28 Ekim 2017 Cumartesi

GÜDÜK DEMOKRASİ ANLAYIŞIYLA KUTLANAN CUMHURİYET


Merhaba; Özellikle Melih Gökçek istifa ettirildiğinden beri sayfama düşen paylaşımlarda kimse seçimle gelmiş birinin parti genel başkanı emriyle görevden alınması veya görevi bırakmak zorunda kalmasıyla ilgili değil. Hemen herkes Melih Gökçek'e yüklenip ondan hesap sorulmasını istiyor veya ona öfke kusuyor.
Bilmiyorum demokrasiyi içselleştirmiş bir ‘örneğin' Avrupa ülkesinde bir belediye başkanı parti genel başkanının emriyle görevi bırakmak zorunda bıraktırılsaydı ona muhalefeten tepkili olanların tavrı ne olurdu?
Bunu yazdığım için "ne yani? Adam Ankarayı satıp savdı. Talan ettirdi. Biz ondan hesap sormayacakmıyız?" diye tepki gösteren olacaktır.
Benim yazdığım "Melih Gökçek'ten veya kentleri, ülkeyi soyup soğana çevirenlerden hesap sorulmasın değil." Burada işaret ettiğim demokrasiyi içselleştirmediğimiz; demokratik değerlere saygısızlığımız. Çünkü biz toplum olarak seçme seçilme hakkı dahil demokrasi gereği bir çok hakkı beleş elde ettik.
Öyle olduğu için geçmişte büyük bedeller ödenerek büyük zorluklarla 'tek kişilik iradenin' Mustafa Kemal'in öncülüğündeki süreçte kazanımlarımızın değerini hiç bilmiyoruz.
Yarın 94. kuruluş yıl dönümü kutlanacak.
“Cumhuriyet nasıl kuruldu? Hangi engelleri aştı. Nasıl aştı? O yıllarda sosyal yapı neydi?” vb o sürecin gerçekleri bilinmeden kutlanacak cumhuriyet körün fili tarif ettiği gibi bir cumhuriyettir.
Öyle olduğu için Cumhuriyetin aydınlanma fenerleri Köy Enstitüleri kapatılırken, diğer kazanımları birer budanırken gereken toplumsal tepki gösterilmedi.
“Yeter söz milletin” sloganıyla “ireyimde hürüm” deyip sandıklara koşuldu. İyi de oldu. Türkiye çok partili hayatla ve demokrasiyle bir şekilde tanışmış oldu.
Ancak alkışlarla iktidara getirdiğimiz partiyi getirdiğimiz gibi demokratik yollarla iktidardan edemedik. O sıra birileri darbeyle o iktidarı devirince ‘balcının arıyı kandırmak için verdiği şekerli su gibi’ kimi demokratik haklara kanıp askeri “devrim yaptı” diye onları alkışladık.
Sonunda askerin bunu alışkanlık yapıp kimi emperyalist yönlendirme ve kışkırtmalarla demokasi taleplerimizde tepemize binmesine razı olduk; adeta bekler olduk.
Yani diyeceğim demokrasi bilinci “az bakirelik” gibi yarım yamalak olmaz.
Ya her yerde her aşamada demokrasiye demokratik değerlere sahip çıkacağız; ya da! Bugün olduğu gibi bize layık görülen yaşam biçimlerinin şaşkılığıyla savrulacağız.
Bir süredir AKP de genel başkanın emirle görevi bırakan veya bıraktırılan belediye başkanlarıyla ilgili medya ve sosyal medyada yoğunlaşan tepkiler bende bu düşünceyi oluşturdu. Buradan paylaştım.
Umarım doğru anlaşılırım.





27 Ekim 2017 Cuma

CUMHURİYET KUTLAMALARINI BOŞ VERİP SULTAN REŞAD'I ANMAK


[Haber görseli]


Merhaba; Türkiye Cumhuriyetin 94. kuruluş yıl dönümünü kutlamaya hazırlanırken Meclis Başkanı İsmail Kahraman "Sultan Reşad'ı ve dönemini anmak için Uluslararası sempozyum düzenliyor ve Cumhuriyeti kutlama davetiyeleri yerine bu sempozyumun davetiyelerini parlamento üyelerine kendi uygun gördüğü yerlere gönderiyor.
Tarihte yer alan padişahları 'eğer değiyorsa' anmak ve tarihi geçmişimizi bir şekilde hatırlamak gerekli olabilir; hatta gereklidir de; ama Sultan Reşad'ı anma toplantısını Cumhuriyetin kuruluş yıl dönümü anmalarına denk getirmek belli bir anlayışın ürünüdür.
Bu anlayış Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana 'yönetimde dinin mi?' yoksa 'Çağdaş değerlerin ve aklın mı?' egemen olması gerekir mücadelesinin günümüzde devamını temsil ediyor.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Mustafa Kemal ve ekibine iktidarı kaybedenlerin mücadelesi o yıllardan bu günlere hiç durmadan devam edip geldi ve bugün dinin devlet yönetimine referans olmasını isteyenler 'kendilerince' amaçlarına ulaştıklarını düşünerek böyle davranıyor.
Yarın Cumhuriyeti kutlamaya hazırlananlar 29 Ekim 1923 den bu yana süren bu iktidar mücadelesini doğru anlayamazsa bugün iktidar olanların ve onların eteğine tutunmuş olanların esas amaçlarının ne olduğunu da anlayamazlar.
Siyaset ancak kendi gerçeğinde doğru değerlendirilerek yapılırsa o ülkenin aydınlık geleceğine uygun sonuç alınabilir.
Yok 'kayıkçı kavgalarına kapılıp' gündemi kişisel hırs veya özlemlere göre değerlendirmeler öne çıkarsa içinde yaşadığımız ülkenin ve Türkiye Halkının başına çorap örmek isteyen emperyalist çevrelere işçilik yapmış olunur.
Çünkü Ortadoğu çok netameli bir bölge. Bu bölgedeki enerji kaynaklarını ve bunların dağıtım yollarını kontrol altına alıp dünya ekonomisi üzerinde etkin olmak isteyen başta ABD olmak üzere Rusya ve ABD nin ortağı AB ülkeleri bu bölgede iktidar oyunu kurarken mutlaka bu oyunda Türkiye'ye de rol vermeyi düşünür ve ister.
Onların bu konuda en büyük handikabı Türkiye'de demokrasinin ve hukukun egemen olduğu parlamenter demokrasinin güçlü bir şekilde varlığıdır.
1960 yılındaki askeri darbenin ardında yatan gerçek 1950 yılında çok partili demokrasi deneyimi yaşayan Türkiye'nin bu başarıyı devam ettirip Ortadoğu ülkelerine 'kötü' örnek olmasıydı. Bunun önüne geçmek için 1960 yılında genç demokrasimizi boğsalayıp askeri darbelerin adeta alışkanlık haline gelmesini sağladılar.
Siz bakmayın AB nin Türkiye'ye demokrasi adına dayatmalarına. Onlar kendi kamu oylarına karşı zevahiri kurtarmak için öyle davranıyorlar.
Yoksa bilindiği gibi adım adım mevcut demokrasiyi rafa kaldırdığı cümlenin malumu ‘iktidar çevrelerinin de zaman zaman itiraf ettiği gibi’ AKP iktidarı sıkıştığında ona kol kanat germekten hiç geri kalmıyorlar.
Sonuç olarak diyeceğim; kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana süreci ve toplumsal gerçeğimizi doğru kaynaklardan öğrenip bilgilenmek bir yurttaşlık görevidir.
Öteki gibi Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana süreç ve toplumsal gerçekler hakkında doğru bilgi sahibi olmadan 94. kuruluş yıl dönümünü kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyeti eleştirmek de savunmak da bana göre sadece yobazlıktır.
Meclis Başkanının Cumhuriyetin kuruluş yıl dönümünü boş verip Sultan Reşat'ı anma toplantısına ağırlık vermesi bana bunları düşündürdü. Buradan ifade etmek istedim.


NEREYE KADAR? 29.10.2014 12:05:39


 TÜRKİYE GÜNDEMİ
29.10.2014 12:05:39
Haberleri izliyorum. Açıklamalara bakıyorum. Yorumları dinliyorum.

Herkes 'derin huşu içinde sanki' Konya Karaman'da ocağa doluşan su nedeniyle yerin 350 metre altındaki 'mahsur kalan diye tanımlanan' işçilerin yasını tutuyor gibi.

Cumhurbaşkanı ölen işçilere üzüntüsü nedeniyle Aksaray'daki Cumhuriyet resepsiyonunu iptal etmiş.

Herkes üzgün, herkes süzgün.

Bakanlar alınan önlemlerden veya alınacak önlemlerden bahsederken 'sanki üzüntüden hüngür hüngür' ağlayacak gibi görüntü içinde.

Arada bir Enerji bakanının yaptığı gibi "işçiler yemeğini madende yemeseydi madende bu facia yaşanmazdı" gaflar olmasa bizi yöneten iktidar için "ne güzel bak ölen işçilerin yasını tutuyor. Bu nedenle günler öncesinden emek emek hazırlanılan cumhuriyet resepsiyonunu bile iptal etti. Daha ne yapsınlar?" diyeceğiz.

Hemen hiç biri "bu maden denen mereti dünyada çıkaran birçok ülke var. Ama işçi ölümleri yönünden neden dünyada üçüncü biz oluyoruz. Bunları önlemenin, işçileri bu iş yeri cinayetlerinden korumanın yolunu niye bulamıyoruz?" diye sorup cevabını aramıyorlar.

Çünkü biliyorlar ki; iş yeri cinayetleriyle ilgili bütün 'niçin?' sorularının cevabı o soruların cevabında gizli.

Yer altından maden çıkaran öteki ülkeler böyle iş yeri cinayetleri sonucunu bizde olduğu gibi 'timsah gözyaşlarıyla' geçiştirmezler.

Çünkü o ülkelerde kamuoyu denen bir baskı gurubu vardır.

Çünkü o ülkelerde işçilerin sendikalaşması ve sendika seçme özgürlüğü yasalarla ortadan kaldırılmadı..

Çünkü oralarda siyasi iktidarlar böyle bir uygulamayı yapmaya 'bırakın cesaret etmeyi' düşünemez bile.

Eğer öyle düşünür ve o yasaları çıkarıp işçilerin iş yerlerinde sahipsiz kalmasına neden olurlar, bunun sonucunda 'bizde olduğu gibi göstere göstere' iş yeri cinayetleri olursa; ne resepsiyn iptalleri, ne baş sağlığı dilekleri, ne de 'suçlu kimse hesap sorulacaktır' zırvaları geçerli olamaz.

Çünkü o ülkelerdeki kamuoyunun demokratik tepkisi sonucu o iktidarların iktidarlarını sürdürme olanağı kalmaz.

Onun için, bu gerçeklerin bilinmemesi için 'timsah gözyaşları dökerek' 'üzülüyormuş gibi yaparak' davranan siyasiler, medya, yazarı çizeri "neden hep bizim ülkemizde işçiler işyeri cinayetinden ölüyor?" sorusunu da soramaz, o soruya cevap aramaya da kalkmaz.

O sorular sorulamadığı için halkın ortak yaşam alanları hukuk çiğnenerek rant için işgal edilir

Onun için suları, ormanları, doğası 'HES' diye Nükleer enerji diye' talan edilir.

Onun için şehirlerin tarihi ve doğal dokusu rant için mütahitlere peşkef çekilir de kimse gıkını çıkaramaz. Çıkarsalar da dinleyen olmaz. 'Bunların suç olduğunu rant için halkın ortak yaşam alanları kimseye peşkef çekilemez' diye mahkemeler karar verse de bu karara takan olmaz.

Onun için ülkede işçilerin iş yeri cinayetlerine kurban gitmesini önleyecek, işçileri iş yerlerinde işverenin baskısına karşı koruyacak, iş güvenliği sağlanmayan yerlerde zorla 'işten atma baskısıyla' çalıştırılmasını önleyecek sendikaların örgütlenmesinin, işçinin özgürce sendikasını seçmesinin önündeki yasal engellerin kaldırılması gerektiğini hiç kimse dile getiremiyor.

Onun için çıkarılan 'yeni güvenlik yasasının' amacının yurttaşın ortak yaşam alanları için, demokratik haklarını dile getirmek için tepki vermesini, iktidara muhalefet yapmasını önlemek olduğundan kimse bahsetmiyor.

Onun için herkes Amerika'yı yeniden keşfeder gibi her iş yeri cinayeti sonrası bir takım palyatif tedbirleri ısıtıp ısıtıp "önlem diye" ortaya sürüp tartışarak 'hamamın namusunu kurtarma gayretinde'

Peki nereye kadar?

Sanırım bu soru bu ülkede yaşayan seksen milyona yaklaşan nüfusuyla Kürt Türk Alevi Sünni Türkiye Halkının kendine sorup doğru cevabında buluşmak zorunda olduğu bir sorudur.

Bu soruya verilecek doğru cevaplarda çoğalamadıkça yaşanılan bütün acıları, bütün sıkıntıları tekrar tekrar yaşamak 'sanırım' hepimizin kaderi olarak gösterilmeye ve bize 'ama zorla; ama güzellikle' kabul ettirilmeye devam edecek.






27 Ekim 2014 yılında Cumhuriyet'in kuruluş günü arifesinden bir bakış


Cumhuriyet'in doksan birinci kuruluş günü arifesinden birbakış
 TÜRKİYE GÜNDEMİ
27.10.2014 15:21:21
Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana doksan bir yıl geçti.

İki gün sonra Cumhuriyet'in kuruluşunun doksan birinci yılı kutlanacak.

Dileğim bu doksan birinci yıl kutlamalarının toplumdaki savrulmaları körüklememesi.

Çünkü özellikle Güneydoğu'da tırmandırılan şiddet bunun sonucu meydana gelen ölümler, buralarda şehit olan askerlerin cenazelerinin medyaya yansıyan 'veriliş biçimi' etnik kimlik kışkırtıcılığından beslenen politikaların ve bu politikalardan beslenenlerin ekmeğine yağ sürecek nitelikte.

Buna bir de iktidarın Cumhuriyet kutlamalarına bakışı, Cumhurbaşkanı'nın Cumhuriyet kutlamalarını alışılmışın dışında mekanlara taşıma gayreti ve Cumhuriyet üzerinden 'kimi çıkıntı' tartışmalar da bunlara eklenirse hep özlemini duyduğumuz farklı etnik kimliklerin ve inançların barış ve dirlik içinde yaşama arzumuzun büyük darbe alma olasılığı artıyor.

Böyle kritik bir süreçte özellikle Cumhuriyet üzerinde yoğunlaşacak tartışmaları 'iyi niyetli' veya 'gerçeklerin ortaya çıkmasını amaçlayan duruş' gibi gerekçelerle savunmak çok zordur.

Çünkü her toplum gibi Türkiye Halkının da geçmişiyle ilgili resmi tarihin yalanlarından arınıp gerçekleri 'gerçekten doğru bilgilerle' öğrenmeden onlara 'tarihi gerçekler' diye sunulan kimi dayatmalar ancak geniş halk yığınlarının resmi tarihin yalanlarına daha sıkı sarılmasına ve 'sapla samanın' birbirine karışmasına neden olur.

Bu nedenle bana göre Türkiye Halkının belleğini dumura uğratma amacı taşıyan 'İkinci Cumhuriyet' diye ortaya çıkan anlayış ve bu anlayışın temsilcilerinin bugün geldikleri noktayı doğru görüp; kimsenin oyuncağı olmadan milyonların yaşamın gerçeklerinin farkına varması çalışmalarını; yani toplumsal aydınlanma çalışmalarını hiç ihmal etmeden içinde yaşanan süreçte milyonların kabul ettiği değerlere saygısızlık ifade eden söylem ve yazılardan kaçınmak özellikle yaşadığımız günler için çok önemlidir.

Özellikle bu konuda kendilerini topluma karşı sorumlu gören demokrasiden, demokratik değerlerden yana olduğu iddiasında olan bütün aydın, ilerici, sosyal demokratların, kendini solun farklı yönlerinde ifade edenlerin yazı ve söylemlerinde kullanacakları dile çok önem vererek kimseyi ötekileştirmeyen ifadeleri öne çıkarmaları çok önem kazanıyor.

Çünkü bugün yaşadığımız sürecin en önemli yanı etnik kimlik ve inanç çatışmacılarına pirim vermeden demokrasi ve demokratik hedeflere yönelik milyonların çoğunluğunun buluşmasının sağlanmasıdır.

Bu konuda 'aymazca her davranış ve açıklama' ancak etnik kimlik çatışmacılığından beslenenlerin değirmenine su taşırken; milyonların büyük özlem duyarak arzuladığı ‘yeniden ölümlerin, ölüm acılarının yaşanmadığı; herkesin dirlik içinde olmayı umduğu’ barış sürecine çok büyük zarar verir.

Çünkü duygusallığın yoğunlaştığı anlar kitle duyarlılıklarının akıldan yoksun olduğu anlardır.

Bu kitle psikolojisini doğru anlayarak davranmayı seçmek; sonraki süreçte akılın öne çıkarıldığı anlarda kitlelerin çoğunluğuna yaklaşımda kolaylıklar sağlar.

Çünkü bilmeliyiz ki; o kitleler ülkedeki siyasal yelpazede ne kadar savrulursa savrulsun, ne kadar karşı karşıyaymış gibi görüntü verirlerse versinler, hangi siyasiler o kitleleri kendi malıymış gibi görmeye ve göstermeye çalışırsa çalışsın, o milyonlar etnik kimlik ve inanç farklılıkları kullanılarak ne kadar birbirine düşman olmaya zorlanırsa zorlansın; Kürt Türk Alevi Sünni seksen milyona yaklaşan Türkiye Halkının ezici çoğunluğunun sendika seçme özgürlüğünden, inanç özgürlüğüne, yargının evrensel hukuka göre yapılandırılıp herkese adalet önünde eşitliğe, gelir dağılımındaki eşitlsizliklerin giderilmesinden, etnik kimliklerin yurttaş temelinde eşitliğine, kadın ve erkeklerin eşit yurttaşlar olarak yaşamın her alnında katılımına, eğitim sistemindeki çaprpıklıkların giderilerek eğitim gören gençlerin iş için oradan oraya savrulmasının öne geçilmesinden eğitimde fırsat eşitliğine kadar bütün toplumsal sorunları birlikte çözüme kavuşturmak zorundadır.

Onların birliğine, dirliğine zarar vermeden kitlelerle bağ kurmaya önem vermek yurttaş sorumluluğu taşıyan her aydın, ilerici yurttaşın en öncelikli görevidir.

Bu görevini yapmak için de öncelikle kitleleri doğru anlayıp onlarla doğru bağ kurmak çok önemlidir.

Buradan bakarsak; Cumhuriyet'in doksan birinci yıldönümü kutlamalarında kimi ırkçı çağrışımlardan veya etnik kimlik düşmanlığını körükleyen ifadelerden kaçınmak doğru olan davranıştır.

Yani Cumhuriyet düşmanlığına pirim vermeden Kürt Türk Alevi Sünni Türkiye Halkının birlikte savaştığı Kurtuluş Savaşı sonrasında ‘bu süreçte başından beri etkin olan’ Mustafa Kemal Atatürk’ün ve arkadaşlarının kurduğu bir Cumhuriyet olarak Cumhuriyet'i selamlamak ve bu sonucu önemseyenlerin coşkusunu provoke edici söylem davranışlardan kaçınmak önem kazanıyor.

Cumhuriyet'in doksan birinci yılının arifesinde bunlara dikkat çekmeye çalıştım.





                        

23 Ekim 2017 Pazartesi

KADIN ve CUMHURİYET

 
   TÜRKİYE GÜNDEMİ
28.10.2014 15:14:20
İran Cumhuriyetle yönetiliyor. Cumhurbaşkanını halk seçiyor.

Mısır Cumhuriyetle yönetiliyor. Cumhurbaşkanını halk seçiyor.

Türkiye Cumhuriyetle yönetiliyor. Cumhurbaşkanını daha önce halkın seçtiği meclis seçiyordu; sonra yapılan bir değişiklikle en son Cumhurbaşkanını halk seçti.

Bu örmekler çoğaltılabilir. Cumhurbaşkanını cumhurun yani halkın seçtiği birçok örnek var.

Bunların yanı sıra; İngiltere, Norveç, Danimarka ve Belçika meşrutiyetle yönetiliyor. Yani o ülkelerin cumhuru yani halkı kendini yöneten bir başkan seçemiyor.

İslam dünyasında kadınlara seçme ve seçilme hakkı İran'da 1963'te, Libya'da 1964 yılında, Ürdün'de 1974, Kuveyt'te 2005 yılında verilmiştir. Suudi Arabistan'da ise ilk kez 2004 yılında o da yalnız erkeklere seçme ve seçilme hakkı verilmiştir ve bu ülkelerin hepsinde şeriat hükümleri geçerlidir.

Buralarda erkeğin birden fazla kadınla evlenme hakkı vardır. Ancak kadının sosyal yaşamda yer alma konusunda ne hakkı ne de söz söylemesi söz konusu değildir.

Dünyaya baktığımız zaman örneğin Yeni Zelenda kadınlara 1893'te seçme, 1918'de seçilme hakkı vermiştir. Diğer ülkelerde de farklı farklı zamanlarda kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmış. Ancak bu ülkelerin İslam Ülkelerinden farkı kadının sosyal yaşamda yeri konusundadır.

Buradan bakınca kadının sosyal yaşamda yerini alması için o ülkenin Cumhuriyetle yönetilmesi yetmiyor. Çünkü kadın hakları insan haklarından ayrı düşünülemez. Kadın ve Cumhuriyet; daha doğrusu kadınla demokrasiden anlaşılan; kadın erkek eşitliğinin hedeflendiği, insan haklarının öneminin kavrandığı etnik kimlik ve inanç farklılığının sorun edilmediği eşit yurttaşlık temelinde anlayışın egemen olduğu emeğe saygılı bir demokrasi olmalıdır.

Sanırım insanın gerçekten hedefi rejimin adının Cumhuriyet veya başka bir şey olmasından çok böyle bir demokrasiyle yönetiliyor olmalıdır. Ancak böyle bir demokrasiye ulaşmanın 'bana göre' ön şartı öncelikle kadının özgürlüğüdür.

Doksan birinci yıl dönümünü kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyeti diğer Cumhuriyetlerden ve yönetim biçimlerinden ayıran en önemli farkı da sanırım; Cumhuriyet kurulurken aydınlanma yaşamamış toplumun fertlerinin 'tabi başta da' kadının sosyal yaşamda kendini ifade edebilme kaygısının öne çıkarılması; ilk yaslarda bu kaygıların giderilmeye çalışılmasıdır.

Cumhuriyetle hesaplaşmak veya Cumhuriyetle yüzleşmek isteyen veya yüzleşilmesi gerektiği tezini ortaya atanlar bana göre bu farkın mutlaka ayırdında olması gerekir. Yoksa kimi boş slogan ve iddialarla yola çıkarak toplumsal aydınlanmaya katkı sağlamanın olanağı olmadığı gibi toplumda oluşan savrulma ve kafa karışıklığı sonucu toplumda aydınlara ve aydınlanmaya olan güvenin sarsılması sonucunu verebilir.

Yukarıda yaptığım kıyaslamalar genel hatlarıyla bu konuda bir analizdir.

Ama hangi derinlikte analiz yapılırsa yapılsın; yani toplumsal yapılar hangi düşünce ile sorgulanırsa sorgulansın; o toplumları 'bana göre' doğru anlamanın tek ölçüsü o toplumda kadına biçilen roldür.

Eğer bir toplum kadının giyimini, kıyafetini ve yaşam biçimini öne çıkararak kendini şekillendirmeyi seçmişse o toplumun yönetim biçiminin adı ne olursa olsun sonunda varacağı yer insanın ve düşüncenin tutsaklığıdır.

Kadını özgürleştiremeyen veya kadının haklarını yasal güvencelerle teminat altına almayan toplumların aydınlık, çağdaş bir gelecek beklentisi olamaz.

Cumhuriyetin kurulmasının hemen sonrasında medeni kadının kabulü ve sonrasında kadına seçme ve seçilme hakkı tanınması Mustafa Kemal Atatürk'ün öncülüğünde kurulan Cumhuriyetin niyetini açıkça anlatır.

Buradan yazının başlığına dönersem;  kadın özgürleştikçe Cumhuriyetin halkın kendi kendini yönettiği rejim olduğu iddiası 
doğruluk ifade eder. Yoksa kadının adeta yok sayıldığı, bütün siyasi hesapların kadının kılığı kıyafeti ve sosyal yaşamdaki yeri üzerinden yapılan rejimler adı ne olursa olsun özgürlüklerin olmadığı bir ülkede dikta yönetimine heveslenenlerin rejimleridir
   

21 Ekim 2017 Cumartesi

BEN SENE BİŞEY DEYEN Mİ?


POLİTİKA
23.10.2014 14:44:29
Geçmişte bir gün Aydınlı dayıyla 'ordan burdan' sohbet ederken söz döndü dolaştı insanın yaptığı hatalara geldi.

O sırada Aydınlı dayı "ben sene bişey deyen mi? İnsan kendini 'yok yok öyle değil' deyi ne gadar gandırsa da hayat adama öyle bi tokat atıyo ki. İnsan ozman öyle olduğunu naleyo; emme valla insan eyvah demeye bile vakıd bulumeyo."

"Öyle yani. Misal ben. Şindi ne gadar 'keşke' desem de feyda yok. Çünkü olan olmuş, giden çokdan gidmiş. Onun için deyon. İnsan attı her adımı dardıp da adcek. Onun bunun lafıyla değil. Neden? Çünküm onnan bunnan ancak henk edilir. İş ciddiyete bindi onla gayboluverir sen önündeki gerçeğile burun buruna gelirsin. Fren yapabilirsen ne ala. Yoo! frensiz yaşayan biriysen burnun üsdüne sürtülür gidesin. Hemi de da önce sene akıl verenlen eğlencesi olursun. Hana demem o ki; ne iş yapasan yap önünü ardını düşünmeden yapmecen. Yani" diye özlü bir şekilde düşüncesini ifade etmişti.

Zaten onunla sohbetlerimizi hatırlatan da "sene bişey deyen mi?" deyip anlattıklarıydı.

Bugün her gün takip ettiğim Radkal'deki haberler bakıp, köşe yazarlarını okuyunca aklıma Aydınlı dayının yukarıdaki sözleri geldi. Onlarla bağlantılı aşadaki yazıyı yazdım.

Yaşanan sürecin kim ne kadar farkında bilmiyorum; ama dış ve iç gelişmelerin birbiriyle iç içe geçtiği bir dönem yaşıyoruz.

ABD Suriye politikasında çuvalladığının yeni farkına varıp; İran'la uyum içinde Irak politikası uygulamaya yöneldiği şu sıralar; ABD nin zikzakının geç ayırdına varmanın şaşkınlığındaki Türkiye; daha doğrusu başbakan ve cumhurbaşkanı son açıklamalarıyla bu bu şaşkınlığı açıkça itiraf ediyorlar

Obama'nın ani politika değişikliğiyle "terörist mi değil mi?" ikileminde olduğu PYD ye Kobane'de havadan silah yardımının fiyaskoyla sonuçlanması büyük umut bağlanan ÖSO nun Işid karşısında düştüğü aczin sonunda, Işid’in Kuzey Irak'ta ilerleyişini durdurmaya yöneldi.  Bunun için de kuzey Irak Kürtlerinin yanı sıra PYD YPG ve dolayısıyla terörist diye ilan ettiği PKK ya yardımı artıracak gibi.

Çünkü işe İran’ın girmesi başta PYD olmak üzere Işid’e karşı savaşan güçlere kapısını ardına kadar açması sonucu ‘Cengiz Çandar’ın tespitiyle’ KCK, PKK, PYD, YPG, HDG, HDP, KCK, DTK hepsi ‘bölgesel dinamik güç’ haline geldi.

İran'ın onlardan; tabi Türkiye'den önce Kuzey Irak'a silah, gıda yardımında ön alması sanırım ABD nin Ortadoğu politikasındaki zigzaglarını daha anlaşılır hale getiriyor.

Burada Türkiye'nin hala Araplar üzerinde Sünni mezhepçiliği öne çıkararak etkin olma sevdasının çıkmaza girdiğini görememesi gibi bir izlenim ‘bana göre’ Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından demokrasisinin önündeki en büyük engel olan Kürt sorununun çözümünü çıkmaza sokma tehlikesini artırıyor.

Çünkü hem Kürt sorununun çözümünden yana olmak hem PKK ve PYD yi veya YPG yi terör örgütü olarak suçlamak hiç gerçekçi değil.

Bu tutum belki iç politikada prim yapıyor olabilir. Önümüzdeki 2015 genel seçimleri göz önüne alındığında iktidarın ve cumhurbaşkanının kendine oy veren milliyetçi oyları korumak ve artırmak için bu söylemleri tercih etmiş olabilir.

Yaşadığımız bölgenin de özelliği gereği artık iç politika ve dış politika konuları birbirinden çok kalın çizgilerle ayırmaya müsait değil..

İç politikaya hesap yaparak söylemlerde bulunmak belki muhalefet partileri açısından sakınca yaratmayabilir; ancak iktidar partisinin, başbakanın ve özellikle cumhurbaşkanının her konuda söyleminin yankıları iç ve dış politikada aynı oluyor.

Dış dünya AKP’ye ‘iç politika gereği böyle söylüyordur. Gerçek düşüncesi bu değildir’ gibi düşünerek eskiden olduğu gibi konuşmalarına rezerv koymuyorlar.

Çünkü iktidarın toplum yaşamını doğrudan ilgilendiren özellikle yargıya ve yargı kurumlarına bakışı, yargıda her gün gündeme gelen tayin ve görevden almalar, kitlelerin demokratik tepkilerine polis devletini aratmayan müdahalesi; özellikle en  son çıkarmayı hedeflediği “yeni önlem paketinin” yankılarına bakınca iktidarın gerçek niyeti hakkında düşüncelerindeki olumsuzluk derinleşiyor.

Buna ekonomideki tıkanma, sosyal yaşmadaki artan huzursuzluklar da eklenince iktidarın açmazı giderek derinleşiyor.

Bu sırada dış politikadaki yanlışların faturasının Türkiye’nin yakın uzak geleceğini olumsuz etkilemesi kaçınılmazdır. 

Bu olumsuz gelişmeleri önlemek için yapılması gereken; iktidarın süratle ‘özellikle açmaza girdiği her boyutta ortaya çıkan’ dış politikasını revize edip gerçekçi politikalara yönelmesidir. Bu şekilde ‘belki’ Kürt Sorununun çözüm süreci dahil içerde yaşanacak olumsuzluklar kısmen önlenebilir.

Ama gerek başbakanın, gerekse cumhurbaşkanının kendilerine yönelik ‘akılcı’ eleştirilere kulak tıkamalarına ve bildiklerini okumadaki kararlılıklarına bakınca bu konularda olumlu düşünmek çok zor.

Bu nedenle Türkiye Halkının izlenen politikaların olası olumsuz sonuçlarından kendini kurtarabilmesi için 2015 seçimleri hayati önem kazanıyor.

Sanırım 2015 seçimleri bu anlamda Kürt Türk Alevi Sünni Türkiye Halkı için karar seçimi olacaktır.

Bu politikalardan rahatsız olan ve gelecek endişesi duyan bütün kesimler ‘umarım’ geçmişteki aymazlıkları; aynı hataları bu seçimlerde de tekrar ederek doğrularda buluşmayı ıskalamazlar.

Çünkü bilinmeli ki yaşamın gerçekleri hiç ıskalamadan olası gerçek sonuçları bir bir önümüze çıkarıyor, çıkaracak ve Aydınlı dayının dediği gibi ondan sonra "eyvah" desek de artık bu "eyvahlar" hiç çare olmayacak …






     

19 Ekim 2017 Perşembe

DİNİN EMRİ ÖYLE DEĞİL BÖYLE



                 
5,0
04.01.2015 11:25:54
Her gün olduğu gibi Radikal’in internet sayfasında gezinirken Radikal yazarlarından Tayfun Atay’ın “Beklenen son: Mevlidi kutlamak da yasak” başlıklı yazı ilgimi çekti; okudum.
 Vizontele filmindeki Deli Emin’in televizyondan bahsedilince “anam avradım olsun bunu ben de düşündüm” dediği gibi Tayfun Atay’ın yazısının içeriğini bloglardan birinde yazdığım yazıda ‘aynı kaygıları duyarak’ yazmıştım.
 Tayfun Atay’ın yazının özeti ‘din siyasete alet edildikçe veya siyaset dini kullanmayı marifet sandıkça zümreler arasından "ben dini senden daha iyi bilirim” yarışı başlar ve bu yarışını nerede biteceğini kimse kestiremez’ şeklinde.
 Gerçekten son zamanda özellikle medyada fetvadan geçilmiyor. Kendilerini ‘din adam’ veya ‘din uzmanı’ gibi gösteren kişiler hemen her konuda fetva verme yarışında ve hepsi dini en iyi kendinin bildiği iddiasında.
 Kimileri 'Kuran dini' diye bir yorumla dine yorum getirirken kandilleri kutlayanlara, gereksiz görenlere kadar türlü din adamı ve yorumcu her gün ortalıkta.
 Bunlar sadece medyada ‘fetva yarışçısı olarak’ kalsa iyi..
 Bazılarının ötekini tehdit eden ifadelerine bakınca sanki taraftar toplama yarışına girmiş gibiler.
 Müslüman dünyasına bakınca; oradaki tartışmaların giderek ötekini yok etmek için kanlı pusulara ve bombalamalara kadar uzandığı görülüyor.
Ben inancın siyasetle iç içe olduğu ülkelerden İran’la ilgili arada verdiğim bir örnekte şahın devrilmesi sırasında mollarla sosyal demokrat ve solun diğer kesimlerinin iş birliği yaptığını; şahı devirdikten sonra mollaların önce solun değişik kesimlerini ekarte ettikten sonra mollaların kendi içinde Humeyni’ye en yakın olma yarışı başladığını, giderek Humeyni’yi de aşan katılıkta din yarışının İran Halkını şahı aratacak duruma getirdiğini yazmıştım…
 Bunu sadece İran’da değil inancın siyaset aracı olduğu; daha doğrusu siyasetle inancın iç içe geçtiği bütün toplumlarda yaşanan din savaşları, kanlı mezhep çatışmalarında da gözlemek olası.
 Bizim ülkemizde de cumhuriyetin kuruluş sürecinden sonra bir süre baskılanan ve siyaset dışına itilen inanç veya inancı siyasete kullanmak isteyenler CHP'nin özellikle İnönü yönetiminin İkinci Dünya Savaşı yorgunluğundan yararlanarak DP ile 1950 iktidara geldikten sonra inanç siyasetin aracı oldu ve usuldan toplumun değişik kesimlerinde ‘dini daha iyi bilme’ yarışı başlamıştı.
 1970 de rahmetli Necmettin Erbakan’la atağa kalkan ‘milli görüş' siyaseti adı altında inancın siyaset aracı olarak kullanımı giderek her iktidarın sevdiği bir yöntem oldu.
 Kimi ‘az şekerli’ kimi ‘orta şekerli’ kimi 'şekerli' diye ayrıştırılacak şekilde inancı siyasete alet ederken açıktan inancı siyasi araç olarak kullanma 12 Eylül faşist cunta döneminde Evren tarafından ayetlerden, hadislerden örnek vererek daha öne çıktı.
 ABD ve siyasi ortakları İslam’da daha doğrusu Müslüman dünyasında şiddetin tırmanmasını ve Ortadoğu’da yönetimleri kontrol altında tutmak için Türkiye’de cumhuriyetle başlayan inancın siyasetin dışına çıkarma çabasının belli oranda başarısına bakarak Türkiye’yi Müslüman dünyasına ‘laiklik ve İslam’ın birlikte olabileceğini kanıtlamak için’ örnek olarak göstermek için “muhafazakar” adı altında inancı öne çıkaran siyasetin iktidara gelmesine destek verdiler.
 Süleyman Demirel genelde ‘sekülerliği’ öne çıkardığı için pek tercih edilmezken; Turgut Özal bu siyaseti bir süre “dört eğilim” adı altında başarıyla uyguladı.
 Sanırım ABD ve ortaklarına bu kadarı da yetmediği için AKP ile BOP ortaklık temelinde siyasal İslam’a bir yerde tam destek verdiler.
 AKP ‘ılımlı İslam’ modelini 2011 seçimlerine kadar başarıyla uyguladıysa da; 2011'den sonra inancı değil bir mezhebi siyasetin merkezi yapan politikaya yönelmesiyle Tayfun Atay’ın yazısına konu olan “dini ötekinden daha fazla bilme yarışı” hız kazandı.
 Bugün tıpkı Ortadoğu ülkeleri gibi semtten semte, camiden camiye farklı inanç yorumu ve tartışmaları toplumun bütün hayatında belirgin şekilde ortaya çıktı.
 AKP iktidarı sadece ülke içinde inancı siyasi araç olarak kullanmakla kalmadı; Ortadoğu’da da bu farklı inanç gruplarından birini ‘Müslüman Kardeşleri’ destekleyerek diğer inanç guruplarına rakip duruma geldi
 Sonunda ‘paralelciler’ denen kesimle siyaseti kontrol eden kesim arasındaki sürtüşme giderek siyaseti kontrol eden kesimin kendi içinde ortaya çıkmaya başladı.
 Buradan bakınca; eğer ülke içinde inanç gurupları arasında yükselen tartışmaların önü alınmaz; bir an önce inancı siyasetin aracı gibi kullanmaktan vazgeçilmezse; korkarım “dini ötekinden daha iyi bilme” yarışı mezhep ve farklı inanç çatışmalarını da içine alarak yükselip bugün siyaseti kontrol eden kadroları da içine alıp İran örneğinde olduğu gibi yutacaktır.
 Tayfun Atay’ın yazısı bir süredir içimde taşıdığım ve yer yer yazılarımda paylaştığım; ülkemizde etnik kimlik farklılığının yanı sıra inanç farklılıklarının çatışması tehlikesinin yanı sıra inancı farklı yorumlayanların çatışma endişesini hatırlatınca bu yazıyı yazdım.
 Çünkü etnik kimlik ve inanç farklılıklarının arasındaki sorunlar bir şekilde halledilebilir. Ama aynı inanç gurubunun inancı farklı yorumlamasının ‘aynı iktidar topluluğu içinde’ yaratacağı çatışmaların önünü almak çok kolay olmayacaktır…




18 Ekim 2017 Çarşamba

Toplumun sinir uçlarıyla oynayarak yapılan politikanın kimseye hayrı olma

   

POLİTİKA
16.12.2014 16:29:10
İktidar daha doğrusu Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı seçildikten sonra vitesi giderek yükseltiyor.

Tabi ne olup bittiği konusunda biz yurttaş olarak ancak iletişim kanallarının sunduğu bilgi kadar bilgi sahibiyiz. Belki iletişim kanallarına akmayan olağanüstü gelişmeler vardır ve bugünkü telaş veya fırtına o yüzdendir.

İktidar ve cumhurbaşkanı toplumun başını belaya sokacak gelişmeleri farkında olup; bu nedenle önlem almaya çalışıyor olabilirler.

Yani cumhurbaşkanının son günlerde artan hırçınlığının kendince haklı nedenleri vardır.

Ama sanırım hiçbir neden bir iktidarı toplumun sinir uçlarıyla oynama hakkı vermez.

Hiç bir şey halkı siyasi yönden karşı karşıya getirmeyi amaçlayan görüntüdeki politikalara haklılık kazandırmaz; aklı başında hiç kimse böyle politikaları savunamaz.

Bilinmelidir ki; Türkiye her sabah kabile reisinin günlük talimatlarıyla yönetildiği bir kabile değildir.

Seksen milyona yaklaşan nüfusu içinde barındırdığı etnik kimlik ve inanç farklılıklarıyla çok değil doksan yıl önce büyük bir badireden çıkmayı becermiş; yine doksan yıl önce kurduğu cumhuriyeti dünyada kopan onca fırtınaya rağmen bugüne kadar korumayı başarmış bir halktır.

Ve bu halk dün de bugünde etnik kimlik ve inanç farklılığının sıkıntılarını kendi içinde sorunsuz yaşamayı becermiştir.

En büyük eksikliği toplumsal aydınlanma yaşamamışlığın sonucu giderek karmaşıklaşan dünyada zamanı doğru okuyacak bilincin ve bilinçli yurttaş dayanışmasının oluşmayışıdır.

Ancak tüm bu eksikliğe rağmen bu halk kendi içinde ‘siyaseten parmaklanmadıkça’ inanç ve etnik kimlik farklılıklarını olabildiğince barış içinde yaşamayı becermiştir.

Kimse kimsenin inancına, inancını nerede yaşayacağına karışmamış, diğer Müslüman ülkelerde olduğu gibi kendi içinde inanç çatışması yaşamadan varlığını sürdürebilmiştir.

Dersim katliamı, Maraş katliamı, Çorum katliamı, Sivas katliamı gibi halkı büyük acılara sokan olayların hepsi siyaseten dürtüklenen organize olaylardır.

Yani birileri organize edip toplumu kışkırtmadıkça toplum kendi içinde hep barışık yaşamayı seçmiştir.

Kendi içinde barışık yaşamayı seçen bu halka son zamanlarda yine birileri ‘sanki’ yeni bir inanç veya inancını farklı bir şekilde öğretme ve yaşatma gayreti içine girdi. Kitleler geçmişte hiç olmadığı kadar birbiriyle inançlarını tartışılmaya başlandı.

Her gün yeni bir uygulamayla bu tartışma giderek daha derinleştiriliyor.

Toplumun bir kısmı inancına sahip, diğer kısım inanç düşmanıymış gibi gösterilme gayreti içinde; özellikle devletin iletişim kanallarında bu gayret daha öne çıkmaya başladı.

Bugüne kadar nerede sindikleri bilinmeyen ve ortaya çıkamayan tipler hemen her gün ‘göz yumulan’ açıklamalarıyla topluma hakaret etmeyi marifet saymaya başladı.

Buna giderek artan iktidar baskısı da eklenince sanki kitleler karşı karşıya getirilip çatıştırılmak isteniyor gibi bir politika öne çıkmaya başladı.

Bunların yanı sıra iki gündür basın özgürlüğünü askıya alan uygulamalar, polis devleti görünümünün daha belirgin hale gelmesiyle toplumda oluşan veya oluşturulmaya çalışılan korku iklimi toplumun kendi içinde yaşadığı savrulmayı daha derinleştirecek gibi.

Son günlerdeki bu gelişmeler sonucu toplumun etnik kimlik ve inanç farklılığı içindeki toplumun sinir uçlarıyla oynamanı sonuçlarını giderek baskın hale getirmeye, toplumsal gerilimi hızla artırmaya başladı.

Belki kimileri bu gelişmelerden çok memnun, siyasi çıkarı için olumlu sonuç beklentisi içine girmiş olabilir.

Ancak bilinmeli ki; siyaset yapacağız, iktidarımızın ömrünü uzatacağız düşüncesiyle toplumsal yapıdaki tırmandırılan gerilim sonunda toplumun sigortasını artırırsa eğer; ondan öteye yönetecek bir halk da kalmayacaktır ve böyle bu bir sonuç siyaseten kimsenin hayrına olmayacaktır.

Çünkü Türkiye Afganistan, Pakistan veya Ortadoğu ülkelerinden çok farklı toplumsal özelliklere sahiptir.

Bu yazıyı Radikal blogdan paylaştığım yazdığım 12 Aralık tarihinde “Basın özgürlüğünü baskılayan politiklara ilave olarak; geçen “Milli Eğitim Şürası”  denen kurulda alınan ve tartışmalara neden olan kararların kimi gayretkeşler tarafından ‘durumdan vazife çıkararak’ alelacele uygulamaya sokulması; Osmaniye’de olduğu gibi 'acil' talimatıyla ana okullarında kahvaltıda çocuklara besmele çekilmesi öğretilmesi kararı “buna göre 3-6 yaş arası anaokulu öğrenciler derse besmeleyle başlayacak, dua ve sureleri tecvit kurallarıyla öğrenecek” gibi ayrıntılı uygulama talimatına ve bunların medyada haber oluşuna bakınca yukarıdaki endişelerimi paylaşma gereği duymuştum.”

Bugün mecliste imamlara nikah yapma yetkisinin cumhurbaşkanının “kim ne derse desin bu yasa çıkacak” talimatıyla yasalaşması üzerine aynı yazıyı aynı tepki ve kaygıyla buradan tekrar paylaşıyorum.

Cumhurbaşkanı bir süredir hiçbir şeye aldırmadan 2019 tarihinde yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimine odaklanmış. Yani o seçimi adeta “hayat–memat” meselesi kabul etmiş gibi. Özellikle siyaset tarihi gösterir ki! Bazı siyasi zaferler adeta “Pirüs zaferi” gibidir. Yani böyle toplumun sinir uçlarıyla oynayarak, devletin bütün olanaklarını kullanarak belki 2019 seçimlerini kazanılabilir.

Ama Mustafa Kemal’in liderliğinde Türkiye Halkının büyük bedeller ödeyerek kazandığı kurtuluş savaşı sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyetinin Halk tarafından kabul edilmiş ve içseleştirilmiş değerlerini toplumun sinir uçlarıyla oynayarak adeta yok sayarak kazanılacak siyasi zafer eninde sonunda Türkiye Halkının “içine sokulmak istendiği cendereyi fark ederek” tepki göstermesiyle bumerang gibi geri dönüp o siyasi partinin ve liderin kazandığı zaferi pek ala kursağında bırakabilir.

Bunun 1950 sonrası çok parlamentolu süreçte özellikle 1980 sonrası örnekleri bunu açıkça gösteriyor

Çünkü yukarıda yazdığım gibi 'Cumhurbaşkanın da söylediği gibi' Türkiye Halkı kabile  değildir. Seksen milyona yaklaşan nüfusuyla doksan yılı aşkın cumhuriyet ve demokrasi deneyimi olan bir halktır. Yani tek kişinin sabah kalkınca vereceği emirlerle değil demokratik kurallara yönetilir/di. Şimdi de değişen bir şey olmadığını düşünüyorum.

Buradan bakınca bu gelişmeler toplumda oluşan “demokratik haklar ve özgürlükler engelleniyor” kaygısıyla inanç farklılığı içindeki halkı birbirine karşı kışkırtmaktan başka sonuç vermez. Bu kışkırtmalar ve yaratılmaya çalışılan kaygı ve “ne oluyor?” sorusunu sorduran endişe iklimi kimsenin hayrına bir sonuç vermez.