O köy o yıllar görüp de unutamadığım köylerin içinde;
hatırladıkça en içimi yakan bir köydür. Çünkü gittiğim o köylerin içinde
gidilmesi en zor olanıydı. Yolu izi belli değildi.
Gerçi o sıra dolaştığım köylerin hemen hepsi dağların
arasında çok yüksek yerlerinde kuruluydu. Ve bütün bu köylere ancak yaya veya
atla veya katırla çıkılabiliyordu. Kışın da kızak kullanıldığını söylemişlerdi.
O köye gitmek için önce dağların arasındaki sık
fundalıkları geçtim. Sonra sarp kayalar başladı. O kayalara ulaşınca atımdan
indim. Çünkü atın ayağı bir kaysa ve aşağı yuvarlansak ne atın ne benim parçamı
bulmak çok zordu.
Gerçi bu at eşsiz sezgisiyle ‘kaç kez?’ ölümden
kurtarmıştı; ama insanın bencilliği; yine güvenememiştim ona. At da sanki beni
anlamış gibi; ben önde ilerlerken arkamdan sessizce geliyordu.
Üzerinde yürüdüğümüz kayaların arasında yol gibi
gözüken çok dar ‘daha çok keçi izine benzer’ şey zaman zaman kayboluyordu. O
zaman kayaların arasındaki çıkıntılara basa basa ilerliyorduk.
Bütün dikkatimi yola vermiştim. Etrafta ne var hiç
farkında değildim.
Kayalığın sonuna varınca durdum. Önümde bir çalılık
vardı; onun dibine oturdum. At da biraz ilerimde duruyordu.
İlk kez etrafıma baktım. Geçtiğimiz kayalığa ve
geçeceğimiz fundalığa bakınca çok ürktüm. Etraf çok sessizdi. Bir sigara
yakacaktım etraf hep çalılıktı. Yangın çıkar diye endişelenip vazgeçtim.
Bu sessizlik çok ürkütücüydü. Fundalığı çabuk geçmek
için ayağa kalktım. Bir hayvan saldırır endişesiyle ata bindim. Onun üzerinde
biraz daha güvencede hissediyordum kendimi. Bu sırada kayalıklar bitmiş atın
ayağının kayma tehlikesi de geçmişti. Atı süratle fundalığa sürdüm. Ancak
fundalık o kadar sıktı ki; çalıların arasından ancak onlara sürtünerek
geçiyorduk ve beş adım ötesi görülmüyordu.
Bu kadar sık fundalık ‘başka yerde var mı?’
bilmiyorum. Beş metre ilerine bir ordu gizlense fark etmen olanaksız…
Gözüm çalıların arasında dalıp gitmiştim. Bir süre
sonra çalılar seyrelmeye başlamıştı. Kayalıktan bu yana ne kadar zaman geçti
bilmiyorum. Çalılara baka baka gözlerim yorulmuştu. Önümde ince bir patika
kıvrıla kıvrıla yukarı tepelere doğru gidiyordu.
O patikayı takip ettim; epey gittikten sonra önümdeki
tepeye çıkınca ilerde yukarılarda eve benzer şeyler gördüm. Atı o tarafa
sürdüm.
Patikada ilerliyordum. Patikanın hemen yanında
yukarılardan gelen ipince su akıyordu. Su patika boyunca devam ediyordu. Bir
süre sonra karşıda yukarıda tek tük evlerin gözüktüğü yere atımı sürdüm; biraz
ilerleyince köy ortaya çıktı.
İleride o suyun içinde oynayan çocuklar gördüm. Onların ilerisinde de o suda çamaşır yıkayan
kadınlar vardı. Derenin üstündeki yamaca kurulu köyde bir evin dibinde yere
çömelmiş veya ayakta duran erkekleri gördüm. Hemen yanındaki düzlükte her köyde
gördüğüm ot yığınları vardı.
Erkeklerin bulunduğu yere atımı sürdüm; yanlarına
varınca attan indim. İçlerinden biri bana doğru geldi “hoş geldin” diye elini
uzattı. Tokalaştık; muhtarmış. Varto'da pazar yerinde birçok muhtarlarla
karşılaşıyordum. Bu muhtarı hiç görmemiştim. Kendimi tanıttım ve köye içme suyu
etüdü için geldiğimi ‘köylerine getirilebilecek su için kaynak var mı, gücü
nedir’ bunları tespit edeceğimi söyledim. Hem muhtar hem diğer erkekler çok
sevindi.
Muhtar “bizim burada sarılık salgını var. Aha bu
derenin suyunu kullanıyoruz. İçme suyu, çamaşır suyu, yıkanma suyu hep ‘aha!’
şu dere” dedi.
“Dere” dediği bir arıkta akan ipince bir suydu.
Yanımıza kucağında çocuklarla kadınlar geldi.
Yanlarında çocuklar vardı. Hemen hepsinin erkekler dahil hepsinin gözleri
sapsarıydı. Muhtar kadınlara Kürtçe bir şeyler söylüyordu. “Mühendiz- rapor”
falan sözlerini duyunca benden bahsedildiğini anladım. O sıra kadınların bir
anda bakışları değişmişti. Adeta yalvaran “gör halimizi dercesine” bakışlarla
kucağındaki çocukların gözlerindeki sarılığı göstermek için bana doğru
uzatıyordu.
O sıra özellikle çocukların göz bebeklerinin sapsarı
olduğunu görüp çok üzüldüm. Söyleyecek söz bulamıyordum. “Köyünüzde çeşme
yapılması için geldim” de diyemezdim. Yaptığımız çalışmanın bir seçim çalışması
bir yutturmaca olduğunu; iktidarın onların oyunu almak için dümen çevirdiğini
de söyleyemiyordum.
Muhtara “köyün yakınında bu arıkta akan sudan başka
bir su kaynağı var mı” diye sordum. Muhtar “çok yukarılarda belki vardır; ama
bu derenin kaynağı az yukarıda” diyerek o arığa hala “dere” demeye devam
ediyordu.
Ben “muhtar bunun neresi dere? Basbayağı su arığı bu”
diyecektim. Baktım söylerken o arığın “dere” olduğuna o kadar inanarak
söylüyordu ki “o dere değil arık” diyemedim. “Bu derenin kaynağını görelim”
dedim ve muhtarla su kaynağına doğru yürüdük.
Haritada bu köye yakın bir kaynak gözükmüyordu; onun
için merak etmiştim. Köyün arkasındaki tepeyi epey çıktık. Bir çalının dibinde
küçücük bir su birikintisi vardı.
Muhtar “işte su
buradan çıkıyor” dedi. Birikintinin yanına vardık; su çok cansız bir şekilde
çıkıyordu. Gerçi bu ay yer altı sularının en azaldığı aydı; ama bu su canlansa
bile pek işe yaramazdı. Muhtara bunu söyleyip umutsuzluğa düşürmek istemedim.
Suyun debisini tahmini olarak elimdeki deftere yazdım. Köye uzaklığını da
tahmini olarak yazdım.
Muhtar dikkatle bana bakıyordu. “Muhtar ben bu suyla
ilgili görüşlerimi yazdım; inşallah köye çeşme yapılır” dedim.
Birlikte köye döndük. Ben bir fırsat bulup da yaklaşan
seçimlerle ilgili bir şeyler söylemek istiyordum. Bu köyün yapısı nedir
bilmiyordum. Bazı köylerde Nizam Partisi çok güçlüydü. Bazı köylerde de Adalet
Partisi güçlüydü. İşçi Partisinden bahsedip ters bir tepki alırım diye de
çekiniyordum.
Aşağıda bizi erkek ve kadınlar merakla bekliyordu.
Onların yanına geldik. Muhtar “mühendiz bey siz şöyle buyurun; ben köylüye anlatayım”
dedi.
‘Ne anlatacak?’ diye merak ediyordum.
Muhtar onlarla konuştuktan sonra seçimle ilgili
konuşmayı uygun buldum. Muhtarın gösterdiği yerde bir kürsüye oturdum. Muhtar
biraz ileride onlara Kürtçe bir şeyler söylemeye başladı.
Ben bir sigara yaktım; bana getirilen çayı içiyordum.
Bir yandan da aşağılara kıvrılarak giden yola gözüm takılmış ‘aynı yerleri
tekrar nasıl geçeceğim?’ diye düşünüyordum.
Bir süre sonra muhtar elinde bir torbayla yanıma
geldi. Torbayı bana uzattı. “Mühendiz bey bizim köyün raporunu başa yaz.
Gözlerimizi görüyorsun. Çeşme en önce bize lazım” dedi.
Şaşırmıştım…
Torbayı elime alıp içinde ne var diye baktım. Gördüğüm
şeyler karşısında çok şaşırmış ve üzülmüştüm. Torba dürüşük kağıt paralar
aralarında küçük altın ve küpelerle doluydu.
Muhtar köylüleri toplamış ‘anlaşılan’ köylerinin
raporunu en başa koymam için bana rüşvet olarak verilmek üzere ‘herkes bir
şeyler versin’ demiş; erkekler para verirken kadın ve genç kızlar
boyunlarındaki ve kulaklarındaki altınlardan vermişti.
Çok isteyip takmaya kıyamadıkları küpeleri kıyarak
torbaya atmıştı. Tek istekleri vardı ‘onların köyünün raporunu en başa koymam.’
Torbanın içindekileri görünce bunlar aklıma geldi. Çok
şaşırmıştım; ama kızamıyordum. Çünkü çok çaresizdiler.
Torbayla birlikte muhtar yanımda ilerideki kalabalığın
yanına gittim. Çok üzgün ve heyecanlıydım. “Bakın” dedim. “Benim
söyleyeceklerimi dikkatle dinleyin. Ben birçok köy dolaştım. Su yönünden en
perişan köy sizin köy… Eğer bir çeşme yapılacaksa bu en önce sizin hakkınız.
Sizin köye yapılması lazım... Bunun için rüşvet vermenize gerek yok” dedim.
Bu arada çevreme toplanan erkek ve kadınlara
bakıyordum. Özellikle kadınlar “ne olur
bize çeşme yaptırın” diye yalvaran gözlerle bakıyordu.
O gözler öyle çaresiz bakıyordu ki! O sıra aklıma
Nazım Hikmet’in “mutluluğun resmini yapabilirmisin Abidin?” dizeleri geldi.
“Abidin ‘mutluluğun resmini’ yapabildi mi?” bilmiyorum; ama bence o gözler, o
bakışlardı çaresizliğin görüntüsü; ya da resmi.
“Bana böyle bakmayın. Elimden ne gelirse sizin için
seve seve her şeyi yaparım. Ama bunun için bu torbaya gerek yok. Bunu ne bana
ne de başka gelen olursa onlara sakın vermeyin. Eğer biri size ‘ben sizin köye
çeşme yaptırırım’ derse yalan söylüyordur. İnanmayın. Bu iktidarın bir oyunu…
Tam seçim zamanı… Sizleri kandırmak için bizi gönderdi. Ama size yemin ediyorum
eğer benim rapor işe yarayacaksa en önce sizin köye çeşme yapılmasını
yazacağım” dedim. Ve torbayı muhtara uzatarak “bunu köylülere geri dağıt”
dedim.
Almak istemedi. O sıra köylüler şaşkın ve çaresizlik
içinde bana bakıyordu. Ben biraz sertçe “muhtar bunu köylülere geri dağıt ve
onlara benim söylediklerimi tercüme et” dedim. Muhtar torbayı aldı herkes ne
verdiyse onları geri dağıttı.
O sıra hepsinin bakışlarında şaşkınlık okunuyordu.
Muhtar benim söylediklerimi onlara tercüme etti.
Sanırım ‘onların köyünün raporunu en başa koyacağıma yemin ettiğimi’
söylüyordu. Hepsi alkışladı. Erkeklerin hepsiyle teker teker tokalaştım atıma
bindim.
Bana bakan kadınlara kızlara herkese el sallayıp
oradan ayrıldım ve geldiğim yollardan geri döndüm.
Aradan bunca zaman geçti; aklıma arada bir “gitmesek
de görmesek de bizim olan o köy, o köyler ne haldeler acaba?” sorusu gelir; bir
cevap bulamam.
Bu güzel anınızı ikidir okuyorum. Bence bir fırsat bulup oralara tekrar gitmelisiniz. Böylece, o insanların gözlerdeki sarılık, çaresizlik ve çeşmenin son durumunu görür bize de anlatırsınız. Ne dersiniz?
YanıtlaSil