- Öykünün kahramanlarından biri epey önce vefat etti. Diğeri halen sağ.'ancak o da; yani ikinci kahraman da 13 Aralık 2015 gecesi 96 yaşına girdiği sırada vefat etti'
- Bu öyküde anlatılanlar yaşandığı sırada İkinci Dünya Savaşı yeni başlamıştı.
- Kurtuluş Savaşı biteli beri özellikle köylüler rahat nefes alıyordu. Öyle saltanat zamanında olduğu gibi köylerden ikide bir asker toplanmıyordu. Analar, eşler, yavuklular memnundu. Sırası gelen gidiyor iki sene askerliğini yapıp geliyordu. Askere gidenler için artık eskisi gibi kimsenin yüreği kabarmıyordu.
- Ancak İkinci Dünya Savaşının başladığı duyulunca özellikle köylerde analarının yürekleri yine kabarmış askere gidenler savaş olduğu için bir ayrı uğurlanır olmuştu.
- Gerçi normal zamanda askere gidenler de köycek hep beraber uğurlanırdı. Ama bu sefer başkanıydı. Türkiye savaşa ‘ha girdi, ha girecek’ diye insanların yüreği kabarık, tedirgindi. Bu nedenle asker uğurlamaları daha kalabalık daha görkemli oluyor; askere gidenler savaşa uğurlanır gibi tedirgin ama daha coşkuyla uğurlanıyordu.
- Her yerde olduğu gibi o köyde de muhtar askere çağrılanları ilan etmişti. Bunların arasında Hüseyin’de vardı. Hüseyin günlerdir askere gideceği günü bekliyordu. Hüseyin’in babası da bir gün seferberlik ilan edilince aynı heyecanı duyarak askere gitmişti. Ancak o sıra padişahlık vardı ve o seferberlik ilanıyla Yemen cephesine gitmişti. Orada çavuş olmuş savaş sırasında bütün ordu esir olunca yedi-sekiz yıl esir yatmıştı. Esir dönüşü de kuvay-i milliye hareketine ‘yeni kurulacak orduda usta asker olarak’ hiç düşünmeden hem de otuz dört yaşında katılmıştı.
- Babası bu yeni kurulan orduda görev aldığı sırada doğan Hüseyin, babasından askerlik anıları dinleyerek büyümüştü. Ve en büyük hayali babası gibi çavuş olmaktı.
- O sabah erkenden bu duygu ve düşünceyle kalkmış namazını kılmış, torbasını hazırlamış, çarığını çekmiş heyecanla gitmeye hazır bekliyordu.
- Bu sırada herkes köy meydanına toplanmıştı. Kadın erkek, çoluk çocuk herkes kıpır kıpır; ortalık sanki bayram yeri gibiydi. Ortada davulcu Ramazan davulu gümbür gümbür öttürüyor zurnacı Mehmet cenk havaları çalıyordu.
- Herkes gelmiş karınca kararınca gidenlere yolluk veriyordu. Çok yakınları olanlar ceplerine ikibuçuk kuruş tanışları bir kuruş harçlık koyuyordu.
- O sıra Fatma Teyze soluyarak geldi. Elinde bir çıkın vardı. Kalabalığın içine girdi. Halinden birini aradığı belliydi. Orada bir taşın üstüne oturdu. Koşarak geldiği için terlemişti. Terini “dastarın” ucuyla sildi. Etrafına bakındı. “etraf emme galabalık” diye söylendi.
- Ortalık “anacık, babacık günü” gibiydi. Etrafına bakındı. Yanındaki kadına “Sultanca’nın Üsen’i gördünmü?” diye sordu. Ama cevabını beklemeden kalktı. Hüseyin’i görmüştü. Yanına gitti. “Üsen tavık bişirip ekmen içine sardım. Al bunu Sadığımla ye” dedi.
- “Üsen” diye aradığı bizim Hüseyin'di. Uzaktan Fatma teyzenin akrabası olurdu. Gerçi diğerleri de pek uzak sayılmazdı; ama o Hüseyin'e gelmişti. Sadık dediği oğluydu. Bir yıl önce askere gitmişti. Nerede olduğundan haberi yoktu. Hüseyin’in de nereye gideceğini bilmiyordu.
- Zaten köyden dışarı hiç çıkmamıştı ki. ‘Köyün dışı ne kadar büyük? Onlar nasıl karşılaşır?’ veya ‘karşılaşabilirler mi?’ hiç düşünmüyordu. O da askere gittiğine göre oğlunun yanından başka nereye gidecekti ki? Bütün askerler herhalde aynı yere gidiyordu.
- Ama ‘oraya nasıl gidilir? Kaç günde gidilir?’ hiç düşünmemişti. O komşu köydeki oğluna gönderir gibi yufkaya sarılı tavuk çıkınını getirip “Üsen” oğluyla birlikte yesin diye verdi.
- “Üsen” de “deze ben onu nasıl bulurum?” demeden çıkını alıp torbasına koydu. Öğleye doğru 'gıvracım' sonra diğer arkadaşlarıyla birlikte yayan köyün bağlı olduğu kazaya gittiler. Hızla yürüyorlardı. Çünkü o ilçe kendi köylerine kuş uçumu yirmi kilometre kadar vardı. Yani askerlik şubesi kapanmadan kağıtları almaları lazımdı. Öyle de yaptılar. Akşama doğru ucu ucuna şubeye vardılar ve askerlik kağıtlarını aldılar.
- Hüseyin’in dağıtımı iki arkadaşıyla birlikte İstanbul'a çıkmıştı. İstanbul'a trenle gideceklerdi. Trene de vilayette istasyondan bineceği söylendi. Askerlik kağıtları ile birlikte vakit geçirmeden yetişmek için yayan vilayete yollandılar. Vilayet de kuş uçumu yirmi beş kilometre vardı. Haliyle gece üzerindeki handa bir süre dilendiler sonra "ver elini" deyip vilayete varmak için tekrar yola çıktılar. Sabah ezanı okunurken vilayete vardılar. Orada gördükleri birilerinden istasyonun yerini öğrenip, istasyona gittiler.
- Diğer yerlerden askere gidenlerin toplanması için iki gün istasyonda beklediler.
- Hüseyin bu sırada acıktığı zaman torbasından köyde koyduğu ekmeği ve katığı çıkarıp yetsin diye azar azar yiyor tavuk çıkınına el sürmüyordu. Fatma Teyze onu Sadık’a götürsün diye vermişti. Emanetti, el sürülmezdi.
- İki gün istasyon’da yattıktan sonra trene bindiler. İki gün tren yolculuğu sonunda İstanbul'a geldiler. Oradan vapurla karşıya geçtiler. Karşıda bir meydan vardı. Adı Eminönü Meydanı imiş… Orada toplandılar. Vakit güz vaktiydi. Havalar serinlemişti. Gündüz idare ediyordu; ama gece ayaz oluyordu. Onun için eratı çevredeki camilerde yatırıyorlardı.
- Hüseyin’de artık asker olmuş kumanyası çıkıyordu. Kumanya olarak yulaf lapası ve birer somun ekmek veriyorlardı.
- Hüseyin’in hiç şikayeti yoktu. O zaten köyde de benzeri şeyler yerdi. Yulafı da bilirdi; ama lapasını hiç yememişti. Köyde zenginler yulafı samanla karıştırıp beygire yedirirdi. Kıtlık zamanıydı; mısır eşiğini bile öğütüp yemişlerdi. Onun için yulaf lapasını yadırgamadı.
- Hem devlet yeniydi. Gücü anca yulaf lapasına yetiyordu. İçinden “buna da şükür” dedi. Bu sırada tavuğa hiç el sürmüyordu.
- Yanında köyden birlikte çıktığı iki arkadaşı vardı. Onlar ikide bir “gahbam Üsen, çıkar şu tavığı yiyem. Kokutcen oğluum” diye ısrar etseler de Hüseyin “gatiyyen olmaz,emanet oğluum bu” diye diretiyordu.
- Köyden çıkalı on gün olmuştu. Almanların Trakya tarafına geldiği söylendi. Onları aldılar Trakya’da Kırklareli’nde bir yerdeki birliğe götürdüler.
- Bütün birlik arazide çadırlardaydı.
- Hüseyin’de herkes gibi sırt çantasından çadırını çıkarıp kurdu. Önünde oturmuş etrafı seyrediyordu. Az ilerde nöbetten gelenlere bakarken, içlerinden birini gözüne takıldı. Aaaa! Baktı bu Fatma Teyze’nin oğlu Sadık’tı. El etti. O da onu tanımıştı. Nöbetten dönüyordu. Nöbetçi çavuşundan izin alıp Hüseyin’in yanına koştu.
- Kucaklaşıp öpüştüler. Sadık hemşehrisi Hüseyin’in gelmesine çok sevinmişti. Bir yaş büyüktü. Ama köyde birlikte büyümüş beraber sığır otlatmış, davara gitmiş, harman kaldırmışlardı. Düğünde dernekte hep beraberlerdi.
- Yani sıkı arkadaştılar…
- Sadık, ”Eee, ne var ne yok? Ölen galan va mı?” diye bildik soruları sıraladı. Hüseyin “heç bi yaramazlık yok. Her şey bildin gibi” diye cevapladı. Oradan burdan konuşuyolardı.
- Hüseyin birden “Hay Allah daş gibi aklımdan çıktı. Az daha unuduyodum” deyip torbasından tavuk çıkınını çıkardı. “Fatma deze sene bunu gönderdi. Tavık bişirip yuvkaya sarmış” dedi. Hüseyin devam etti. “Fatma Dezemin seni görcem galbine doğmuş” dedi.
- Sadık içinden “Eee ana yüreği yemez yediri, geymez, geydiri” diye geçirdi. Sonra “Gahbam Üsen. Ha çıkarıp yeseydin. İnsan bişmiş tavığı gezdirip durumu. Kokmuştur oğlum” dedi. Hüseyin “olmaz oğlum. Emanete el mi sürülür?” derken çıkını açtı. Yuvka hamur gibi olmuştu. Tavuğu eline alıp kokladı. “Gahbam Sadık. Ne kokması mis gibi duruyo” dedi.
- Beraber somunu ve tavuğu parçalayıp memleketten, askerlikten oradan, buradan sohbet ederek afiyetle yediler.
13 Aralık 2016 Salı
TORBADAKİ TAVUK
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder