30 Aralık 2016 Cuma

YIL BAŞI KAZI



Komşu yakından köydendi.

O köy geniş bir çayırlık kenarında kurulmuştu.

Çayırlık demek; üzerinde kısa çayır otları olan geniş arazi demekti. Çayırlıklar geniş sulak ovaların bir kısmını işgal eder. Sulak ova da; adı üzerinde çok su alan yerdir.

İşte bu köy de geniş bir ovada çayırlığın hemen kenarında kurulmuştu.

Çayırlık ‘yukarıda da yazdığım gibi’ baştanbaşa yemyeşil çayır otları ve bu yemyeşil arazinin üzerinde yer yer su birikintileri ve “öz” diye tanımlanan bataklıklardan oluşuyordu.

Bu köyün ‘çayırlığı da içine alan’ ovada geniş verimli tarlaları da vardı. Köyün geniş sulak çayırlığında inek, eşek sürülerinin yanında ‘diğer köylerde pek görülmeyen! bir bataklık hayvanı olan mandalarla beraber su ve çayırlık hayvanı olan kaz sürüleri vardı.

Bu köy özellikle kaz sürüleriyle çok ünlüydü. Köylüler kaz sürülerini her gün köyün çayırlığın başında köyün kaz çobanına teslim ederdi. Kaz çobanı da geniş çayırlarda bu kazları güderdi. Manda ve diğer at eşek ve inek ve öküz sürüleri için de ayrı çobanlar vardı. O çobanlar da geniş çayırlarda köylünün bu hayvanlarını güderdi ‘otlatırdı’.

Bu çayırlık bir yanda manda, at, eşek, inek ve öküz sürüleri, diğer yanda kaz sürüleri ile birlikte özellikle baharda çayırın yeşilliği içinde açmış kırmızı, sarı, mor ve pembe çiçeklerin arasında çok hoş görünürdü. Ayrıca çayırın sulak yerlerinde diğer su kuşları da sürüle halinde çayırın rengarenk görüntüsü üzerinde uçup konarak ayrı bir hoşluk oluştururdu.

İşte bu geniş çayırlıkta akşama kadar yayılan ‘yani otlayan’ kaz sürüleri manda, at, eşek, öküz ve inek sürüleriyle birlikte yanlarında çobanları akşam üzerleri köye dönerdi. Tam köyün girişinde manda, ata, eşek, inek ve öküzlerle birlikte kazlar kendiliğinden gurup gurup ayrılarak sahiplerinin evlerine yönelirdi.

Bu sırada köyün sokaklarında kazlar sesleri, manda ve inek, öküz böğürtüleri ve eşek anırmalarıyla tam bir ses cümbüşü oluşurdu.

Köyün içine dağılan bu hayvanlar sahiplerinin evlerinin önüne geldiğinde bahçe kapısı açıksa bahçeye girer, eğer kapı kapalıysa sahipleri gelinceye kadar kapının önünde bekleşirdi. Öyle ki; hiçbir kaz veya at, eşek, inek, öküz ve manda şaşırıp da bir başkasının evinin önüne kesin gitmezdi.

Bunu bilen hayvanların sahipleri evlerinin önünde kaz ve manda, at, eşek, inek ve öküz sesi duyunca gelip onları içeri alır, önlerine su koyar ve sonra onları yatacakları bölüme götürürdü.

Kazlar genellikle evin bahçesinde kalır; orada akşama kadar bahçede tüneyen tavuk ve horozlara çalımlanırdı.

Sanki onlara “siz akşama kadar burada pineklerken biz nereleri gezip, gördük bir bilseniz” der gibi tıslayarak bahçede dolaşırdı.

İşte komşu o köydeki babasının evinden bir gurup kazı yılbaşında satmak için kasabadaki evine getirmişti. O komşunun bahçesi de çok genişti. Bahçede ayrıca tavukları ve horozları, ahırında at ve ineği de vardı. Kazlar da gelince mahalleye renk gelmişti. Ortalık kaz sesinden geçilmiyordu. Çünkü kazlar çok gürültücü hayvanlardı.

Komşu kadın o kazlardan bir tanesini Ayşe hanıma “yılbaşına kadar besler, yılbaşında kesip yersiniz” diye hediye etmişti.

Ayşe hanımın evinin de bahçesi vardı. Zaman zaman o bahçede yaptığı kümeste tavuk, horoz beslemişti; ama hiç kaz beslememişti. Ve uzun süredir zaten kümes boştu.

Komşu hanımın getirdiği o kazı bahçeye kapısı açık olan kümese koydu. Ve komşu hanımın tembih ettiği gibi bir avuç darıyı da oraya serpti, ayrıca bir de su kabı koydu. O gün akşama kadar kazın yanına hiç gitmedi.

Akşamüzeri bahçeye gidince kazın komşu evin duvarının dibinde beklediğini gördü. O sırada komşu evin bahçesinden kazların sesleri geliyordu. Kazı öyle görünce “ayy! Yazık arkadaşlarını özlemiş” dedi. Getirdiği bir avuç darıyı kazın önüne serpti. Bir süre kazın darıyı haşır haşır yiyişini seyrettikten sonra bahçeden çıkıp evine geldi.

Akşam gelen kocasına ve okuldan dönen çocuklara komşunun kaz hediye ettiğini söyledi. Birlikte ellerinde el feneri bahçeye gittiler, kümesin içine giren kazı seyrettiler.

Gece olmuştu ve bu sırada komşu bahçeden de kaz sesi gelmiyordu. Her halde onlar da tüneklerine girmişti. Ayşe Hanım öyle düşündü, gündüz kazın o sesleri duyunca nasıl telaşlandığını söyledi.

Kocası ve çocuklarla bir süre daha kazı el fenerinin ışığında seyredip eve döndüler.

Ertesi sabah Ayşe Hanım kocasına ve çocuklarına kahvaltılarını yaptırmış; kocasını işine, çocukları da okula uğurlayıp eve girmişti.

Bahçe tarafında bir takırtıdır gidiyordu. Merak edip bahçeye girince takırtıyı kazın gagasını bahçe kapısına vurarak çıkardığını gördü. Kaz Ayşe Hanım bahçeye girince bir ona, bir kapıya bakıyordu.

Ayşe Hanım “bakalım ne yapacak?” diye bahçe kapısını açıp kazın önünden çekildi. Kaz bahçe kapısından çıktı. Başını eğerek Ayşe Hanıma ‘teşekkür eder gibi’ baktı. Sonra sallana sallana sokaktan aşağı yürüdü.

Kaz önde Ayşe Hanım arkada; kaz sokaktan aşağı indi, köşeden döndü doğru komşunun bahçeye yöneldi.

Ayşe Hanım anlamıştı. Kaz arkadaşlarının sesine dayanamamış, vura vura kapıyı açtırmış; şimdi oraya gidiyordu. Ayşe Hanım kazın kaybolmayacağını anlamıştı, oradan geri döndü.

Az sonra komşu hanım geldi. Ayşe Hanıma “siz kaz gitti diye hiç meraklanmayın; o oraya bizim kazlarla oynamaya gelmiş. Siz akşam ona darı verdiğiniz için o mutlaka geri gelir” dedi.

Ayşe Hanım “olsun varsın komşu; sizin kazların arasında dursun, ben oraya da darı getiririm” dedi.

Ama komşu kadın gülerek “siz kazları tanımazsınız. O bir eve sahiplendi mi döner mutlaka o eve gelir” dedi. Ayşe Hanım komşu kadının bu sözlerini kendini teselli için söylediğini düşünüp, lafı uzatmamak için sustu. Komşu kadın da izin isteyip gitti.

Ayşe Hanım akşam eve gelen kocasına ve çocuklarına kazın gittiğini söyledi. Çocuklar çok üzülmüştü. Birlikte yemeğe oturdular.

Bu sırada kapının “tak tak” çalındığını duydular. Ayşe Hanım “hayırdır bu saatte kim acaba?” deyip kapıya gitti. Kapıyı açınca kazın boynunu sallayarak kendine baktığını gördü. “Ayyy! Kaz dönmüş” dedi. Onun bu sesine kocası ve çocukları duyup geldi. Bu sırada Ayşe Hanım çuvaldan aldığı bir avuç darıyı kapının önüne attı. Kaz önüne atılan darıları “haşır haşır” diye ses çıkarak yedi. Sonra boynunu eğerek onlara baktı. Ve sallana sallana aşağı doğru yürüdü gitti. Ayşe Hanım çocuklar ve kocası kazın arkasından bakıp kaldılar. Onun yine komşu kadının bahçesindeki kazların yanına gittiğini düşünüp, içeri girip yemeklerini yediler.

Çocuklar ders çalıştı. Onlar karı koca televizyon seyretti. Yatma vakti gelince odalarına yatmak için geçtiler. Bu sırada kapı yine “tak tak” edince karı koca merakla kapıya çıktılar.

Kaz boynunu sallayarak kapıya bakıyordu. Kapı açılınca gidip bahçe kapısının önüne durdu; Ayşe Hanıma “kapıyı aç” der gibi bakıyordu. Ayşe Hanım ve kocası şaşkın bahçe kapısını açtılar. Kaz sallana sallana bahçe kapısından girip bahçede kayboldu.

Kaz artık her gün bahçe kapısını takırdatıyor; kapı açılınca önüne atılan darıyı yiyip komşu evin bahçesindeki kazların yanına gidiyor; akşam gelip akşam darısını yiyor, tekrar komşu evin bahçesine gidiyor, geç vakit de eve dönüyordu.

Bu gelip gidişler yılbaşına kadar sürdü. Komşu kadın evdeki kazlarının hepsini yılbaşında sattı. Ayşe Hanımsa kazı yılbaşında kesmeye kıyamadı.

Bu sırada komşu bahçede kaz sesleri kesilince Ayşe hanımın kazı sanki bir şeylerin farkına varmış gibi çok mahzunlaşmıştı.

Bunu fark eden Ayşe Hanım üç tavuk bir de horoz satın alıp kazın yanına kümese koydu. Kaz önceleri tavuklara ve horoza yabancılık çektiyse de sonradan onlara alıştı.

Ve onlar farklı farklı sesler çıkaran farklı farklı canlılar olsalar da aynı bahçede, aynı kümeste birlikte uyum içinde Ayşe Hanımın çocuklarının en iyi arkadaşı olarak yaşayıp gittiler.





29 Aralık 2016 Perşembe

DEĞER MİYDİ?

         Yanımdaki yatak boştu. İçimden “inşallah sıkıntı vermeyen biri gelir” diye geçiriyordum.

Hastane, hapishane gibi yerlerde kalanlar bilir. Orada yatak veya oda komşunu seçme şansın yoktur. “Bahtına kim çıkarsa?” yani.

Eğer uyum sağlamaktan zorluk çekersen hapishanedeysen cezan, hastanedeysen hastalığın daha çekilmez hale gelir.

Tabi buralarda çok seyrek kalanlar için geçerli durumlar bunlar. Yoksa böyle hanelerin gediklisi olursan “kim komşun olsa?” senin için önemli değildir. Yaşaya yaşaya bunun önemli olmadığını; eğer önemsersen yaşamın daha çekilmez hale geleceğini bilirsin ve ‘komşun her kimse?’ onunla iyi geçinmenin yolunu bir şekilde bulursun.

Bu ya ‘höt hötlenip’ komşunu sindirerek; ya da ‘onun höt hötlenmesi sonucu’ sinerek olur; ya da ortak bir dil bulup huzuru sağlayarak.

Ben daha çok hapishane değil de hastanelerin adeta gediklisi olmuştum.

Geçmişte hapishanede görüp yaşadıklarını bir roman çalışmamda “Halim Selim” isimli karakterde resmetmeye çalıştım. Hastanede görüp yaşadıklarımı da “Öykülerle Yolculuk” başlıklı uzun öykü içinde kurgulayarak yazıyorum.

Buradan bakıp “Öykülerle Yolculuk” için hastane anıları sanılabilir. Öyle değil. Orada görüp tanıdığım; davranışlarıyla beni etkileyen Temur efendi üzerinden ellili yıllarda başlayan ve ‘taşı toprağı altın’ diyerek İstanbul yoluna düşenlerin öykülerinden hareketle o yıllardan günümüze İstanbul’un hikayesini yazmaya çalışıyorum.

O hikaye içinde değişik hanelerde veya dışarıda görüp tanıdığım kimi insanların yaşam öykülerini kurguluyorum.

Bunun ‘ne nenem bir şey olduğunu?’ o öykü yolculuğuna katılanlar bilir.

Neyse diyeceğim o değil. Burada içimden “inşallah sıkıcı biri gelmez” diye geçirirken hastane personelinin refakatinde gelen ve sonradan oldukça dramatik hikayesi olduğunu öğrendiğim birinin yanımda geçen kısacık üç beş gününü yazacağım.

Uzatmadan yazayım. Arkadaş enine boyuna ‘sonradan öğrendiğime göre yüz yirmi kilo’ biriydi. Bir bankadan emekli olmuş. Emekli ikramiyesiyle bir de evceğiz almış. O yeni evine yerleşip emekliğinin sefasını süreceği zannederken hastalanıp doktora gitmiş. Doktor “senin rahatsızlığın akciğerlerinde… Bir süre yatarak tedavi olman gerekir” deyince onu alıp benim odada boş yatağa yatırdılar.

Arkadaş iri yarı biri olunca önce biraz ürktüm tabi. Öyle ya! Ters biriyse işimiz zor.

Oralarda gedikli olmanın tecrübesiyle ona “geçmiş olsun” desem de çok ilgilenmeden ‘nasıl biri?’ anlamaya çalışırken arkadaş gelip yatağına kurulur kurulmaz kumandayı eline aldı.

Bu arada yazayım; şimdi artık hastaneler oldukça konforlu. Birçok hastanın evinde asla göremeyeceği konfor var. Kimileri bu konfora, her öğün düzenli gelen ‘güzel’ yemeklere bakıp şükrediyor “Allah devlete millete zeval vermesin” diyor.

Bu arkadaş öyle çok şükürcü değilse de; özellikle haber saatlerinde gözü ekranda yanındaki refakatçisiyle öyle iktidarı övüyor. Benim de hiç hazmetmediğim ekranda o görüntüler. Kumanda elimde olsa zaplayıp geçerim; ama kumandayı arkadaş eline aldı. Bu sırada haliyle aramızda bir soğukluk oluştu.

Bir iki gün öyle geçti; sonunda dayanamadım “arkadaşım. Bu odayı ortak kullanıyoruz. Ben bu görüntülerden rahatsızım. Buraya tedavi için geldik” deyince arkadaş kumandayı uzattı “al abi ya! Ben de sevmiyorum bunları. Öylesine takılıyorum” deyince aramızda soğukluk moğukluk kalmadı.

O saate kadar onunla hiç ilgilenmemiştim. Kumandayı uzatınca “yok. Kapat da kafa dinleyelim” dedim ve rahatsızlığının ne olduğunu sordum.

Yukarıda yazdığım gibi bankada veznedarlık yaparken emekli olduğunu; çok sigara içtiğini; onun çalıştığı sıralar para sayma makinesi olmadığını; paranın tozunu kirini yuttuğunu; hastalığının asıl sebebinin o olduğunu söyledi.

Buraya gelmeden kısa süre önce emekli ikramiyesinin yanına kredi çekip ev aldığını; o eve yenice taşındıklarını; daha eşyaları açmadan ani rahatsızlanınca hastaneye yatırıldığını söyledi.

Maaşını; sendikalı olup olmadığını sordum. Çalıştığı bankada sendika yokmuş. Ücretler de çok düşükmüş. Aldığı ikramiye ev parasının yarısına yetmemiş. Yarsını da ikramiye ile karşılamış.

Arada bir telefonla birilerini arayıp onlara talimat veriyordu.

Telefonla konuştukları çeşitli ustalarmış. Evinin eksik gediğini telefon talimatıyla tamamlatmaya çalışıyordu. En büyük hayali yeni aldığı evinin balkonunda eşiyle, çocuklarıyla bir akşam çayı içip yılların yorgunluğunu atmaktı.

O bunları anlattıkça ona daha kanım kaynadı; baştan ona karşı önyargılı davrandığımı anladım.

Odaya geldiğinin beşinci günüydü. İki kızı varmış. O gün anneleriyle birlikte ziyaretine geldiler. Büyük kız lise iki terkmiş. Küçük kız gözlüklü bıcırık bir şeydi. Bir gün önce karnesini almış. Okulunda almadık ödül bırakmamış. Ödüllerini sevinçle babasına gösterdi. Babası onu öpüp kutladı; sonra "hastaneden çıkınca sana çok güzel bir hediye alacağım" dedi. Küçük kızın 'alı al, moru mor' olmuş; çok sevinmişti.

Baba onların ziyareti ve küçük kızının başarısının gururu; küçük kız da babasını sevindirmenin ve babasının ona alacağı çok güzel hediyenin sevinci içindeydi. Bir süre daha oturup evlerine gittiler.

Arkadaş onlar gidince birden fenalaştı. Aldığı oksijen yetmiyor; kandaki karbondioksit hızla yükseliyordu. Telaşla koşup hemşireye durumu söyledim. O doktor çağırdı. Gelen doktor baktı; hastanın yoğun bakıma kaldırılması için talimat verdi. Görevliler tekerlekli sedye ile koştu geldi. Onu o sedyeye yatırıp yoğun bakıma götürdüler.

 O sırada çok şaşırmış ve üzülmüştüm; ama akıbetini öğrenememiştim.

Ertesi günü merakla tanıdığım hemşireye durumunu sordum. Durumunun iyi olmadığını; tedaviye devam edildiğini söyledi.

Yoğun bakıma kaldırıldığının ertesi gece vefat ettiğini öğrendim.

Bunu öğrenince çok üzüldüm tabi. O sıra küçük kız aklıma geldi.

Sevinç ve gurur ve heyecanla babasını bekleyen küçük kız iki gün sonra babasının tabut içinde eve geldiğini görecekti.

“Acaba babasını dört gözle beklerken; onun tabut içinde eve geldiğini görmek bu kıza nasıl izah edilir? İzah edilebilir mi? İnsan canından çok sevdiği kızlarına, sevdiklerine bu acıyı niçin yaşatır? Bu yaşatılan acı karşısında sigaradan elde ettiği şey, kazanç, zevk nedir? Küçük kıza bu acıyı yaşatmaya değermiydi?” diye düşündüm; mantıklı akla uygun bir cevap bulamadım.

BİR KÖY VAR UZAKTA O KÖY BİZİM KÖYMÜZ



O köy o yıllar görüp de unutamadığım köylerin içinde; hatırladıkça en içimi yakan bir köydür. Çünkü gittiğim o köylerin içinde gidilmesi en zor olanıydı. Yolu izi belli değildi.

Gerçi o sıra dolaştığım köylerin hemen hepsi dağların arasında çok yüksek yerlerinde kuruluydu. Ve bütün bu köylere ancak yaya veya atla veya katırla çıkılabiliyordu. Kışın da kızak kullanıldığını söylemişlerdi.

O köye gitmek için önce dağların arasındaki sık fundalıkları geçtim. Sonra sarp kayalar başladı. O kayalara ulaşınca atımdan indim. Çünkü atın ayağı bir kaysa ve aşağı yuvarlansak ne atın ne benim parçamı bulmak çok zordu.

Gerçi bu at eşsiz sezgisiyle ‘kaç kez?’ ölümden kurtarmıştı; ama insanın bencilliği; yine güvenememiştim ona. At da sanki beni anlamış gibi; ben önde ilerlerken arkamdan sessizce geliyordu.

Üzerinde yürüdüğümüz kayaların arasında yol gibi gözüken çok dar ‘daha çok keçi izine benzer’ şey zaman zaman kayboluyordu. O zaman kayaların arasındaki çıkıntılara basa basa ilerliyorduk.

Bütün dikkatimi yola vermiştim. Etrafta ne var hiç farkında değildim.

Kayalığın sonuna varınca durdum. Önümde bir çalılık vardı; onun dibine oturdum. At da biraz ilerimde duruyordu.

İlk kez etrafıma baktım. Geçtiğimiz kayalığa ve geçeceğimiz fundalığa bakınca çok ürktüm. Etraf çok sessizdi. Bir sigara yakacaktım etraf hep çalılıktı. Yangın çıkar diye endişelenip vazgeçtim.

Bu sessizlik çok ürkütücüydü. Fundalığı çabuk geçmek için ayağa kalktım. Bir hayvan saldırır endişesiyle ata bindim. Onun üzerinde biraz daha güvencede hissediyordum kendimi. Bu sırada kayalıklar bitmiş atın ayağının kayma tehlikesi de geçmişti. Atı süratle fundalığa sürdüm. Ancak fundalık o kadar sıktı ki; çalıların arasından ancak onlara sürtünerek geçiyorduk ve beş adım ötesi görülmüyordu.

Bu kadar sık fundalık ‘başka yerde var mı?’ bilmiyorum. Beş metre ilerine bir ordu gizlense fark etmen olanaksız… 

Gözüm çalıların arasında dalıp gitmiştim. Bir süre sonra çalılar seyrelmeye başlamıştı. Kayalıktan bu yana ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Çalılara baka baka gözlerim yorulmuştu. Önümde ince bir patika kıvrıla kıvrıla yukarı tepelere doğru gidiyordu.

O patikayı takip ettim; epey gittikten sonra önümdeki tepeye çıkınca ilerde yukarılarda eve benzer şeyler gördüm. Atı o tarafa sürdüm.

Patikada ilerliyordum. Patikanın hemen yanında yukarılardan gelen ipince su akıyordu. Su patika boyunca devam ediyordu. Bir süre sonra karşıda yukarıda tek tük evlerin gözüktüğü yere atımı sürdüm; biraz ilerleyince köy ortaya çıktı.

İleride o suyun içinde oynayan çocuklar gördüm.  Onların ilerisinde de o suda çamaşır yıkayan kadınlar vardı. Derenin üstündeki yamaca kurulu köyde bir evin dibinde yere çömelmiş veya ayakta duran erkekleri gördüm. Hemen yanındaki düzlükte her köyde gördüğüm ot yığınları vardı.

Erkeklerin bulunduğu yere atımı sürdüm; yanlarına varınca attan indim. İçlerinden biri bana doğru geldi “hoş geldin” diye elini uzattı. Tokalaştık; muhtarmış. Varto'da pazar yerinde birçok muhtarlarla karşılaşıyordum. Bu muhtarı hiç görmemiştim. Kendimi tanıttım ve köye içme suyu etüdü için geldiğimi ‘köylerine getirilebilecek su için kaynak var mı, gücü nedir’ bunları tespit edeceğimi söyledim. Hem muhtar hem diğer erkekler çok sevindi.

Muhtar “bizim burada sarılık salgını var. Aha bu derenin suyunu kullanıyoruz. İçme suyu, çamaşır suyu, yıkanma suyu hep ‘aha!’ şu dere” dedi.

“Dere” dediği bir arıkta akan ipince bir suydu.

Yanımıza kucağında çocuklarla kadınlar geldi. Yanlarında çocuklar vardı. Hemen hepsinin erkekler dahil hepsinin gözleri sapsarıydı. Muhtar kadınlara Kürtçe bir şeyler söylüyordu. “Mühendiz- rapor” falan sözlerini duyunca benden bahsedildiğini anladım. O sıra kadınların bir anda bakışları değişmişti. Adeta yalvaran “gör halimizi dercesine” bakışlarla kucağındaki çocukların gözlerindeki sarılığı göstermek için bana doğru uzatıyordu.

O sıra özellikle çocukların göz bebeklerinin sapsarı olduğunu görüp çok üzüldüm. Söyleyecek söz bulamıyordum. “Köyünüzde çeşme yapılması için geldim” de diyemezdim. Yaptığımız çalışmanın bir seçim çalışması bir yutturmaca olduğunu; iktidarın onların oyunu almak için dümen çevirdiğini de söyleyemiyordum.

Muhtara “köyün yakınında bu arıkta akan sudan başka bir su kaynağı var mı” diye sordum. Muhtar “çok yukarılarda belki vardır; ama bu derenin kaynağı az yukarıda” diyerek o arığa hala “dere” demeye devam ediyordu.

Ben “muhtar bunun neresi dere? Basbayağı su arığı bu” diyecektim. Baktım söylerken o arığın “dere” olduğuna o kadar inanarak söylüyordu ki “o dere değil arık” diyemedim. “Bu derenin kaynağını görelim” dedim ve muhtarla su kaynağına doğru yürüdük.

Haritada bu köye yakın bir kaynak gözükmüyordu; onun için merak etmiştim. Köyün arkasındaki tepeyi epey çıktık. Bir çalının dibinde küçücük bir su birikintisi vardı.

Muhtar  “işte su buradan çıkıyor” dedi. Birikintinin yanına vardık; su çok cansız bir şekilde çıkıyordu. Gerçi bu ay yer altı sularının en azaldığı aydı; ama bu su canlansa bile pek işe yaramazdı. Muhtara bunu söyleyip umutsuzluğa düşürmek istemedim. Suyun debisini tahmini olarak elimdeki deftere yazdım. Köye uzaklığını da tahmini olarak yazdım.

Muhtar dikkatle bana bakıyordu. “Muhtar ben bu suyla ilgili görüşlerimi yazdım; inşallah köye çeşme yapılır” dedim.

Birlikte köye döndük. Ben bir fırsat bulup da yaklaşan seçimlerle ilgili bir şeyler söylemek istiyordum. Bu köyün yapısı nedir bilmiyordum. Bazı köylerde Nizam Partisi çok güçlüydü. Bazı köylerde de Adalet Partisi güçlüydü. İşçi Partisinden bahsedip ters bir tepki alırım diye de çekiniyordum.

Aşağıda bizi erkek ve kadınlar merakla bekliyordu. Onların yanına geldik. Muhtar “mühendiz bey siz şöyle buyurun; ben köylüye anlatayım” dedi.

‘Ne anlatacak?’ diye merak ediyordum.

Muhtar onlarla konuştuktan sonra seçimle ilgili konuşmayı uygun buldum. Muhtarın gösterdiği yerde bir kürsüye oturdum. Muhtar biraz ileride onlara Kürtçe bir şeyler söylemeye başladı.

Ben bir sigara yaktım; bana getirilen çayı içiyordum. Bir yandan da aşağılara kıvrılarak giden yola gözüm takılmış ‘aynı yerleri tekrar nasıl geçeceğim?’ diye düşünüyordum.

Bir süre sonra muhtar elinde bir torbayla yanıma geldi. Torbayı bana uzattı. “Mühendiz bey bizim köyün raporunu başa yaz. Gözlerimizi görüyorsun. Çeşme en önce bize lazım” dedi.

Şaşırmıştım…

Torbayı elime alıp içinde ne var diye baktım. Gördüğüm şeyler karşısında çok şaşırmış ve üzülmüştüm. Torba dürüşük kağıt paralar aralarında küçük altın ve küpelerle doluydu.

Muhtar köylüleri toplamış ‘anlaşılan’ köylerinin raporunu en başa koymam için bana rüşvet olarak verilmek üzere ‘herkes bir şeyler versin’ demiş; erkekler para verirken kadın ve genç kızlar boyunlarındaki ve kulaklarındaki altınlardan vermişti.

Çok isteyip takmaya kıyamadıkları küpeleri kıyarak torbaya atmıştı. Tek istekleri vardı ‘onların köyünün raporunu en başa koymam.’

Torbanın içindekileri görünce bunlar aklıma geldi. Çok şaşırmıştım; ama kızamıyordum. Çünkü çok çaresizdiler.

Torbayla birlikte muhtar yanımda ilerideki kalabalığın yanına gittim. Çok üzgün ve heyecanlıydım. “Bakın” dedim. “Benim söyleyeceklerimi dikkatle dinleyin. Ben birçok köy dolaştım. Su yönünden en perişan köy sizin köy… Eğer bir çeşme yapılacaksa bu en önce sizin hakkınız. Sizin köye yapılması lazım... Bunun için rüşvet vermenize gerek yok” dedim.

Bu arada çevreme toplanan erkek ve kadınlara bakıyordum. Özellikle kadınlar  “ne olur bize çeşme yaptırın” diye yalvaran gözlerle bakıyordu.

O gözler öyle çaresiz bakıyordu ki! O sıra aklıma Nazım Hikmet’in “mutluluğun resmini yapabilirmisin Abidin?” dizeleri geldi. “Abidin ‘mutluluğun resmini’ yapabildi mi?” bilmiyorum; ama bence o gözler, o bakışlardı çaresizliğin görüntüsü; ya da resmi.

“Bana böyle bakmayın. Elimden ne gelirse sizin için seve seve her şeyi yaparım. Ama bunun için bu torbaya gerek yok. Bunu ne bana ne de başka gelen olursa onlara sakın vermeyin. Eğer biri size ‘ben sizin köye çeşme yaptırırım’ derse yalan söylüyordur. İnanmayın. Bu iktidarın bir oyunu… Tam seçim zamanı… Sizleri kandırmak için bizi gönderdi. Ama size yemin ediyorum eğer benim rapor işe yarayacaksa en önce sizin köye çeşme yapılmasını yazacağım” dedim. Ve torbayı muhtara uzatarak “bunu köylülere geri dağıt” dedim.

Almak istemedi. O sıra köylüler şaşkın ve çaresizlik içinde bana bakıyordu. Ben biraz sertçe “muhtar bunu köylülere geri dağıt ve onlara benim söylediklerimi tercüme et” dedim. Muhtar torbayı aldı herkes ne verdiyse onları geri dağıttı.

O sıra hepsinin bakışlarında şaşkınlık okunuyordu.

Muhtar benim söylediklerimi onlara tercüme etti. Sanırım ‘onların köyünün raporunu en başa koyacağıma yemin ettiğimi’ söylüyordu. Hepsi alkışladı. Erkeklerin hepsiyle teker teker tokalaştım atıma bindim.

Bana bakan kadınlara kızlara herkese el sallayıp oradan ayrıldım ve geldiğim yollardan geri döndüm.

Aradan bunca zaman geçti; aklıma arada bir “gitmesek de görmesek de bizim olan o köy, o köyler ne haldeler acaba?” sorusu gelir; bir cevap bulamam.