1960 lı yıllarda on dört
on beş yaşında Sanat Enstitüsünde öğrenciydim. Okulda “Sinema yararlı mı?
Zararlı mı?” ikilemi üzerine bir münazara düzenlenmişti. Ben “sinema yararlı” ikilemini
savunan gurupla birlikte sinemanın zararlı olduğu guruba karşı sinemanın
yararını ispatlayacaktım.
Münazara böyle bir şey.
Yanlışı doğruya karşı savunup doğruluğunu ispatlama sanatı. Buna “demogoji” de denebilir.
Neyse sinemanın zararlı
olduğunu savunan gurubun sözcüsü arkadaş gerçekten çok iyi hazırlanmıştı. İyi de
rol yapıyordu. Yarım saate yakın filmlerin toplumun ahlakını bozduğundan yola
çıkıp sinemanın zararlı olduğunu kanıtlamaya çalıştı. Bunun için kimi ‘gerçekten’
toplumu yozlaştırıcı sinema filmlerinin afişlerini yanında getirmişti.
Bunları teker teker açıp
sinemanın ne kadar zararlı olduğunu kanıtlamak için gerçekten çok uğraştı.
Sıra bize gelince
jürinin karşısına çıktım. Önce arkadaşın bizi ve münazarayı çok ciddiye alarak
yaptığı hazırlıklar için onu kutladım. Teşekkür ettim. Sonra “yalnız arkadaşım
münazara konusunu anlamamış. Biz burada filmlerin değil sinemanın yararı veya
zararı üzerine tartışıyoruz. İnsanlık hayrına gerçekleşen her icat gibi sinema
da insanlığın hayrı için icat edilmiştir. Yani yararlıdır. İnsanın o icadı dinamitte olduğu gibi kötü amaçlı kullanması o icat edilen şeyin insana yararına halel
getirmez.” dedim ve jüriye selam verip yerime geçtim. Sonuç açıklandı biz
kazanmıştık.
Bunu böyle ayrıntılı
yazma nedenim yazıma girişten yola çıkarak insanlığın çok hayrına olduğu ve
yeni bir çağın kapısını açtığı söylenen internetin ve uygarlaşma yolunda
insanın kazanımlarının sonuçlarının pek ala insanın çok zararına felaketine
kullanılabildiğine işaret etmek için.
Tabi sadece “o” değil.
Onun ötesinde insanın vahşi doğanın içinden çıkıp gelen uygarlık yolculuğunda giderek
o doğanın en vahşi acımasız yaratık olmasını ‘nasıl bu hale gelindiğini’ sorgulamak
istedim.
Uzayan Gecenin Hikayesinde
insanın ilk insandan bu yana yaşadığı süreci basit kurgularla anlatmaya
çalışmıştım.
Orada ilk insanın ilk
alet kullanmaktan başlayan insanlaşma evresinde içinden çıkıp geldiği kör
karalık dünyadan çıkıp, çıktığı o dünyada egemenlik mücadelesinde çok zorlu
süreçler yaşadığı; ancak kendini eğiterek bilincinde oluşturduğu ışık sayesinde
o gecenin karanlığını yenerek içinden çıkıp aydınlık içinde önünü ardını gören insanlığın
hayrına bir yola girdiğini öykü diliyle anlatmaya çalışmıştım.
İnsanlığın bir yarısı
ilkel karanlığın içinde hala debelenirken diğer yarısı olan insan gerçekten eğitim
ve bilimle buluştukça içinden çıktığı dünyaya daha egmen oldu. Sosyal yaşamında
gerçekten çok gelişme sağladı. Bilim ve teknolojiyi geliştirdikçe dünyaya
egemen olabilecek güce ulaştı. Uzayan gecenin karanlığında kalmış cahil insan
topluluklarını hep küçümsedi. “Bunlar ilkel. İnanç denen kör karalığın ve
cehaletin esiri olmuş bunlar” diye onları eleştirirken kendinin “ne kadar uygar
olduğunu?” adeta kanıtlamaya çalıştı.
Bugün bilimin ve
teknolojinin en üst evresi bilişim çağında, insana benzer robot hatta insan
üretme iddiasında.
“Peki gerçekten dendiği
gibi mi?” yani “okumuş ve en üst eğitim seviyesine, bilime ulaşmış insan en
uygar insan, insan toplumu en uygar toplum mu?”
Bir iki gündür sayfama
düşen bilişim çağının yakalanmasında en önemli gelişme olan internetin
insanları tehdit eder hale geldiği kaygıları üzerine yukarıdaki soruyu sordum
kendime ve cevabım “hayır” oldu.
Peki neydi bu yaman
çelişkinin nedeni? İnsan binbir güçlükle zorlu mücadelelerle içinden çıkıp
geldiği ilkel yaşamdan kurtulup uygar, kendine ve içinde yaşadığı dünyanın
hayrına gelişmek için çabalarken, bunun için bilincinin ürünü olan teknolojiyi
kullanıp birçok icat yapmış, bu aletlerle yaşadığı dünyaya egemen olmuşken ve
daha egemen olabilecekken neden kendine ve yaşadığı dünyaya en zararlı canlı
haline gelebildi.
Bugün her şey göz önünde…
Doğaya, yaşanan çevreye hatta içinde yer aldığı evrene ve kendine en zararlı
canlı o en uygarlaşan insan.
Ötekiler; yani uzayan
gecenin karanlığında en ilkel kalmış olanlarsa bunun tersi yaşadığı dünyayı
ilkel dürtülerle ve kaygılarla koruma telaşında.
İlkel topluluk olarak
artık kelaynak kuşları özelliğinde olan en ilkel insanın dünyasını gören gözle
izleyen herkes aynı şeyi söylüyor. Onları ve yaşamı tehdit kendi içinden çıkan
ve uygarlaştığı söylenen insanlar. Bunu yaşamının her anında yaşıyor. Kendi
hallerine bırakılsalar çok daha mutlu olacaklar; ama uygarlaşan dünyanın
peşinden sürüklenen “ne kuş? Ne deve?” örneği uygar insanla ilkel insan
arasında sıkışıp kalmış ve uygar insanın kendi çıkarı için evire çevire
kullandığı kör cehaletin pençesinde esir olmuş insanlar bunun en büyük engeli.
Burada benim anladığım
Freud’un ifade ettiği gibi insan uygarlaşırken bilinç altında yer alan
hayvansal bütün dürtüleri de taşıyor.
Eğitimle kendine ve
iradesine egemen olan insan uygarlaşma sürecinde o dürtüleri baskı altına
alıyor. İradesi o dürtüleri kontrolde egemen oldukça sorun yaşamıyor.
Ancak sanırım o iradenin
kayışı bir yerde atıyor ve ortaya bilinçaltında yer almış vahşi dünyadan miras
aldığı öldürmeden yok etmeye kadar bütün dürtüler ortalığa saçılıyor ve o
uygarlaşmanın en üst noktasına gelmiş insana egemen oluyor. O noktada insanlık
süratle içinden çıkıp geldiği vahşi hayvanın özelliklerini benimseyen canlılara
dönüşüyor.
Sanırım bu iradedeki
kayış atma bugün bilişim çağındaki gelişmelerle uzay çağını başlatacak kadar
beyni gelişmiş insan topluluklarıyla birlikte insanı giderek içinden çıkıp
geldiği ilkel dünyayı, öyle bir yaşam biçimini özendiren döneme soktu.
Sayfama insanlığın daha
iyi yaşam olanaklarına kavuşmasını sağlayacağı iddia edilen bilişim çağının
kapısını açan internetin suç ve suçlu üreten ve insana, insanlığa araç haline
dönüştüğünü ifade eden paylaşımları okuyunca böyle bir değerlendirme yaptım.
Sizce bilişim çağını
yakalamış uzay çağını atlamaya çalışan insana ne oluyor?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder