27 Ağustos 2017 Pazar
AKLIMA GELDİ YAZDIM
Oksijen makinesine bağlı uzanmış
yatarken aklıma düştü 'biz ne kadar demokratız?' diye. Aklıma meslek örgütleri
geldi. Örneğin geçtiğimiz gün çıkarılan bir yasa ile etkisiz hale getirilmek istenen TMMOB. Onun bu yasa çalışmasına tepkisi ve bu tepkinin desteklenmesi
çağrılarını düşündüm. Sonra aklıma Mimar ve Mühendis odalarının illerdeki
durumunu düşündüm.
Bu en akıllı insanlarımızın okuyup
edindiği mesleklerin örgütlerine o en akıllı insanların ne kadarının sahip
çıktığını düşündüm. Öğretmenler, doktorlar geldi aklıma. Sonra
avukatlar. Türkiye Barolar Birliği başkanı seçilen Feyzioğlu'nun veya
tek tek Baro başkanlarının, örneğin Dünya'nın en büyük çok üyeye sahip barosu
veya baroları arasında olmakla övünen İstanbul Baro başkanın kaç oyla
seçildiği, seçime kaç baro üyesi avukatın katıldığı ve o baronun üye sayısının
kaç kişi olduğunu düşündüm. Rakamlar çok aklımda değildi, ama temsil anlamında
seçilenlerin oy olarak o örgütün seçime katılanların en fazla oy aldığını, ama
buna rağmen azınlıkça seçildiğini biliyordum:
Bu bütün meslek örgütlerinde,
demokratik kitle örgütlerinde üç aşağı beş yukarı aynıydı. Hakeza İşçi
Sınıfımızın en önemli örgütlenmesi sendikaların durumu da çok farksız değildi.
Zaten çalışanların neredeyse yaklaşık yarısı sigortasız kaçak çalışırken, sigortalı
çalışanların da belki yarısından azı, hatta üçte biri ancak sendikalıydı. O
sendikaların da durumu herkesin malumu.
Yani gördüğüm biz toplum olarak
örgütsüzlüğü seven bir toplumuz. Hiç örgütlenmeden, o zahmetlere girmeden
'armut piş, ağzıma düş' örneği her hakkın bize tanınmasını istiyoruz. Belli
sebeplerle bu isteğimizi yüksek sesle dile getiremeyip 'mını mını' ediyorsak da
aklımızdan geçen o.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarından
bu yana pek çok hakkı beleşine ele geçirmişiz. Örneğin demokrasi gibi, seçme
seçilme hakkı gibi hakları. Kadınlarımıza oy kullanma hakkı tanınmış. Medeni
hukuka göre evlenme uygulamaya geçmiş. Kadının mirasta eşit pay hakkı sağlanmış
'İki kadının şahitliği ancak bir erkeğin şahitliğine eşittir' gibi hukuktaki
garabetler giderilip erkekle eşit yurttaşlık hakkı tanınmış. Çok partili
demokrasiye bile beleşine geçtiğimiz için sahip çıkamamışız. Ondan sonraki
süreçte devrim diye yutturulan, aslında halkta o sıralar gelişen demokratik
tepkinin doğru şekilde iktidar değiştirmesini engelleyen 27 Mayıs Askeri
darbesi sonrası yine beleşine bazı demokratik haklar sağlanmış. Çalışma hayatını
düzenleyen yasa ve sendikalaşma hakkı beleşine tanınmış. Bütün beleşine
kazançlar gibş birileri gelip o hakları budamış, ona da ses çıkaramamış. Yani
kısaca beleşine yaşamaya alışkın bir toplumuz vesselam.
Bunları düşünürken aklıma sosyal
yaşamımız geldi. Eskiden elektriklerimiz, evlerimizin suyu, banyosu yoktu.
Tuvalet genelde evlerimizin dışında olurdu. Karda kışta elimizde taharet ırbığı
hacetimizi oralarda giderirdik. Ama yine daha mutlu, daha sosyal bir toplumduk.
Annelerimiz, kadınlarımız kendi ekmeklerini kendileri yapar, kendi küçük küçük
tarhlarında domates, biber soğan yetiştirir, tavuk beslerdi. Yine bir çok evde
o kara inek denen yerli inekler olur, onun sütünden evin süt yoğurt ihtiyacı
giderilirdi.
Benim anam terziydi. Biz de
herkes gibi yamalı, ama düzgün yamanmış ve ütülenmiş elbiseler giyer, zengin
sayılırdık. Analarımız çamaşırları küllü suyla yıkar, tokuçla döverdi
çamaşırları. Ramazanlarda oruç tutulur, amma 'kim oruç tuttu veya tutmadı?'
diye çetele tutmaz, Ramazanlar, oruçlar ve bayramlar bir hoşlukla yaşanır
kutlanırdı. Çocuklarımız bayram arefesi çörek toplarlardı. Özellikle analar
çocuklara ders çalıştırır, ilgilenir; öyle kreş, dershane gibi şeyler
bilinmezdi. Çünkü çocuklar sınavlarda sorulacak bilgileri okullarda
öğretmenlerinden öğrenirdi.
Öğretmenlere saygı gösterilir.
Onlar da bu saygıyı hak edecek şekilde davranır, özellikle küçük yerleşim
birimlerinde sanki çocuklarla tek tek ilgilenirdi. Yani oralarda da sıcak bir
yaşam ve ilişkiler vardı.
O günlerde türban diye bir sorun
hiç yoktu. Kadınlar başlarına kendilerine yakıştırdıkları baş örtülerini takar
veya başı açık olurdu. Ama kıra tarlaya giden kadınların hepsi tarlanın,
harmanın tozundan toprağından korunmak için başlarını örterdi. Kimse kimseye
'senin başın açık, sen başını örtmüşsün' demezdi.
Yine o zaman kadınlar çok az da
olsa boş kalan zamanlarında oturur sohbet, dedikodu ederdi. Ama hiç birisi
birbirini aşağılayıcı, yerici olmazdı. Yani o zamanlar daha samimi olan daha
güçlü sosyal ilişkiler ve bağlar vardı. Daha hoş bir yaşam vardı.
Sonra zaman değişti. Fırın
ekmekleri çıktı. Evlere elektrik geldi çeşme geldi. Banyolar ve tuvaletlerin çoğu
içeri alındı. Çamaşır makinesi ve buzdolabı alındı. Artık elde yıkamak yoktu.
Yiyecekler marketlerde hazır satılıyor, Öyle domatesi biber yetiştirme, tavuk,
inek besleme gibi şeyler zahmet haline gelip terk edildi.
Kadınlarımız oturup sohbet etmeye
daha çok zaman buldular. Bu sefer başları sıkma bağla bağlayıp, ellerinde din
kitapları din sohbetlerine ağırlık verip birbirlerine din öğretme yarışına
girdiler, Çocuklarıyla, evleriyle ilgileri azaldı. O küçük küçük eve katkı
sağlayan üretimden koptular. Daha az sosyal hale geldiler. Genelde kendi içlerine
kapandıkları için, çevreye ilgileri azaldı. Çünkü kreşler, dershaneler çıktı.
Yani kadınlarımız daha çok zaman bulup birbiriyle beraber olma olanağına
kavuştular, ama bu zamanı yukarıda yazdığım gibi geçirmeyi seçtiler. Çocuklar
dershanelere gönderilir oldu. Öğretmenin hiç saygınlığı kalmadı. En itilip
kakılan meslek haline geldi.
Yani zaman değişti, insanlar
değişti. Ama bazı şeyleri beleşine yaşama veya edinme huyumuz hiç
değişmedi.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder