Merhaba;
nihayet yün çorapları çektim ayağıma. “Yün çorapları çektim ayağıma” dedim.
Çünkü yün çorabı giyince ‘çorabı ayağıma çektim’ denir.
Bu yün
çoraplar koyun, keçi yününden el örgüsüdür.
Eskilerden
bizim orada kadınların elinde örgü şişi ‘torbasında yün ipliği’ işte kayıtta
sürekli bir şey ‘daha çok çorap’ örer/di. Çünkü o yıllar henüz fabrika işi
çoraplar yaygın değildi. Sonra onlar daha çok naylon iplikle örülmüş çoraplar.
Yani sentetik. Ayağı ısıtmaz.
El örgüsü yün çorap öyle mi? Yalın ayak kara bassan da ayağını üşütmez. Çok çok ıslanır. Çıkarır sobanın veya ocağın yanında kurutup tekrar giyersin. Eskiden o yün çorapların üstüne çarık giyerlermiş. O şekilde karda kışta çok rahat dolaşırlarmış.
El örgüsü yün çorap öyle mi? Yalın ayak kara bassan da ayağını üşütmez. Çok çok ıslanır. Çıkarır sobanın veya ocağın yanında kurutup tekrar giyersin. Eskiden o yün çorapların üstüne çarık giyerlermiş. O şekilde karda kışta çok rahat dolaşırlarmış.
Bizim
oralarda koyun keçi boldu/r. Tabi eskiden. Onun için kelimeyi böldüm. Ben
hatırlıyorum çocukluğumda bir çok ailenin koyun keçi sürüsü vardı. Onun için
yün bol. Eğir eğir iplik yap; sonra iplerden kazak, çorap ör; giysin çoluk
çocuk.
Eskiyince;
yani bir yerinden delinince korkma; aşı yapıverirler oraya; sorun olmaz.
Benim ailem;
daha doğrusu babam hep esnaf olduğu için bizde koyun keçi olmadı; ama anam
hamarattı. Hem terzilik vardı; hem de örgücülük. Onun için biz diğer ailelerin
çocuklarına göre daha şanslıydık.
Anam
eskilerimizi ustaca yama yapar, büyüklerinkini küçültür ve hep temiz ütülü
giydirirdi. Bu arada yün çorabımız da olurdu.
Tabi zamanla
her şey değişti. Kadınlar "hanımlaştı." Eskisi gibi 'elinde şişi' çorap kazak örene
veya elinde tengireği yün eğiren kadına pek; hatta hiç rastlanmıyor artık.
Gerçi bizim oralarda çok eskilerden elinde örgü şişi çorap kazak örme veya elde tengirek yün eğirme işini erkekler de yaparmış.
Bu dediğim daha eskilerden. "Gayfeye gidene gumarcı bu" dendiğinde veya "gayfeye gitme" daha çok ileri yaşlarda olanların hakkı olduğundan özellikle genç evli erkekler elde örgü şişi çorap kazak örerek veya tengireğiyle yün eğirerek 'hana vakıt geçsin deyi' vakit geçirirmiş.
Yani etraftan "ne o oğlum seni garı tengireği eline vermiş gine" diye kendiyle dalga geçmeye hazırlananlara 'peşin peşin' "ula vakıt geçmeyo da aldım elime tengireği" veya "şişi" diye baştan savunmaya geçermiş.
Aslında söylediği yalan da değil. Şimdiki gibi öyle "salon salomanje ev nerede?" Hepi topu bi göz ev. Yani evde fazladan istese de 'hele akşamları' erkeğe oturacak yer yok. Sonra şimdilerin televiyonu zaten yok. "Irdadıyo" o da parası olan bir iki kişide var.
Onlar 'sağ olsunlar' yaz günleri pencere önüne koydukları "ıradıyoyla" köye naklen yayın yaparmış. Tabi keyfi olursa. Olmazsa "çat" kapatır O sıra pencereye yakın "ıradıyo" dinleyenler bakar kalırmış. Onun için kendilerine oyalanacak bir şey ararlarmış.
Ya kemik dikmeci gibi, göt kazmacı gibi 'sonraları daha küçük yaştakilerin oynadığı' oyunları oynar ya da yukarıda elde şiş veya tengirek çorap, kazak örer veya yün eğirirmiş.
Tabi bunlar harmanda arta kalan uzun yaz günlerinin ritüeliymiş köy ve kasabalarda.
Kış geldi mi bunlar adına 'tırkaz' denen varlıklı köylülerin hayvan ahırlarının yanında köyün gençleri için ayırdıkları odalarda toplaşırmış. Özellikle gençler.
Yeni yetişip gelenlere oralar da yasakmış. Onlar 'tırkazlara' yakın yerlerde içeride kendilerinden büyüklerin yarenliğine kulak kabartır; duyan duyamayanlara duyduklarından naklen anlatır. Onlar duyan daha keyifli gülüşürmüş.
İşte o zamanlar yazdan yünden eğirilip elde örülen kazak ve çoraplar çok işe yararmış. Hele benim roman kahramanı Halim Selim gibi kocaman ayağına giyecek pabuç bulamayanlar o yün çorapları giydikten sonra ayağına geçirdikleri çarıkların üstüne eskimiş kazaklardan da sarar öyle rahat edermiş oralarda. Yoksa kendi de ayakları da mafolurmuş.
Tabi bu dediklerim epey eski zamanlardan. Mesela benim babamın çocukluğunda yaşadıklarından aklında kalıp anlattıklarından. Onun için "miş" diye yazdım.
Ben bu konuda da çok şanslıyım. Yüz yaşını geçen bir dedenin yüz yaşına 'merhaba' diyen bir babanın oğluyum.
Rahmetli babam son yıllarında 'ben de istediğim için' anlatmıştı bunları. Maksat yarenlik olunca "hana burda öyle şey eddim"
Gerçi bizim oralarda çok eskilerden elinde örgü şişi çorap kazak örme veya elde tengirek yün eğirme işini erkekler de yaparmış.
Bu dediğim daha eskilerden. "Gayfeye gidene gumarcı bu" dendiğinde veya "gayfeye gitme" daha çok ileri yaşlarda olanların hakkı olduğundan özellikle genç evli erkekler elde örgü şişi çorap kazak örerek veya tengireğiyle yün eğirerek 'hana vakıt geçsin deyi' vakit geçirirmiş.
Yani etraftan "ne o oğlum seni garı tengireği eline vermiş gine" diye kendiyle dalga geçmeye hazırlananlara 'peşin peşin' "ula vakıt geçmeyo da aldım elime tengireği" veya "şişi" diye baştan savunmaya geçermiş.
Aslında söylediği yalan da değil. Şimdiki gibi öyle "salon salomanje ev nerede?" Hepi topu bi göz ev. Yani evde fazladan istese de 'hele akşamları' erkeğe oturacak yer yok. Sonra şimdilerin televiyonu zaten yok. "Irdadıyo" o da parası olan bir iki kişide var.
Onlar 'sağ olsunlar' yaz günleri pencere önüne koydukları "ıradıyoyla" köye naklen yayın yaparmış. Tabi keyfi olursa. Olmazsa "çat" kapatır O sıra pencereye yakın "ıradıyo" dinleyenler bakar kalırmış. Onun için kendilerine oyalanacak bir şey ararlarmış.
Ya kemik dikmeci gibi, göt kazmacı gibi 'sonraları daha küçük yaştakilerin oynadığı' oyunları oynar ya da yukarıda elde şiş veya tengirek çorap, kazak örer veya yün eğirirmiş.
Tabi bunlar harmanda arta kalan uzun yaz günlerinin ritüeliymiş köy ve kasabalarda.
Kış geldi mi bunlar adına 'tırkaz' denen varlıklı köylülerin hayvan ahırlarının yanında köyün gençleri için ayırdıkları odalarda toplaşırmış. Özellikle gençler.
Yeni yetişip gelenlere oralar da yasakmış. Onlar 'tırkazlara' yakın yerlerde içeride kendilerinden büyüklerin yarenliğine kulak kabartır; duyan duyamayanlara duyduklarından naklen anlatır. Onlar duyan daha keyifli gülüşürmüş.
İşte o zamanlar yazdan yünden eğirilip elde örülen kazak ve çoraplar çok işe yararmış. Hele benim roman kahramanı Halim Selim gibi kocaman ayağına giyecek pabuç bulamayanlar o yün çorapları giydikten sonra ayağına geçirdikleri çarıkların üstüne eskimiş kazaklardan da sarar öyle rahat edermiş oralarda. Yoksa kendi de ayakları da mafolurmuş.
Tabi bu dediklerim epey eski zamanlardan. Mesela benim babamın çocukluğunda yaşadıklarından aklında kalıp anlattıklarından. Onun için "miş" diye yazdım.
Ben bu konuda da çok şanslıyım. Yüz yaşını geçen bir dedenin yüz yaşına 'merhaba' diyen bir babanın oğluyum.
Rahmetli babam son yıllarında 'ben de istediğim için' anlatmıştı bunları. Maksat yarenlik olunca "hana burda öyle şey eddim"
Neyse benim bu yün
çorabımı Nefi halam benim için örmüş; anama “bunları Erdoğan'a gönder de
giysin” demiş. Anam da o sıra telefonda “Nefi sana çorap örmüş” diye haber
vermişti. Sonra memlekete gidince halamın bana ördüğü çorabı vermişti. Tabi o
sıra yaz günü; yün çorap giyilmez. Ben de ‘havalar soğursa giyerim’ diye
düşünmüştüm.
Gerçi benim
kaldığım şehirde öyle 'yün çoraplık' soğuk olmuyor; ama ben bayramlık pabuç
alınan çocuğun 'bayram gelince giyerim onları’ heyecanıyla bayramı dört gözle
beklediği gibi bu yün çorapları giymek için havanın soğumasını dört gözle
bekliyordum. Nihayet havalar 'accık' soğudu; ben de eşime “ver şu halamın ördüğü çorabı
giyeyim” dedim ve 'ayağıma çektim’ o çorapları.
Tabi o sıra
bir çeşit duyguya kapıldım. Yıllar var ki! Bu yün çoraplardan giymemiştim. Onun
için değişik geldi; sanki böyle sokağa çıksam olurmuş gibi geldi yani. O
keyifle yazıyorum bu satırları. Onun için hikayenin adını da ‘Yarenlik’ koydum.
Okuyanlarla bir yerde yarenlik edeceğim.
Yarenliğin
ne olduğunu çoğu kişi bilmez. Bizim oralarda sohbete ‘yarenlik’ derler. Konuşup
dertleşeceğin kişiye de ‘yaren’ derler.
Bilirsiniz;
Özay Gönlüm’ün üçlü sazı vardı. Adını da “yaren” koymuştu. Çünkü o da sazıyla
yarenlik ederdi.
Şimdi ben de
konuşup dertleşmek için içimde kendi kendime ettiğim bu yarenliği kağıda döktüm.
‘Konuşup,
dertleşmek’ dedim.
Öyle tabi. 'Gecenin bi vaktinde' yaptığıma başka ne denir ki? Eskilerden aklıma gelenleri burada yazıp; bir yerde kendi içimde yarenlik; yani eskilerin deyimiyle ‘hasbihal’ yenilerin deyimiyle ‘sohbet’ edeceğim. Daha doğru deyimle kendi içimdeki kendimle 'iki çift lafın belini kırdıktan sonra bu yarenliğe sizinle devam edeceğim.'
Öyle tabi. 'Gecenin bi vaktinde' yaptığıma başka ne denir ki? Eskilerden aklıma gelenleri burada yazıp; bir yerde kendi içimde yarenlik; yani eskilerin deyimiyle ‘hasbihal’ yenilerin deyimiyle ‘sohbet’ edeceğim. Daha doğru deyimle kendi içimdeki kendimle 'iki çift lafın belini kırdıktan sonra bu yarenliğe sizinle devam edeceğim.'
‘İki çift
lafın belini kırıp yarenlik etmek’ da bizim oraların bir deyimidir. Kişi birine
ziyarete gittiğinde veya birini sohbete çağırdığında “yav gel; iki çift lafın
belini gıram da yarenlik olsun” der.
Şimdi ben de
öyle yapıyorum.
Neyse; Nefi
halam aslında halamın kızı. Ama ben ona da hala derdim. Çünkü bizde halanın
kızı bizden büyükse hala denir. Tıpkı amcanın oğlu eğer büyükse “amca” dayının
oğlu büyükse “dayı” teyzenin kızı büyükse “teyze” dendiği gibi.
Nefi halamın
büyük oğlu önceki yıl vefat etmişti. O benden de büyüktü; ama birlikte
okumuştuk. Evvelki yaz bayram ziyaretine gittiğimde elini öptüğüm o sırada
halam elimi bırakmamış “Memedim gibi geldin bene” demiş ve duygulanmıştı. Daha
sonra görüştüğümde hep aynı duygusallıkla davranırdı.
Sanırım
biraz da bu nedenle tutmuş bana bu çorap örmüştü. Anam o sıra telefonda
söyleyince aklımdan Mehmet, babası sevgili öğretmenim Mustafa Ali Sadak başta
olmak üzere bir çok geçmiş yaşanmışlık film şeridi gibi geçmişti.
Bunlardan
biri de rahmetli sevgili babamın ablasıyla; yani Nefi halanın rahmetli anası
asıl halamla olan anısıydı.
Halam o sıra
Kasapoğlu Mustafa Palvan’la evliymiş. Tabi o sıralar henüz medeni nikah yok.
Yani ilan edilmiş; ama henüz yaygın uygulamaya geçmemiş; onun için hala bizim oralarda imam
nikahıyla evleniliyormuş.
İmam
nikahında erkek karısına “boş ol” deyince kadını boşamış oluyormuş. O zamanlar
erkeğin “boş ol” dediği karısına bir metelik vermesi de adettenmiş.
Bizim
oralarda öyle lafı uzatıp pehlivan demezler. Pehlivana kestirimden 'palvan'
derler. Enişte de pehlivanlık yaptığı için onu Mustafa Palvan olarak
tanıyorlar. Ayrıca o sıra soyadı kanunu da çıkmamış.
Neye Mustafa
eniştenin palvanlığı; yani pehlivanlığı da tam pehlivanlık… Yani laf olsun diye
değil. Döneminin baş pehlivanı…
İşte o gün
Mustafa enişte ‘nedense’ bizim halanın eline bir metelik verip “boş ol” deyip
boşuyor.
Halam ‘iki
gözü iki çeşme’ elinde Mustafa eniştenin verdiği ‘metelik’ anasının yanına
çıkıp geliyor “anaa! Palvan beni boşadı” diyor. O sırada yedi sekiz yaşında
olan Hüseyin ‘yani babam’ ablasının elindeki meteliği kapıp fırlıyor çarşıya.
Çocuk aklı. O metelikle bir şeyler alıyor. Yani ablasının boşanmasını umuruna
takmamış.
Yıllar sonra
rahmetli babam o metelik olayını anlatırken “ablam iki gözü iki çeşme elinde
kocasının verdiği metelik ağlayarak anamın yanına geldi ‘kocam beni boşadı’
diye. Çocuk aklı işte… Ben o meteliği ablamın elinden kapıp, doğru çarşıya
harcamaya gittim” diye anlatırdı kıkır kıkır gülerek.
Nereden
nereye. Hala kızımın bana çorap ördüğünü duyunca aklıma bu ‘metelik’ olayı
gelmişti. Şimdi de o çorapları ayağıma çekince yine hatırlayıp burada paylaştım.
Neyse; sonra
kocası onu geri alıyor ve medeni nikah yapıyor. Halamın Mustafa enişteden iki
kız dört oğlu oldu ve ikisi ömürleri boyunca evli kaldılar.
Mustafa
enişte soyadı kanunu çıkınca 'soy adının ne olmasını istediğini' soran nüfus
memuruna tıpkı halk arasında kendine dendiği gibi soyadını “Palvan” olarak
yazdırıyor.
Yukarıda da
yazdım Mustafa Palvan çok namlı bir baş pehlivanmış. Hiç sırtı yere gelmemiş.
Öyle çok oyuncu değilmiş; ama çok acı kuvveti varmış. Mandayı bir yumrukta
devirecek kadar yani.
O sıra adı
Satırlar olan nahiye Yeşilova adını alıp ilçe olmuş. Yeşilova'nın ilçe oluşunu
duyurmak için gelen vali belediye başkanlığı görevini de ona vermiş.
Mustafa
enişte “vali bey… Benim okuma yazmam yok. Garacahilin” dese de vali “Mustafa pehlivan.
Senin namın yeter” deyip onun belediye başkanı olmasında ısrar etmiş.
Tesadüfe
bakın o görevi o sıra Satırlar nahiyesinin belediye başkanı olan bir başka baş
pehlivan Arif pehlivandan devralıyor.
Arif
Pehlivan da Mustafa Pehlivan’ın kayın validesinin kardeşiyle evli. Yani ikisi
yandan bacanak.
Ayrıca ikisi
de baş pehlivan olarak hiç yenilmemiş ve birbiriyle hiç yenişmemişler. Çünkü
yaş farkı nedeniyle birbiriyle hiç karşılaşmamışlar.
Siyasetin
cilvesi. Mustafa enişte babamın teyzesinin kocası olan Arif pehlivanı sonunda
siyasette alt etmiş.
Bugün
ayağıma çektiğim hala kızımın benim için ördüğü çorap aklımda bu yazdıklarımı
ve daha bir çok anıyı uçuşturdu. Bu anılardan bir kısmını burada ‘yarenlik’
olsun diye yazıp paylaştım.
Kuşkusuz bu
yarenliği okuyanların da; hele benim yaşımda falansalar ‘bir nedenle’ arada bir
akıllarında uçuşan 'kimbilir?' ne anıları vardır?’
Dilerim
onlar da kendi anılarını ‘yarenlik olsun’ diye bir yere yazarlar. "şeyedmek için değil canım. Hana çoluk çocuğa geride bir hoşluk bırakmak için."
Neyse; çok
uzatmadan “sürçü lisan ettimse affola” deyip yarenliği burada bitirdim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder