29 Ağustos 2017 Salı

BUGÜN 30 AĞUSTOS


      Erdoğan Şenel
            30 Ağustos 2015, 10:53 · 

Merhaba; bugün 30 Ağustos Zafer Bayramı. Yani biz öyle öğrendik.
Aslı "Kurtuluş Savaşının zaferle taçlandığı günün yıldönümüdür."
Bugünlerde gözlediğim bu yıl dönümü kutlamalarında da hep atlanan veya görmezden gelinen getirilen bir taraf var. O da bu zaferin asıl mimarının Mustafa Kemal olduğu gerçeği.
Kurtuluş Savaşının başarısı Mustafa Kemal'in üstün kurmay zekasının lider özelliğiyle birleşmesinin bir sonucudur.
Osmanlı ahalisi konumundaki Türk, Kürt, Arap ve diğer etnik kimliklerden bir halk yaratmış o halkı adım adım örgütleyerek zor koşullarda bu zaferin kazanılmasını sağlamıştır.
Kuşkusuz o süreç aynı zamanda bir iktidar alma süreci de olmuştur. Mustafa Kemal'le birlikte olan silah arkadaşlarının yolları saltanatın kaldırılması ve özellikle hilafetin kaldırılmasıyla ayrılmış Cumhuriyet hükümetinin yönetim anlayışının "dini referans alarak mı?" yoksa "çağdaş aklı ve değerleri referans alarak mı?" olacağı tartışmaları medeni kanunun ve Latin Alfabelerinin kabulüyle son bulmuş iktidarı aklı ve çağdaş ilkeleri yönetim anlayışı olarak belirleyen güç yani Mustafa Kemal ve ekibi iktidara egemen olmuştur.
O günden sonra cumhuriyetin bu tercihine karşı sürekli sinsi bir mücadele başladı.
Latin Alfabenin kabulünden sonra açılan Millet Mektepleriyle başlayan halka okuma yazma öğretme savaşımı daha sonra halkı 'o sıra çoğunluk köylüydü' kendi aydınlarıyla buluşturup oradan bir aydınlanma hareketi başlama amacıyla Köy Enstitüleriyle devam etti. Ancak bütün bu süreçlerde inancın yönetimi belirlemesinde ısrarlı olanlar mücadeleyi elden bırakmadılar.
En son 12 Eylül darbesi sonucu Kenan Evren'in Fetullah Gülen cemaatine yol vermesiyle başlayan inanç tüccarlarının silahlı kuvvetler ve emniyetle birlikte devlette kadrolaşmasıyla inancın siyaset yapmanın aracı haline gelmesi daha sonra hız kazandı ve bugünlere gelindi.
Bu süreçte adım adım cumhuriyetin kuruluşunda galip gelen lider Mustafa Kemal unutturulmaya çalışıldı. Bu unutturmadan adeta "o da kim oluyormuş?" noktasına AKP iktidarıyla gelindi.
Çanakkale Savaşının yıl dönümünde olsun cumhuriyeti hatırlatan yıl dönümlerinde olsun Mustafa Kemal ustaca anılmadan hep geçiştiriliyor.
Burada anlatmak istediğim bugün AKP iktidarına karşı verilen siyasal mücadele aslında geleceğimizi 'dini referans alarak mı' yoksa 'aklı, bilimi, insanlığın ürettiği evrensel değerleri referans alarak mı?' yani 'çağdaş toplum esaslarına göre mi' belirleyeceğimizin ve Hukuk düzeninin 'Şeriat yasalarına göre mi?' yoksa 'evrensel hukuk ilkelerine göre yapılandırılan yargı ve evrensel hukuk ilkelerine göre düzenlenen yasalarla mı?' gerçekleşeciğinin yani 'çağdaş Türkiye cumhuriyeti mi' yoksa 'İslam cumhuriyeti mi?' olacağımızın mücadelesidir.
Tercih her yurttaşın bunlara bakarak veya bu gerçeklerin bilincinde kendi tercihi olmalıdır.
30 Ağustos günü; bugün Mustafa Kemal Atatürk'ün adeta yok sayılıp kurtuluş savaşının zaferini kutlamanın adeta geçiştiriliyor olmasını görünce bunları yazma gereği duydum.


EVLERDE KURBAN TELAŞI


Evlerde bayram hazırlığı telaşı vardı.

Daha bayrama üç dört gün olmasına rağmen o evde de herkes bayram hazırlığına başlamıştı.

O her zamanki gibi geç kalkıp balkona geldi.

Evde herkesin telaş içinde olduğunu görünce “hayırdır, ne bu telaş?” dedi.

O sırada yanından geçen ninesi “ne olucek, bu gelenden haberin yok mu senin?” dedi.

O gülerek “Neden haberim olacak nineciğim? Söyle de bilelim” dedi. Ninesi tam merdivenden aşağı iniyordu, torununun bu sözü üzerine durdu “elinin körü geliyor” dedi sonra “cık cık” edip devam etti “bu çocuk gine bayramı unudmuş.  Tabi ellende gine o alet, ona öyle gözlene dikmiş, başka bişey görmeyola. Ne günlere galdık yarabbim? Oğlum bırak dürtünüp durmayı da etrafa bak.  Bayram geliyo, bayram, bu seferki gurban bayramı” diye söylendi.

O aslında bu telaşın bayram telaşı olduğunu biliyordu. Geçen Ramazan Bayramında da ninesine aynı numarayı yapmıştı.

Halbuki Kurban Bayramının diğer bayramlardan farklı olduğunu, çocukken o bayram sırasında ninesinin ona bol bol kavurma yaptığını, o kavurmayı yufkanın içine dürünüp yerken aldığı tadı hiç unutmamıştı. 

Ama her zaman olduğu gibi ninesine takılmak istiyordu. Çünkü ninesi kızınca çok tatlı oluyordu.

Ninesi böyle söylenerek merdivenden inerken koşup ellerini tuttu “yine niye kızdı benim güzel gelin nineciğim. Neymiş o görmediğimiz? Söyle de bilelim tonton kraliçem” dedi.

Kadının torununun bu sözleri üzerine kızgınlığı geçmişti. Merdivende durdu; gülümseyerek “cavır çocuk benle dalga geçiyon demi? Ne çabık unuddun bayramlada çörek devşirdini?” dedi.

Yanında torunu bu şekilde söyleşerek aşağıya indiler.

Alt katta ninesi oturuyordu. Daha önce de yazdım, evleri “hanay” denen eski köy evlerindendi. Aslında dedesinin eviydi. Ancak dedesi öleli epey olmuştu. Babası da doğuda askerlik yaparken vurulup ölünce, ninesi kızını yanına almış ve onu ninesi büyütmüştü.

Anacığı babası ölünce bir daha hiç evlenmemiş, kendini çocuğunun yetişmesine vermişti. O bu sene üniversiteye başlamıştı. Bayram tatili için köydeydi.

Köyün geçim kaynağı genelde hayvancılıktı. Daha çok büyük baş hayvan vardı. Ancak son yıllarda et ve süt fiyatlarındaki düşme ve yem fiyatlarındaki artış yüzünden hemen herkes hayvanını kasaba vermişti. Son yıllarda hemen herkes çok yoksullaşmıştı. Eskisi gibi kurban bayramında artık pek kurban kesen yoktu. Ancak beş on aile kurban kesebiliyor, diğerleri kurban kesenlerin vereceği “payı” dört gözle bekliyordu.

Ama kurban kesenin de zaten kendi ailesi kalabalık olduğundan dini kurala göre hayvanın üçte birini yoksula dağıtan kalmamıştı. Halbuki yoksullar doya doya yılda bir kere et yemek için bu bayramı dört gözle beklerdi.

Onların durumu köydeki diğerlerine göre biraz daha iyiydi. Çünkü babasından şehit maaşı alıyorlardı. Onun babası köyde üçüncü şehitti. Babası vurulduğu sırada o beş yaşındaydı. Babasının bayrağa sarılı tabutunu eve getirmişler; daha sonra askerler ve halk birlikte götürüp, mezarlıkta şehitlik diye ayrılan yerde babasını defnetmişler, üzerine sarılı bayrağı da anasına hatıra olarak verip gitmişler, ondan sonra hiç arayıp soran olmamıştı.

Babasından bütün hatırladığı buydu. Bir de duvarda devamlı asılı olan asker resmi vardı.

İşte o sıralar anası uğraşa uğraşa kendine şehit maaşı bağlatmıştı. Ama bu maaş yüzünden ailede az kavga çıkmamıştı. Çünkü yoksul olan dedesi, yani babasının babası da o maaştan kendine bağlatınca anası onunla kavga etmiş, o günden sonra anası o dedesiyle yani kocasının babasıyla küsmüştü.

O sıralar o da annesinden etkilenip o dedesine küsmüştü. Ama sonradan köydeki yoksulluğun ve insanların çaresizliğinin farkına vardıkça dedesine hak vermiş, artık onu da ziyaret ediyordu. Aradan çok yıl geçtiğinden, biraz da büyüdüğünden anası da o dedesine ziyaret etmesine eskisi gibi kızmıyordu. Yıllar acıyı da, öfkeyi de alıp gitmişti.

Şimdi herkesin bayram telaşında olduğunu bildiği halde sabah sabah ninesiyle kafa buluyordu.

Aslında çocukluğu kolay geçmemişti. Çünkü annesinin babası da fakirdi. Öyle fazla tarlası, malı falan yoktu. O da damadı ölünce kızını yanına almış,  damadından kalan şehit maaşıyla hem kendilerine, hem de kızıyla torunlarına bakmıştı. Dedesi öldükten sonra da evin tek gelir kaynağı o maaştı. Bir de ninesinin altmışbeş aylığı vardı.

Yani babasının vurulup ölmesi hem öbür dedesine, hem anasıgile geçim kaynağı olmuştu.

Acıydı, ama gerçek buydu…

Çünkü özellikle binbir zahmet tarladan kaldırdıkları masrafını karşılamıyordu.

Daha önce de yazdık hem onun ailesi, hem de diğer köylüler yem parası artınca ellerindeki hayvanları elden çıkarmışlardı. Köy yerinde masraf az olduğundan, bir de kendi “yeyim yiyeceğini” kendileri ürettiğinden herkes zar zor geçinip gidiyordu.

Diğerlerine göre durumu en iyi olanlar onlarla birlikte diğer iki şehit ailesiydi. Onların eline hiç olmazsa iyi kötü aydan aya ellerine epey para geçiyordu.

O bunların farkında olduğundan, mutlaka okuyup bir meslek sahibi olması gerektiğini, yoksa köyde aç kalacağın biliyordu. Dersleri de iyiydi. Okul masrafları için ninesi ve anası ayda biraz para gönderiyorlardı. Öbür dedesi de oğlundan aldığı şehit maaşından ona her ay yetmiş beş lira yolluyordu. Ayrıca burs da aldığı için okulda çok sıkıntı çekmiyordu. Zaten kampüsteki yurtta kalıyordu.

Yurttaki arkadaşlarının durumu da ondan çok farklı olmadığı için aralarında güzel de dayanışma oluşmuştu.

Yani onun şimdilik tek sorunu okuluydu. Ama o sosyal bir insan olduğu için çevresinin, her şeyin farkındaydı ve o konulara da çok duyarlıydı. Şimdi bayram için geldiği köyde daha çok çocukluk arkadaşlarıyla birlikte oluyordu. Ama evde olduğu zamanlar taksitle aldığı lap topla vakit geçiriyordu. Ninesinin söylediği de buydu. Ancak ninesini dediği gibi akşama kadar laptopa “dürtündüğü” yoktu. İnternet ağlantısını da köyün öğretmenin internetinden sağlamış, arada bir meyillerine bakıyordu o kadar.

Ninesinin elini bırakmamıştı. Onu çok seviyordu. Anası onun tek çocuğuydu. Başka da torunu olmayınca bütün sevgisini ona vermişti. Çocukken hep ninesiyle birlikte yatmıştı. Ninesi çok güzel masal anlatırdı. Köyün en konuşkan kadınıydı. Tonton hali, güleç yüzüyle köyde herkes onu severdi. Ayrıca çok hamarattı da. Hele kurduğu turşular herkesin dilindeydi.

Fakirlik ne olacak? Her gün yedikleri genelde bulgur pilavıydı. İnsan her gün bulgur pilavı yiyince bıkardı. Ancak ninesinin turşusu yanında olunca; gece gündüz yense bile bulgur pilavının tadını bir şeye değişmezdi.

Ninesi o giderken küçük kavanozlarda ona biber, domates turşusu yapıverirdi. Oda arkadaşları onun getirdiği turşunun başında kırılıp geçer, ona “oğlum nineni getir, bir turşucu dükkanı açın, dünyanın parasını kazanırsınız” diye takılırdı.

Geçen bayram dönüşünde ninesinin yaptığı turşulardan götürmüş, yurtta arkadaşları turşuların başında kırılmış geçmişti.

Ninesinin elini tutarken bunlar aklına gelince “kızma benim tonton turşucum, söyle bakalım bu bayram ne kesicez?” diye sordu.

Ninesi gülümseyerek “habarın yok mu, deve kesicez deve” dedi. Sonra “a tosun torunum, heç bağın içine girip baktın yok tabi.  Orda bi geçi kapanıp duru, onu kesicez” dedi.

Delikanlı keçinin kesileceğine önce çok üzüldü. Zaten hep böyle oluyordu. Kurban kesilecek diye o sıralar çok üzülüyor; gidip kurbanlığa eliyle yem, su verip seviyor kurbanlıktan kesecekleri için adeta özür diliyordu.

Ama bu inanç gereği olan bir şeydi. Ne kadar üzülse de sonuç değişmiyordu. Şimdi de benzer duygularla üzülmüştü. Ama kurbandan yapılan kavurma aklına gelince de duyunca ağzına sulandı. Çünkü keçi kavurması çok lezzetli olurdu. “Of be ninem ağzım sulandı valla. Kavurma yaparsın değil mi?” diye sordu. Ninesi “aboov geçi keserin de gavurmasını etmemin heç” diye cevap verince demin kurbanlığa üzüldüğünü unutmuştu. Sevinçle elini çırpıp “yaşasın, o kavurmadan ben giderken de verirsin değil mi?” deyince ninesi. “Abov da gurbanı kesmiden oğlan götürce gavurmanın derdine düşdü. Dur bakam paycıladan sene galcek mi?” dedi.

Bu sırada bahçe kapısı açıldı. Gelen “deli Hayriye” idi. Kapıdan girince “selamunaleyküm” dedi. Ninesi “aleykümselaaam Hayriye” dedi sonra “ben bi deliyle baş edmeyodum şindi iki deli oldunuz, tam oldu” diye söylendi.

Daha önce de yazmıştım. Deli Hayriye köyün en yoksuluydu. Kocası yıllar önce ölmüştü. Altmış beş aylığı hariç hemen hiçbir şeyi yoktu. Kızını komşu köyün sığır çobanına vermişti. Onlarda zar zor geçindiğinden kızının pek yardımı olmuyordu. Ama o “çok şükür everdim, başını gurtardı. Kendi kendilene yetiyola ya, bunu da şükür” derdi.

Çünkü başında oğlu Zeynel vardı. Kadının adeta belalısıydı. Sarhoş, serserinin biriydi. Babasının da asker arkadaşı daha doğrusu tertibiydi. Babası güçlü kuvvetli olunca komando olup, doğuya dağıtım olmuştu. Zeynel ise gençliğinde de çelimsiz ayaşşın biriydi. Askerliğini de kaça, göçe çok geç bitirmişti. Şimdi köyde işsiz güçsüz dolaşıyordu.

Aslında çok kötü bir değildi. Karşılaştıklarında onun hatırını sorar, babasından bahsederken “çok sağlam arkıdeşti” derken gerçekten üzgün olurdu.

Ama nerden alıştıysa alıştığı içki ve esrar onu mahvediyordu. Hiç kazancı olmadığı için anasının elinde avucunda ne varsa alıp gidiyordu.

Deli Hayriyecikte ne yapsın? Çevre köylerde dilenir, geçimini sağlamaya çalışırdı. Bir de köylülerin verdiği öteberi kullanırdı.

Ama şimdi köyde herkes yoksullaştığı için kimsenin kimseye bir dilim ekmek verecek durumu yoktu. Ramazanda adet olduğundan ve bir de inançları gereği bazı ailelerin verdiği fitreleri alır, bir de kurban bayramında kurban keseceklere önceden dolaşıp pay tembih ederdi.

Öyle ki bazen evinde kurban kesenlerden fazla et olurdu…

Yani fitrelerin ve kurban paylarının baş müşterisi Deli Hayriyeydi. Ramazan da bayram öncesi gelmiş fitresini alıp gitmişti.

Ninesi Deli Hayriye selam verip gelince oğluna döndü ve göz ederek Deli Hayriyeyi gösterdi. “Doktor hasdanın ayana gelirmiş. Hayriye dezene deyem bize bu sene topladığı paydan acık verirse sene gavırma yaparın” dedi.

Deli Hayriye bunu duyunca telaşlandı “ne o gı sen bu sene gurban kesmeyomun yoğusam?” dedi.

Nine “Nası kesem gardeş? Elimiz bu sene bek dar. Deminden beri oğlanla onu gonuşuyom. Canı gavırma isdemiş de. Ben de ona Hayriye dezen bu sene gine epey pay topla ondan isteriz dediydim” dedi.

Deli Hayriye şaşırdı “gıı bu millete noldu böyle? Kimse gurban kemeyo” dedi.

Nine “nası kesem gardeş? Milletin elinde mal mı galdı? Eskiden herkez birleşir dana bile kese evlede etle dolup daşadı. Şindi köpeğe atcak gadar et yok kimside” dedi.

Deli Hayriyenin canı sıkılmıştı. Yalnız ninenin “Hayriye dezen paylandan isdiyem” dediğini hatırlayınca “abo gardeş, şindiye gada kaç ev doleşdim. Bu sene pay işi de çok zoraldı. Emme bene pay veren olursa söz, senin oğlana yiyece gadar gavırmalık getiriveren” deyince nine “abu benim gönlü bol gardeşime. Gördün mü çocuk dezendeki insanlığı. Topladığı paydan sene gavırmalık getirivecek” dedi.

Çocuk ninesinin konuşmalarının nereye varacağını merakla bekliyordu. Çünkü ninesi cahil falandı, ama çok iyi gözlemciydi. İyi de laf bilirdi.

Bu sırada Deli Hayriye ninenin kendisi hakkında söylediği laflardan biraz utanmıştı. “Öyle deme gardeş. Asıl insanlığı ben senden çok gördüm. Bene gardeşim gibi hep arka çıkdın. Fitremi hep önceden ayırıdın. Bene heç fitresiz bırakmadın” dedi ve başındaki yazmayı açıp, oraya taşın üzerine oturdu.

Nine Deli Hayriyenin bu cana yakın, gani gönüllü halini görünce onu fazla üzmek istemedi.

“Şaka dedim Hayriye. Biz bu sene bi geçi kescez. Ha ben demin şenlik olsun deyi öyle devedim. Emme pıravo, sen de insanlığı şakkıdak gösterdin. Ben sene zaten bundan seviyom. Nafın geçdinde ben hep sene överin. Siz onun öyle deli meli olduna bakman, garının hasıdır o. Onun belini hep oğlu denen büküyo derin” deyince Deli Hayriye “abu gardeş valla inanıp bek üzüldüydüm. İçimden bunnada gurban kesmeyosa dünyanın sonu geldi dediydim” dedi.

Nine “yok canım o gadar da değil. Olup olceği bi damadın şehit mayışı va. Onun da azcını biliyon çocuğun dedesi kesiyo.  Eskiden onu bek gızadım, emme sonra sonra hak verdim. Yoksulluk zor. Biz de çok varlıklı sayılmayız da gine ele güne garşı, sıkıp gırban kescez tabi” diye açıklama yaptı.

Deli Hayriye “öyle deyon gardeş de. Ben de heç yok. Ondan el gün demeye bakmeyon gari. Olmayıncı olmeyo” dedi” dedi.

Sonra onu gösterip “oo torun gine gelmiş gelmiş. Her bayram her bayram eyisin gardeş valla iyisin. Okulu bi bitirsin o sene bak nası yağdırcek” dedi.

Nine toruna baktı, gülümsedi “bu mu yağdırcemiş. Ya bu hele bi kendi garnını doyursun da” deyince torun ninesinin takıldığını bildiği halde, alınmış gibi yaptı. “Şimdi olmadı ninem. Sen benim adam olmayacağımı söyledin şimdi. Valla gücendim” deyince, nine çocuğun gerçekten alındığını sanıp telaşlandı “abo oğlanı küsdürdüm. Şaka dedim güzel torunum, valla şaka dedim. Sen şindiden adam oldun. Biz sene çok güveniyoz valla” deyince torun “nasılmış? Ben de sana şaka yaptım” dedi. Bunu duyan nine “cavır çocuk ben de sene essah sandım” dedi. 

Bu sırada Deli Hayriye onlara bakıp dalıp gitmişti. Geçekten oğlu serserinin biriydi. Evlenip torunda vermemişti. Deli Hayriye başkalarının torunlarına bakıp bakıp iç geçirirdi. 

Nineye “siz gine benim derdimi deşdiniz” deyip devam etti. “Benim hayırsız oğlan bi iş dutmadı. Evlenip çoluk çocuğa da garışmadı. Ben el kapılanda böyle fitre deyi, pay deyi dolaşıp duruyon. Hayırsız bari evlenip bir torun vereydi bene, bu çekdim sıkıntılan azcını unudurdum” dedi.

Hem nine, hem de oğlan Deli Hayriyenin bu sözlerine ve boyun büküşüne çok üzülmüşlerdi. Çocuk kalkıp gitti Deli Hayriyenin elini öptü, “Hayriye Teyzeciğim, üzülme ben de senin torunun sayılırım” dedi.

Deli Hayriye çocuğun elini öpmesinden daha çok duygulanmış, gözüne yaş birikmişti. Ayağa kalktı; gidecekti, durdu “Valla gardeş, gücenme; emme hep deyon. Benim hayırsız senin damadıla esgere giddi. Orduda bi işe yarımadı, gaçdı durdu. Hani deyon o da gidip, orda öleydi de bene mayışı galaydı deyon” dedi. Sonra “aman ben nedyon gine böyle. Kusura bakma gardeş, bene hayrına Deli Hayriye dememişle. İşde böyle sap yer, saman sıçarın” dedi. Kapıya yöneldi.

Nine Deli Hayriyenin son sözlerinden çocuk alınmıştır diye baktı. Sonra Deli Hayriyeye “hadi bakam giderayak gine derdimizi deşdin” dedi. 

Bu sırada kadın çıkıp gitmişti…

Nine arkasından kapıyı açıp seslendi. “Gı sen gine bayram günü gel de payını veren goca deli” deyip geri döndü.

Çocuk o sırada biraz durgunlaşmıştı. Hep böyle oluyor, böyle sözler duyunca kendini sanki babasının ölümünden yararlanmış gibi hissediyor, için için çok üzülüyordu.

Bu sırada ninesi yanına geldi “deli işde. Ne söylediğini aklı ermiyo. Emme fakirlik çok zordur oğlum. İnsanı böyle çaresiz bırakır. Aman tosun torunum okulunu bir an önce bitir de gurtul bu yoksulluktan” dedi. Ve çuvaldan aldığı biraz yemi kurbanlığa yedirmek için oraya doğru gitti.



AYDINLI DAYININ KURBANLIK HEKAYESİ


Rahmetli Aydınlı dayıyla bi tarihte yarenlik ederken "benim gurbanlık hekayesi var. Sene annaden. Hana yarenlik olsun" demiş ve anlatmaya başlamıştı.
"Gurban alam deyi Nazilli gurban bazarına giddim. Gerçi Garacasu'da da gurbanlık bazarı vadır. Emme Nazilli bazarı guvvatlı olur. Yanim çok galabalık olur. Hem bizim köye Nazilli da yakındır. Orda mal getiren epey tanıdık olur.
Neysem işde orda bi tanıdığıla gurban bazarlını eddim. El sıkışdık bin lireye tamam dendi. Tanıdık 'dayı para için canını sıkma gurbandan sonra verisin' dedi.
A gahbolu 'eh öyle olsun' de demi? Hayır olmaz. Çünkü prensibimdir veresiye dutasıya alış veriş edmen...
Neysem giddim pangıya bin lire çekdim. Gömlen şu cebine goydum. Nasıl olsa malı da bazarlı eddik ya. Götürüken parayı verin deyip gayfeye arkıdeşlen yanına giddim.
Üç beş arkıdeş bi masaya oturduk lafleyoz... Ya gahbı deyus ya, biz ordu laflaken gömlemin şu cebinden parayı çekmiş.
Tabi benim habarım yok...
Neysem bizel hoş beş eddikden keri ben arkıdeşlere 'bene müsade' dedim kakdım. Gidicen parayı vericen, danayı arkama dakıp köyü gidcen.
Gayfıdan çıkaken bi yoklandım bizim para uçmuş...
Ya, gayfeye gireken parayı gömlek şu cebine goydum. Onu aklım eriyo. Şükür matıflımadım da... Eee! Para neriye giddi o zuman?
Bi düşündüm. Benim gafa dang eddi. Biz arkıdeşelerile nafı daldımız zaman biri şöle yanıma doğru yanaşdıydı. Ben onu gayfacı sandıydım. Döyüs beni pangıdan beri takip edmiş. Arddeşlerile laflaken bene avsınladıp parayı şurdan usulca çekmiş.
Zaten böyle döyüsle böyle zamanda ortaya çıkamış. Ben biliyon. Öncüden çok akıdeşin canını yakdı bunla. Biliyon; emme ben kendime güveniyon. Öyle salak biri değilindir. Esgerde onbaşıydım ben" dedi.
O soluklandığı sırada ben "sonra ne yaptın" diye sordum. O "onu devecen ya. Gurbanlığı bene veren arkıdeş orda peydah oldu. Bene çırpınırken görmüş, yanıma geldi. Sordu. Ben de anladdım. 'Sene parayı vermek için pangıdan çekdim. Gideken veren deyodum. Gayfede arkıdeşlerile laflaken döyüsün biri parayı şu cebimden çekmiş' dedim. O güldü tabi. 'Dayı ben sene bayramdan sonra ver demedim mi? Ha bi laf dinliyeydin' dedi.
Ben 'olmaaz ben prensib sahabıyın. Öyle veresiye dutasıya elışveriş edmen' dedim" deyince ben dayanamayıp sordum "Parayı cebinden çektirdin. Kurbanı veresiye almadın mı?" dedim. O güldü "alamın heç. Giddim bangaya bi bin lire da çekdim. Onu verdim malcıya" dedi.
Sonra "senin anlecen elle bin lireye gurbalık alırkene ben iki bine almış oldum" dedi.
"Peki şikayetçi olmadın mı?" dedim. Gülümseyerek "olmadım. Zaa! Çeken döyüsün ihtiyacı varı ki bunu ediyo. Hırsızlık kötü zanaddır yeğen. Allah heç kimseyi hırsızlık edicek gada alçaldmasın. Halal osun. Benim hayrım osun deyip heç şikayetçi olmadım" dedi.
Ben gülerek "siyaset yaparak milleti soyanlar. Onlara da mı helal edicez?" diye sordum...
Aydınlı dayı ağız dolusu güldü sonra "sen lafı gine siyasete getirdin. Valla eyi siyasetcisin. Emme o millete soyanla var ya. Ben sene bişe deyen mi? Onlan aynaya bakıcek yüzü yokdur. Bakma sen onlan dakım elbiseyi çekip zart zurt eddiklerine. Valla deyon onlan aynaya bakıcek yüzü yokdur. İçine girdikleri toprağa bile ızdırap verir onla. Emme yokarda Allah va, bunları hep bilip duru. Sen heç marak edme, millete güven. Zamanı gelincek bunlan hepsinin tefterini dürüp ellene vere" dedi.
"Dayı bu zaman gelinceye kadar imanımız gevreyecek ama" dedim.
Şöyle baktı; "ne bu acalan. Hem sen bu millete ne verdin? Ne isdiyon? Emme marak edme. Bu milletin sinip durduna bakma sen. Onla öyle sine dura, emme bi kere bi 'yeter!' desin. İşde ozman tamamdır. Yanim tefter dürme vakdı gelmişdir" dedi.


KORKU ve KORKMA ÜZERİNE


04.06.2015 08:33:53
 “Korku dağları bekliyor” “Korkunun ecele faydası yoktur” deyimlerinin ilki korkan bir insan veya toplumu; ikincisi de korkmanın veya korkunun sonucu değiştiremeyeceğini ifade ediyor. Bunlara benzer korku ve korkmak üzerine veya korkuyu çağrıştıran daha çok sözcük veya deyim var.
Örneğin Dostoyevski’nin olduğu söylenen “biri eğer gözlerini senden kaçırıyorsa; emin ol ki o gözlerde sana ait bir şeyler vardır” sözünde yine korkunun başka bir ifade şekli anlatılır. Yani korkan insan mutlaka korktuğu şeyden, kişiden gözlerini kaçırır.
“Korku karanlık tarafa giden yoldur. Korku nefrete, nefret öfkeye; öfke de acıya yol açar” sözü de korkunun insan psikolojisi üzerindeki başkalaşımını anlatır. Nefretten öfkeye, oradan kişinin acı duymasına, acılar içinde yaşamasına kadar giden bir süreçtir bu başkalaşım.
“Beni kötülerin zulmü değil iyilerin sessizliği korkutuyor” sözü de bir geçeği ifade eder. Burada anlatılmak istenen ‘asıl önemli veya kötü olanın kötülerin zulmünün farkında olanların tepkisizliğidir. Çünkü kötü adı üstünde “kötüdür.” Kötüden, kötü olandan her şey beklenir; ama kötüyü etkisiz kılacak olan kötünün zıttı iyinin kötüyü kabulleniyor olması tıpkı tuzun kokması gibidir. Kötüye karşı çaresizliği ifade eder.
Bunların yanında korkuyu ve korku karşısında insan davranışını anlatan birçok söz vardır. Bunların içinde “Korkak kişi tehlikeye düşünce ayaklarıyla düşünendir” “Kim çevresine korku salıyorsa biliniz ki o da çevresinden korkuyordur” “korku ve sıkılganlık ikiz kardeş gibidir. İlerlemek isteyenin eteklerinden çekerler” gibi özlü sözlerle korkuyu ve korkunun insan ilişkisi üzerindeki etkisini anlatmaya çalıştım. Çünkü özlü bir cümlenin anlattığını bazen sayfalarla anlatamazsınız.
Korku psikanalizde hayatta kalabilmenin vazgeçilmez unsuru olarak tanımlanır. Buradan anladığım kişi varlığını korkularını aşarak devam ettirebilir. Ya da hayatta kalmasını, varlığını sürdürmesini ancak korkularını yenerek sağlayabilir. İnsan kendini tehdit eden şeye korkuyla ilk tepkisini verir. Tabi bu korkunun hayvani iç güdü ürkmeyle ilgisi yoktur. Korku kişinin iradesiyle gösterdiği bilinçli bir tepkidir. Ancak öyle olursa kaygı duyduğu şeyin ne olduğunu anlayabilir. 
Buradan anlaşılan korkunun bir yanıyla insani bir duygu olduğudur. Derler ki “ancak deliler ve ölüler korkmazmış”.
Bütün bunları yazma nedenim. Bir seçim süreci yaşıyoruz. Bu süreçte yer alan hemen hemen bütün çevreler sürekli korku üzerine bir şey söylüyor. Sürekli korku üzerine yeni kavramlar üretiliyor. Birileri de toplumu korkutmak isteyen kimi çevrelerin bu çabalarına ‘sanki’ çanak tutuyor.
Örneğin cumhurbaşkanı ve iktidarın basına yönelik sertleşen tutumu ve sürekli tehdit eden içeren sözleri muhalefet çevresinde “bunlar korku imparatorluğu kurmak istiyorlar” diye ifade ediliyor.
Oysa hiçbir iktidarın ne işlevi ne de görevi toplumu korkutup sindirmek olmamalı. İnsanlar iktidarları daha özgür, daha mutlu yaşam sağlasın diye seçerler. Sanırım 2002 yılında AKP yi iktidara taşıyan ve 13 yıldır destek verenlerde benzer amaçla bu desteği verdiler. AKP nin ileri demokrasiyi getireceğini savundular. Toplumu vesayet baskısından ve devletin içindeki karanlık yapının korkusundan arındıracağını iddia ettiler.
Hal böyleyken 13 yıldır iktidarda olan bir siyasi ekip nasıl sürekli korku üreten bir mekanizmaya dönüştü veya dönüşür? Sanırım bunu sorgulamak yurttaş olmanın gereğidir.
Bu yurttaş sorumluluğuyla ilk olarak yukarıda muhalefetin iktidara yönelik “bunlar korku imparatorluğu kurmak istiyor” şeklinde ifadesiyle kendi bakışımı bir araya getirince ‘nedense’ aklıma “Kim çevresine korku salıyorsa biliniz ki o da çevresinden korkuyordur” sözü geldi.
Ve yine muhalefetin iktidar karşısında korkak ve çaresiz kaldığı söylendiğinde aklıma “Beni kötülerin zulmü değil iyilerin sessizliği korkutuyor” sözü geliyor.
Yani şu sıra içinde yaşadığımız siyasi iklim ister istemez insanın aklına “korkmak” veya “korku” üzerine birçok çağrışım yaptırıyor.
Örneğin bunları düşünürken “ancak deliler ve ölüler korkmazmış” sözünün akla geldiği gibi.
Yani insan eğer yaşanan süreci doğru değerlendirebiliyorsa ‘korkmaktan korkmamalı.’ Yukarıda yazdığım gibi o insan ‘çok şükür’ ne ölü, ne de delidir. Sadece yaşamın farkında olan ve farkında olduğu yaşamı kendi toplumsal çıkarı için değiştirme kaygısı taşıyan kişiliğin şahsında vücut bulduğu yurttaş sorumluluğuyla davranmayı seçen bir kişiliktir.
Yani o kişi için “korku dağları beklemiyordur” ve ölüm dahil hiçbir şey onu yıldıramaz. Çünkü bilir ki; insanı en çok korkutması gereken ölüm onun doğarken kabullendiği bir sondur. Yani aklıyla olaylara hakim olmasını bilen kişiyi ölüm bile korkutamaz. Yani en korktuğu şey karşısında bile korkusunu pek ala yenebilir.
Burada aklıma sizin de korku veya korkmak ‘neyi çağrıştırıyor?’ diye düşünüp düşünmediğiniz geldi.
Eğer düşünmediyseniz düşünmenizi tavsiye ederim. Düşünmekten olsun korkmayın. Korkuyorsanız da utanmayın. Çünkü korku ‘yukarıda yazdığım gibi’ insani bir duygudur.
Siz illa korkacaksınız eğer; ani duyduğunuz veya beklemediğiniz korku karşısında ayaklarınızla düşünmeye başlamaktan korkun. Çünkü bu sonuç sizin hem kendinizi hem de içinde yaşadığınız toplumu kötülere terk edip gideceğinizi gösterir ve bu korkunun bir diğer tanımı da paniktir. Paniğin hayvansal içgüdü ürkmeyle hiç farkı yoktur. Ve bilin ki; içinde yaşadığınız toplumdan başka gidecek başka bir yeriniz yoktur. Çünkü siz ancak birlikte var olduğunuz insanlar arasında barınabilir ve varlığınızı sürdürebilirsiniz.
Onun için en iyisi siz aniden ürküp de paniğe kapılmamak için “korkun” ve “korkmaktan korkmadan” yaşadığınız süreçle ilgili akıl yürütün ve insan kalmaya özen gösterin. Çünkü ne olursa olsun; hiçbir insani duruş kişiyi böyle ayaklarıyla düşünmeye sevk edemez.
Eğer sevk ederse; o zaman sizin Shakespeare’nin “Korku ve Korkaklar” üzerine hikayesindeki korkusuna bir türlü çare bulunmayan ‘korkak fareden farkınız kalmaz’.
Buradan bakınca “umarım kendi yarattığımız korkuların esiri olmadan aydınlık demokratik toplum olma hedefine emin adımlarla yürüyecek iradeyi gösteririz” diye düşündüm. Bu düşüncemi paylaşmak istedim. Dilerim burada anlatmak istediğim düşüncem doğru anlaşılır.


28 Ağustos 2017 Pazartesi

YAKLAŞAN 30 AĞUSTOS'U DÜŞÜNÜRKEN


30 Ağustos Osmanlı ahalisi konumundaki Türkiye halkının 19 Mayıs 1919 da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkmasıyla başlayan süreçte giriştiği Anadolu’nun bağımsızlık savaşında dönüm noktasıdır.
Tabi bu sürece gelinirken Anadolu’nun birçok yerinde düşman işgaline karşı bağımsız yerel direnişler de olmuştu; ama bunların derlenip toparlanıp düzenli orduya dönüşmesi ve Yurdu işgal eden düşmana son vuruşun yapıldığı 30 Ağustos’a gelinmesi Mustafa Kemal’in önderliğiyle oldu.
Haliyle Mustafa Kemal bu büyük mücadeleye yalnız başlamadı. Yanında ve sonrasında katılan Osmanlı ordusundan silah arkadaşı olan komutan arkadaşlarının ve Anadolu’da bulundukları yerin kanaat önderlerinin katılmasıyla bu büyük mücadeleyi verdi; ama bana göre bu süreçte hep bir başınaydı. Yani yapayalnızdı. Nihai hedefi olan çağdaş toplum hedefinde bir devlet kurmak utkusunda yalnızdı.
Sonraki süreçte anlaşıldı ki! Bu düşüncesini ayrıntılı olarak kimseye anlatmamış.
Özellikle saltanatın kaldırılması ve sonrasında cumhuriyet kurulup hilafetin kaldırılması; şeriat hukukun yerini medeni hukukun alması ve Arap alfabesi yerine Latin alfabesiyle eğitime geçilmesi gibi hedeflerinde ‘bu hedeflere yönelimde gördüğü tepkilerden anlaşıldığına göre’ çok ketum davranmış.
Örneğin Rauf Orbay... Mustafa Kemal’in Selanik’ten çocukluk ve okul arkadaşı… İsmet İnönü ta başından beri yanı başında bir arkadaşı… Ona Anadolu’nun kapısını açan Kazım Karabekir çok yakın silah arkadaşı. Ve diğerleri var. Bütün bunların tamamına düşüncesini süreç içindeki gelişmeye göre aktarmış; kimisinde ‘adeta’ emirvaki yapmış.
Bütün bunlara bakınca Mustafa Kemal’in Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda ve sonra çağdaş toplum hedefine yönelmesinde tek belirleyici ve karar verici lider olduğu anlaşılıyor. Sanırım onu lider özelliği kazandıran ve aradan geçen bunca yıla rağmen kişiliğine yönelik onca yıpratma çabalarına karşın kişilik değerinden hiçbir şey yitirmemesinin gerisinde yatan bu gerçek.
Benim bu yazdıklarımı okuyan beni “Mustafa Kemal hayranı biri” olarak tanımlayabilir. Benim burada yapmaya çalıştığım 30 Ağustos 1922 büyük taarruza gelinen ve sonrasında devam eden süreci doğru anlamaya çalışmaktır.
Çünkü bu sürece kolay gelinmediğini biliyorum.
Örneğin Mustafa Kemal Samsun’a çıktığında veya Amasya’da veya Erzurum’da veya Sivas’ta veya Ankara’da meclis toplandıktan sonra esas amacının ‘saltanatı ve hilafeti kaldırıp çağdaş Avrupa değerlerini hedef alan laik bir devlet kurmak’ olduğunu söyleseydi kaç kişi yanında olurdu? Bu sorunun doğru cevabı ‘sonraki süreçte anlaşıldığına göre örneğin Rauf Orbay veya Kazım Karabekir kesin yanında yer almazdı. En yakını gözüken İsmet İnönü bu hedefleri hayalci bulup karşı çıkabilirdi. Anadolu’da düşmana karşı direnişe geçenlerin çoğu işin başında onun yanında olmaktan vazgeçebilirdi.’ Çünkü birçoğu için ulaşılması güç hayaller veya aykırı düşüncelerdi bunlar.
Cumhuriyetin kuruluşuna, saltanatın ve hilafetin kaldırılışına, medeni kanun ve Latin alfabenin kabulüne gösterilen tepkiler 1920 23 Nisan’ında meclis kurulmadan önce yaşananlar, meclis kurulduktan sonra yapılan tartışmalar, iktidar çatışmalarının hepsi benim yukarıda tespitini doğrular nitelikte.
Örneğin Ankara’da meclisin toplanması ve bir yıllık sürede düzenli ordunun kurulup iki yıl sonra 30 Ağustos’ta büyük taarruza geçilmesi Mustafa Kemal’in dışında hepsi için ‘ham hayal’ gerçekleşmesi olanaksız hedeflerdi. Mustafa Kemal’in yanında yer alan veya ona destek verenler bu süreç için çok uzun süreler geçeceğini varsayıyordu.
Örneğin Mustafa Kemal’in 24 Kasım 1928 de açılan Millet Mektepleriyle her yıl beş yüz bin yurttaşa okuma yazma öğretme hedefini Cumhuriyetin kurucu sahibi Yunus Nadi ‘hayal’ olarak niteliyor. Latin alfabeleriyle okuma yazma ve eğitim için en az 20-25 yıllık bir süre gerektiğini söylüyordu. Latin Alfabesi yerine Arapça alfabenin devamını ısrarla savunan ve saltanatın ve hilafetin kaldırılıp cumhuriyetin kurulması konusunda ona çok ters düşen ‘Mustafa Kemal’e Anadolu’nun kapısını açan’ Kazım Karabekir Paşa da aynı düşüncedeydi. İsmet İnönü onu çok aceleci buluyordu.
Bunları yazarken Yunus Nadi’nin bir anekdotu aklıma geldi.
1920 yılı Mart ayının sonuna doğru İstanbul’da matbaası İngilizler tarafından basılıp kapatılan Yunus Nadi ‘Mustafa Kemal telgrafla Ankara’ya gelmesini isteyince’ matbaadan kurtarabildiği baskı makinelerini İnebolu’dan Ankara’ya gönderdikten sonra kendisi yanında iki arkadaşı Mudanya üzerinden Ankara’ya ulaşır.
Ankara’ya ulaştığında gördüklerini ifade ederken Ankara için “yolları balçık içinde köhne binaların çoğunlukta olduğu bir Anadolu kasabasıydı” der.
Ankara’da ilk gördüğü Mustafa Kemal’in çağrısıyla Anadolu’dan gelen mebusların perişan, çaresiz ve umutsuz halidir. Hepsi geldikleri Ankara’da kalacak bir yer bulma telaşına girmiş. Parası olanlar kendilerine ev tutarken daha yoksul olanlar ikişer, üçer kişi birer odaya doluşmuş; yerleşme telaşındadır. Hepsinin ortak sorusu “biz geldi; ama burada ne yapacağız” dır.
Bunları gören Yunus Nadi orada birine Mustafa Kemal’e nasıl ulaşacağını sorar. O sorduğu kişi Mustafa Kemal’in bir bağ evinde kaldığını söyler. Bunun üzerine Yunus Nadi bir at arabası kiralayıp o adrese gider.
Onu şöyle anlatır.
“At arabası bozkırda bir arazinin içinde iki katlı bir bağ evinin önünde durdu. Arabadan indim. Binanın önünde silahlı bir asker duruyordu. Onun yanına varıp ‘Mustafa Kemal’le görüşmek istediğimi’ söyledim. Asker içeri girdi.  Az sonra geri döndü bana ‘paşa sizi yukarıda bekliyor’ dedi.
Kapıdan girdim. Alt katta iki kapı yukarı çıkan bir merdiven vardı. Alt kattaki odalarda askerler vardı. Yukarı çıktım. Yukarıda iki oda vardı. Birinden telgraf makinesinin takırtısı geliyordu. Öbür odaya yöneldim. Odada masa üzerine yığılı kitap ve evrakın ardında adeta kaybolmuş Mustafa Kemal vardı. Beni görünce ‘ooo! Hoş geldin çocuk. Otur şöyle’ dedi. Bu sırada telgrafçı asker Anadolu’nun dört bir yanından telgraflar getiriyordu. Telgraflarda direniş komiteleri kendi durumlarını anlattıktan sonra ‘paşam gelip başımıza geçin. Yoksa başaramayacağız’ vb. ifadelerle onu başlarına geçmesi için çağırıyorlardı.
Mustafa Kemal bütün telgrafları tek tek cevaplıyordu. Cevabında ‘Ankara’da meclis toplandı. Düzenli ordu kurma çalışması başladı. En kısa zamanda bütün birlikler düzenli ordu etrafında toplanacak ve düşmanı yurttan atmak için büyük taarruza geçeceğiz’ diyordu.
Son telgrafı yazdıktan sonra benim kendine hayretle baktığımı görünce ‘ne o çocuk? Şaşırdın mı? Yazdırdıklarım gördüklerine uymuyor değil mi? Ama merak etme. O meclis toplanacak. Allah’ın izniyle düzenli orduyu da kuracağız ve düşmanı bu yurttan atıp bağımsızlığımızı sağlayacağız’ dedi. Bunları söylerken çok kararlı bir yüz ifadesi vardı ve bütün söylediklerini tek tek hayata geçirdi” diye ifade eder o sıra yaşadıklarını.
30 Ağustos Türkiye Halkının Mustafa Kemal’in önderliğinde giriştiği bağımsızlık savaşının yıl dönümüdür.
Bir süredir özellikle mesengerden ‘bayrak zinciri oluşturma’ çağrıları geliyor. Özellikle şu sıralar cumhuriyetin kuruluş sürecinde sağladığı kazanımları tehlikede gören herkes bir şekilde bu güne önem veriyor veya farklı bakıyor.
Kimisi gözünü kırpmadan ‘Atatürkçü’ olduğunu ifade edip Atatürk’ü savunuyor.
Kimileri de hep olduğu gibi Cumhuriyetin kuruluş sürecinde veya daha önce olan olumsuzluklara; yanlışlara bakıp 30 Ağustos’a dudak bükerek bakıyor veya öyle değerlendiriyor.
Kuşkusuz o süreçte onlarında da çok haklı olarak eleştirdiği hatalar oldu. Ama bana göre bunların hepsinin değerlendirmesi kendi gerçeğinde bilerek, bilgili olarak yapılırsa bir anlamı olabilir. Yani Mustafa Kemal’i veya cumhuriyeti cumhuriyet değerlerini övmek de eleştirmek de doğru bilgilerle yapılmalı. Öteki gibi ‘Öven de, Yeren de’ sadece kendi niyetini ifade eder ve bence bir değeri; anlamı olmaz.
Örneğin Kürt aydını sosyalist Tarık Ziya Ekinci ‘kendi baktığı yerden’ kurtuluş savaşında Mustafa Kemal’in büyük değer verdiği Kürt Halkını cumhuriyetin kuruluşu sırasında dışlamasına “bu konuda bütün suçu Mustafa Kemale atmak yanlış olur. Bizimkiler ‘Kürt ağa veya beyleri’ Mustafa Kemal saltanatı kaldırınca bundan hoşnut olmadılar. Özellikle hilafetin kaldırılmasına ‘kendi rahatları bozulacağı için’ çok tepki gösterdiler. Cumhuriyetin kuruluş sürecinde dışlanmalarına bunlar da sebep oldu” diye açıklık getiriyor.
Burada diyeceğim özellikle günümüzde doğru olan tarihi gerçekler ve cumhuriyetin kazanımları ve kayıpları konusunda lehte ve aleyhte düşünce ifade etmek için önce bu düşünceleri doğru bilgi temelinde oluşturmak gerekir.
Öteki gibi kupkuru ‘bayrak zinciri oluşturma’ telaşına girmenin bir anlamı yoktur. Araştırmadan ‘doğrusu eğrisi ne?’ öğrenmeden cumhuriyeti ve kazanımlarını eleştirmek de sadece aymazlıktır.
30 Ağustos’un Türkiye Halkının geleceğinde çok büyük önemi vardır. Bu günü daha önemli hale getirmenin tek yolu da olabildiğince demokrasi ve demokratik toplum hedefinde çoğalmak için doğru anlaşılır, ötekini kırmadan barış ve dostluk içeren ifadelerle kendimizi anlatmayı hedeflemektir.
Özellikle bu günlerde inanç ve etnik kimlik farklılığını hiç sorun yapmadan barış ve dirlik içinde siyaset anlayışında buluşmak çok çok önemlidir
Yaklaşan 30 Ağustos’u düşünürken aklımdan geçen bunlardı. Bunları buradan ifade etmek istedim. Umarım yazdıklarım doğru anlaşılır.


27 Ağustos 2017 Pazar

AKLIMA GELDİ YAZDIM

Oksijen makinesine bağlı uzanmış yatarken aklıma düştü 'biz ne kadar demokratız?' diye. Aklıma meslek örgütleri geldi. Örneğin geçtiğimiz gün çıkarılan bir yasa ile etkisiz hale getirilmek istenen TMMOB. Onun bu yasa çalışmasına tepkisi ve bu tepkinin desteklenmesi çağrılarını düşündüm. Sonra aklıma Mimar ve Mühendis odalarının illerdeki durumunu düşündüm.

Bu en akıllı insanlarımızın okuyup edindiği mesleklerin örgütlerine o en akıllı insanların ne kadarının sahip çıktığını düşündüm. Öğretmenler, doktorlar geldi aklıma. Sonra avukatlar. Türkiye Barolar Birliği başkanı seçilen Feyzioğlu'nun veya tek tek Baro başkanlarının, örneğin Dünya'nın en büyük çok üyeye sahip barosu veya baroları arasında olmakla övünen İstanbul Baro başkanın kaç oyla seçildiği, seçime kaç baro üyesi avukatın katıldığı ve o baronun üye sayısının kaç kişi olduğunu düşündüm. Rakamlar çok aklımda değildi, ama temsil anlamında seçilenlerin oy olarak o örgütün seçime katılanların en fazla oy aldığını, ama buna rağmen azınlıkça seçildiğini biliyordum:

Bu bütün meslek örgütlerinde, demokratik kitle örgütlerinde üç aşağı beş yukarı aynıydı. Hakeza İşçi Sınıfımızın en önemli örgütlenmesi sendikaların durumu da çok farksız değildi. Zaten çalışanların neredeyse yaklaşık yarısı sigortasız kaçak çalışırken, sigortalı çalışanların da belki yarısından azı, hatta üçte biri ancak sendikalıydı. O sendikaların da durumu herkesin malumu.

Yani gördüğüm biz toplum olarak örgütsüzlüğü seven bir toplumuz. Hiç örgütlenmeden, o zahmetlere girmeden 'armut piş, ağzıma düş' örneği her hakkın bize tanınmasını istiyoruz. Belli sebeplerle bu isteğimizi yüksek sesle dile getiremeyip 'mını mını' ediyorsak da aklımızdan geçen o.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarından bu yana pek çok hakkı beleşine ele geçirmişiz. Örneğin demokrasi gibi, seçme seçilme hakkı gibi hakları. Kadınlarımıza oy kullanma hakkı tanınmış. Medeni hukuka göre evlenme uygulamaya geçmiş. Kadının mirasta eşit pay hakkı sağlanmış 'İki kadının şahitliği ancak bir erkeğin şahitliğine eşittir' gibi hukuktaki garabetler giderilip erkekle eşit yurttaşlık hakkı tanınmış. Çok partili demokrasiye bile beleşine geçtiğimiz için sahip çıkamamışız. Ondan sonraki süreçte devrim diye yutturulan, aslında halkta o sıralar gelişen demokratik tepkinin doğru şekilde iktidar değiştirmesini engelleyen 27 Mayıs Askeri darbesi sonrası yine beleşine bazı demokratik haklar sağlanmış. Çalışma hayatını düzenleyen yasa ve sendikalaşma hakkı beleşine tanınmış. Bütün beleşine kazançlar gibş birileri gelip o hakları budamış, ona da ses çıkaramamış. Yani kısaca beleşine yaşamaya alışkın bir toplumuz vesselam.

Bunları düşünürken aklıma sosyal yaşamımız geldi. Eskiden elektriklerimiz, evlerimizin suyu, banyosu yoktu. Tuvalet genelde evlerimizin dışında olurdu. Karda kışta elimizde taharet ırbığı hacetimizi oralarda giderirdik. Ama yine daha mutlu, daha sosyal bir toplumduk. Annelerimiz, kadınlarımız kendi ekmeklerini kendileri yapar, kendi küçük küçük tarhlarında domates, biber soğan yetiştirir, tavuk beslerdi. Yine bir çok evde o kara inek denen yerli inekler olur, onun sütünden evin süt yoğurt ihtiyacı giderilirdi.

Benim anam terziydi. Biz de herkes gibi yamalı, ama düzgün yamanmış ve ütülenmiş elbiseler giyer, zengin sayılırdık. Analarımız çamaşırları küllü suyla yıkar, tokuçla döverdi çamaşırları. Ramazanlarda oruç tutulur, amma 'kim oruç tuttu veya tutmadı?' diye çetele tutmaz, Ramazanlar, oruçlar ve bayramlar bir hoşlukla yaşanır kutlanırdı. Çocuklarımız bayram arefesi çörek toplarlardı. Özellikle analar çocuklara ders çalıştırır, ilgilenir; öyle kreş, dershane gibi şeyler bilinmezdi. Çünkü çocuklar sınavlarda sorulacak bilgileri okullarda öğretmenlerinden öğrenirdi.

Öğretmenlere saygı gösterilir. Onlar da bu saygıyı hak edecek şekilde davranır, özellikle küçük yerleşim birimlerinde sanki çocuklarla tek tek ilgilenirdi. Yani oralarda da sıcak bir yaşam ve ilişkiler vardı.

O günlerde türban diye bir sorun hiç yoktu. Kadınlar başlarına kendilerine yakıştırdıkları baş örtülerini takar veya başı açık olurdu. Ama kıra tarlaya giden kadınların hepsi tarlanın, harmanın tozundan toprağından korunmak için başlarını örterdi. Kimse kimseye 'senin başın açık, sen başını örtmüşsün' demezdi.

Yine o zaman kadınlar çok az da olsa boş kalan zamanlarında oturur sohbet, dedikodu ederdi. Ama hiç birisi birbirini aşağılayıcı, yerici olmazdı. Yani o zamanlar daha samimi olan daha güçlü sosyal ilişkiler ve bağlar vardı. Daha hoş bir yaşam vardı.

Sonra zaman değişti. Fırın ekmekleri çıktı. Evlere elektrik geldi çeşme geldi. Banyolar ve tuvaletlerin çoğu içeri alındı. Çamaşır makinesi ve buzdolabı alındı. Artık elde yıkamak yoktu. Yiyecekler marketlerde hazır satılıyor, Öyle domatesi biber yetiştirme, tavuk, inek besleme gibi şeyler zahmet haline gelip terk edildi.

Kadınlarımız oturup sohbet etmeye daha çok zaman buldular. Bu sefer başları sıkma bağla bağlayıp, ellerinde din kitapları din sohbetlerine ağırlık verip birbirlerine din öğretme yarışına girdiler, Çocuklarıyla, evleriyle ilgileri azaldı. O küçük küçük eve katkı sağlayan üretimden koptular. Daha az sosyal hale geldiler. Genelde kendi içlerine kapandıkları için, çevreye ilgileri azaldı. Çünkü kreşler, dershaneler çıktı. Yani kadınlarımız daha çok zaman bulup birbiriyle beraber olma olanağına kavuştular, ama bu zamanı yukarıda yazdığım gibi geçirmeyi seçtiler. Çocuklar dershanelere gönderilir oldu. Öğretmenin hiç saygınlığı kalmadı. En itilip kakılan meslek haline geldi. 

Yani zaman değişti, insanlar değişti. Ama bazı şeyleri beleşine yaşama veya edinme huyumuz hiç değişmedi. 

Bunlar aklıma geldi. Bizim demokrasi içinde yaşamamız için çok şeyin değişmesini, önce kendimizin değişmesini, içinde yaşadığımız gerçekleri gerçekten fark edip, o gerçeklerin bize gösterdiği gibi bir yaşam biçimine, sosyal ilişkilere yönelmemizin zorunlu hale geldiğini düşündüm. Demokratik değerleri içselleştirmiş toplumsal yapıya kavuşmak için gerçekten önce kendi içimizde samimi ve dürüst olmamız ve bu demokratik yaşamı gerçekten istiyorsak, onun için gerekli çabayı, mücadeleyi göze almamız gerektiğini, toplumların tarihinin bunu, bedel ödemeden hiç bir hakkın elde dilemeyeceğini veya eldeki demokratik hakkın korunamayacağını yazdığını düşündüm.

Oksijen makinesi burnuma bağlı aklıma bunlar geldi; sonra kalkıp unutmadan bunları yazdım. Umarım okuyan olur