Yatağın içinde biraz daha kaldı.
Sonra kalktı; sabah temizliğini yaptı. Yeni pantolon ve gömleklerini eline aldı.
Yine Nuri aklına gelmişti. ‘Hayret yavu; daha dün bunları onunla aldık. Adam bi
anda yok olup gitti yavu’ dedi. Yatağın kenarına oturdu. Gözü Metin’deydi.
Dalıp gitmişti. Nuri’yi mezara
koydukları an gözünün önüne geldi. Sonra üzerini toprakla örttüklerini düşündü.
İçi ürperdi. ‘İnsan masal gibi be… Bi bakıyosun var; bi bakıyosun yok olup
gitmiş’ dedi. Aklına babası, anası, ninesi, dayısı geldi. Hepsinin bir zamanlar
var olduğunu düşündü. Hocaya sorunca; onun “kitapta ne yazıyosa o. Gerisini
garıştırıp günaha girme” dediğini hatırladı. ‘Bu işlere akıl sır ermeycek yavu’
dedi. ‘En iyisi adam gibi yaşeycen. Kimsiye ardından nalet okutmecen,
söydürmecen’ dedi. Ninesinin “gadir mevlam insanı bu dünyaya insan gibi
gönderi; ‘insan gibi dön gel deyi’ Marifet bunda” dediği aklına geldi. Nuri’yi
düşündü. ‘Ne arkıdeşdi yavu? İşte o insan gibi insandı. Öte dünyaya da insan
gibi gitti’ dedi. Gözü yeni aldığı giysilere kaydı. ‘Bi de babıçla oleydi’
dedi. Patronu aklına geldi. Onun için duyduklarını hatırlayınca birden
öfkelendi ‘Şindi başleycen onun alıvediği babıçdan, gömlekden ha’ dedi. Hemen
onları bıraktı. Eski giysilerini giydi. Ayağına tokyo gibi terliklerini geçirip
odadan çıktı.
Daha hava çok erkendi. Katip de yeni
kalkmıştı. Halim, selam falan vermeden hızla çıkınca “ne bu böyle barut gibi?”
diye söylendi.
Bu sırada Halim hızla yürürken aklında
patronu vardı. İçinden ‘eğer söylenenler doğruysa valla kötü olucek. Her halde
bize gine mapus yolu görünüyo’ dedi. Hapislik günleri; sonra düşünürken aklına
gelen “Keskenli Bilal” ve onunla konuştukları aklına geldi.
İlk gün koğuş ağası ne içtiyse o
içtiği şey uykularını getirip “sona devam ederiz” deyip uyumuşlardı. Ertesi
günü aklına geldi. ‘Şindi yolda bunu
düşünmenin sırası değil. Düşünmeye bi başlasam akşamı bulur’ dedi; onları
aklından çıkardı.
Şu anda hiçbir şey düşünmüyor; dev
gibi adımlarla hızla iş hanına gidiyordu. Dostlar Meyhanesinin önünden geçerken
bile hiç duraklamadı. Bir süre sonra ayakkabıcının dükkanının önünden geçiyordu
durup ‘bir uğreyen’ diye düşündü. “Şindi babıcından başleycen” deyip devam
etti. İş hanına geldiğinde lokanta ve pastanenin daha açılmadığını fark etti. ‘Bunla
da hala açmamış, hayret bunlar da esnaf olucek’ dedi, sonra “bana ne yav? Onlarıda
mı ben düzeltcen?” deyip iş hanına girdi. Ortalıkta kimse gözükmüyordu.
Biraz şaşırdı. Baktı çay ocağı
açıktı; oraya girdi “hayırlı işle bizim oğlan” dedi. Ocakçı, Halim içeri böyle
ansızın girince çok korkmuştu. Halim’in selamını duymamıştı. “Bizim oğlan ben ikisini
de uyardım. Bi daha bi bok yiyip senin işine karışsınlar. Dutucem
kulaklarından, patrona götürücem. Ya bunlar ya ben diyecem. Valla ben de bıkdım
bunlardan bizim oğlan” dedi.
Halim şaşırmış ‘bu adam ne diyor
böyle?’ diye bakıyordu. Birden garsonlardan bahsettiği aklına geldi. “Sağol
bizim oğlan; emme onla çocuk. Ben sonra düşündüm; bunla çocuk dedim” deyince
ocakçı şaşırmış içinden ‘o zaman burda ne işi var?’ diye geçiriyordu.
Halim “bizim oğlan sen bene bi çay
yap. Ben bi de sene bi şey sorcen” dedi. Ocakçı daha şaşırmıştı “hayırdır bizim
oğlan buyur sor” dedi.
Halim “şindii! Bak sordum soruya
dosdoğru cuvab ver. Sen insan bi kişiye benzeyon; sene içim ısındıydı” dedi.
Ocakçı içinden ‘ne sorucak acaba?’
diye geçirirken Halim “bizim oğlan senin garsonların dediğinin aslı var mı? Bak
doğru cuvap ve beni savışdırmıya kalkma” dedi. Ocakçı ‘yok bizim oğlan, onlar
bok yiyor, söylediklerinin hiç aslı yok’ diyecekti, Halim “bak doğru cuvap ve
beni savışdırmıya kalkma” dediği için “valla birazının aslı var” deyip Halim’e
bildiği her şeyi yanına hiçbir şey katmadan bir bir anlattı…
Zaten yanına bir şey katmasına gerek
yoktu. Her şey tekmili birden arkası yarın diziler gibiydi. Önce pastaneciden
başladı. “O çok dedikoducu puşdun biridir. Bi keresinde” diye başlayıp pastanecinin
dedikodusu yüzünden bir adamın karısını ve karısının üvey kardeşini öldürüp
hapse girdiğini söyledi.
Halim birden irkilip “sen şunu bi
daha anlad” deyince ocakçı korkup, pastanecinin marifetini ve sonunda iki
kişinin suçsuz yere öldüğünü, o hapse giren adamın hala pastaneciye “bekle
senin zürriyetini gurudcem gırıkdölü” diye haber gönderdiğini söyledi.
Halim “o adam benim mapus arkıdeşim.
Bene her şeyi bir bir anladıydı. Demek o gırık dölü bu pastaneciymiş ha!” dedi;
bunu kafasının bir yerine not edip “ee! Sonra?” dedi.
Ocakçı bunu duyunca içinden ‘pastaneci
şimdi boku yedi’ diye geçirip “hiç sonrası; senin bu patron da az gırık dölü
değil. Böyle dedim için bana gızma. Sen bana her şeyi anlad dediğin için öyle
diyom”dedi.
Halim “sen kesmiden anlad yavu” dedi.
Ocakçı, Yavuz beyin herkese çok
yüksek faizle para verdiğini söyledi. Onların kanını emdiğini; o kadını, o
kadının kocasının neden intihar ettiğini; Yavuz beyin de o kadın sayesinde
hapse girmekten kurtulduğunu anlattı. “Şimdi” dedi; devam etti “her fırıldağı
birlikte çeviriyorlar; ama Yavuz bey şimdi de lokantacının karısına göz dikti”
dedi. Devamla “bu gidişle” dedi “o
kadını da baştan çıkaracak, amma lokantacı çok çaresiz” dedi. “Ama bu
fırıldakta pastanecinin payı az” diye devam etti. Sonra “çünkü” dedi “pastaneci
lokantacıyı Yavuz beyin elinden kurtarmayı bile düşünüyor; ama insanlığından
değil. Çünkü onun da lokantacının karısında gözü var” dedi. “Allah için
lokantacının karısı dünya ahret kardeşim olsun; amma hakikaden güzel kadın”
dedi.
O bunları anlatıp bitirinceye kadar
Halim ikinci çayını içmişti. Çay parasını vermek için elini cebine atınca
ocakçı “Allah aşkına, çaylar benden, küserin bak” dedi. Halim “sağol ozuman”
dedi. Sonra “Şindi sen bu laflan hepsi doğru deyon öyle mi?” diye sordu. Ocakçı
“valla arkadaş ben bildiklerimi anlattım. Doğru yanlış bilmem. Sen sordun ben
de ne duyduysam söyledim. Yalansa obalı bana bunları söyleyenlerde” dedi. Halim
“iyi ozman; şindi ben sene bişey tembih edcen. Bene bu gonuşduklamızı kimisiye
bi şey deme. Bak sonra külahları değişirin. Sen iyi insana benzeyon; emme benim
tersim de bokdur ha! Sakın!” dedi. Ocakçı “tövbe bizim oğlan. Burada dediklerim
burada galıcak. Söz” deyince Halim “iyi bizim oğlan. Ben şindi çıkıyon; ben bi
düşünüp, araşdıren. Eğerkim doğruysa ben edicemi biliyom” dedi ocaktan çıkarken
durdu ocakçıya “sakın ha!“ deyip asansöre gitti.
Ocakçı derin bir “oh” çekmişti. Halim asansöre binince ocakçı
daha rahatlamıştı. ‘Valla iyi mi? yaptım; kötü mü? bilmiyorum. Yalnız bana hiç
iyi olmuycak gibi geliyor. En iyis susmalı’ dedi.
Bu sırada garson Ali geldi. Zaten hep
önce o geliyordu. Ocakçının en son “susmalı” dediğini duymuştu. “Hayırdır usda?
dedi. Ocakçı hışımla baktı. “Sana ne? Sana noluyor da? her şeye karışıyosun bok
herif. Hadi sen şu boş kasaları çıkar” dedi.
Garson Ali ‘sokurdana sokurdana’
kasaları çıkarmaya başladı.
Ocakçı yedeğe su ilave etti; su çabuk
kaynasın diye ocağın ateşini artırıp yerine oturdu. İçinden ‘valla iş çok
tehlikeli hal almaya başladı. Bu ayının da mesburu olmaz. En iyisi ben dilimi
tutayım’ dedi. Dedi; ama bu çok zor olacaktı. Çünkü ocakçının da her sıradan
cahil insan gibi en büyük sosyal gıdası onun, bunun dedikodusunu yapmaktı.
Biraz sonra garson Cengiz de geldi.
Ali kasaları taşırken hala ‘sokurdanıyordu’.
Ocakçı Cengiz’e de yüz vermemiş “hadi sen de kasaları taşı” demişti.
Cengiz, Ali’ye “bizim oğlan buna ne oluyor? Sabah sabah barut gibi” dedi. Ali
“nebileyim ben? Bana da öyle davrandı. Burda herkes bi çeşit” dedi. Birlikte
kasa taşımaya devam ettiler.
Halim de büroyu açmış; içinden her
yeri yıkıp dağıtmak gelmişti. ‘Yaveş ol; her şeyin sırası var. Önce bi anla,
dinle ondan keri yapıceni yap’ diye kendi kendini sakinleştirdi ve önce
patronun odayı; sonra kendi oturduğu odayı derleyip topladı. Bir an için
aklından ‘temizlikçi garıyı çağırmak lazım’ diye geçti. Ocakçının söyledikleri
aklına geldi; yine öfkelendi. Yerine oturdu; içinden saymaya başladı.
Çünkü ninesi ona “tosunum bi şeyi gızasan
içinden sayı say” demiş; Halim’de “kaçı gadar sayıcen?” diye sorunca ninesi
“nezman öfken geçese ozmana gadar say. Sen nasıl olsa ilk mektebi bitirdiydin”
demişti.
Bu aklına gelmiş ‘yattın yer cenned
mekan olsun ninecim’ dedi. ninesini hatırlayınca biraz sakinleşmişti.
Onunla yaşadığı günler aklına geldi,
‘ne günledi be?’ dedi. Tabi bu sırada ebenin kızıyla, köy katibinin kızını
hatırlamıştı…
‘Kimbilir nerlededirle?’ dedi. Birden
patronu aklına geldi ‘onlara da musallad olan biri var mı acaba?’ dedi; öfkeden
dişleri adeta kitlenmişti. ‘Bi habarım olsun; Onlara musallad olan kim olursa
olsun; isder ferişdahın oğlu olsun şart osun onu parça pinçik ederin’ dedi.
Bunu derken önünde bulmaca çözdüğü
gazeteyi parçalayıp atmıştı.
Yine kendine geldi. ‘Şu işleri bi
gören ilk işim o gızları arımak olucek’ deyip, kalktı yere attığı kağıt
parçalarını topladı ve tekrar yerine oturdu...
Yeniden ‘ninecinin tembih eddiği
gibi’ saymaya başladı. Elliye geldiğinde yatışmıştı. ‘Valla şu ninecim emme
gafalı garıydı ha! Bak elliye gelince övkem geçdi’ deyip gülümsedi.
Bu sırada patronu gelmişti, Halim’i
gülümser görünce “ne o gocoğlan? Keyfin yerinde” dedi. Halim ayağa; yalnız bu
sefer biraz gönülsüz kalktı. “Hiç aklıma bi şey geldiydi de” dedi. Onun bu
gönülsüzlüğü Yavuz beyin dikkatini çekmişti. “Noluyor sana? Hasta falan mısın?”
dedi.
Halim birden ‘sen kayassaımın bok
herif? Yedin boklara öğrendim de ondan öfkeliyim’ diyecekti; kendini tutup “hiç
patron dün benim bi arkıdeşi öldürdülede ona canım sıkılıyo” dedi…
Yavuz bey “engibek” olmuştu. Aslında
çok korkak biriydi; ona buna höthötlenmesi biraz parası vardı, azcık da
bilekliydi de ondan. Daha Halim gibi birine çatmamıştı ve Halim’den ilk günden
beri ürküyordu.
Onu elinde mektupla gördüğünde önce
çok şaşırmış ve korkmuştu. Mektubu okuyunca rahatlamış ve korkusu geçmişti.
Mektubu gönderen mütahit eski bir
tanıdığı idi. Bir iki sefer birlikte iş yapmışlardı. O sıralar Yavuz bey bu
kadar namussuz değildi. Daha yeni yeni palazlanıyordu. Mütahit aslında çok mert
biriydi. O cinayeti de mecbur kalıp işlemişti. Yoksa karıncayı incitmezdi.
Halim için ‘çok mert ve saf bir delikanlı. Ona her şeyini güvenebilirsin.
Cahil, mahil; ama çok zeki biri. Yalnız neden bilmem çok namus düşkünü” diye
yazmıştı.
O sebeple “nasıl olsa cahil biriymiş.
Benim işlere burnunu sokmaz, onun bu zebellah gibi görünüşü de işime yarar”
diye düşünmüş; ama nedense ‘çok namus düşkünü’ kısmını göz ardı edip; onu işe
almıştı.
Ondan sürekli korkup çekiniyor; içinden
“salak herif o senin adamın. Karnını sen doyuruyorsun. İnsan hiç yanında
çalıştırdığı adamdan korkar mı? O senin köpeğin sayılır’ diye kendini teselli
etse de ‘yalnız dikkat etmezsen köpek bile seni dinlemez; döner ısırır’ diye de
kendini uyarıyordu.
Şimdi bu durgunluğundan ürküp ‘acaba
bir şey mi duydu?’ diye endişelenmiş; “Hiç patron dün benim bi arkıdeşi
öldürdüler” derken ki sakinliği onu daha da endişelendirmişti.
Endişelenmekte aslında çok haklıydı.
Halim’in sakinliği fırtınadan önceki sakinliğine benziyordu; ama Yavuz bey bu
kadarını düşünemezdi. “Ha öyle mi? Bilmiyordum; başın sağ olsun. İstersen sen
bu gün git dinlen” dedi.
Halim önce ‘yok patron gidmeyen’
diyecekti. İçinden ‘sakin sakin düşünmem lazım, şindi bi de o garı gelirse
zıvanadan çıkarın’ diye düşünüp “çok sağ ol patron, valla gidip accık yatsam
eyi olucek” dedi. Ve gitmek için davrandı.
Patron “önce benim kahveyi söyle,
sonra git” dedi; arkasından “sen ayakkabıcıya uğradın mı?” dedi. Halim ‘şindi
babıcını dedirtme’ diyecekti, kendini tuttu “uğrumadım patron” dedi.
Yavuz bey içinden ‘Allah Allah adama
ayakkabı diktiriyoruz, nerdeyse al babucu götüne sok diyecek’ derken “sen
giderken uğra, sıkıştır, böyle olmuyor, azcık yakışıklı ol” diye elinde olmadan
Halim’e biraz yılıştı.
Halim “acilesi yok uğrarın” deyip
çıktı.
Yavuz bey arkasından bakıp kalmıştı.
‘Buna ne oluyor böyle yahu? Acelesi yokmuş. Daha dün nerdeyse zil takıp
oynucaktı’ dedi. ‘Herhalde arkadaşına çok üzülmüş. Ne de olsa arkadaş
arkadaşdır’ dedi. Gelen, gideni göreyim diye kapısını açık bırakıp yerine
oturdu. Çünkü başka elemanı yoktu.
İçinden “bunun götü gittikçe
kalkıyor; yanına birini da almalı. Bu çok şımarırsa götüne bi tekme vururum’
dedi. Arkasından kendine ‘bok vurursun. Adam dev gibi’ dedi. Sonra “tekme
vurmam da münasip şekilde kovarım” dedi.
Halim’in arkadaşının öldüğü aklına
geldi. İçinden ölümüne bu kadar üzüleceği bir arkadaşı veya kendi ölünce onun
için bu kadar üzülecek bir arkadaşı olup, olmadığını düşündü. Öyle hiçbir arkadaşının
olmadığını düşününce birden kendini yapayalnız hissedip ürktü.
Şu anda insan yanı ortaya çıkmıştı.
Ama o yanı çok sürmeden silindi gitti, çünkü o kadar aşağılık biriydi ki! Hiç
kimse için iyi bir şey düşünmezdi. Hatta kendi için bile aynıydı. Çok kere
kendi kendine ‘acaba benden aşağılık biri var mıdır?’ der; sonra gülerek ‘ben
kendime bile kazık atmıdan duramam’ derdi. Gerçekten de öyleydi.
Neyse; bu sırada Halim aşağı inmişti.
Kahveyi söyledi. Ocakçı ‘yüzüne bir şey diyecek mi?’ diye baktı; sonra çok
sakin bir şekilde iş hanından çıktı. Kafası o kadar meşguldü ki! Ocakçının “bizim
oğlan neriye böyle?” dediğini bile duymamıştı.
Ocakçı arkasından ‘abo! Adam barut
gibi’ dedi. Bu sırada Halim ayakkabıcının önüne gelmişti. Orada durakladı; ama
uğramadan geçiyordu. Ayakkabıcı “hayrola delikanlı bi selam sabah da mı yok?”
deyince durdu. “Hay ağzına salık dayı. Bene yılladır ilk deliganlı deyen sen
oldun. Biz de deliganlılıg, meliganlılıg galmadı; emme yine hoşuma gitti.
Kusura bakma dalgınlık; yoğusam uğrecedim” dedi.
Ayakkabıcı içinden “cahil mahil; amma
laf etmesini biliyor” deyip, “gel senin ayakkabıyı gösdereyim. Az bişeysi
kaldı” dedi.
Halim meraklanmıştı “hadi yavu bi baken”
deyip ayakkabıcının dükkana girdi. Ayakkabıcı onun ayakkabısını gösterince
küçük dilini yutacaktı. Gerçi tam bitmemişti; ama Halim böyle ayakkabıyı
rüyasında bile görmemişti. Hayalindeki ayakkabıdan bile çok güzeldi. İçinden ‘hadi
bakalım bu babıcı geymicen. İsdimeyon de sıkıysa’ diye geçirdi. Ayakkabıcıya
“valla eline sağlık dayı… Valla ben bu gadar güzel oluceni beklimiyodum” dedi.
Ayakkabıcı “ee! Patronun öyle tembih eddi. Benim adama bi ayakkabı dikicen. Başka
kimsede olmuycak dediydi” dedi.
Halim, ayakkabıcı patrondan
bahsedince birden suratını astı. Ayakkabıcı “noldu beğenmedin mi?” deyince Halim
“yok dayı çok beyendim de; birden aklıma dün ölen arkıdeş geldi. Keşki o da
görseydi dediydim, ondan” dedi. Ayakkabıcı “ya öyle mi? Başın sağ osun hasta
falan mıydı?” diye sorunca Halim “yok canım sapasağlamdı. Puşdun biri
bıçaklayıb öldürdü” dedi. Ayakkabıcı “ya öyle mi? Yazık olmuş, başın sağ olsun”
dedi.
Halim içinden ‘böyle yalan söyleyip
durmak da zor oluyor yavu’ diye düşünüp “sağol dayı, ben şindi giden. Sonra
bitince alırın hadi bene eyvallah” dedi ve dükkandan çıkıp pansiyona yollandı.
Bu sırada ayakkabıcının dükkan komşusu
merakla gelmişti. Ayakkabıcıya “hayırdır komşu; kocaoğlan ayakkabıyı beğenmedi
mi yoksa? Keyfsizdi” dedi. Ayakkabıcı “yok çok beğendi. Keyfsizliği dün bi
arkadaşını bıçaklamış öldürmüşler de ondan. Sağ olsaydı da o da görseydi dedi
arkadaşına çok üzülüyor” dedi. Komşusu “ya öylemi? Garibim demek ona üzülüyor”
derken ayakkabıcı dükkana girmiş; komşusu da merakla “ne olmuş?” diye soran
öteki dükkan komşularına ‘yanına biraz da bir şeyler katıp’ anlattı.
Hem ayakkabıcı, hem dükkan komşuları
‘bizim de ölümüne böyle üzülecek bir arkadaşımız var mı?’ Veya ‘biz ölünce,
ölümümüze böyle yana, yakıla üzülecek; üzüntüsünden ömründe ilk defa giyeceği
güzel bir ayakkabıya sevinmeyecek kadar bize değer veren bir arkadaşımız var
mı?’ diye düşündüler. Hiç birisi de ‘şu arkadaşımız öyledir’ veya ‘biz şu
arkadaşımız için aynı üzüntüyü duyarız’ diyemeyip kendilerini yapayalnız
hissettiler.
Bu sırada Halim içinden söylene
söylene gidiyordu. Aklında binbir türlü cevaplayamadığı soru vardı. ‘En iyisi
pansiyonda bi çay içerin. Sonra yatar uzanıp düşüne düşüne bi sonuca varın.
İyice düşünmeden olmuycek’ dedi. Aklına sigarası kalmadığı geldi. ‘Şu meredi
iyice azaldım. Bıraksam eyi olucek’ dedi. Sonra ‘şindi onu bırakmanın sırası
değil; emme mutluka bırakıcen’ deyip yoldaki büfelerden birinden ikibin
sigarası aldı. ‘Nasıl olsa az içiyon. İçmişken eyisini içen; döyüsün verdi para
da bitmedi’ dedi.
Patronu aklına gelince müthiş
hiddetleniyordu. Hele “ninecine, ötürüklü dedesinin asker arkadaşının dıkılıvediği”
aklına geldiğinden beri patronu ve onun namussuzluklarını düşününce hop oturup,
hop kalkıyordu.
Bu sırada ciğerciyi geçti. Ciğerci
onu görünce “oo bizim oğlan başın sağ olsun. Hepimiz çok üzüldük valla” dedi. Halim
ciğerciye “sağ ol” derken kahveden bir, iki kişi koşup geldi. “Başın sağolsun
bizim oğlan, bıçaklıyan kimmiş? Haberin var mı? Polis ne diyor?” dediler. Halim
onlara da “siz sağolun. Kim bıçakladı bilmiyon; emme bi öğrenirsem pulisden
önce ben biliyon yapıcemi” deyip yürüdü.
Tam o büronun önünden geçerken ‘dur
şuna bi soren’ dedi. O büro da açıktı. İçinde o mühendis dedikleri vardı.
Bürodan içeri girdi “selam bizim oğlan” dedi. Oradaki kişi de “buyur bizim
oğlan, hoş geldin” dedi ve hemen “dur bi çay içelim de öyle konuşalım” dedi. Çünkü
Halim’in niye geldiğini tahmin etmişti. Onları tanıyordu ve geliş, geçiş
selamlaşıyordu.
Nuri, Halim’e onun için “o bürodaki
arkadaş senden iyi olmasın iyi arkadaştır. Ben onu çok önceden tanıyorum. Onun
da epey hapis yatıp çıkmışlığı var” demişti. Onun için Halim sanki bir
yakınının bürosunda gibi kendini rahat hissetti. Bu ‘arkıdeş de’ ninesinin
dediği gibi Halim’in içini ısıtmış, Halim,
onu sanki önceden tanıyormuş gibi oldu. İçinden ‘Nuri’nin dedi gibi
insan gibi bi insan’ diye geçirdi. “Bizim oğlan o iş olduğunda sen
burdeymişsin” dedi.
O kişi “evet dün ben buradaydım.
Yağmuru çok severim. Yağış başlayınca kapının önünde oturup yağmuru
seyrediyordum, önce buralarda benim sevdiğim kör bi kedi vardı. Ben ona kör
kadı adını takmıştım. İşte o kediyi aşağıdan gelen bi taksi çarpıp geçti.
Koştum onu karşıdaki bankların altına çektim. Feci ezilmişti. Yağmur çok hızlı
olduğu için koşup geldim; buradan ona üzülüp bakıyordum. O sırada bizim Nuri
pansiyon tarafından hızla gelip geçiyordu. Beni falan görmedi; hızla geçerken
tam o sırada naylon çadırların ordan bi gürültü geldi. Nuri oraya yöneldi. Gürültü
bi yükseldi, sonra kesildi. O sırada biri elinde bıçakla göründü; şu tarafa
koşarak gitti. Az sonra Nuri gözüktü; birden yere kapaklandı. Ben hemen koşup onu
da çevirdim. Karnından bıçaklanmıştı, çok kanıyordu. Kahveden birileri koşup
geldi. Karnına tampon falan yaptık. Bi taksiye atıp gittiler. Ben de
gidecektim; çok ıslandım için gitmedim. Sonra bi duydum bizim Nuri kan
kaybından ölmüş. Valla çok üzüldüm. Yağmurun zevkine varen derken önce benim kör
kadı, sonra Nuri. Valla geceden beri kendime gelemedim; sersem gibiyim” dedi.
Halim hiç kesmeden onu dinliyordu.
Ama onu kendine çok yakın hissetmişti. Hele kendi gibi yağmurlu havaları çok
sevişi; bir de Nuri’den hep “bizim Nuri” diye bahsetmesi Halim’i çok
duygulandırmıştı. Yıllardır ilk defa adam gibi bir adamla konuşuyordu.
O sözünü bitirince Halim “valla bizim
oğlan; ben de akşamdan beri keşkek gibiyin. Hele Nuri’mi kendi ellemile gabire
goydum ya; o beni mafeddi. Neyse bunları da çok gonuşucez. Sen şimdi o elinde
bıçağıla gaçan gırık dölü kim? Onu tanıyon mu sen?” dedi. Mühendis “valla daha
önce onu parkta falan görmüşlüğüm var. Buraların serserilerinden değil. Sen de
bilirsin. Bizim buranın serserileri burada zarar işlemez; kimseye bi kötülüğü
olmaz. O puşt arada bi gözükürdü. Ama adı ne? Kimdir? bilmiyorum. Onu en iyi o
çadırlarda kalanlar bilir; ama onlar da ortalıkta gözükmüyor. Sanki yer yarıldı
yerin içine girdiler. Buranın sokak kedileri kadar vefalı çıkmadılar. Allah
seni inandırsın benim kör kadıyı taksi çarpınca öteki kediler onu saatlerce
yaladı. Ölünce bile hemen terk edip gitmedi. Bir de kediye nankör derler. Asıl
nankör biziz valla” dedi. Sonra “ben bunları karakola gidip polise de anlattım”
diye ilave etti.
Halim “valla bizimoğlan senle
gonuşunca baya rahatladım. Bene müsaade ben yine uğrar sene rahatsız ederin”
deyince o kişi “güle güle her zaman beklerim” dedi.
Halim oradan çıktı. Ciğerci merakla
onun orada ne konuştuğunu merak ediyordu; ama soramadı.
Halim pansiyona kadar başka kimseye
takılmadı. Pansiyona geldiğinde orada pansiyoncu ve bir de polis vardı.
Çaycıyla, katip zaten vardı. O içeri girince pansiyoncu, polise “işde arkıdaşı
Halim de geldi” deyince Halim kendinden bahsedildiğini fark edip “buyrun
hayrola bi şeymi varıdı?” dedi. Pansiyoncu “polis bey Nuri’yle ilgili
soruşturma yapıyor da onun için gelmiş. Biz bildiklerimizi anlattık. Şimdi
sende anlat” dedi.
Halim yıllardır yakından ilk kez
polis görüyordu. Yolda, molda görmüştü; ama dikkatle bakmamıştı. İçinden
“geydikleri şey emme değişmiş ha!” dedi ve polise “buyur memur bey” dedi.
Polis, Halim kapıdan girince “bu ne
böyle?” diye şaşırmış ve baya da ürkmüştü. Halim “buyur memur bey” deyince
polis “ben sizin arkadaş için geldim” dedi. “Bıçaklıyan kimmiş? Niye bıçaklamış?
onu soruşturuyom” dedi ve “senin bildin bir şey var mı?” dedi.
Halim “valla memur bey benim bildim
bi şey yok. Ben öğleden sona geldimde habar aldım. Patronla barabar hastaneye
goşup gittik. Nuri çoktan hakkın rahmetine gavuşmuşmuş. Bizim edcemiz bi şey
galmamış. Biz Metin’le barabar cenaze arabasıyla gabirliğe gittik. Ben kendi
ellemle arkıdeşimi gabire goyub geldim” dedi. Böyle deyince ağlamaklı olmuş,
oradaki herkes duygulanıp tekrar “başın sağolsun” demişlerdi.
Polis de duygulanmıştı. “Ne yapıcan
arkıdaş hepimizin gidice yer orası. Biz şimdi onu bıçaklayanı bulup adalete
teslim edelim ki sizin acınız hafiflesin; biz ona uğraşıyoz” dedi. Halim
“sağolun memur bey” dedi ‘onu ben yakılasam kimsilere teslim etmiden icabına
bakarın’ diyecekti, kendini tuttu. “Şindi o mühendisin yandan geliyon. O da
garagola gelip anladmış. Onu vuranı en iyi bilcek olan o naylonlan
altındakiler; emme onla da gaybolup gidmiş. Siz onları bulup, onlara sorun”
dedi.
Polis, Halim “siz onlara sorun”
deyince ‘bize görevimizi öğretme, biz kime soracağımızı biliriz’ diyecekti; hem
Halim’den çekinmiş, hem de ‘acısından ne dediğini bilmiyor’ diye “tamam bizim
oğlan biz gerekeni yaparız. Sen merak etme” deyip gidiyordu. Pansiyoncu “bi
dakika memur bey. Nuri’nin eşyasını biz topladık, bi de tutanak tutturdum. Onu
da kasaya koydum. Şimdi biz bu eşyalara ne yapıcaz?” dedi. Polis “valla o bizi
ilgilendirmez. Biraz saklarsınız. Bi arayıp, soranı olmazsa verin bi fakire,
hayrı olur” dedi. Pansiyoncu “tamam memur bey ben de öyle düşündüydüm” dedi.
Polis ayrılınca içinden ‘niye
dağıtacakmışım? Dünya kadar pansiyon borcu var; onun yerine dutar ben
alıkoyarım’ dedi. Ama şimdilik bunu kimseye, hele Halim’e hiç söylemeyecekti.
Katibe “memur doğru söylüyor, onları güzelce sakla. Bi arıyan olmazsa veririz
bi fakire sevindiriz, Nuri’nin da hayrı olur; doğru değil mi Halim efendi”
dedi. Halim “valla doğru düşünmüşsün patron” dedi “bene müsaade; ben bu gün
izinliyin. Pek dadım yok accık uzanıcen” deyip odasına yöneldi; çaycıya “bene
bi çay getir” deyip odasına girdi.
İçinden ‘pansiyoncu hakkaden esaslı
adam; eyi düşünmüş. Ben onu götlek bi şey sanıyodum; demek ki yanılmışım” dedi.
Odasına gelip soyundu yine tuvalete gitti. İşini gördü. Ne hikmetse bu ara
biraz işiyebiliyordu ona sevindi; odasına gelip yatağına uzandı. Çaycı çayı
getirip masanın üstüne koydu. Halim’e baktı bir şey diyecekti; vazgeçti gitti.
Halim kalktı çayı eline aldı; sandalyeyi de eline alıp dışarı hemen oradaki
bahçe gibi yere oturup bir de sigara yaktı. Çayı içerken çok canı sıkılıyordu.
Çayı içip bitirdi. Sigara daha yarıya geldi; onu da söndürüp attı. “Sankim
anamın memesi” dedi. Boş çay bardağını oraya koydu ve odaya girip yatağına
uzandı. Düşünmeye başladı.
Önce Nuri aklına geldi. Hala onun bu
ani ölümüne; eliyle mezara kendi koyup geldiği halde inanamıyordu.
Sanki kapıdan girip “merhaba gardaş”
diyecekmiş gibi geliyordu. Çünkü Nuri Halim’e ilk günden beri hep “gardaş” diye
hitap ederdi. Metin’de ondan alışmış; o da gardaş diyordu; ama Nuri gibi değil.
Nuri çok biçimli “gardaş” diyordu. Halim’de yalnız Nuri’ye “gardaş” derken
yürekten “essahtan gardeşiymiş gibi” söylerdi.
Çünkü onu tanıdığı bu kısa sürede
Nuri’yi hep kardeşi gibi görmüştü. ‘Allah Allah’ dedi ‘insanın ölümü buguda
goleymiymiş?’ dedi. Sonra ‘tabi goley salak. Kaç ölü gördün daha öğrenmedin
mi?’ dedi.
Patronu aklına geldi ‘hayret ya heç
belli etmedi. Demek o gelib gidenler, heb onun gurbanlarıymış. Hayret bene neye
öyle gurbanlık goyun gibi bakıyolardı acıba?’ dedi. Bu işin içinden
çıkamayacaktı. ‘Zor iş bu işle; insan bi şey bilmeyince; emme zor ha! Sankim
garanlıkda galmış gibi oluyo’ dedi.
O kadın! O kadın çok hoşuna
gidiyordu; ancak “şeytana uymeyen” diye aklına gelince hemen unutmaya
çalışıyordu. Unutmak için de aklına başka şeyler getirmeye çalışıyordu. Şimdi
de yine “mapusluk ” günlerini hatırlamaya çalışıyordu. Ama artık eskisi gibi
geçmişi hatırlamaktan zevk almadığını fark etti. Yine de kendini zorladı o geceyi
yani hapishanede ilk gecesini hatırladı.
Keskenli Bilal’in yani tutuklu koğuşu
ağasının o içtiği şey aklına gelmişti. O şey her ikisinin de uykusunu getirince
Bilal Ağa “yeğen bene bi ağırlık çöktü. Günler torbaya mı girdi, yarın devam
ederiz” demiş; Bilal ağa ve Halim ranzalara yatmış ağanın ayakçısı Reşit’te
oraya bir yere kıvrılmıştı.
Bu aklına gelince ağanın içtiği şeyin
esrar olduğu aklına geldi. Gerçekten Bilal ağanın dediği gibi hapisliği
kesinleşinceye kadar o içilen şeyin esrar olduğunu öğrenmişti. Ertesi gece ve
daha sonraları çocukluğunu ve sorguda yaşadıklarını Halim anlattıkça Bilal ağa
“hayret ya! Bunu da mı söyledin? Bunu da mı dinlediler? Buna bi şey demediler mi?”
diye hayret ediyordu. En çok da “siz ne ceza veriseniz verin. Benim kendi
içimde mahkimileşerek kendime verdim cezanın yanda sizin cezanın hiç hükmü
olmaz” demesini ve bir de hem savcının yanındaki katip kızı, hem de hakimin
yanındaki katip kızı ‘anacığı’ öldüğünde o ölüsünün başında ağlarken elinden
tutup “sus ağlama” diyen ebenin iri iri güzel gözlü kızıyla, onun yanında duran
köy katibinin bal rengi buğulu gözlü kızına benzettiğini; bunu hakime de
söylediğini anlatınca Bilal ağa “hadi yav onları da mı söyledin?” diye çok
şaşmıştı. Bunları hatırladı.
Bilal ağa ile beraber olduğu günlerde
dayısının öldürüldüğü haberini gazeteden öğrenmiş ve çok üzülmüştü. Ve Bilal
ağayı kendi dayısının yerine koymuş çok bağlanmıştı. Sonra, Bilal ağanın sevk
haberi gelince çok üzülmüştü. Ancak Bilal ağa ona “bu mapusun gaderidir. Hiç
bir ağır hapis yemiş mahkumu öyle uzun süre bi yerde dutmazlar. Sen de cezayı
yiyince, sana da burdan yol görünür. Onun için bunlara alış. Çünkü her giddiğin
yerde yeni dostlar edinirsin; bi gün bi sevk kararı gelir, ayrılırsın. Bu senin
yedin ceza gadar süren bi şey. Hem de insanlar dışarıda da yeri gelir ayrılır.
Hem ben seni burda sağlam ele emanet ediyorum. Reşit azcık gıpırdakdır; amma
sadık insandır. Sen ona sahip çıkıcen, o da senin işlerini görücek. Ben
kendiyle gonuşdum” dedi. Sonra Reşit’i çağırdı. “Bak oğlum, yeğenim sana
emanet. Ona yamuk yapma ve yabdırma, göreyim seni. Yüzümü gara çıkarma” dedi.
Halim’e “ben gardiyan Şükrü’yle
gonuşdum; sen burda benim yere alıcaksın. Ayak basdıya devam. Üç senin hakkın,
iki gardiyanın hakkı… Öyle pay ediceksiniz. Hem sen buna gafa yorma Reşit
halleder. Tamam mı Reşid?” dedi. Reşit orada ağanın Halim’e söylediklerini
dinliyor hepsini kafasına yazıyordu. Ağa sorunca “tamam ağam, sen ne dediysen aynen
öyle olucak” dedi. Sonra ağa Halim’e “gel şimdi” dedi; tutuklu koğuşuna
geçtiler. Tutukluların hepsi oradaydı. Volta saati olmasına rağmen ağanın
talimatıyla Reşit onları koğuşa toplamıştı. Bilal Ağa “bakın ağalar,
biliyosunuz benim sevk çıkdı. Bilmiyorsanız şimdi öğrenin. Ben giddikden sonra
bu goğuşun ağası yeğenim Halim ağa. Düzen önce nasılsa? Aynen devam edilcek. Bi
sözü olan şimdi söylesin” dedi. Karşısındaki tutuklulara, yanında dev gibi
Halim’le birlikte ‘şöyle bir baktı’. Hepsi ağız birliğiyle “emrin olur ağam”
dediler. Bilal ağa “iyi ozman voltaya çıkabilirsiniz” dedi.
Halim’e “gel bakam ağa” dedi. Halim o
sıra şaşırmıştı; çünkü Bilal ağa ona hep “yeğen” derken şimdi “gel bakam ağa”
deyince nasıl davranacağını şaşırmıştı.
Bilal ağa içinden ‘eee! Alışcak; tabi
işin acemisi olunca böyle utanıcak’ dedi. Dışarı çıkıp volta sahasında bir
köşede durdular. “Bak şimdi Halim ağa” dedi “sen şimdi goğuş ağası oldun. Yani
golaydan ağa oldun. Burlarda ağa olmak için mutluka bi bedel ödenir. Amma ben
seni kendi yeğenlemle eş dutunca bu iş oldu. Yalınız eğerkim dikkat etmesen;
rajon çiğnersen ağalık şıbbıdak gider. Sen şimdi ‘ben de bu galıb varken bok
gider’ diycen. Bak yeğen; galıb devede de var; emme bi uyuz eşşek onu yeder
gider. Sen şimdi ‘dayı ayıb ediyon; ben devemiyim?’ deyicen. O lafın temsili.
Ne demek isdediğimi anladın mı?” dedi.
Halim “annadım dayı. Sen bene ‘gafanı
çalışdırmassan; ozuman sene deveymişin gibi yedicek bi eşşek bulunur’ deyon”
dedi.
Bilal ağa bu kestirme cevaba hem
şaşırmış; hem de sevinmişti. “Tam öyle diyorum yeğen. Seninle beş aya yakındır
birlikdeyiz. Bugün, yarın senin cezan kesilir. Ozuman sen de ağır mahkum olucan.
Benim senden umudum var. Şimdi senin ağalığını öteki koğuş ağalarına söylemek
lazım, usül böyle” dedi. Yürüdüler; onları karşı köşede merakla izleyen öteki
koğuş ağalarının yanına gittiler.
Selam, hoş, beş derken; öteki koğuş
ağaları Bilal ağaya “ağa yol görünmüş” dediler. Bilal ağa “burları han, bizde
yolcuyuz. Yürü derle yürür gideriz. Burada galanlar sağ olsun. Ben de size ben
giddikden sonra benim goğuşa yeğenimin ağalık edeceğini söylemeye geldim. Bi
çoğunuzla orda, burda hep arkıdaşlık eddik. Yeğenimi önce Allaha sonra size
emanet ediyom. Terbiyesi yerindedir. Önünü ardını bilir. Çoğunuzla sonra yine
garşılaşcaz; bi hakkınız geçdiyse helal edin, bizden yana helal olsun” dedi.
Onlar da “bizden yana da helal olsun” dediler; sonra hepsi Halim’e ‘şöyle’
alıcı gözle baktı. Daha önce tanıştıkları halde; şimdi ‘acaba koğuş ağalığını
taşıyabilecek mi?’ diye süzdüler.
Hepsinin tavırlarından Halim’in koğuş
ağalığını onayladıkları belli oluyordu. “Ağa emanetin emanetimiz, yeğenin
yeğenimizdir. Sen sağlıcakla gid tez zamanda Allah gurtarsın” dediler. Bilal
ağa onlardan müsaade istedi.
Koğuşa dönerken “bak yeğen sana son
tembihim. Tedbiri elden bırakma. Burada kim dost, kim düşman bilinmez. Tedbiri
elden bırakma. Reşit’in yularını sağlam dut; at sahibine göre kişnermiş, bunu
unudma” demişti.
O günlerden aklında kalan bunlardı.
Bilal ağa o günden iki üç gün sonra sevk edilmişti. Önceden ayarladığı plan
üzerine sevkiyat sırasında firar etmişti. Halim ondan sonraları hiç haber
alamamıştı.
Bilal ağa gittikten sonra koğuş
ağalığına devam etti. Ama bu sırada tutuklulardan fiş alırken çok rahatsız
oluyordu. Bu iş ona sanki hırsızlık gibi geliyordu. Ayrıca Gardiyan Şükrüyle de
hiç anlaşamıyordu. Bir gün koğuşta oturuyordu. Yeni gelen tutuklular sırayla
odaya giriyor; Reşit her birinden kafasına göre beşer, onar fiş alıyordu. O da
hiç karışmadan girip çıkan tutuklulara bakıyor, içinden onları acıyordu. Bu
sırada bir genç girdi. Reşit ona da ‘geçmiş olsun’ dedikten sonra ‘ağanın
talimatıyla’ deyip on beş fiş istedi.
Genç “niyeymiş o? Niye fiş vereceğim?
Siz burda gelenlerden haraç mı alıyorsunuz?” diye diklendi. Reşit Halim’e
baktı. Halim de gencin bu diklenişine şaşırmış; içinden ‘ufak tefek; emme yürekli
çocuk. Helal olsun diye’ geçiriyordu.
Reşit gence “ukalalık yapma, buranın
düzeni neyse uyacaksın. On beş fiş çok geldi diyosan, on fiş ver çık git” dedi.
Genç biraz daha dikildi. Ayaklarının üzerinde yaylandı; sanki boyu biraz uzamış
gibiydi. Reşit’e “beni buraya düzene karşı olduğum için getirdiler. Ben kimseye
haraç vermem” deyip çıkıyordu Halim “bi Dakka bizimoğlan” dedi. Genç
duraklayınca “yeğen sen gelsene şöyle” dedi. Genç, Halim öyle deyince, baktı
bir şey söylemeden çıkıyordu Reşit kolundan tutup “Ağa sana gel” dedi, deyince
genç öfkeyle kolunu çekiyordu. Halim Reşit’e “bırak yeğenin kolunu” dedi, sonra
gence “gel hele yeğen. Senin halin hoşuma gitti. Gel otur şöyle biraz
gonuşalım” dedi. Halim’in sakinliği ve dostça bakışı üzerine genç geldi;
Halim’in gösterdiği mindere oturdu.
Halim kendi geldiğinde olduğu gibi
Reşit’e “sen bize iki çay kap gel” deyince Reşit çay getirmek için çıktı; ama
Halim’in bu davranışına kızmıştı. Zaten günlerdir diğer tutuklulara karşı
davranışını da gevşek bulyor, “böyle koğuş ağalığı olmaz diyordu.” Ama Bilal
Ağaya söz verdiği için ve ayrıca çekindiği için Halim’e hiç saygısızlık
yapmıyordu. Bu düşüncelerle çay olmak için çay ocağına gitti. Halim de genci
yanına oturtup sohbete başladı. Genci bir arama sonrası üzerinde çıkan kimlikte
oynama olduğu için yakalamışlardı. Bir süre emniyette sorgulamışlar. Bir örgüt
bağlantısı tesbit edememişlerdi; ama hakkında araştırma devam ettiği için savcı
tutuklamış ve buraya getirmişlerdi. Genç fazla bir şey anlatmamıştı. Reşit’in
getirdiği çayı içmişler; Halim tıpkı Bilal ağanın kendine söylediği gibi “yeğen
sen burda benimle gal” dedi. Kendi Bilal Ağanın yerinde yatıyordu. Onu da kendi
yatağını gösterdi.
Orada yatan Reşit’e yine yol
görünmüştü. O da yerde minderin üzerine kıvrılıp yatacaktı. Reşit bunu duyunca
yine kızmıştı; ama onun kaderi buydu. Ağa ne derse ol olacaktı.
Halim bu şekilde o gençle beraber
kalırken, ondan epey şey öğrendi. Yine gencin teşvikiyle tutuklulardan fiş alma
işinden vazgeçmişti. Buna itiraz etmeye kalkan Reşit’e de “Reşit ondan bundan
avanta almıya lüzum yok. Bendeki para sene de yeter, bene de yeter” demişti.
Ama haliyle Gardiyan Şükrü’yle arası açılmıştı. Şükrü onun tutuklulardan fiş
almayacağını öğrenince; koğuş ağalığına son verip, onu koğuştan çıkarmak
istemişti. Ama diğer koğuş ağaları buna karşı çıkmış “Halim ağa Bilal ağanın
emaneti, ona dokunma” demişler Gardiyan Şükrü bunun üzerine Halim’e bir zarar
vermemişti. Ancak ikisinin arası giderek açılıyordu. Gardiyan Şükrü ne yapıp
yapıp Halim’i koğuştan çıkarıp; yerine yine tutuklulardan fiş alıp onunla
paylaşacak birini bulmak için fırsat kolluyordu. Halim bunların hep
farkındaydı; ama umursamıyordu. O gençle ve Reşit’le birlikte aynı koğuşta
kalıyordu.
Bir gün Gardiyan Şükrü Halim’in
yanına geldi “Halim ağa bu böyle olmuyor. Sen buradaki düzeni bozdun. Ya eskisi
gibi devam edicez; ya da ben buraya birini koyacağım” deyince Halim “ula döyüs.
Sen laftan anlımeyonmu? Ben kimsiden avanta alman; alıcek olanın da canına
okurun” deyip Şükrü’nün üzerine yürüdü. Gardiyan Şükrü kaçmak istedi; ama
kaçamadı. Genç de, Reşit’e hiç karışmamıştı.
Halim Şükrü’yü yakalayıp altına aldı
dövüyordu. Bu sırada tutuklu koğuşundakiler bu kavgadan korkup kaçışınca, olayı
öteki koğuş ağaları duydu. Koşup geldiler Gardiyan Şükrü’yü Halim’in elinden
zor aldılar. Gardiyan Şükrü epey dayak yemişti. Koğuş ağalarının yardımıyla
Halim’in elinden kurtulunca Halim’e “ben sana gösterim” diye giderken öteki
ağaların araya girip bastırması sonucu şikayetçi olmamıştı.
Bu sırada duruşması devam ediyordu. Yaraladığı
sağcılardan biri daha ölmüş, böylece iki kişinin katili olmuştu. Artık İdamla
yargılanıyordu. Onu ayrı bir bölmeye almışlardı. Bu sırada o genci de alıp
gitmişlerdi. Genci götürmeden bir gün önce beraber olmuştu. Genç “beni bugün
yarın alırlar. Herhalde yeniden sorguluyacaklar” demişti. Ve ertesi gün gece gelip
alıp gitmişlerdi.
Onunla çok iyi arkadaş olmuştu; ama
ondan bir daha haber alamamıştı. O gittikten sonra yargılaması devam etti;
sonunda idam cezası almıştı.
Bu sırada onu sorgulayan savcı bir
avukatla görüşüp onun davasını almasını sağlamıştı. O avukatın ve savcının
gayretiyle kararı temyiz etti. Sonunda idam cezası müebbete çevrildi. O karar
sonrası Bursa cezaevine nakli çıktı.
Ondan sonra çok cezaevi gezdi.
Gittiği cezaevlerinde hep olayların adamı olmuştu. Oralarda neler yaşamamıştı
ki? Önceleri sağcı cinayetinden hüküm giydiği için hep solcu muamelesi görmüş;
solcu koğuşlarında kalmıştı. Onlarla tek ortak yanı haksızlığa tahammül
edemediği olduğu için haksızlığa karşı her türlü başkaldırının isyanların hep
en ön sırasında yer almıştı. Gardiyanlar ne kadar çekinirse çekinsin, kıstırıp
aralarına aldılar mı “Allah yarattı” demeden falakaya yatırıp dayak atarlardı.
Yediği hücre cezasının haddi hesabı yoktu. Ama bir de kazara eline bir gardiyan
düşerse, o da eline geçen gardiyanın ‘pestilini’ çıkarır, ‘ağmaz, dönmez’
ederdi. Bu sebeple cezayı fazlasıyla yatmıştı.
Bunlar aklına geldi. ‘Bunlara ilerde
tekrar düşünürün’ dedi. Oldukça rahatlamıştı. Ama artık hiçbir şey eskisi gibi
değildi. Can sıkıntısıyla günler geçerken aklında hep; patronunun faizci olduğu,
birçok zavallıyı faiz tuzağına düşürüp adeta kanlarını emdiği ve çok ‘uçkuruna
düşkün’ biri olduğu düşünceleri vardı. Pastaneciye de kafaya takmıştı. Bir
punduna getirip ondan hapishane arkadaşının intikamını mutlaka alacaktı.
Patronun ise faizciliğinden ziyade,
onun bunun karısına göz koyduğu için, yani ırz düşmanı olduğu için çok nefret
ediyordu. Çünkü aklına hep ninesine ötürüklü dedesinin misafir ettiği asker
arkadaşının “dıkılıverdiği” geliyordu. Ninesi ona bunu anlatırken gözyaşlarını
tutamamış “ötürüklü diden öldükden sonra, heç bi erkeğe güvenib varmadım. Hep
çocuklama üvey buba eline gomam dedim. Gençlimi bi başıma geçirdim” diye dert
yanmıştı.
Bu düşünceyle patrona öfkesi giderek
artıyordu. Ayrıca Nuri’nin ansızın ölümü onu çok yıkmıştı. Sanki kardeşi
öldürülmüş gibi geliyordu. Artık eskisi gibi geçmişte yaşadıklarını düşünmekten
de zevk almıyordu. İşe böyle keyifsiz işe gidip gelirken; bir gün pansiyona
geldiğinde katibi ona bir gazete uzattı. “Al abi, bak gazete Nuri abiden
bahsediyor” dedi. Çok şaşırmıştı. Nuri öleli nerdeyse on gün oluyordu. ‘Gazete
şimdi mi öğrenip yazdıy ki?’ diye merakla gazeteyi alıp başlığına baktı.
Başlıkta bir genelev kadınının bıçaklanarak
öldürülen dostunu unutamadığından, koluna fazla miktarda eroin şırınga ederek
intihar ettiğini yazıyordu. Gazeteyi alıp odasına geçti. Haberi dikkatle yavaş yavaş okudu. Haberdeki
kadının adı Ajda’ydı. Bu Nuri’nin dostu olan kadındı. Gazetedeki habere göre
kadın koluna şırıngayla eroin enjekte etmeden önce uzun bir not bırakmış; bu
notta Nuri’ye yaptığı kötülükleri, onu nasıl dövdürdüğünü falan hep anlatmış;
sonunda da haberin başlığındaki gibi “Nuri beni affet! Seni ben mahvettim” diye
yazmıştı.
Halim bunları okuduktan sonra “Nuri
gardaş; senin iş kendilinden bitti, gabirde rahat ol” dedi.
Vakit daha erkendi çıkıp biraz daha
dolaşmak istedi. Ama “şindi neriye gidcen ya?’ deyip uzandı.
Kendini sanki bir şeylere müdahale
etmek zorunda hissediyordu.
Hapiste de hep böyleydi. Kendini hiç
ilgilendirmeyen konularda bile duramaz karışırdı. Kime yapılırsa yapılsın, bir
haksızlık gördü mü kendini tutamazdı. Cezaevinde kaç kere hem müdür, hem
gardiyanlar ona ‘biraz da çekindiklerinden’ “sen bu işlere karışma, sen bir şey
istiyorsan direk bize gel, biz hallederiz. Onun bunun hakkını korumak; aramak
sana düşmez. Akıllı ol yoksa çok pişman olursun” diye tatlı, sert uyarmışlardı.
Ama o “olsun! Bugün onlara, yarın bene. Siz beni gandırıp onladan goparmak
istiyosunuz, emme bu olmuycek” diye karşı çıkmıştı. Çünkü ninesi ona “tosun oğlum
herzıman birlikten yana ol. Heç bi yerde ayrı çekip gidme. Çünküm birlik demek
dirlik demekdir” demiş sonra “bak” diye ocak başından bir çıra alıp ‘çıt’ diye
kırmış sonra üç çırayı eline almış; kırmak için uğraşmış; zorlayınca kırmıştı.
“görüyon demi? Birken gırılıvedi, üçken zorlandı. Beş osa heç gırılmecek; bunu
unumda” demiş, sonra “bi de bi şe decen. Biri yer biri baka, ondan gıyamed
gopar misali; birine bi zarar veriliyosa sen de öyle bakıb garışmeyosan olmaz.
Sonra biri sene bi şey yapasa ozuman o da sene bakar garışmaz. İşde ozman o
bitek çıra gibi o gırılıverir, sen de gırılıverisin. Bunları heç unudma tosun
oğlum” demiş, hatta Halim “pes dorusu ninecim. Bu guda nafı nerden bulub da
deyon, pes valla” deyince ninesi de ona “ee biz bu saçları değmende ağartmadık
tosun oğlum. Senin de saçla ağarınca böyle bi çuval nafı bilib edicen” demişti.
Bunlar akınla gelince “neye
garışmecemişin, baya garışcen işde” demiş, o yıllarda her şeye karışmış,
dünyanın dayağını yiyip, birçok kere hücreye atılıp aç-susuz bırakılsa da ‘bana
mısın?’ dememiş, yılmadan mücadele etmişti.
Halbuki nineciği ona “birlik olursa
ancak güçlü olacağını, yoksa o tek çıra gibi çıt diye kırılacağını” anlatmak
istemiş; Halim o lafı ters anlamıştı…
O yüzden, ikide bir kendi başına iş
halletmeye kalkışmış, bu yüzden başı çok derde girmişti. Arkadaşları da onun bu
özelliğinden faydalanıp, onu hep “menzil eşeği” gibi kullanmışlardı. Birçok
kere olmayacak yerde onu öne sürmüş; sonra kendileri dönüvermişti; ama onların
bilmediği bir şey vardı. Ninesi ona “her insan kendinden sorumludur. Sevabı da
günahı da kendine aiddir. Bazen sene enayi yerine goysular bile; sen doğru
bildin yoldan şaşıp, dönme” demişti.
Halim, ninesinin bu lafına ‘çok kulak
vermiş’ o yıllar birçok kez etrafındaki insanların onu saf yerine koyup, hep
öne sürdüğünü hep bilip, farkına
varmasına rağmen; ninesinin bu laflarını bazen doğru, bazen yanlış anlayıp
hatırlayınca; o an aklına ne gelirse onu yapmıştı…
Sanki bir başına dünyayı o
düzeltecekti. Bazen kendini çok güçlü hissediyor; dünyanın tüm derdini ‘bir
başıma hallederim’ zannediyordu. Ama onun öyle olmadığını da, yaşayarak
görmüştü.
Şimdi burada da patronun namussuzluğunu
öğrendiğinden beri; bir de üstüne pastanecinin namussuzluğunu öğrenince tam
çileden çıkmıştı. Hele namus konusunda “ninecine dıkılıverildiği” aklına
geldiğinden beri yerinde duramıyordu.
Çünkü nerede olduğunu bilmediği
ebenin iri iri güzel gözlü küçük kızıyla, köy katibinin bal rengi buğulu gözlü
kızına, sanki birileri musallat olmuş, “dıkılıvermiş” gibi aklına geliyordu.
İşte o sırada dişleri kilitleniyordu.
Şimdi de böyle sinirden; kuşkudan ne yapacağını
bilemez hale gelince yine içinden saymaya başladı. Yüz otuza gelmişti ki! Uyudu.
O gece yine çok yağmur yağdı.
Rüyasında neler görmedi neler. Sonradan tek hatırladığı; çok yağmurun yağdığı
ve o kızlar kuş olmuş uçarken yağmurdan korunmak için bir dala konunca orada
saklanmış bir yılanın aniden onlara saldırdığını görüp “gaçın” diye
bağırdığıydı.
O sırada, o kadar yüksek sesle
bağırmıştı ki! Az önce gelip Halim’i uyurken görüp uyandırmayayım diye usulca
yatan ve yenice dalıveren Metin sıçrayıp kalkmıştı. Katip de yerinde sıçrayıp
koşup gelmişti.
Ama Halim uyanmamış, yatağın içinde
çok terlemiş olarak hala uyuyordu. Katip, Metin’e bakmış, Metin de ona ‘sus’
işareti yapınca katip içinden ‘kabus görüyor herhalde. Ee! Az şey yaşımadı’
deyip gitmiş; Metin de uyumaya çalışmıştı.
Halim, sabah erkenden kalkınca
yatağında otururken rüyayı hatırladı. “Hayırdır işallah” dedi. Gözü Metin’e
kaydı; o da uyanıktı.
Ona “hayırdır bizim oğlan sen de mi
rüya gördün?” dedi. Metin “yok rüya falan görmedim de; sabaha kadar senin
bağırış ve homurtundan uyuyamadım. Kime? Öyle ‘ben size gösdercen. Sizi pançı pinçik
parılamazsam bene Halim demesinle’ diyordun” dedi.
Halim “hadi ya! Ben heb böyle
sayıkladım mı?” dedi.
O yalnız kuş şeklinde kızları ve
onlara saldıran yılanı hatırlıyordu.
Metin “tabi ya! Hele ‘kaçın’ deye bi
bağırdın. Kime bağırdın? Bilmiyom; bütün pansiyon ayağa kaktı” dedi.
Halim “yok ya! Demek öyle. Valla
bizim oğlan. Nasıl olucek bilmeyon, emme ben sankim Nuri’nin yana boylecemişin
gibi geliyo” dedi.
Metin gülümseyerek“ağzını hayra aç
bizim oğlan. Öleceğim diyen koca kızın canı koca isdermiş” deyince Halim ağız
dolusu güldü, “hay ağzına gurban olen bizimoğlan; içimdeki gamı dağıddın yine.
Öyle ya benden başka ölücek pezevenk mi galmadı?” dedi. “Ben işe geç galmıyen,
ne de olsa iş işdir” dedi.
Metin’in esprisi çok hoşuna gitmiş
ona ninesini hatırlatmıştı.
Birisi ninesine hastalığından
bahsedip “ee çok vakdım galmadı” deyince ninesi kadın olsun, erkek olsun
“herhal ölücen” diye söyleyen kim olursa; onlara aynı Metin gibi “kıs kıs”
güler, “hı ölücen deyen gocu gızın canı gocu isdermiş. Senin ki de öyle ellem?”
derdi.
Kalkıp tuvalete girdi, çıktı; elini
yüzünü yıkadı. Bir türlü giymek istemediği ‘Nuri’yle aldıkları’ yeni gömlek ve
pantolonu nihayet giydi. Metin’e “sen şindi onu boş ver nasıl oldum?” dedi.
Gömleğin özellikle rengi Halim’e çok yakışmıştı.
Biraz genç işiydi; ama Halim’in
kalıba göre ancak bu bulunmuş, gerçekten Halim’i çok açmıştı.
Metin “filinta gibi oldun bizim
oğlan. Valla bu pantolon ve gömlek sanki sana dikilmiş gibi; tam oturdu. Güle
güle giy” dedi. Halim ”ee bizimoğlan! Çok garı, gız görmedi; emme
tarlabaşındaki o garı da bene ‘çok yakışıklısın, aynı yabancı artisle gibi’
dediydi. O yılla geride galdı; neyse sağ ol” dedi.
Metin “oo! Beyim Tarlabaşı falan;
neler görmüşsün sen? Bi anlatsana, bize oralara gitmek nasib olmadı” dedi.
Halim “valla başka yok; hepi topu
bicez o garı. Valla başka bi şey yok.
Mapusdan çıkalı üç dört ay oldu. Bi türlü para olup da kerhaneye gidimedim. Tam
elim para gördü giderin deyedum bu iş oldu” dedi. İçinden ‘şindi her şeyi; o garıyı
falan azımdan gaçırıb bi çuval inciri boklecen’ deyip “hadi bene müsaade
bizimoğlan; şindi gidip babıcı alen. Babışcı ‘babıçları nezman alcen?’ diye
sorup duruyo” dedi.
Ayakkabılar dikileli epey olmuş;
patron “daha ayakkabıla dikilmedi mi?” diye sorunca “vuran yeri var da babışcı
orayı düzeldicedi” diye savuşturmuş, ayakkabıcıya da “ben patrona böyle böyle
dedim; sene sorarsa da düzeltmedim ayakları çok böyük olunca zor oluyor de”
diye ‘sıkı sıkı’ tembih etmişti.
Ayakkabıcı merakla “noldu bi şeye mi
kızdın?” deyince biraz kızmış; ayakkabıcıya “orası sene alakıdar edmez; var
bişey ondan öyle deyoz” demişti.
Ayakkabıcı Halim’in bu ters cevabı
üzerine çok ürkmüş merak edip “ne oldu, ayakkabılar hala alınmadı” diyen
meraklı komşularına bile Halim’in tembih ettiği gibi cevap vermişti.
Dün de Halim dükkana girip “hayırlı
işle dayı” deyince cesaretlenmiş, “ayakkabıları ne zaman alıcan?” diye
sormuştu.
Halim bu gün ayakkabıları da alıp
giymeye karar verdi. Çünkü onları da hak ettiğine inanıyordu. Gerçi patronun
kazancı kirli paraydı; ama ‘şöyle bir düşünmüş’ aklına helalinden kazanan çok
az insan gelmişti. Ona göre doktorlar ‘insanlar hasta olsun’ diye, avukatlar ‘insanlar
birbirine düşsün diye’ bekliyordu. Yattığı pansiyondaki yataklarda köpek
yatmazdı. Pansiyoncu dünya kadar para aldığı halde çarşafları çok geç
yıkatıyordu. Ciğerci desen ‘kim bilir ne ciğeri?’ satıyordu.
Ona göre en helalinden kazananlar
“kışda, gıyamedde” dağda bayırda hayvan otlatan çobanlardı. Onların yediği de
içtiği de helaldi. Hem çobanlık peygamber mesleğiymiş. Ninesi öyle derdi.
“peygamber efendimiz bile deve güdermiş. Hem insanları da güdüp doğruyu
gösderen o de mi?” demişti. İçinden ‘valla şu benim ninecin de bilmediği bi şey
yok’ dedi. Bu düşüncelerle Dostlar Meyhanesinin yanından falan geçip gitti; ama
fark etmedi. Tam ayakkabıcının dükkana yaklaşınca kendine geldi. Ayakkabı
dükkanına girip “dayı ver şu babıçları bi giyem” dedi.
Ayakkabıcı ‘nihayet karar verdin mi?’
diyecekti. ‘Bunun tersi, yönü belli değil’ diye düşündü; ayakkabıları verdi
“giy bakalım nasıl olucak?” dedi.
Halim önce ayakkabıları evirip,
çevirdi; tabanlarına eliyle vurdu “sağlam bi şeye benzeyor eline sağlık” deyip
ayakkabıları giydi.
Gerçekten ayakkabıcı iyi ustaydı.
Ayakkabılar Halim’in ayağına ‘lök’ gibi oturmuştu. Giydi, ayağa kalktı. ‘Şöyle’
bir yaylandı. “Hakkaden çok güzel ve rahat” dedi.
Ayakkabıcı eliyle ayakkabının burnunu
falan yokladı, “güle güle giy ayağına tam oturdu; hem de pantolonun altında
güzel durdu. Gömleğile pantolon da yeni herhalde” dedi.
Halim ‘yok canım bitbazarı işi’
diyecekti; kendini tuttu. İçinden ‘ona ne yav?’ dedi; sonra “yok yeni değil de!
Nezımandır geymiyodum. Bugün babıçları alıcem aklıma gelince geydim” dedi.
Ayakkabıcı “iyi çok güzel yakışmış. Ayakkabılar
da ayanda parçılansın” dedi. İçinden ‘üstündekiler marka. Herhalde bit
bazarından almışdır’ diye geçirirken Halim terlikleri gösterip “sağol dayı şunlar
galsın. İsder birine ver; isder atıver. Bene müsaade’ deyip gitti.
Ayakkabıcı arkasından onun bıraktığı
tokyo gibi terlikleri eline aldı, “diken kimse sağlam dikmiş” dedi.
Kalıbını alırken Halim’in ayaklarını
yakından gördüğü halde tokyo gibi terliklere bakarken “Allah Allah bunu da
insan giymiş” dedi ve ‘gelip giden müşterilere gösderirim’ diye rafa koydu.
Halim ayağında yeni spor ayakkabılar, yaylana yaylana yoldaki vitrin camlarına baka baka iş hanına geldi. Tokyo gibi terliklerle ‘şıpıtık şıpıtık’ yürürken şimdi herkes gibi; belki herkesten fazla bir ayakkabı giymişti.
Bu sırada yolda karşılaştığı insanlar dönüp dönüp bakınca hiç rahatsız olmamıştı. Çok keyfi yerindeydi. Her şey aklından çıkmıştı ki! Tam iş hanına girerken pastaneci gözüne ilişince yine öfkesi kabardı. İçinden ‘dur şunun yakasını duten. Dedigodu, iftira neymiş gösderen’ derken kendini tuttu ‘onun da sırası gelicek’ dedi.
Bu sırada pastaneci Halim’in kendine ‘kinli camız’ gibi baktığını görünce korkup içeri kaçtı.
Halim onun acele içeri kaçtığını görünce arkasından “gaç bakam gaç. Depene bindimde neriye gaçıcen bakalım?” diye mırıldanıp iş hanına girdi.
Pastaneci de sanki arkasından kovalayan varmış gibi pastaneye girip ‘son günlerde hep böyle kinli camız gibi bakıyor. Acaba bildiği bi şey mi var?’ diye endişeyle düşünmüş; bir sebep bulamamış ‘en iyisi az sonra ocakçıya bi sorayım. Çünkü birkaç gündür o ayı çay ocağına girip çıkıyormuş’ deyip biraz rahatlamıştı.
Halim mırıldanarak iş hanına girdiği sırada çay ocağının önünde yeni gelen meşrubat kasalarını taşıyan garsonları ve onlara kumanda eden ocakçıyı gördü. “Golay gelsin bizimoğlan” dedi.
Ocakçı da Halim’i görmüş; ona bakıyordu. Halim’in yeni ayakkabısını, gömlek ve pantolonu görünce içinden ‘ooo! Bey bayram değil, seyran değil neye giyinmiş acaba? Amma yakışıklı olmuş ha!’ derken Halim’e “sağol bizimoğlan” dedi.
Halim biraz baktı “son günlerde yeni bi habar var mı?” dedi. Ocakçı şaşırmıştı; kendini topladı “yok bizim oğlan hep aynı” dedi. Halim de “iyi ozman, hadi size goley gelsin” diyerek asansöre bindi.
Garsonlar Halim’in ve ocakçının sözlerinden bir şey anlamamış ‘ne o?’ diye baktılar. Ocakçı sertçe “siz işinize bakın, her şeye karışmayın” deyince garsonlar birbirine bakıp, kasa taşımaya devam ettiler. İçlerinden ‘bunlar bi şey biliyor; amma nasıl olsa kokusu çıkar’ dediler.
Halim büroyu açtı. Sanki hiçbir düşündüğü yokmuş da mutluktan uçuyormuş gibi patronun odayı güzelce topladı; masasını sildi. Kendi yerini de düzenleyip geçti; yerine oturdu.
Son günlerde kızıp köpüren o değilmiş gibi yerinde “cib ciddi” oturuyordu. Az sonra patronu gelince her zamanki gibi hemen ayağa kalktı. Patron onu yeni gömlek ve pantolonla görünce “az şöyle çık bakayım” dedi. Halim ‘cib ciddi’ masanın dışında esas duruşta durdu.
Patronu “hah şöyle tam büro elemanı gibi olmuşsun. Sanki müdür gibisin valla. Hem zaten sen buranın müdürü sayılırsın” dedi. Halim “sağ ol patron sayende” derken Yavuz bey biraz rahatlamıştı.
Çünkü kaç gündür Halim’in asık suratından ve sorularına hep kaçamak cevap vermesinden çok rahatsızdı. İlk günler ‘arkadaşı öldüğü için böyle yapıyor’ diye düşünmüş; ama Halim’in “domuşukluğu” uzayınca baya işkillenmişti. Çünkü Halim’in eline mektup verip gönderen mütahit Yavuz beye “Halim iyidir hoştur; amma biraz isyankardır. Nedense özellikle namus meselesinde çok duyarlıdır. Bir de kendine olması şart değil birine bir haksızlık yapıldığını görse hemen karışır. Öyle namussuzluğu, hırsızlığı falan yoktur. Her şeyine güvenebilirsin” diye yazmıştı.
Bu mektubu yeniden okudu. Burasını atladığına canı sıkıldı. Mektuptakini düşününce; bir de son günlerde Halim’in sanki onu takmıyormuş gibi davranmasından çok rahatsız olmuştu.
Kafasında ‘acaba?’ sorularıyla odasına girerken durdu ‘senin kafana takılan bi şey mi var?’ diye soracaktı, “bana bir kahve” söyle deyip kapıyı kapattı.
Halim “Allah Allah zaten her sabah sade gave söylüyoz ya!” diye mırıldanarak diyafondan “bi sade gave, bi çay, suyunu unudman” deyip yine yerine oturdu.
Bu sırada pastaneci çay ocağına girmiş; ocakçıya “bana bi kahve yap” demişti. Tam o sırada diyafonda Halim’in sesi duyulunca ocakçı Halim’e tamam dedi; pastaneciye “seninki bu gün çok yakışıklıydı” dedi.
Pastaneci ‘tingidek düşmüştü’.
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder