellikle demokrasi ve kişisel özgürlüklerin sağlanması ve korunması ancak bu konuda taraf olan herkesin ‘farklılıklarını bir kenara koyup’ birlikte olmasıyla olanaklı olacak.
Yani demokrasi hedefinde bir araya gelmek; kişisel özgürlükleri koruyup geliştirmek bütün siyasi etnik kimlik ve inanç farklılıklarıyla herkesin ortak sorunudur.
Bu anayasa değişikliğiyle demokrasinin ve kişisel hak ve özgürlüklerin hedeflenen tek adam ve partili cumhurbaşkanı sistemiyle ‘adeta’ tehdit ediliyor diye algılanması sonucu bütün farklılıklar bu anayasa değişikliği için “hayır” platformunda bir araya geldi.
Buradan bakınca “bir musibet bin nasihatten evladır” öz deyişinde olduğu gibi bu referandum sürecinde aydınlık geleceğimiz için “barış, demokrasi için bir araya gelinmesi, heslere nükleer enerjiye karşı ortak duruş, özgür sendikalaşmanın önündeki engellerin kaldırılması, inancını özgürce yaşama, inancı bahane edip kişisel yaşam özgürlüğünün tehdit edilmesi, aydınlık bir gelecek için eğitim vb.” toplumun bütün ferlerini ilgilendiren konularda bütün farlılıklara rağmen bir araya gelinmesi konusunda deneyim kazanacaktır.
Ben yarından sonraki referandumu bu açıdan değerlendirdim.
Sonuç olarak yazacağım referandum ‘ne sonuç verirse versin’ Türkiye aydınlık geleceği hayırlara vesile olacaktır.
Bunu ifade etmek istedim.



7 Nisan 2017 Cuma

ORTADOĞU'DA SAFLAR NETLEŞİRKEN




ABD, SURİYE'Yİ VURUNCA RUSYA "ZARAR VERDİ", SUUDİ ARABİSTAN ve İSRAİL ise "ABD Yİ DESTEKLİYORUZ" DEMİŞ.

Merhaba; Buradan bakınca Ortadoğu kapışmasında saflar
belirlenmeye başladı.
Türkiye'de 15 Temmuz saldırısı sonrasıdış dünyada yalnızlık
çeken Türkiye uçak krizinden sonra zıtlaştığı Rusya'yla
bir U dönüşü sonrası yakınlaşma sağlamış; cumhurbaşkanı Türkiye'nin Rusya'nın başını çektiği Şanghay ittifakında yer almasından söz etmişti.
O günlerden sonra yakınlaşan Türkiye Suriye için çözümde ön almak için Rusya ile Astana zirvesini düzenlemişti.
'O günleri hatırlayanlar bilir' bu zirvede ABD de adeta sollanmıştı.
O sıra ABD'de Obama başkandı.
Sonrasında seçim oldu ve Trump büyük sürpriz yaparak başkan seçildi.
Günü birlik belirlenen dış politikamız ABD de sürpriz sonuçtan sonra köşeye sıkıştığı Suriye'de yeniden ön almak için bu kez ABD'nin yeni başkanına yönünü çevirmişti; ama oradan da beklediği yüzü bulamamıştı.
Böylece dış politikada iki ara bir derede kalan Türkiye şimdi şimdi de Suriye'de 'doğruluğu henüz kanıtlanmamış' kimyasal silah kullanıldığı iddiasıyla oraya saldırmayı düşünen ABD nin peşine takılmış gibi.
Suudilerin ve İsrail'in ABD yi desteklenmesi anlaşılır bir şey. Çünkü onlar ABD nin Ortadoğu politikasında stratejik ortağı.
Türkiye'nin 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yakınlaştığı Rusya ile geliştirdiği ilişkileri bir anda terk edip yeniden ABD ile Ortadoğu'da işbirliğine girmesi ne derece akılcı? Akılcı mı?
Yani dış politikada kısa vadede çizilen bu zigzaglar; Dünya'da ABD ye kafa tutabilecek güce ulaşan Rusya'yla çok ters düşülmesi; bunun olası sonuçları ne kadar hesap edildi? Edildi mi?" bilmiyorum.
Burada her aklı başında insanın bileceği tek doğru 'yanlış düğmeyle başlanan düğmelemenin asla doğru sonuç
vermeyeceği' özellikle dış politikadaki yanlış başlangıçlar bir öz eleştiriyle terk edilmedikçe dış politikada debelenmeden kurtulup selamete çıkmak olası değildir.
Dış politikada böylesine çuvallayan ülkelerin dış politikada güvenilir partner olarak kabulü söz konusu değildir.
Umarım dış politikayı iç politika için kazanç kapısına dönüştürme alışkanlığında iktidar bu gerçeğin tez zamanda
farkına varır.
"Yoksa" demeyeceğim. Çünkü bu işin yoksası boktandır.
ABD nin Suriyeye saldırısı sonrası Ortadoğu ülkeleri arasında ABD ve Rusya’dan yana saflaşma gelişmeleri bana
bunları düşündürdü.