10 Aralık 2016 Cumartesi

PUSU



Muhtar yolu iyice tarif etti. Karşı tepelerde görünen kayalıkları işaret ederek ”Oralarda ayı olabilir. Ayılara denk gelirse yoldan geçen yolculara taş atar saldırır. Kaç köylü bu şekilde yaralandı. Onun için o mağaralara yaklaşınca atı dörtnala kaldır. Hızlı geç ”diye uyardı. Geceye kalırsan ovaya ininceye kadar, el fenerini söndürme. Kurt olsun, ayı olsun ışığa saldırmaz” diye açıklama yaptı.           

Bu ayı, kurt hikayelerini (doğru mu? Bilmiyorum) köylerde geceye kaldığım zamanlarda köylülerin sohbetlerinde gezgin destancıların anlatısında sıkça dinlemiştim.

Bazen de ayı inek parçaladı, kurt sürüye saldırdı haberlerini duyuyordum. Onun için çok tedirgin olmuştum. Bir an oradan geri döneyim diye içimden geçirdim. Dönüş yolunun da dağdan geçtiği aklıma geldi. Hem o yol daha uzundu. 

Bu taraftan; muhtarın söylediği mağaraları geçtikten sonra ova yakınlaşıyordu. Şoseye daha çabuk inebilirdim.         

O sıralar oralarda “şose” demek medeniyet demekti. Çünkü köylerin bir kaçı hariç hepsinin ulaşımı keçi yolu denen patika yoldu. Kayalık olan yerlerde o patika veya keçi yolu da kayboluyordu.

Oralarda dolaşırken aklımda “bu insanlar burada ne arıyor? Özellikle kışın acil hastalık durumlarında hastane olan ilçeye nasıl ulaşırlar?” sorusu takılırdı.

Çünkü o yıllar şimdi olduğu öyle karda yol açan iş makineleri yoktu. Olsa bile buralarda yoktu.

“O yıllar o yıllar” dediğim 1969 yılıydı. Yani öyle çok eski bir zamanlar değil; gençliğimde yaşadığım yıllar.

Neyse; o gün Muhtara ”hoş çakalın” deyip atı sürdüm. Epey gittikten sonra o mağaralara yaklaştım. Biraz daha yaklaşınca atı dörtnala kaldırdım. Mağaralardan tarafa hiç bakamıyordum. Büyük bir korku ve heyecan içinde mağaraların olduğu bölgeyi hızla geçtim.

Çok korkuyordum.

Günlerdir hiç bilmediğim yerlerde sürekli dağ köylerini hep aynı korkuyla dolaşıyordum. Henüz çok gençtim ve her an neyle karşılaşacağımı bilmeden dolaşıyordum. Ama o sıra duyduğum bu korkunun yanında dayanılmaz bir merakla duyduğum heyecan daha güçlüydü. Onun için korkarak da olsa buralarda dolaşmaktan çok zevk alıyordum.

Bu heyecan beni daha sonraki süreçte çok daha zorlu yolculuklara yöneltti. Neyse; burada duyduğum bu karmaşık duygularla o bölgeyi geçmiştim; atım hala dörtnala koşuyordu.

Atım panayırda birinci gelmiş, çok güçlü bir kısraktı. Beni birçok tehlikeden hatta ölümden eşsiz sezgisiyle kurtarmıştı. Ona çok güveniyordum. Ne olursa olsun beni terk etmez ve bir şekilde kurtarırdı.

İşte bu eşsiz kısrak hız kesmemiş dörtnala koşmaya devam ederken; bir süre sonra sağ yanımın tümüyle fundalık; sol yanımın ise dik bir uçurum olduğunu fark ettim. Ayağı kayarda düşer yuvarlanırız diye dizginleri hafif çektim.

At sanki beni anlamıştı. Yavaşladı. Belirli bir tempoda ilerlemeye başladı.

Bir gözüm yolda bir gözüm ormanda at üstünde ilerliyordum.

Arada bir sol tarafa bakıyordum. Orası daha ürkütücüydü. Yolun hemen dışından aşağı doğru kayalıklarla doluydu. Yanımdaki ‘ne işe yarayacağını bilmediğim’ bir tabanca bana güven veriyordu.

Bu şekilde atın üzerinde yola devam ettim.

Fundalıklarda güneşin batarkenki yansıması kızıla kayan çok güzel bir renk çümbüşü oluşturmuştu. Kimi yerler gölgeli kimi yerler güneş ışığıyla cam gibi parlıyordu.

Kısacası benim korkum dışında her şey mükemmeldi.

Enfes bir sonbahar akşamıydı. Bu sırada kendimi at gezintisine çıkmış ‘kitaplarda okuduğum’ şövalyelere süvari askerlerine benzettim.

Böyle karmaşık duygular içinde ilerliyordum. Güneşin batışı hızlanmış, bir süre ormana karanlık çökmüş; karanlık her yanımı sardı. Artık soldaki uçurum da gözükmüyordu.

El fenerimi yaktım.

El fenerinin ışığında birden çevremde her şey karmaşık bir şekilde belirdi. Bu görüntü çok ürkütücüydü. O sıra dağda yapayalnız olduğumu anladım ve ortaya gecenin sessizliği çökmüştü.             

Ellerim fenerde gözlerim fenerin gösterdiği yere korkuyla bakarak ilerliyorum. Fenerin pili bitmesin diye sık sık yakıp söndürüyordum.

Bu yakıp söndürmelerim sırasında etrafımdaki görüntülerin sanki hareketlenir gibi olması eğlenceliydi. Kedimi bu eğlenceye kaptırmışken bir homurtu; ulumaya benzer bir ses duydum veya öyle zannettim. İrkilmiştim. Beni yine ayı kurt korkusu sarmıştı.

Muhtar her ne kadar “kurt ayı ışığa gelmez” dese de; ben yine korkuyordum.

Korku heyecan, korku heyecan…

Buralarda ne arıyorum? Niye buradayım? Ne yaşımla, ne de başka bir şeyle bunu açıklamak çok zordu. Bir şeylere inanıp bir sürece girmiş gidiyordum. Bu süreç benzer şekilde hep devam edecekti.

İşte böyle anlatamadığım; ama yaşadığım bu süreçte dağda atla tek başıma devamlı yol alıyordum. Ne dağ beni tanıyor; nede ben dağı tanıyordum.

Kafamda bu kaygı ve düşünceler epey yol aldım. Arada bir çakal uluması, baykuş sesi uzaklardan yankılanıyor sonra sessizlik oluyordu. Bu sessizlik bana daha korkunç geliyordu. Sanki o sırada orman nefes alıyordu.

Gökte yalnız yıldızlar pırıl pırıldı. Başımı kaldırıp yıldızlara baktım. At yürüyor ben gidiyorum yıldızlarda gidiyordu.

El fenerini yaka söndüre ilerlerken uzaklardan köpek havlamaları işittim. Çok sevindim. Bu hayret verici bir duyguydu.

Çünkü; köylerde beni karşıladıklarında parçalayacakmış gibi atıma saldıran; bana çok sıkıntı veren ‘bir kurt kadar tehlikeli oldukları için’ sesini duyunca ödümün koptuğu o köpek sesleri beni sevindirmişti ve bu ses bana ormandan çıktığımı veya çıkmak üzere olduğumu ve ilerde insanların ve onların köylerinin olduğunu müjdeliyordu.

Atımı daha bir şevkle sürdüm. Bir an buradan, bu dağın kasvetinden, insanların bulunduğu yere can varmaya atıyordum.

Fundalıklar bitmişti. Sağımda solumda tek tük ağaçları fenerin ışığında görebiliyordum. Uçurum tehlikesi de kalmamıştı.

İlerledikçe el fenerinin ışığında etrafta daha çok ağaç arada bir tepecik görüyordum.

Tepecikler giderek çoğalmıştı; birden bir ses duydum. Kürtçeydi.

Sanki bana seslenmişti. Anlamamış el fenerini yaka söndüre ilerliyordum. Bu kez biri Türkçe ”dur” dedi. Atın dizginlerini çekip durdum.

Elimde el feneri ışığını karşıya tuttum. Yine aynı ses ”kimsin” dedi. Biraz daha yaklaşmıştı. Beni tanıdı. Varto’da Pazar yerinde görüşmüştük. Bir süredir Varto’daydık. Pazara gelen köylüler bizi görüp tanıyordu. Onun için beni tanımıştı. ”Nereden böyle?“ dedi. Yanıma geldi. Tepeciklerin arkasından birileri daha çıktı. Ellerinde silahlar vardı.

Heyecanlanmış neyle karşılaştığımı anlamaya çalışıyordum.

Yine aynı kişi ”iyi ki el fenerini yakıyordun. Yoksa çoktan kurşunu yemiştin” dedi.

“Kurşunu yemek” sanki bir şey yemiştim veya yiyecektim. Bu sakinlikte söylemişti.

Önüme geldi, durdu. Atın geminden tuttu. ”Hayrola nereye böyle?” diye tekrar sordu.

Ona nereden geldiğimi; bu saate niye kaldığımı el fenerini niye yakıp, söndürdüğümü anlattım. 

Güldü. ”Şanslıymışsın. Biz burada pusu kurmuştuk.” dedi.

Otlarını kendilerine düşman olanların gelip yakacağı endişesiyle pusu kurup beklediklerini anlattı. O bunları sanki ”arkadaşlar gelecekti. Onları bekliyorduk” dercesine söylemişti. 

“Şose yakın mı?” dedim. O “yakın; ama vakit geç oldu. Bize misafir ol. Yarın gidersin.” dedi. Bir an kalmayı düşündüm. Ne güzel onlarla pusuda beklerdim. Heyecanlı olurdu. Ama yarın başka köylere gitmem gerekiyordu. ”Benim dönmem lazım. Yarın yine köyleri dolaşacağım” dedim.

O benimle yürüdü. Bir süre birlikte gittik. Ben ”sizin köye de geleceğim o zaman bolca görüşürüz” dedim. Şoseye gelmiştik. ”Hoşça kal” dedim. Vedalaştık; ben Varto’ya doğru o da köyüne doğru yollandı.

Şoseye çıkmıştım. Daha önce de yazdım şose demek medeniyet demekti.

Dağların kah korku kah heyecan kah hüzün veren karanlık dünyasının dışına çıkmış; ama yine geceydi. At üstünde ilerliyordum. Sadece atın soluğu duyuluyordu. Düşüne hayal ede ilerliyordum.

Karşıdan epey kalabalık birilerinin yürüyerek bana doğru geldiğini fark ettim. El fenerim yanıktı. Bana yaklaşıp durdular. İçlerinden biri bana doğru geldi. Bir eli arkasındaydı. Yakınıma gelince ”oo! Bey sen misin?” diye sordu.

Beni tanımıştı. Atın önüne geldi. Nereden geldiğimi sordu. Ben kısaca bu günü anlattım. “Siz nereye böyle düğüne mi?“dedim. Güldü. ”Düğün sayılır. İlerden bizim suyu kesiyorlar. Onlara pusu atacağız” dedi. Elini yana getirince silah olduğunu gördüm. Diğerleri yaklaşmıştı. Onların elinde de silah vardı.

Bu sözleri günlük olağan işlerdenmiş gibi söylüyordu. Aslında o yıllarda bunlar o yöre insanının olağan yaşamıydı. ”Pusu atmak” veya "pusu kurmak, pusuya düşmek”  onların çok kolay söyledikleri yaşam biçimiydi.

O yıllarda memleketimin oralarının insanlarının yaşamı böylesine zor ve çileliydi.

O yıllardan bu yıllara çok zaman geçti. Değişen o yıllarda barışık; köy meydanlarına bir çeşme yapılmasını isteyen; bu şekilde derenin çayın pis suyundan kurtulup biraz insan gibi yaşamak; insan yerine konmak gibi çok basit beklentileri insanların yaşdığı topraklarda şimdi ölümün, öldürülmenin olağan hale gelmesiydi.  

Çünkü o insanlar kendi gelecekleriyle batının geleceğini birbirinden çok ayırmadan barış içinde dirlikli birlikte yaşamak isteyen insanlardı.

O sıra olan seçimde ‘kazanamaz diye’ TİP adayı kendi Alevi hemşerilerine değil de CHP nin İstanbul’dan ithal ettiği bayan profösöre oy verip onu milletvekili seçmişlerdi.

Bu sonucu değerlendirirken bana “Ankara’da bir kapımız olsun isteriz. Biz bunun için CHP’ye oy verdik. Doğru yanlış bizim tavrımız buydu. Bizim aradığımız biraz demokrasi ve insan yerine konmak. Bu belki bu seçimin sonucunda olmayacak; ama biz Türk Kürt sosyalistleri devrimcileri olarak hepimiz birlikte mücadelemizi yükselterek eninde sonunda başarıya ulaşacağız” demişlerdi.

O günden bu güne bizi yönetenler ‘nasıl becerdilerse?’ o insanlarla batının insanını yani Türkleri birbirine ölümüne düşman etmeyi becerdiler.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder