7 Aralık 2016 Çarşamba

HALİM SELİM romanımdan on altıncı bölüm



Yatağın içinde biraz daha kaldı. Sonra kalktı; sabah temizliğini yaptı. Yeni pantolon ve gömleklerini eline aldı. Yine Nuri aklına gelmişti. ‘Hayret yavu; daha dün bunları onunla aldık. Adam bi anda yok olup gitti yavu’ dedi. Yatağın kenarına oturdu. Gözü Metin’deydi.

Dalıp gitmişti. Nuri’yi mezara koydukları an gözünün önüne geldi. Sonra üzerini toprakla örttüklerini düşündü. İçi ürperdi. ‘İnsan masal gibi be… Bi bakıyosun var; bi bakıyosun yok olup gitmiş’ dedi. Aklına babası, anası, ninesi, dayısı geldi. Hepsinin bir zamanlar var olduğunu düşündü. Hocaya sorunca; onun “kitapta ne yazıyosa o. Gerisini garıştırıp günaha girme” dediğini hatırladı. ‘Bu işlere akıl sır ermeycek yavu’ dedi. ‘En iyisi adam gibi yaşeycen. Kimsiye ardından nalet okutmecen, söydürmecen’ dedi. Ninesinin “gadir mevlam insanı bu dünyaya insan gibi gönderi; ‘insan gibi dön gel deyi’ Marifet bunda” dediği aklına geldi. Nuri’yi düşündü. ‘Ne arkıdeşdi yavu? İşte o insan gibi insandı. Öte dünyaya da insan gibi gitti’ dedi. Gözü yeni aldığı giysilere kaydı. ‘Bi de babıçla oleydi’ dedi. Patronu aklına geldi. Onun için duyduklarını hatırlayınca birden öfkelendi ‘Şindi başleycen onun alıvediği babıçdan, gömlekden ha’ dedi. Hemen onları bıraktı. Eski giysilerini giydi. Ayağına tokyo gibi terliklerini geçirip odadan çıktı.

Daha hava çok erkendi. Katip de yeni kalkmıştı. Halim, selam falan vermeden hızla çıkınca “ne bu böyle barut gibi?” diye söylendi.

Bu sırada Halim hızla yürürken aklında patronu vardı. İçinden ‘eğer söylenenler doğruysa valla kötü olucek. Her halde bize gine mapus yolu görünüyo’ dedi. Hapislik günleri; sonra düşünürken aklına gelen “Keskenli Bilal” ve onunla konuştukları aklına geldi.

İlk gün koğuş ağası ne içtiyse o içtiği şey uykularını getirip “sona devam ederiz” deyip uyumuşlardı. Ertesi günü aklına geldi. ‘Şindi yolda  bunu düşünmenin sırası değil. Düşünmeye bi başlasam akşamı bulur’ dedi; onları aklından çıkardı.

Şu anda hiçbir şey düşünmüyor; dev gibi adımlarla hızla iş hanına gidiyordu. Dostlar Meyhanesinin önünden geçerken bile hiç duraklamadı. Bir süre sonra ayakkabıcının dükkanının önünden geçiyordu durup ‘bir uğreyen’ diye düşündü. “Şindi babıcından başleycen” deyip devam etti. İş hanına geldiğinde lokanta ve pastanenin daha açılmadığını fark etti. ‘Bunla da hala açmamış, hayret bunlar da esnaf olucek’ dedi, sonra “bana ne yav? Onlarıda mı ben düzeltcen?” deyip iş hanına girdi. Ortalıkta kimse gözükmüyordu.

Biraz şaşırdı. Baktı çay ocağı açıktı; oraya girdi “hayırlı işle bizim oğlan” dedi. Ocakçı, Halim içeri böyle ansızın girince çok korkmuştu. Halim’in selamını duymamıştı. “Bizim oğlan ben ikisini de uyardım. Bi daha bi bok yiyip senin işine karışsınlar. Dutucem kulaklarından, patrona götürücem. Ya bunlar ya ben diyecem. Valla ben de bıkdım bunlardan bizim oğlan” dedi.

Halim şaşırmış ‘bu adam ne diyor böyle?’ diye bakıyordu. Birden garsonlardan bahsettiği aklına geldi. “Sağol bizim oğlan; emme onla çocuk. Ben sonra düşündüm; bunla çocuk dedim” deyince ocakçı şaşırmış içinden ‘o zaman burda ne işi var?’ diye geçiriyordu.

Halim “bizim oğlan sen bene bi çay yap. Ben bi de sene bi şey sorcen” dedi. Ocakçı daha şaşırmıştı “hayırdır bizim oğlan buyur sor” dedi.

Halim “şindii! Bak sordum soruya dosdoğru cuvab ver. Sen insan bi kişiye benzeyon; sene içim ısındıydı” dedi.

Ocakçı içinden ‘ne sorucak acaba?’ diye geçirirken Halim “bizim oğlan senin garsonların dediğinin aslı var mı? Bak doğru cuvap ve beni savışdırmıya kalkma” dedi. Ocakçı ‘yok bizim oğlan, onlar bok yiyor, söylediklerinin hiç aslı yok’ diyecekti, Halim “bak doğru cuvap ve beni savışdırmıya kalkma” dediği için “valla birazının aslı var” deyip Halim’e bildiği her şeyi yanına hiçbir şey katmadan bir bir anlattı…

Zaten yanına bir şey katmasına gerek yoktu. Her şey tekmili birden arkası yarın diziler gibiydi. Önce pastaneciden başladı. “O çok dedikoducu puşdun biridir. Bi keresinde” diye başlayıp pastanecinin dedikodusu yüzünden bir adamın karısını ve karısının üvey kardeşini öldürüp hapse girdiğini söyledi.

Halim birden irkilip “sen şunu bi daha anlad” deyince ocakçı korkup, pastanecinin marifetini ve sonunda iki kişinin suçsuz yere öldüğünü, o hapse giren adamın hala pastaneciye “bekle senin zürriyetini gurudcem gırıkdölü” diye haber gönderdiğini söyledi.

Halim “o adam benim mapus arkıdeşim. Bene her şeyi bir bir anladıydı. Demek o gırık dölü bu pastaneciymiş ha!” dedi; bunu kafasının bir yerine not edip “ee! Sonra?” dedi.

Ocakçı bunu duyunca içinden ‘pastaneci şimdi boku yedi’ diye geçirip “hiç sonrası; senin bu patron da az gırık dölü değil. Böyle dedim için bana gızma. Sen bana her şeyi anlad dediğin için öyle diyom”dedi.

Halim “sen kesmiden anlad yavu” dedi.

Ocakçı, Yavuz beyin herkese çok yüksek faizle para verdiğini söyledi. Onların kanını emdiğini; o kadını, o kadının kocasının neden intihar ettiğini; Yavuz beyin de o kadın sayesinde hapse girmekten kurtulduğunu anlattı. “Şimdi” dedi; devam etti “her fırıldağı birlikte çeviriyorlar; ama Yavuz bey şimdi de lokantacının karısına göz dikti” dedi. Devamla  “bu gidişle” dedi “o kadını da baştan çıkaracak, amma lokantacı çok çaresiz” dedi. “Ama bu fırıldakta pastanecinin payı az” diye devam etti. Sonra “çünkü” dedi “pastaneci lokantacıyı Yavuz beyin elinden kurtarmayı bile düşünüyor; ama insanlığından değil. Çünkü onun da lokantacının karısında gözü var” dedi. “Allah için lokantacının karısı dünya ahret kardeşim olsun; amma hakikaden güzel kadın” dedi.

O bunları anlatıp bitirinceye kadar Halim ikinci çayını içmişti. Çay parasını vermek için elini cebine atınca ocakçı “Allah aşkına, çaylar benden, küserin bak” dedi. Halim “sağol ozuman” dedi. Sonra “Şindi sen bu laflan hepsi doğru deyon öyle mi?” diye sordu. Ocakçı “valla arkadaş ben bildiklerimi anlattım. Doğru yanlış bilmem. Sen sordun ben de ne duyduysam söyledim. Yalansa obalı bana bunları söyleyenlerde” dedi. Halim “iyi ozman; şindi ben sene bişey tembih edcen. Bene bu gonuşduklamızı kimisiye bi şey deme. Bak sonra külahları değişirin. Sen iyi insana benzeyon; emme benim tersim de bokdur ha! Sakın!” dedi. Ocakçı “tövbe bizim oğlan. Burada dediklerim burada galıcak. Söz” deyince Halim “iyi bizim oğlan. Ben şindi çıkıyon; ben bi düşünüp, araşdıren. Eğerkim doğruysa ben edicemi biliyom” dedi ocaktan çıkarken durdu ocakçıya “sakın ha!“ deyip asansöre gitti.

Ocakçı derin bir  “oh” çekmişti. Halim asansöre binince ocakçı daha rahatlamıştı. ‘Valla iyi mi? yaptım; kötü mü? bilmiyorum. Yalnız bana hiç iyi olmuycak gibi geliyor. En iyis susmalı’ dedi.

Bu sırada garson Ali geldi. Zaten hep önce o geliyordu. Ocakçının en son “susmalı” dediğini duymuştu. “Hayırdır usda? dedi. Ocakçı hışımla baktı. “Sana ne? Sana noluyor da? her şeye karışıyosun bok herif. Hadi sen şu boş kasaları çıkar” dedi.

Garson Ali ‘sokurdana sokurdana’ kasaları çıkarmaya başladı.

Ocakçı yedeğe su ilave etti; su çabuk kaynasın diye ocağın ateşini artırıp yerine oturdu. İçinden ‘valla iş çok tehlikeli hal almaya başladı. Bu ayının da mesburu olmaz. En iyisi ben dilimi tutayım’ dedi. Dedi; ama bu çok zor olacaktı. Çünkü ocakçının da her sıradan cahil insan gibi en büyük sosyal gıdası onun, bunun dedikodusunu yapmaktı.

Biraz sonra garson Cengiz de geldi. Ali kasaları taşırken hala ‘sokurdanıyordu’.  Ocakçı Cengiz’e de yüz vermemiş “hadi sen de kasaları taşı” demişti. Cengiz, Ali’ye “bizim oğlan buna ne oluyor? Sabah sabah barut gibi” dedi. Ali “nebileyim ben? Bana da öyle davrandı. Burda herkes bi çeşit” dedi. Birlikte kasa taşımaya devam ettiler.

Halim de büroyu açmış; içinden her yeri yıkıp dağıtmak gelmişti. ‘Yaveş ol; her şeyin sırası var. Önce bi anla, dinle ondan keri yapıceni yap’ diye kendi kendini sakinleştirdi ve önce patronun odayı; sonra kendi oturduğu odayı derleyip topladı. Bir an için aklından ‘temizlikçi garıyı çağırmak lazım’ diye geçti. Ocakçının söyledikleri aklına geldi; yine öfkelendi. Yerine oturdu; içinden saymaya başladı.

Çünkü ninesi ona “tosunum bi şeyi gızasan içinden sayı say” demiş; Halim’de “kaçı gadar sayıcen?” diye sorunca ninesi “nezman öfken geçese ozmana gadar say. Sen nasıl olsa ilk mektebi bitirdiydin” demişti.

Bu aklına gelmiş ‘yattın yer cenned mekan olsun ninecim’ dedi. ninesini hatırlayınca biraz sakinleşmişti.

Onunla yaşadığı günler aklına geldi, ‘ne günledi be?’ dedi. Tabi bu sırada ebenin kızıyla, köy katibinin kızını hatırlamıştı…

‘Kimbilir nerlededirle?’ dedi. Birden patronu aklına geldi ‘onlara da musallad olan biri var mı acaba?’ dedi; öfkeden dişleri adeta kitlenmişti. ‘Bi habarım olsun; Onlara musallad olan kim olursa olsun; isder ferişdahın oğlu olsun şart osun onu parça pinçik ederin’ dedi.

Bunu derken önünde bulmaca çözdüğü gazeteyi parçalayıp atmıştı.

Yine kendine geldi. ‘Şu işleri bi gören ilk işim o gızları arımak olucek’ deyip, kalktı yere attığı kağıt parçalarını topladı ve tekrar yerine oturdu...

Yeniden ‘ninecinin tembih eddiği gibi’ saymaya başladı. Elliye geldiğinde yatışmıştı. ‘Valla şu ninecim emme gafalı garıydı ha! Bak elliye gelince övkem geçdi’ deyip gülümsedi.

Bu sırada patronu gelmişti, Halim’i gülümser görünce “ne o gocoğlan? Keyfin yerinde” dedi. Halim ayağa; yalnız bu sefer biraz gönülsüz kalktı. “Hiç aklıma bi şey geldiydi de” dedi. Onun bu gönülsüzlüğü Yavuz beyin dikkatini çekmişti. “Noluyor sana? Hasta falan mısın?” dedi.

Halim birden ‘sen kayassaımın bok herif? Yedin boklara öğrendim de ondan öfkeliyim’ diyecekti; kendini tutup “hiç patron dün benim bi arkıdeşi öldürdülede ona canım sıkılıyo” dedi…

Yavuz bey “engibek” olmuştu. Aslında çok korkak biriydi; ona buna höthötlenmesi biraz parası vardı, azcık da bilekliydi de ondan. Daha Halim gibi birine çatmamıştı ve Halim’den ilk günden beri ürküyordu.

Onu elinde mektupla gördüğünde önce çok şaşırmış ve korkmuştu. Mektubu okuyunca rahatlamış ve korkusu geçmişti.

Mektubu gönderen mütahit eski bir tanıdığı idi. Bir iki sefer birlikte iş yapmışlardı. O sıralar Yavuz bey bu kadar namussuz değildi. Daha yeni yeni palazlanıyordu. Mütahit aslında çok mert biriydi. O cinayeti de mecbur kalıp işlemişti. Yoksa karıncayı incitmezdi. Halim için ‘çok mert ve saf bir delikanlı. Ona her şeyini güvenebilirsin. Cahil, mahil; ama çok zeki biri. Yalnız neden bilmem çok namus düşkünü” diye yazmıştı.

O sebeple “nasıl olsa cahil biriymiş. Benim işlere burnunu sokmaz, onun bu zebellah gibi görünüşü de işime yarar” diye düşünmüş; ama nedense ‘çok namus düşkünü’ kısmını göz ardı edip; onu işe almıştı.

Ondan sürekli korkup çekiniyor; içinden “salak herif o senin adamın. Karnını sen doyuruyorsun. İnsan hiç yanında çalıştırdığı adamdan korkar mı? O senin köpeğin sayılır’ diye kendini teselli etse de ‘yalnız dikkat etmezsen köpek bile seni dinlemez; döner ısırır’ diye de kendini uyarıyordu.

Şimdi bu durgunluğundan ürküp ‘acaba bir şey mi duydu?’ diye endişelenmiş; “Hiç patron dün benim bi arkıdeşi öldürdüler” derken ki sakinliği onu daha da endişelendirmişti.

Endişelenmekte aslında çok haklıydı. Halim’in sakinliği fırtınadan önceki sakinliğine benziyordu; ama Yavuz bey bu kadarını düşünemezdi. “Ha öyle mi? Bilmiyordum; başın sağ olsun. İstersen sen bu gün git dinlen” dedi.

Halim önce ‘yok patron gidmeyen’ diyecekti. İçinden ‘sakin sakin düşünmem lazım, şindi bi de o garı gelirse zıvanadan çıkarın’ diye düşünüp “çok sağ ol patron, valla gidip accık yatsam eyi olucek” dedi. Ve gitmek için davrandı.

Patron “önce benim kahveyi söyle, sonra git” dedi; arkasından “sen ayakkabıcıya uğradın mı?” dedi. Halim ‘şindi babıcını dedirtme’ diyecekti, kendini tuttu “uğrumadım patron” dedi.

Yavuz bey içinden ‘Allah Allah adama ayakkabı diktiriyoruz, nerdeyse al babucu götüne sok diyecek’ derken “sen giderken uğra, sıkıştır, böyle olmuyor, azcık yakışıklı ol” diye elinde olmadan Halim’e biraz yılıştı.

Halim “acilesi yok uğrarın” deyip çıktı.

Yavuz bey arkasından bakıp kalmıştı. ‘Buna ne oluyor böyle yahu? Acelesi yokmuş. Daha dün nerdeyse zil takıp oynucaktı’ dedi. ‘Herhalde arkadaşına çok üzülmüş. Ne de olsa arkadaş arkadaşdır’ dedi. Gelen, gideni göreyim diye kapısını açık bırakıp yerine oturdu. Çünkü başka elemanı yoktu.

İçinden “bunun götü gittikçe kalkıyor; yanına birini da almalı. Bu çok şımarırsa götüne bi tekme vururum’ dedi. Arkasından kendine ‘bok vurursun. Adam dev gibi’ dedi. Sonra “tekme vurmam da münasip şekilde kovarım” dedi.

Halim’in arkadaşının öldüğü aklına geldi. İçinden ölümüne bu kadar üzüleceği bir arkadaşı veya kendi ölünce onun için bu kadar üzülecek bir arkadaşı olup, olmadığını düşündü. Öyle hiçbir arkadaşının olmadığını düşününce birden kendini yapayalnız hissedip ürktü.

Şu anda insan yanı ortaya çıkmıştı. Ama o yanı çok sürmeden silindi gitti, çünkü o kadar aşağılık biriydi ki! Hiç kimse için iyi bir şey düşünmezdi. Hatta kendi için bile aynıydı. Çok kere kendi kendine ‘acaba benden aşağılık biri var mıdır?’ der; sonra gülerek ‘ben kendime bile kazık atmıdan duramam’ derdi. Gerçekten de öyleydi.

Neyse; bu sırada Halim aşağı inmişti. Kahveyi söyledi. Ocakçı ‘yüzüne bir şey diyecek mi?’ diye baktı; sonra çok sakin bir şekilde iş hanından çıktı. Kafası o kadar meşguldü ki! Ocakçının “bizim oğlan neriye böyle?” dediğini bile duymamıştı.

Ocakçı arkasından ‘abo! Adam barut gibi’ dedi. Bu sırada Halim ayakkabıcının önüne gelmişti. Orada durakladı; ama uğramadan geçiyordu. Ayakkabıcı “hayrola delikanlı bi selam sabah da mı yok?” deyince durdu. “Hay ağzına salık dayı. Bene yılladır ilk deliganlı deyen sen oldun. Biz de deliganlılıg, meliganlılıg galmadı; emme yine hoşuma gitti. Kusura bakma dalgınlık; yoğusam uğrecedim” dedi.

Ayakkabıcı içinden “cahil mahil; amma laf etmesini biliyor” deyip, “gel senin ayakkabıyı gösdereyim. Az bişeysi kaldı” dedi.

Halim meraklanmıştı “hadi yavu bi baken” deyip ayakkabıcının dükkana girdi. Ayakkabıcı onun ayakkabısını gösterince küçük dilini yutacaktı. Gerçi tam bitmemişti; ama Halim böyle ayakkabıyı rüyasında bile görmemişti. Hayalindeki ayakkabıdan bile çok güzeldi. İçinden ‘hadi bakalım bu babıcı geymicen. İsdimeyon de sıkıysa’ diye geçirdi. Ayakkabıcıya “valla eline sağlık dayı… Valla ben bu gadar güzel oluceni beklimiyodum” dedi. Ayakkabıcı “ee! Patronun öyle tembih eddi. Benim adama bi ayakkabı dikicen. Başka kimsede olmuycak dediydi” dedi.

Halim, ayakkabıcı patrondan bahsedince birden suratını astı. Ayakkabıcı “noldu beğenmedin mi?” deyince Halim “yok dayı çok beyendim de; birden aklıma dün ölen arkıdeş geldi. Keşki o da görseydi dediydim, ondan” dedi. Ayakkabıcı “ya öyle mi? Başın sağ osun hasta falan mıydı?” diye sorunca Halim “yok canım sapasağlamdı. Puşdun biri bıçaklayıb öldürdü” dedi. Ayakkabıcı “ya öyle mi? Yazık olmuş, başın sağ olsun” dedi.

Halim içinden ‘böyle yalan söyleyip durmak da zor oluyor yavu’ diye düşünüp “sağol dayı, ben şindi giden. Sonra bitince alırın hadi bene eyvallah” dedi ve dükkandan çıkıp pansiyona yollandı.

Bu sırada ayakkabıcının dükkan komşusu merakla gelmişti. Ayakkabıcıya “hayırdır komşu; kocaoğlan ayakkabıyı beğenmedi mi yoksa? Keyfsizdi” dedi. Ayakkabıcı “yok çok beğendi. Keyfsizliği dün bi arkadaşını bıçaklamış öldürmüşler de ondan. Sağ olsaydı da o da görseydi dedi arkadaşına çok üzülüyor” dedi. Komşusu “ya öylemi? Garibim demek ona üzülüyor” derken ayakkabıcı dükkana girmiş; komşusu da merakla “ne olmuş?” diye soran öteki dükkan komşularına ‘yanına biraz da bir şeyler katıp’ anlattı.

Hem ayakkabıcı, hem dükkan komşuları ‘bizim de ölümüne böyle üzülecek bir arkadaşımız var mı?’ Veya ‘biz ölünce, ölümümüze böyle yana, yakıla üzülecek; üzüntüsünden ömründe ilk defa giyeceği güzel bir ayakkabıya sevinmeyecek kadar bize değer veren bir arkadaşımız var mı?’ diye düşündüler. Hiç birisi de ‘şu arkadaşımız öyledir’ veya ‘biz şu arkadaşımız için aynı üzüntüyü duyarız’ diyemeyip kendilerini yapayalnız hissettiler.

Bu sırada Halim içinden söylene söylene gidiyordu. Aklında binbir türlü cevaplayamadığı soru vardı. ‘En iyisi pansiyonda bi çay içerin. Sonra yatar uzanıp düşüne düşüne bi sonuca varın. İyice düşünmeden olmuycek’ dedi. Aklına sigarası kalmadığı geldi. ‘Şu meredi iyice azaldım. Bıraksam eyi olucek’ dedi. Sonra ‘şindi onu bırakmanın sırası değil; emme mutluka bırakıcen’ deyip yoldaki büfelerden birinden ikibin sigarası aldı. ‘Nasıl olsa az içiyon. İçmişken eyisini içen; döyüsün verdi para da bitmedi’ dedi.

Patronu aklına gelince müthiş hiddetleniyordu. Hele “ninecine, ötürüklü dedesinin asker arkadaşının dıkılıvediği” aklına geldiğinden beri patronu ve onun namussuzluklarını düşününce hop oturup, hop kalkıyordu.

Bu sırada ciğerciyi geçti. Ciğerci onu görünce “oo bizim oğlan başın sağ olsun. Hepimiz çok üzüldük valla” dedi. Halim ciğerciye “sağ ol” derken kahveden bir, iki kişi koşup geldi. “Başın sağolsun bizim oğlan, bıçaklıyan kimmiş? Haberin var mı? Polis ne diyor?” dediler. Halim onlara da “siz sağolun. Kim bıçakladı bilmiyon; emme bi öğrenirsem pulisden önce ben biliyon yapıcemi” deyip yürüdü.

Tam o büronun önünden geçerken ‘dur şuna bi soren’ dedi. O büro da açıktı. İçinde o mühendis dedikleri vardı. Bürodan içeri girdi “selam bizim oğlan” dedi. Oradaki kişi de “buyur bizim oğlan, hoş geldin” dedi ve hemen “dur bi çay içelim de öyle konuşalım” dedi. Çünkü Halim’in niye geldiğini tahmin etmişti. Onları tanıyordu ve geliş, geçiş selamlaşıyordu.

Nuri, Halim’e onun için “o bürodaki arkadaş senden iyi olmasın iyi arkadaştır. Ben onu çok önceden tanıyorum. Onun da epey hapis yatıp çıkmışlığı var” demişti. Onun için Halim sanki bir yakınının bürosunda gibi kendini rahat hissetti. Bu ‘arkıdeş de’ ninesinin dediği gibi Halim’in içini ısıtmış, Halim,  onu sanki önceden tanıyormuş gibi oldu. İçinden ‘Nuri’nin dedi gibi insan gibi bi insan’ diye geçirdi. “Bizim oğlan o iş olduğunda sen burdeymişsin” dedi.

O kişi “evet dün ben buradaydım. Yağmuru çok severim. Yağış başlayınca kapının önünde oturup yağmuru seyrediyordum, önce buralarda benim sevdiğim kör bi kedi vardı. Ben ona kör kadı adını takmıştım. İşte o kediyi aşağıdan gelen bi taksi çarpıp geçti. Koştum onu karşıdaki bankların altına çektim. Feci ezilmişti. Yağmur çok hızlı olduğu için koşup geldim; buradan ona üzülüp bakıyordum. O sırada bizim Nuri pansiyon tarafından hızla gelip geçiyordu. Beni falan görmedi; hızla geçerken tam o sırada naylon çadırların ordan bi gürültü geldi. Nuri oraya yöneldi. Gürültü bi yükseldi, sonra kesildi. O sırada biri elinde bıçakla göründü; şu tarafa koşarak gitti. Az sonra Nuri gözüktü; birden yere kapaklandı. Ben hemen koşup onu da çevirdim. Karnından bıçaklanmıştı, çok kanıyordu. Kahveden birileri koşup geldi. Karnına tampon falan yaptık. Bi taksiye atıp gittiler. Ben de gidecektim; çok ıslandım için gitmedim. Sonra bi duydum bizim Nuri kan kaybından ölmüş. Valla çok üzüldüm. Yağmurun zevkine varen derken önce benim kör kadı, sonra Nuri. Valla geceden beri kendime gelemedim; sersem gibiyim” dedi.

Halim hiç kesmeden onu dinliyordu. Ama onu kendine çok yakın hissetmişti. Hele kendi gibi yağmurlu havaları çok sevişi; bir de Nuri’den hep “bizim Nuri” diye bahsetmesi Halim’i çok duygulandırmıştı. Yıllardır ilk defa adam gibi bir adamla konuşuyordu.

O sözünü bitirince Halim “valla bizim oğlan; ben de akşamdan beri keşkek gibiyin. Hele Nuri’mi kendi ellemile gabire goydum ya; o beni mafeddi. Neyse bunları da çok gonuşucez. Sen şimdi o elinde bıçağıla gaçan gırık dölü kim? Onu tanıyon mu sen?” dedi. Mühendis “valla daha önce onu parkta falan görmüşlüğüm var. Buraların serserilerinden değil. Sen de bilirsin. Bizim buranın serserileri burada zarar işlemez; kimseye bi kötülüğü olmaz. O puşt arada bi gözükürdü. Ama adı ne? Kimdir? bilmiyorum. Onu en iyi o çadırlarda kalanlar bilir; ama onlar da ortalıkta gözükmüyor. Sanki yer yarıldı yerin içine girdiler. Buranın sokak kedileri kadar vefalı çıkmadılar. Allah seni inandırsın benim kör kadıyı taksi çarpınca öteki kediler onu saatlerce yaladı. Ölünce bile hemen terk edip gitmedi. Bir de kediye nankör derler. Asıl nankör biziz valla” dedi. Sonra “ben bunları karakola gidip polise de anlattım” diye ilave etti.

Halim “valla bizimoğlan senle gonuşunca baya rahatladım. Bene müsaade ben yine uğrar sene rahatsız ederin” deyince o kişi “güle güle her zaman beklerim” dedi.

Halim oradan çıktı. Ciğerci merakla onun orada ne konuştuğunu merak ediyordu; ama soramadı.

Halim pansiyona kadar başka kimseye takılmadı. Pansiyona geldiğinde orada pansiyoncu ve bir de polis vardı. Çaycıyla, katip zaten vardı. O içeri girince pansiyoncu, polise “işde arkıdaşı Halim de geldi” deyince Halim kendinden bahsedildiğini fark edip “buyrun hayrola bi şeymi varıdı?” dedi. Pansiyoncu “polis bey Nuri’yle ilgili soruşturma yapıyor da onun için gelmiş. Biz bildiklerimizi anlattık. Şimdi sende anlat” dedi.

Halim yıllardır yakından ilk kez polis görüyordu. Yolda, molda görmüştü; ama dikkatle bakmamıştı. İçinden “geydikleri şey emme değişmiş ha!” dedi ve polise “buyur memur bey” dedi.

Polis, Halim kapıdan girince “bu ne böyle?” diye şaşırmış ve baya da ürkmüştü. Halim “buyur memur bey” deyince polis “ben sizin arkadaş için geldim” dedi. “Bıçaklıyan kimmiş? Niye bıçaklamış? onu soruşturuyom” dedi ve “senin bildin bir şey var mı?” dedi.

Halim “valla memur bey benim bildim bi şey yok. Ben öğleden sona geldimde habar aldım. Patronla barabar hastaneye goşup gittik. Nuri çoktan hakkın rahmetine gavuşmuşmuş. Bizim edcemiz bi şey galmamış. Biz Metin’le barabar cenaze arabasıyla gabirliğe gittik. Ben kendi ellemle arkıdeşimi gabire goyub geldim” dedi. Böyle deyince ağlamaklı olmuş, oradaki herkes duygulanıp tekrar “başın sağolsun” demişlerdi.

Polis de duygulanmıştı. “Ne yapıcan arkıdaş hepimizin gidice yer orası. Biz şimdi onu bıçaklayanı bulup adalete teslim edelim ki sizin acınız hafiflesin; biz ona uğraşıyoz” dedi. Halim “sağolun memur bey” dedi ‘onu ben yakılasam kimsilere teslim etmiden icabına bakarın’ diyecekti, kendini tuttu. “Şindi o mühendisin yandan geliyon. O da garagola gelip anladmış. Onu vuranı en iyi bilcek olan o naylonlan altındakiler; emme onla da gaybolup gidmiş. Siz onları bulup, onlara sorun” dedi.

Polis, Halim “siz onlara sorun” deyince ‘bize görevimizi öğretme, biz kime soracağımızı biliriz’ diyecekti; hem Halim’den çekinmiş, hem de ‘acısından ne dediğini bilmiyor’ diye “tamam bizim oğlan biz gerekeni yaparız. Sen merak etme” deyip gidiyordu. Pansiyoncu “bi dakika memur bey. Nuri’nin eşyasını biz topladık, bi de tutanak tutturdum. Onu da kasaya koydum. Şimdi biz bu eşyalara ne yapıcaz?” dedi. Polis “valla o bizi ilgilendirmez. Biraz saklarsınız. Bi arayıp, soranı olmazsa verin bi fakire, hayrı olur” dedi. Pansiyoncu “tamam memur bey ben de öyle düşündüydüm” dedi.

Polis ayrılınca içinden ‘niye dağıtacakmışım? Dünya kadar pansiyon borcu var; onun yerine dutar ben alıkoyarım’ dedi. Ama şimdilik bunu kimseye, hele Halim’e hiç söylemeyecekti. Katibe “memur doğru söylüyor, onları güzelce sakla. Bi arıyan olmazsa veririz bi fakire sevindiriz, Nuri’nin da hayrı olur; doğru değil mi Halim efendi” dedi. Halim “valla doğru düşünmüşsün patron” dedi “bene müsaade; ben bu gün izinliyin. Pek dadım yok accık uzanıcen” deyip odasına yöneldi; çaycıya “bene bi çay getir” deyip odasına girdi.

İçinden ‘pansiyoncu hakkaden esaslı adam; eyi düşünmüş. Ben onu götlek bi şey sanıyodum; demek ki yanılmışım” dedi. Odasına gelip soyundu yine tuvalete gitti. İşini gördü. Ne hikmetse bu ara biraz işiyebiliyordu ona sevindi; odasına gelip yatağına uzandı. Çaycı çayı getirip masanın üstüne koydu. Halim’e baktı bir şey diyecekti; vazgeçti gitti. Halim kalktı çayı eline aldı; sandalyeyi de eline alıp dışarı hemen oradaki bahçe gibi yere oturup bir de sigara yaktı. Çayı içerken çok canı sıkılıyordu. Çayı içip bitirdi. Sigara daha yarıya geldi; onu da söndürüp attı. “Sankim anamın memesi” dedi. Boş çay bardağını oraya koydu ve odaya girip yatağına uzandı. Düşünmeye başladı.

Önce Nuri aklına geldi. Hala onun bu ani ölümüne; eliyle mezara kendi koyup geldiği halde inanamıyordu.

Sanki kapıdan girip “merhaba gardaş” diyecekmiş gibi geliyordu. Çünkü Nuri Halim’e ilk günden beri hep “gardaş” diye hitap ederdi. Metin’de ondan alışmış; o da gardaş diyordu; ama Nuri gibi değil. Nuri çok biçimli “gardaş” diyordu. Halim’de yalnız Nuri’ye “gardaş” derken yürekten “essahtan gardeşiymiş gibi” söylerdi.

Çünkü onu tanıdığı bu kısa sürede Nuri’yi hep kardeşi gibi görmüştü. ‘Allah Allah’ dedi ‘insanın ölümü buguda goleymiymiş?’ dedi. Sonra ‘tabi goley salak. Kaç ölü gördün daha öğrenmedin mi?’ dedi.

Patronu aklına geldi ‘hayret ya heç belli etmedi. Demek o gelib gidenler, heb onun gurbanlarıymış. Hayret bene neye öyle gurbanlık goyun gibi bakıyolardı acıba?’ dedi. Bu işin içinden çıkamayacaktı. ‘Zor iş bu işle; insan bi şey bilmeyince; emme zor ha! Sankim garanlıkda galmış gibi oluyo’ dedi.

O kadın! O kadın çok hoşuna gidiyordu; ancak “şeytana uymeyen” diye aklına gelince hemen unutmaya çalışıyordu. Unutmak için de aklına başka şeyler getirmeye çalışıyordu. Şimdi de yine “mapusluk ” günlerini hatırlamaya çalışıyordu. Ama artık eskisi gibi geçmişi hatırlamaktan zevk almadığını fark etti. Yine de kendini zorladı o geceyi yani hapishanede ilk gecesini hatırladı.

Keskenli Bilal’in yani tutuklu koğuşu ağasının o içtiği şey aklına gelmişti. O şey her ikisinin de uykusunu getirince Bilal Ağa “yeğen bene bi ağırlık çöktü. Günler torbaya mı girdi, yarın devam ederiz” demiş; Bilal ağa ve Halim ranzalara yatmış ağanın ayakçısı Reşit’te oraya bir yere kıvrılmıştı.

Bu aklına gelince ağanın içtiği şeyin esrar olduğu aklına geldi. Gerçekten Bilal ağanın dediği gibi hapisliği kesinleşinceye kadar o içilen şeyin esrar olduğunu öğrenmişti. Ertesi gece ve daha sonraları çocukluğunu ve sorguda yaşadıklarını Halim anlattıkça Bilal ağa “hayret ya! Bunu da mı söyledin? Bunu da mı dinlediler? Buna bi şey demediler mi?” diye hayret ediyordu. En çok da “siz ne ceza veriseniz verin. Benim kendi içimde mahkimileşerek kendime verdim cezanın yanda sizin cezanın hiç hükmü olmaz” demesini ve bir de hem savcının yanındaki katip kızı, hem de hakimin yanındaki katip kızı ‘anacığı’ öldüğünde o ölüsünün başında ağlarken elinden tutup “sus ağlama” diyen ebenin iri iri güzel gözlü kızıyla, onun yanında duran köy katibinin bal rengi buğulu gözlü kızına benzettiğini; bunu hakime de söylediğini anlatınca Bilal ağa “hadi yav onları da mı söyledin?” diye çok şaşmıştı. Bunları hatırladı.

Bilal ağa ile beraber olduğu günlerde dayısının öldürüldüğü haberini gazeteden öğrenmiş ve çok üzülmüştü. Ve Bilal ağayı kendi dayısının yerine koymuş çok bağlanmıştı. Sonra, Bilal ağanın sevk haberi gelince çok üzülmüştü. Ancak Bilal ağa ona “bu mapusun gaderidir. Hiç bir ağır hapis yemiş mahkumu öyle uzun süre bi yerde dutmazlar. Sen de cezayı yiyince, sana da burdan yol görünür. Onun için bunlara alış. Çünkü her giddiğin yerde yeni dostlar edinirsin; bi gün bi sevk kararı gelir, ayrılırsın. Bu senin yedin ceza gadar süren bi şey. Hem de insanlar dışarıda da yeri gelir ayrılır. Hem ben seni burda sağlam ele emanet ediyorum. Reşit azcık gıpırdakdır; amma sadık insandır. Sen ona sahip çıkıcen, o da senin işlerini görücek. Ben kendiyle gonuşdum” dedi. Sonra Reşit’i çağırdı. “Bak oğlum, yeğenim sana emanet. Ona yamuk yapma ve yabdırma, göreyim seni. Yüzümü gara çıkarma” dedi.

Halim’e “ben gardiyan Şükrü’yle gonuşdum; sen burda benim yere alıcaksın. Ayak basdıya devam. Üç senin hakkın, iki gardiyanın hakkı… Öyle pay ediceksiniz. Hem sen buna gafa yorma Reşit halleder. Tamam mı Reşid?” dedi. Reşit orada ağanın Halim’e söylediklerini dinliyor hepsini kafasına yazıyordu. Ağa sorunca “tamam ağam, sen ne dediysen aynen öyle olucak” dedi. Sonra ağa Halim’e “gel şimdi” dedi; tutuklu koğuşuna geçtiler. Tutukluların hepsi oradaydı. Volta saati olmasına rağmen ağanın talimatıyla Reşit onları koğuşa toplamıştı. Bilal Ağa “bakın ağalar, biliyosunuz benim sevk çıkdı. Bilmiyorsanız şimdi öğrenin. Ben giddikden sonra bu goğuşun ağası yeğenim Halim ağa. Düzen önce nasılsa? Aynen devam edilcek. Bi sözü olan şimdi söylesin” dedi. Karşısındaki tutuklulara, yanında dev gibi Halim’le birlikte ‘şöyle bir baktı’. Hepsi ağız birliğiyle “emrin olur ağam” dediler. Bilal ağa “iyi ozman voltaya çıkabilirsiniz” dedi.

Halim’e “gel bakam ağa” dedi. Halim o sıra şaşırmıştı; çünkü Bilal ağa ona hep “yeğen” derken şimdi “gel bakam ağa” deyince nasıl davranacağını şaşırmıştı.

Bilal ağa içinden ‘eee! Alışcak; tabi işin acemisi olunca böyle utanıcak’ dedi. Dışarı çıkıp volta sahasında bir köşede durdular. “Bak şimdi Halim ağa” dedi “sen şimdi goğuş ağası oldun. Yani golaydan ağa oldun. Burlarda ağa olmak için mutluka bi bedel ödenir. Amma ben seni kendi yeğenlemle eş dutunca bu iş oldu. Yalınız eğerkim dikkat etmesen; rajon çiğnersen ağalık şıbbıdak gider. Sen şimdi ‘ben de bu galıb varken bok gider’ diycen. Bak yeğen; galıb devede de var; emme bi uyuz eşşek onu yeder gider. Sen şimdi ‘dayı ayıb ediyon; ben devemiyim?’ deyicen. O lafın temsili. Ne demek isdediğimi anladın mı?” dedi.

Halim “annadım dayı. Sen bene ‘gafanı çalışdırmassan; ozuman sene deveymişin gibi yedicek bi eşşek bulunur’ deyon” dedi.

Bilal ağa bu kestirme cevaba hem şaşırmış; hem de sevinmişti. “Tam öyle diyorum yeğen. Seninle beş aya yakındır birlikdeyiz. Bugün, yarın senin cezan kesilir. Ozuman sen de ağır mahkum olucan. Benim senden umudum var. Şimdi senin ağalığını öteki koğuş ağalarına söylemek lazım, usül böyle” dedi. Yürüdüler; onları karşı köşede merakla izleyen öteki koğuş ağalarının yanına gittiler.

Selam, hoş, beş derken; öteki koğuş ağaları Bilal ağaya “ağa yol görünmüş” dediler. Bilal ağa “burları han, bizde yolcuyuz. Yürü derle yürür gideriz. Burada galanlar sağ olsun. Ben de size ben giddikden sonra benim goğuşa yeğenimin ağalık edeceğini söylemeye geldim. Bi çoğunuzla orda, burda hep arkıdaşlık eddik. Yeğenimi önce Allaha sonra size emanet ediyom. Terbiyesi yerindedir. Önünü ardını bilir. Çoğunuzla sonra yine garşılaşcaz; bi hakkınız geçdiyse helal edin, bizden yana helal olsun” dedi. Onlar da “bizden yana da helal olsun” dediler; sonra hepsi Halim’e ‘şöyle’ alıcı gözle baktı. Daha önce tanıştıkları halde; şimdi ‘acaba koğuş ağalığını taşıyabilecek mi?’ diye süzdüler.

Hepsinin tavırlarından Halim’in koğuş ağalığını onayladıkları belli oluyordu. “Ağa emanetin emanetimiz, yeğenin yeğenimizdir. Sen sağlıcakla gid tez zamanda Allah gurtarsın” dediler. Bilal ağa onlardan müsaade istedi.

Koğuşa dönerken “bak yeğen sana son tembihim. Tedbiri elden bırakma. Burada kim dost, kim düşman bilinmez. Tedbiri elden bırakma. Reşit’in yularını sağlam dut; at sahibine göre kişnermiş, bunu unudma” demişti. 

O günlerden aklında kalan bunlardı. Bilal ağa o günden iki üç gün sonra sevk edilmişti. Önceden ayarladığı plan üzerine sevkiyat sırasında firar etmişti. Halim ondan sonraları hiç haber alamamıştı.

Bilal ağa gittikten sonra koğuş ağalığına devam etti. Ama bu sırada tutuklulardan fiş alırken çok rahatsız oluyordu. Bu iş ona sanki hırsızlık gibi geliyordu. Ayrıca Gardiyan Şükrüyle de hiç anlaşamıyordu. Bir gün koğuşta oturuyordu. Yeni gelen tutuklular sırayla odaya giriyor; Reşit her birinden kafasına göre beşer, onar fiş alıyordu. O da hiç karışmadan girip çıkan tutuklulara bakıyor, içinden onları acıyordu. Bu sırada bir genç girdi. Reşit ona da ‘geçmiş olsun’ dedikten sonra ‘ağanın talimatıyla’ deyip on beş fiş istedi.

Genç “niyeymiş o? Niye fiş vereceğim? Siz burda gelenlerden haraç mı alıyorsunuz?” diye diklendi. Reşit Halim’e baktı. Halim de gencin bu diklenişine şaşırmış; içinden ‘ufak tefek; emme yürekli çocuk. Helal olsun diye’ geçiriyordu.

Reşit gence “ukalalık yapma, buranın düzeni neyse uyacaksın. On beş fiş çok geldi diyosan, on fiş ver çık git” dedi. Genç biraz daha dikildi. Ayaklarının üzerinde yaylandı; sanki boyu biraz uzamış gibiydi. Reşit’e “beni buraya düzene karşı olduğum için getirdiler. Ben kimseye haraç vermem” deyip çıkıyordu Halim “bi Dakka bizimoğlan” dedi. Genç duraklayınca “yeğen sen gelsene şöyle” dedi. Genç, Halim öyle deyince, baktı bir şey söylemeden çıkıyordu Reşit kolundan tutup “Ağa sana gel” dedi, deyince genç öfkeyle kolunu çekiyordu. Halim Reşit’e “bırak yeğenin kolunu” dedi, sonra gence “gel hele yeğen. Senin halin hoşuma gitti. Gel otur şöyle biraz gonuşalım” dedi. Halim’in sakinliği ve dostça bakışı üzerine genç geldi; Halim’in gösterdiği mindere oturdu.

Halim kendi geldiğinde olduğu gibi Reşit’e “sen bize iki çay kap gel” deyince Reşit çay getirmek için çıktı; ama Halim’in bu davranışına kızmıştı. Zaten günlerdir diğer tutuklulara karşı davranışını da gevşek bulyor, “böyle koğuş ağalığı olmaz diyordu.” Ama Bilal Ağaya söz verdiği için ve ayrıca çekindiği için Halim’e hiç saygısızlık yapmıyordu. Bu düşüncelerle çay olmak için çay ocağına gitti. Halim de genci yanına oturtup sohbete başladı. Genci bir arama sonrası üzerinde çıkan kimlikte oynama olduğu için yakalamışlardı. Bir süre emniyette sorgulamışlar. Bir örgüt bağlantısı tesbit edememişlerdi; ama hakkında araştırma devam ettiği için savcı tutuklamış ve buraya getirmişlerdi. Genç fazla bir şey anlatmamıştı. Reşit’in getirdiği çayı içmişler; Halim tıpkı Bilal ağanın kendine söylediği gibi “yeğen sen burda benimle gal” dedi. Kendi Bilal Ağanın yerinde yatıyordu. Onu da kendi yatağını gösterdi.

Orada yatan Reşit’e yine yol görünmüştü. O da yerde minderin üzerine kıvrılıp yatacaktı. Reşit bunu duyunca yine kızmıştı; ama onun kaderi buydu. Ağa ne derse ol olacaktı.

Halim bu şekilde o gençle beraber kalırken, ondan epey şey öğrendi. Yine gencin teşvikiyle tutuklulardan fiş alma işinden vazgeçmişti. Buna itiraz etmeye kalkan Reşit’e de “Reşit ondan bundan avanta almıya lüzum yok. Bendeki para sene de yeter, bene de yeter” demişti. Ama haliyle Gardiyan Şükrü’yle arası açılmıştı. Şükrü onun tutuklulardan fiş almayacağını öğrenince; koğuş ağalığına son verip, onu koğuştan çıkarmak istemişti. Ama diğer koğuş ağaları buna karşı çıkmış “Halim ağa Bilal ağanın emaneti, ona dokunma” demişler Gardiyan Şükrü bunun üzerine Halim’e bir zarar vermemişti. Ancak ikisinin arası giderek açılıyordu. Gardiyan Şükrü ne yapıp yapıp Halim’i koğuştan çıkarıp; yerine yine tutuklulardan fiş alıp onunla paylaşacak birini bulmak için fırsat kolluyordu. Halim bunların hep farkındaydı; ama umursamıyordu. O gençle ve Reşit’le birlikte aynı koğuşta kalıyordu.

Bir gün Gardiyan Şükrü Halim’in yanına geldi “Halim ağa bu böyle olmuyor. Sen buradaki düzeni bozdun. Ya eskisi gibi devam edicez; ya da ben buraya birini koyacağım” deyince Halim “ula döyüs. Sen laftan anlımeyonmu? Ben kimsiden avanta alman; alıcek olanın da canına okurun” deyip Şükrü’nün üzerine yürüdü. Gardiyan Şükrü kaçmak istedi; ama kaçamadı. Genç de, Reşit’e hiç karışmamıştı.

Halim Şükrü’yü yakalayıp altına aldı dövüyordu. Bu sırada tutuklu koğuşundakiler bu kavgadan korkup kaçışınca, olayı öteki koğuş ağaları duydu. Koşup geldiler Gardiyan Şükrü’yü Halim’in elinden zor aldılar. Gardiyan Şükrü epey dayak yemişti. Koğuş ağalarının yardımıyla Halim’in elinden kurtulunca Halim’e “ben sana gösterim” diye giderken öteki ağaların araya girip bastırması sonucu şikayetçi olmamıştı.

Bu sırada duruşması devam ediyordu. Yaraladığı sağcılardan biri daha ölmüş, böylece iki kişinin katili olmuştu. Artık İdamla yargılanıyordu. Onu ayrı bir bölmeye almışlardı. Bu sırada o genci de alıp gitmişlerdi. Genci götürmeden bir gün önce beraber olmuştu. Genç “beni bugün yarın alırlar. Herhalde yeniden sorguluyacaklar” demişti. Ve ertesi gün gece gelip alıp gitmişlerdi.

Onunla çok iyi arkadaş olmuştu; ama ondan bir daha haber alamamıştı. O gittikten sonra yargılaması devam etti; sonunda idam cezası almıştı.

Bu sırada onu sorgulayan savcı bir avukatla görüşüp onun davasını almasını sağlamıştı. O avukatın ve savcının gayretiyle kararı temyiz etti. Sonunda idam cezası müebbete çevrildi. O karar sonrası Bursa cezaevine nakli çıktı.

Ondan sonra çok cezaevi gezdi. Gittiği cezaevlerinde hep olayların adamı olmuştu. Oralarda neler yaşamamıştı ki? Önceleri sağcı cinayetinden hüküm giydiği için hep solcu muamelesi görmüş; solcu koğuşlarında kalmıştı. Onlarla tek ortak yanı haksızlığa tahammül edemediği olduğu için haksızlığa karşı her türlü başkaldırının isyanların hep en ön sırasında yer almıştı. Gardiyanlar ne kadar çekinirse çekinsin, kıstırıp aralarına aldılar mı “Allah yarattı” demeden falakaya yatırıp dayak atarlardı. Yediği hücre cezasının haddi hesabı yoktu. Ama bir de kazara eline bir gardiyan düşerse, o da eline geçen gardiyanın ‘pestilini’ çıkarır, ‘ağmaz, dönmez’ ederdi. Bu sebeple cezayı fazlasıyla yatmıştı.

Bunlar aklına geldi. ‘Bunlara ilerde tekrar düşünürün’ dedi. Oldukça rahatlamıştı. Ama artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Can sıkıntısıyla günler geçerken aklında hep; patronunun faizci olduğu, birçok zavallıyı faiz tuzağına düşürüp adeta kanlarını emdiği ve çok ‘uçkuruna düşkün’ biri olduğu düşünceleri vardı. Pastaneciye de kafaya takmıştı. Bir punduna getirip ondan hapishane arkadaşının intikamını mutlaka alacaktı.

Patronun ise faizciliğinden ziyade, onun bunun karısına göz koyduğu için, yani ırz düşmanı olduğu için çok nefret ediyordu. Çünkü aklına hep ninesine ötürüklü dedesinin misafir ettiği asker arkadaşının “dıkılıverdiği” geliyordu. Ninesi ona bunu anlatırken gözyaşlarını tutamamış “ötürüklü diden öldükden sonra, heç bi erkeğe güvenib varmadım. Hep çocuklama üvey buba eline gomam dedim. Gençlimi bi başıma geçirdim” diye dert yanmıştı.

Bu düşünceyle patrona öfkesi giderek artıyordu. Ayrıca Nuri’nin ansızın ölümü onu çok yıkmıştı. Sanki kardeşi öldürülmüş gibi geliyordu. Artık eskisi gibi geçmişte yaşadıklarını düşünmekten de zevk almıyordu. İşe böyle keyifsiz işe gidip gelirken; bir gün pansiyona geldiğinde katibi ona bir gazete uzattı. “Al abi, bak gazete Nuri abiden bahsediyor” dedi. Çok şaşırmıştı. Nuri öleli nerdeyse on gün oluyordu. ‘Gazete şimdi mi öğrenip yazdıy ki?’ diye merakla gazeteyi alıp başlığına baktı.

Başlıkta bir genelev kadınının bıçaklanarak öldürülen dostunu unutamadığından, koluna fazla miktarda eroin şırınga ederek intihar ettiğini yazıyordu. Gazeteyi alıp odasına geçti.  Haberi dikkatle yavaş yavaş okudu. Haberdeki kadının adı Ajda’ydı. Bu Nuri’nin dostu olan kadındı. Gazetedeki habere göre kadın koluna şırıngayla eroin enjekte etmeden önce uzun bir not bırakmış; bu notta Nuri’ye yaptığı kötülükleri, onu nasıl dövdürdüğünü falan hep anlatmış; sonunda da haberin başlığındaki gibi “Nuri beni affet! Seni ben mahvettim” diye yazmıştı.

Halim bunları okuduktan sonra “Nuri gardaş; senin iş kendilinden bitti, gabirde rahat ol” dedi.

Vakit daha erkendi çıkıp biraz daha dolaşmak istedi. Ama “şindi neriye gidcen ya?’ deyip uzandı.

Kendini sanki bir şeylere müdahale etmek zorunda hissediyordu.

Hapiste de hep böyleydi. Kendini hiç ilgilendirmeyen konularda bile duramaz karışırdı. Kime yapılırsa yapılsın, bir haksızlık gördü mü kendini tutamazdı. Cezaevinde kaç kere hem müdür, hem gardiyanlar ona ‘biraz da çekindiklerinden’ “sen bu işlere karışma, sen bir şey istiyorsan direk bize gel, biz hallederiz. Onun bunun hakkını korumak; aramak sana düşmez. Akıllı ol yoksa çok pişman olursun” diye tatlı, sert uyarmışlardı. Ama o “olsun! Bugün onlara, yarın bene. Siz beni gandırıp onladan goparmak istiyosunuz, emme bu olmuycek” diye karşı çıkmıştı. Çünkü ninesi ona “tosun oğlum herzıman birlikten yana ol. Heç bi yerde ayrı çekip gidme. Çünküm birlik demek dirlik demekdir” demiş sonra “bak” diye ocak başından bir çıra alıp ‘çıt’ diye kırmış sonra üç çırayı eline almış; kırmak için uğraşmış; zorlayınca kırmıştı. “görüyon demi? Birken gırılıvedi, üçken zorlandı. Beş osa heç gırılmecek; bunu unumda” demiş, sonra “bi de bi şe decen. Biri yer biri baka, ondan gıyamed gopar misali; birine bi zarar veriliyosa sen de öyle bakıb garışmeyosan olmaz. Sonra biri sene bi şey yapasa ozuman o da sene bakar garışmaz. İşde ozman o bitek çıra gibi o gırılıverir, sen de gırılıverisin. Bunları heç unudma tosun oğlum” demiş, hatta Halim “pes dorusu ninecim. Bu guda nafı nerden bulub da deyon, pes valla” deyince ninesi de ona “ee biz bu saçları değmende ağartmadık tosun oğlum. Senin de saçla ağarınca böyle bi çuval nafı bilib edicen” demişti.

Bunlar akınla gelince “neye garışmecemişin, baya garışcen işde” demiş, o yıllarda her şeye karışmış, dünyanın dayağını yiyip, birçok kere hücreye atılıp aç-susuz bırakılsa da ‘bana mısın?’ dememiş, yılmadan mücadele etmişti.

Halbuki nineciği ona “birlik olursa ancak güçlü olacağını, yoksa o tek çıra gibi çıt diye kırılacağını” anlatmak istemiş; Halim o lafı ters anlamıştı…

O yüzden, ikide bir kendi başına iş halletmeye kalkışmış, bu yüzden başı çok derde girmişti. Arkadaşları da onun bu özelliğinden faydalanıp, onu hep “menzil eşeği” gibi kullanmışlardı. Birçok kere olmayacak yerde onu öne sürmüş; sonra kendileri dönüvermişti; ama onların bilmediği bir şey vardı. Ninesi ona “her insan kendinden sorumludur. Sevabı da günahı da kendine aiddir. Bazen sene enayi yerine goysular bile; sen doğru bildin yoldan şaşıp, dönme” demişti.

Halim, ninesinin bu lafına ‘çok kulak vermiş’ o yıllar birçok kez etrafındaki insanların onu saf yerine koyup, hep öne sürdüğünü  hep bilip, farkına varmasına rağmen; ninesinin bu laflarını bazen doğru, bazen yanlış anlayıp hatırlayınca; o an aklına ne gelirse onu yapmıştı…

Sanki bir başına dünyayı o düzeltecekti. Bazen kendini çok güçlü hissediyor; dünyanın tüm derdini ‘bir başıma hallederim’ zannediyordu. Ama onun öyle olmadığını da, yaşayarak görmüştü.

Şimdi burada da patronun namussuzluğunu öğrendiğinden beri; bir de üstüne pastanecinin namussuzluğunu öğrenince tam çileden çıkmıştı. Hele namus konusunda “ninecine dıkılıverildiği” aklına geldiğinden beri yerinde duramıyordu.

Çünkü nerede olduğunu bilmediği ebenin iri iri güzel gözlü küçük kızıyla, köy katibinin bal rengi buğulu gözlü kızına, sanki birileri musallat olmuş, “dıkılıvermiş” gibi aklına geliyordu. İşte o sırada dişleri kilitleniyordu.

Şimdi de böyle sinirden; kuşkudan ne yapacağını bilemez hale gelince yine içinden saymaya başladı. Yüz otuza gelmişti ki! Uyudu.

O gece yine çok yağmur yağdı. Rüyasında neler görmedi neler. Sonradan tek hatırladığı; çok yağmurun yağdığı ve o kızlar kuş olmuş uçarken yağmurdan korunmak için bir dala konunca orada saklanmış bir yılanın aniden onlara saldırdığını görüp “gaçın” diye bağırdığıydı.

O sırada, o kadar yüksek sesle bağırmıştı ki! Az önce gelip Halim’i uyurken görüp uyandırmayayım diye usulca yatan ve yenice dalıveren Metin sıçrayıp kalkmıştı. Katip de yerinde sıçrayıp koşup gelmişti.

Ama Halim uyanmamış, yatağın içinde çok terlemiş olarak hala uyuyordu. Katip, Metin’e bakmış, Metin de ona ‘sus’ işareti yapınca katip içinden ‘kabus görüyor herhalde. Ee! Az şey yaşımadı’ deyip gitmiş; Metin de uyumaya çalışmıştı.

Halim, sabah erkenden kalkınca yatağında otururken rüyayı hatırladı. “Hayırdır işallah” dedi. Gözü Metin’e kaydı; o da uyanıktı.

Ona “hayırdır bizim oğlan sen de mi rüya gördün?” dedi. Metin “yok rüya falan görmedim de; sabaha kadar senin bağırış ve homurtundan uyuyamadım. Kime? Öyle ‘ben size gösdercen. Sizi pançı pinçik parılamazsam bene Halim demesinle’ diyordun” dedi.

Halim “hadi ya! Ben heb böyle sayıkladım mı?” dedi.

O yalnız kuş şeklinde kızları ve onlara saldıran yılanı hatırlıyordu.

Metin “tabi ya! Hele ‘kaçın’ deye bi bağırdın. Kime bağırdın? Bilmiyom; bütün pansiyon ayağa kaktı” dedi.

Halim “yok ya! Demek öyle. Valla bizim oğlan. Nasıl olucek bilmeyon, emme ben sankim Nuri’nin yana boylecemişin gibi geliyo” dedi.

Metin gülümseyerek“ağzını hayra aç bizim oğlan. Öleceğim diyen koca kızın canı koca isdermiş” deyince Halim ağız dolusu güldü, “hay ağzına gurban olen bizimoğlan; içimdeki gamı dağıddın yine. Öyle ya benden başka ölücek pezevenk mi galmadı?” dedi. “Ben işe geç galmıyen, ne de olsa iş işdir” dedi.

Metin’in esprisi çok hoşuna gitmiş ona ninesini hatırlatmıştı.

Birisi ninesine hastalığından bahsedip “ee çok vakdım galmadı” deyince ninesi kadın olsun, erkek olsun “herhal ölücen” diye söyleyen kim olursa; onlara aynı Metin gibi “kıs kıs” güler, “hı ölücen deyen gocu gızın canı gocu isdermiş. Senin ki de öyle ellem?” derdi.

Kalkıp tuvalete girdi, çıktı; elini yüzünü yıkadı. Bir türlü giymek istemediği ‘Nuri’yle aldıkları’ yeni gömlek ve pantolonu nihayet giydi. Metin’e “sen şindi onu boş ver nasıl oldum?” dedi. Gömleğin özellikle rengi Halim’e çok yakışmıştı.

Biraz genç işiydi; ama Halim’in kalıba göre ancak bu bulunmuş, gerçekten Halim’i çok açmıştı.

Metin “filinta gibi oldun bizim oğlan. Valla bu pantolon ve gömlek sanki sana dikilmiş gibi; tam oturdu. Güle güle giy” dedi. Halim ”ee bizimoğlan! Çok garı, gız görmedi; emme tarlabaşındaki o garı da bene ‘çok yakışıklısın, aynı yabancı artisle gibi’ dediydi. O yılla geride galdı; neyse sağ ol” dedi.

Metin “oo! Beyim Tarlabaşı falan; neler görmüşsün sen? Bi anlatsana, bize oralara gitmek nasib olmadı” dedi.

Halim “valla başka yok; hepi topu bicez o garı.  Valla başka bi şey yok. Mapusdan çıkalı üç dört ay oldu. Bi türlü para olup da kerhaneye gidimedim. Tam elim para gördü giderin deyedum bu iş oldu” dedi. İçinden ‘şindi her şeyi; o garıyı falan azımdan gaçırıb bi çuval inciri boklecen’ deyip “hadi bene müsaade bizimoğlan; şindi gidip babıcı alen. Babışcı ‘babıçları nezman alcen?’ diye sorup duruyo” dedi.

Ayakkabılar dikileli epey olmuş; patron “daha ayakkabıla dikilmedi mi?” diye sorunca “vuran yeri var da babışcı orayı düzeldicedi” diye savuşturmuş, ayakkabıcıya da “ben patrona böyle böyle dedim; sene sorarsa da düzeltmedim ayakları çok böyük olunca zor oluyor de” diye ‘sıkı sıkı’ tembih etmişti.

Ayakkabıcı merakla “noldu bi şeye mi kızdın?” deyince biraz kızmış; ayakkabıcıya “orası sene alakıdar edmez; var bişey ondan öyle deyoz” demişti.

Ayakkabıcı Halim’in bu ters cevabı üzerine çok ürkmüş merak edip “ne oldu, ayakkabılar hala alınmadı” diyen meraklı komşularına bile Halim’in tembih ettiği gibi cevap vermişti.

Dün de Halim dükkana girip “hayırlı işle dayı” deyince cesaretlenmiş, “ayakkabıları ne zaman alıcan?” diye sormuştu.

Halim bu gün ayakkabıları da alıp giymeye karar verdi. Çünkü onları da hak ettiğine inanıyordu. Gerçi patronun kazancı kirli paraydı; ama ‘şöyle bir düşünmüş’ aklına helalinden kazanan çok az insan gelmişti. Ona göre doktorlar ‘insanlar hasta olsun’ diye, avukatlar ‘insanlar birbirine düşsün diye’ bekliyordu. Yattığı pansiyondaki yataklarda köpek yatmazdı. Pansiyoncu dünya kadar para aldığı halde çarşafları çok geç yıkatıyordu. Ciğerci desen ‘kim bilir ne ciğeri?’ satıyordu.

Ona göre en helalinden kazananlar “kışda, gıyamedde” dağda bayırda hayvan otlatan çobanlardı. Onların yediği de içtiği de helaldi. Hem çobanlık peygamber mesleğiymiş. Ninesi öyle derdi. “peygamber efendimiz bile deve güdermiş. Hem insanları da güdüp doğruyu gösderen o de mi?” demişti. İçinden ‘valla şu benim ninecin de bilmediği bi şey yok’ dedi. Bu düşüncelerle Dostlar Meyhanesinin yanından falan geçip gitti; ama fark etmedi. Tam ayakkabıcının dükkana yaklaşınca kendine geldi. Ayakkabı dükkanına girip “dayı ver şu babıçları bi giyem” dedi.

Ayakkabıcı ‘nihayet karar verdin mi?’ diyecekti. ‘Bunun tersi, yönü belli değil’ diye düşündü; ayakkabıları verdi “giy bakalım nasıl olucak?” dedi.

Halim önce ayakkabıları evirip, çevirdi; tabanlarına eliyle vurdu “sağlam bi şeye benzeyor eline sağlık” deyip ayakkabıları giydi.

Gerçekten ayakkabıcı iyi ustaydı. Ayakkabılar Halim’in ayağına ‘lök’ gibi oturmuştu. Giydi, ayağa kalktı. ‘Şöyle’ bir yaylandı. “Hakkaden çok güzel ve rahat” dedi.

Ayakkabıcı eliyle ayakkabının burnunu falan yokladı, “güle güle giy ayağına tam oturdu; hem de pantolonun altında güzel durdu. Gömleğile pantolon da yeni herhalde” dedi.

Halim ‘yok canım bitbazarı işi’ diyecekti; kendini tuttu. İçinden ‘ona ne yav?’ dedi; sonra “yok yeni değil de! Nezımandır geymiyodum. Bugün babıçları alıcem aklıma gelince geydim” dedi.

Ayakkabıcı “iyi çok güzel yakışmış. Ayakkabılar da ayanda parçılansın” dedi. İçinden ‘üstündekiler marka. Herhalde bit bazarından almışdır’ diye geçirirken Halim terlikleri gösterip “sağol dayı şunlar galsın. İsder birine ver; isder atıver. Bene müsaade’ deyip gitti.

Ayakkabıcı arkasından onun bıraktığı tokyo gibi terlikleri eline aldı, “diken kimse sağlam dikmiş” dedi.

Kalıbını alırken Halim’in ayaklarını yakından gördüğü halde tokyo gibi terliklere bakarken “Allah Allah bunu da insan giymiş” dedi ve ‘gelip giden müşterilere gösderirim’ diye rafa koydu. 

 Halim ayağında yeni spor ayakkabılar, yaylana yaylana yoldaki vitrin camlarına baka baka iş hanına geldi. Tokyo gibi terliklerle ‘şıpıtık şıpıtık’ yürürken şimdi herkes gibi; belki herkesten fazla bir ayakkabı giymişti.  

Bu sırada yolda karşılaştığı insanlar dönüp dönüp bakınca hiç rahatsız olmamıştı. Çok keyfi yerindeydi. Her şey aklından çıkmıştı ki! Tam iş hanına girerken pastaneci gözüne ilişince yine öfkesi kabardı. İçinden ‘dur şunun yakasını duten. Dedigodu, iftira neymiş gösderen’ derken kendini tuttu ‘onun da sırası gelicek’ dedi. 

Bu sırada pastaneci Halim’in kendine ‘kinli camız’ gibi baktığını görünce korkup içeri kaçtı. 

Halim onun acele içeri kaçtığını görünce arkasından “gaç bakam gaç. Depene bindimde neriye gaçıcen bakalım?” diye mırıldanıp iş hanına girdi. 

Pastaneci de sanki arkasından kovalayan varmış gibi pastaneye girip ‘son günlerde hep böyle kinli camız gibi bakıyor. Acaba bildiği bi şey mi var?’ diye endişeyle düşünmüş; bir sebep bulamamış ‘en iyisi az sonra ocakçıya bi sorayım. Çünkü birkaç gündür o ayı çay ocağına girip çıkıyormuş’ deyip biraz rahatlamıştı. 

Halim mırıldanarak iş hanına girdiği sırada çay ocağının önünde yeni gelen meşrubat kasalarını taşıyan garsonları ve onlara kumanda eden ocakçıyı gördü. “Golay gelsin bizimoğlan” dedi. 

Ocakçı da Halim’i görmüş; ona bakıyordu. Halim’in yeni ayakkabısını, gömlek ve pantolonu görünce içinden ‘ooo! Bey bayram değil, seyran değil neye giyinmiş acaba? Amma yakışıklı olmuş ha!’ derken Halim’e “sağol bizimoğlan” dedi. 

Halim biraz baktı “son günlerde yeni bi habar var mı?” dedi. Ocakçı şaşırmıştı; kendini topladı “yok bizim oğlan hep aynı” dedi. Halim de “iyi ozman, hadi size goley gelsin” diyerek asansöre bindi.

Garsonlar Halim’in ve ocakçının sözlerinden bir şey anlamamış ‘ne o?’ diye baktılar. Ocakçı sertçe “siz işinize bakın, her şeye karışmayın” deyince garsonlar birbirine bakıp, kasa taşımaya devam ettiler. İçlerinden ‘bunlar bi şey biliyor; amma nasıl olsa kokusu çıkar’ dediler. 

Halim büroyu açtı. Sanki hiçbir düşündüğü yokmuş da mutluktan uçuyormuş gibi patronun odayı güzelce topladı; masasını sildi. Kendi yerini de düzenleyip geçti; yerine oturdu. 

Son günlerde kızıp köpüren o değilmiş gibi yerinde “cib ciddi” oturuyordu. Az sonra patronu gelince her zamanki gibi hemen ayağa kalktı. Patron onu yeni gömlek ve pantolonla görünce “az şöyle çık bakayım” dedi. Halim ‘cib ciddi’ masanın dışında esas duruşta durdu. 

Patronu “hah şöyle tam büro elemanı gibi olmuşsun. Sanki müdür gibisin valla. Hem zaten sen buranın müdürü sayılırsın” dedi. Halim “sağ ol patron sayende” derken Yavuz bey biraz rahatlamıştı. 

Çünkü kaç gündür Halim’in asık suratından ve sorularına hep kaçamak cevap vermesinden çok rahatsızdı. İlk günler ‘arkadaşı öldüğü için böyle yapıyor’ diye düşünmüş; ama Halim’in “domuşukluğu” uzayınca baya işkillenmişti. Çünkü Halim’in eline mektup verip gönderen mütahit Yavuz beye “Halim iyidir hoştur; amma biraz isyankardır. Nedense özellikle namus meselesinde çok duyarlıdır. Bir de kendine olması şart değil birine bir haksızlık yapıldığını görse hemen karışır. Öyle namussuzluğu, hırsızlığı falan yoktur. Her şeyine güvenebilirsin” diye yazmıştı. 

Bu mektubu yeniden okudu. Burasını atladığına canı sıkıldı. Mektuptakini düşününce; bir de son günlerde Halim’in sanki onu takmıyormuş gibi davranmasından çok rahatsız olmuştu. 

Kafasında ‘acaba?’ sorularıyla odasına girerken durdu ‘senin kafana takılan bi şey mi var?’ diye soracaktı, “bana bir kahve” söyle deyip kapıyı kapattı. 

Halim “Allah Allah zaten her sabah sade gave söylüyoz ya!” diye mırıldanarak diyafondan “bi sade gave, bi çay, suyunu unudman” deyip yine yerine oturdu. 

Bu sırada pastaneci çay ocağına girmiş; ocakçıya “bana bi kahve yap” demişti. Tam o sırada diyafonda Halim’in sesi duyulunca ocakçı Halim’e tamam dedi; pastaneciye “seninki bu gün çok yakışıklıydı” dedi. 

Pastaneci ‘tingidek düşmüştü’. 

          DEVAM EDECEK

 

 


 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder