29 Aralık 2016 Perşembe

BİR KÖY VAR UZAKTA O KÖY BİZİM KÖYMÜZ



O köy o yıllar görüp de unutamadığım köylerin içinde; hatırladıkça en içimi yakan bir köydür. Çünkü gittiğim o köylerin içinde gidilmesi en zor olanıydı. Yolu izi belli değildi.

Gerçi o sıra dolaştığım köylerin hemen hepsi dağların arasında çok yüksek yerlerinde kuruluydu. Ve bütün bu köylere ancak yaya veya atla veya katırla çıkılabiliyordu. Kışın da kızak kullanıldığını söylemişlerdi.

O köye gitmek için önce dağların arasındaki sık fundalıkları geçtim. Sonra sarp kayalar başladı. O kayalara ulaşınca atımdan indim. Çünkü atın ayağı bir kaysa ve aşağı yuvarlansak ne atın ne benim parçamı bulmak çok zordu.

Gerçi bu at eşsiz sezgisiyle ‘kaç kez?’ ölümden kurtarmıştı; ama insanın bencilliği; yine güvenememiştim ona. At da sanki beni anlamış gibi; ben önde ilerlerken arkamdan sessizce geliyordu.

Üzerinde yürüdüğümüz kayaların arasında yol gibi gözüken çok dar ‘daha çok keçi izine benzer’ şey zaman zaman kayboluyordu. O zaman kayaların arasındaki çıkıntılara basa basa ilerliyorduk.

Bütün dikkatimi yola vermiştim. Etrafta ne var hiç farkında değildim.

Kayalığın sonuna varınca durdum. Önümde bir çalılık vardı; onun dibine oturdum. At da biraz ilerimde duruyordu.

İlk kez etrafıma baktım. Geçtiğimiz kayalığa ve geçeceğimiz fundalığa bakınca çok ürktüm. Etraf çok sessizdi. Bir sigara yakacaktım etraf hep çalılıktı. Yangın çıkar diye endişelenip vazgeçtim.

Bu sessizlik çok ürkütücüydü. Fundalığı çabuk geçmek için ayağa kalktım. Bir hayvan saldırır endişesiyle ata bindim. Onun üzerinde biraz daha güvencede hissediyordum kendimi. Bu sırada kayalıklar bitmiş atın ayağının kayma tehlikesi de geçmişti. Atı süratle fundalığa sürdüm. Ancak fundalık o kadar sıktı ki; çalıların arasından ancak onlara sürtünerek geçiyorduk ve beş adım ötesi görülmüyordu.

Bu kadar sık fundalık ‘başka yerde var mı?’ bilmiyorum. Beş metre ilerine bir ordu gizlense fark etmen olanaksız… 

Gözüm çalıların arasında dalıp gitmiştim. Bir süre sonra çalılar seyrelmeye başlamıştı. Kayalıktan bu yana ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Çalılara baka baka gözlerim yorulmuştu. Önümde ince bir patika kıvrıla kıvrıla yukarı tepelere doğru gidiyordu.

O patikayı takip ettim; epey gittikten sonra önümdeki tepeye çıkınca ilerde yukarılarda eve benzer şeyler gördüm. Atı o tarafa sürdüm.

Patikada ilerliyordum. Patikanın hemen yanında yukarılardan gelen ipince su akıyordu. Su patika boyunca devam ediyordu. Bir süre sonra karşıda yukarıda tek tük evlerin gözüktüğü yere atımı sürdüm; biraz ilerleyince köy ortaya çıktı.

İleride o suyun içinde oynayan çocuklar gördüm.  Onların ilerisinde de o suda çamaşır yıkayan kadınlar vardı. Derenin üstündeki yamaca kurulu köyde bir evin dibinde yere çömelmiş veya ayakta duran erkekleri gördüm. Hemen yanındaki düzlükte her köyde gördüğüm ot yığınları vardı.

Erkeklerin bulunduğu yere atımı sürdüm; yanlarına varınca attan indim. İçlerinden biri bana doğru geldi “hoş geldin” diye elini uzattı. Tokalaştık; muhtarmış. Varto'da pazar yerinde birçok muhtarlarla karşılaşıyordum. Bu muhtarı hiç görmemiştim. Kendimi tanıttım ve köye içme suyu etüdü için geldiğimi ‘köylerine getirilebilecek su için kaynak var mı, gücü nedir’ bunları tespit edeceğimi söyledim. Hem muhtar hem diğer erkekler çok sevindi.

Muhtar “bizim burada sarılık salgını var. Aha bu derenin suyunu kullanıyoruz. İçme suyu, çamaşır suyu, yıkanma suyu hep ‘aha!’ şu dere” dedi.

“Dere” dediği bir arıkta akan ipince bir suydu.

Yanımıza kucağında çocuklarla kadınlar geldi. Yanlarında çocuklar vardı. Hemen hepsinin erkekler dahil hepsinin gözleri sapsarıydı. Muhtar kadınlara Kürtçe bir şeyler söylüyordu. “Mühendiz- rapor” falan sözlerini duyunca benden bahsedildiğini anladım. O sıra kadınların bir anda bakışları değişmişti. Adeta yalvaran “gör halimizi dercesine” bakışlarla kucağındaki çocukların gözlerindeki sarılığı göstermek için bana doğru uzatıyordu.

O sıra özellikle çocukların göz bebeklerinin sapsarı olduğunu görüp çok üzüldüm. Söyleyecek söz bulamıyordum. “Köyünüzde çeşme yapılması için geldim” de diyemezdim. Yaptığımız çalışmanın bir seçim çalışması bir yutturmaca olduğunu; iktidarın onların oyunu almak için dümen çevirdiğini de söyleyemiyordum.

Muhtara “köyün yakınında bu arıkta akan sudan başka bir su kaynağı var mı” diye sordum. Muhtar “çok yukarılarda belki vardır; ama bu derenin kaynağı az yukarıda” diyerek o arığa hala “dere” demeye devam ediyordu.

Ben “muhtar bunun neresi dere? Basbayağı su arığı bu” diyecektim. Baktım söylerken o arığın “dere” olduğuna o kadar inanarak söylüyordu ki “o dere değil arık” diyemedim. “Bu derenin kaynağını görelim” dedim ve muhtarla su kaynağına doğru yürüdük.

Haritada bu köye yakın bir kaynak gözükmüyordu; onun için merak etmiştim. Köyün arkasındaki tepeyi epey çıktık. Bir çalının dibinde küçücük bir su birikintisi vardı.

Muhtar  “işte su buradan çıkıyor” dedi. Birikintinin yanına vardık; su çok cansız bir şekilde çıkıyordu. Gerçi bu ay yer altı sularının en azaldığı aydı; ama bu su canlansa bile pek işe yaramazdı. Muhtara bunu söyleyip umutsuzluğa düşürmek istemedim. Suyun debisini tahmini olarak elimdeki deftere yazdım. Köye uzaklığını da tahmini olarak yazdım.

Muhtar dikkatle bana bakıyordu. “Muhtar ben bu suyla ilgili görüşlerimi yazdım; inşallah köye çeşme yapılır” dedim.

Birlikte köye döndük. Ben bir fırsat bulup da yaklaşan seçimlerle ilgili bir şeyler söylemek istiyordum. Bu köyün yapısı nedir bilmiyordum. Bazı köylerde Nizam Partisi çok güçlüydü. Bazı köylerde de Adalet Partisi güçlüydü. İşçi Partisinden bahsedip ters bir tepki alırım diye de çekiniyordum.

Aşağıda bizi erkek ve kadınlar merakla bekliyordu. Onların yanına geldik. Muhtar “mühendiz bey siz şöyle buyurun; ben köylüye anlatayım” dedi.

‘Ne anlatacak?’ diye merak ediyordum.

Muhtar onlarla konuştuktan sonra seçimle ilgili konuşmayı uygun buldum. Muhtarın gösterdiği yerde bir kürsüye oturdum. Muhtar biraz ileride onlara Kürtçe bir şeyler söylemeye başladı.

Ben bir sigara yaktım; bana getirilen çayı içiyordum. Bir yandan da aşağılara kıvrılarak giden yola gözüm takılmış ‘aynı yerleri tekrar nasıl geçeceğim?’ diye düşünüyordum.

Bir süre sonra muhtar elinde bir torbayla yanıma geldi. Torbayı bana uzattı. “Mühendiz bey bizim köyün raporunu başa yaz. Gözlerimizi görüyorsun. Çeşme en önce bize lazım” dedi.

Şaşırmıştım…

Torbayı elime alıp içinde ne var diye baktım. Gördüğüm şeyler karşısında çok şaşırmış ve üzülmüştüm. Torba dürüşük kağıt paralar aralarında küçük altın ve küpelerle doluydu.

Muhtar köylüleri toplamış ‘anlaşılan’ köylerinin raporunu en başa koymam için bana rüşvet olarak verilmek üzere ‘herkes bir şeyler versin’ demiş; erkekler para verirken kadın ve genç kızlar boyunlarındaki ve kulaklarındaki altınlardan vermişti.

Çok isteyip takmaya kıyamadıkları küpeleri kıyarak torbaya atmıştı. Tek istekleri vardı ‘onların köyünün raporunu en başa koymam.’

Torbanın içindekileri görünce bunlar aklıma geldi. Çok şaşırmıştım; ama kızamıyordum. Çünkü çok çaresizdiler.

Torbayla birlikte muhtar yanımda ilerideki kalabalığın yanına gittim. Çok üzgün ve heyecanlıydım. “Bakın” dedim. “Benim söyleyeceklerimi dikkatle dinleyin. Ben birçok köy dolaştım. Su yönünden en perişan köy sizin köy… Eğer bir çeşme yapılacaksa bu en önce sizin hakkınız. Sizin köye yapılması lazım... Bunun için rüşvet vermenize gerek yok” dedim.

Bu arada çevreme toplanan erkek ve kadınlara bakıyordum. Özellikle kadınlar  “ne olur bize çeşme yaptırın” diye yalvaran gözlerle bakıyordu.

O gözler öyle çaresiz bakıyordu ki! O sıra aklıma Nazım Hikmet’in “mutluluğun resmini yapabilirmisin Abidin?” dizeleri geldi. “Abidin ‘mutluluğun resmini’ yapabildi mi?” bilmiyorum; ama bence o gözler, o bakışlardı çaresizliğin görüntüsü; ya da resmi.

“Bana böyle bakmayın. Elimden ne gelirse sizin için seve seve her şeyi yaparım. Ama bunun için bu torbaya gerek yok. Bunu ne bana ne de başka gelen olursa onlara sakın vermeyin. Eğer biri size ‘ben sizin köye çeşme yaptırırım’ derse yalan söylüyordur. İnanmayın. Bu iktidarın bir oyunu… Tam seçim zamanı… Sizleri kandırmak için bizi gönderdi. Ama size yemin ediyorum eğer benim rapor işe yarayacaksa en önce sizin köye çeşme yapılmasını yazacağım” dedim. Ve torbayı muhtara uzatarak “bunu köylülere geri dağıt” dedim.

Almak istemedi. O sıra köylüler şaşkın ve çaresizlik içinde bana bakıyordu. Ben biraz sertçe “muhtar bunu köylülere geri dağıt ve onlara benim söylediklerimi tercüme et” dedim. Muhtar torbayı aldı herkes ne verdiyse onları geri dağıttı.

O sıra hepsinin bakışlarında şaşkınlık okunuyordu.

Muhtar benim söylediklerimi onlara tercüme etti. Sanırım ‘onların köyünün raporunu en başa koyacağıma yemin ettiğimi’ söylüyordu. Hepsi alkışladı. Erkeklerin hepsiyle teker teker tokalaştım atıma bindim.

Bana bakan kadınlara kızlara herkese el sallayıp oradan ayrıldım ve geldiğim yollardan geri döndüm.

Aradan bunca zaman geçti; aklıma arada bir “gitmesek de görmesek de bizim olan o köy, o köyler ne haldeler acaba?” sorusu gelir; bir cevap bulamam. 


1 yorum:

  1. Bu güzel anınızı ikidir okuyorum. Bence bir fırsat bulup oralara tekrar gitmelisiniz. Böylece, o insanların gözlerdeki sarılık, çaresizlik ve çeşmenin son durumunu görür bize de anlatırsınız. Ne dersiniz?

    YanıtlaSil