Muhtar yolu iyice tarif etti. Karşı tepelerde görünen
kayalıkları işaret ederek ”Oralarda ayı olabilir. Ayılara denk gelirse yoldan
geçen yolculara taş atar saldırır. Kaç köylü bu şekilde yaralandı. Onun için o
mağaralara yaklaşınca atı dörtnala kaldır. Hızlı geç ”diye uyardı. Geceye
kalırsan ovaya ininceye kadar, el fenerini söndürme. Kurt olsun, ayı olsun
ışığa saldırmaz” diye açıklama yaptı.
Bu ayı, kurt hikayelerini (doğru mu?
Bilmiyorum) köylerde geceye kaldığım zamanlarda köylülerin sohbetlerinde gezgin
destancıların anlatısında sıkça dinlemiştim.
Bazen de ayı inek parçaladı, kurt sürüye
saldırdı haberlerini duyuyordum. Onun için çok tedirgin olmuştum. Bir an oradan
geri döneyim diye içimden geçirdim. Dönüş yolunun da dağdan geçtiği aklıma
geldi. Hem o yol daha uzundu.
Bu taraftan; muhtarın söylediği mağaraları
geçtikten sonra ova yakınlaşıyordu. Şoseye daha çabuk inebilirdim.
O sıralar oralarda “şose” demek medeniyet
demekti. Çünkü köylerin bir kaçı hariç hepsinin ulaşımı keçi yolu denen patika
yoldu. Kayalık olan yerlerde o patika veya keçi yolu da kayboluyordu.
Oralarda dolaşırken aklımda “bu insanlar
burada ne arıyor? Özellikle kışın acil hastalık durumlarında hastane olan
ilçeye nasıl ulaşırlar?” sorusu takılırdı.
Çünkü o yıllar şimdi olduğu öyle karda yol
açan iş makineleri yoktu. Olsa bile buralarda yoktu.
“O yıllar o yıllar” dediğim 1969 yılıydı.
Yani öyle çok eski bir zamanlar değil; gençliğimde yaşadığım yıllar.
Neyse; o gün Muhtara ”hoş çakalın” deyip
atı sürdüm. Epey gittikten sonra o mağaralara yaklaştım. Biraz daha yaklaşınca
atı dörtnala kaldırdım. Mağaralardan tarafa hiç bakamıyordum. Büyük bir korku
ve heyecan içinde mağaraların olduğu bölgeyi hızla geçtim.
Çok korkuyordum.
Günlerdir hiç bilmediğim yerlerde sürekli
dağ köylerini hep aynı korkuyla dolaşıyordum. Henüz çok gençtim ve her an neyle
karşılaşacağımı bilmeden dolaşıyordum. Ama o sıra duyduğum bu korkunun yanında
dayanılmaz bir merakla duyduğum heyecan daha güçlüydü. Onun için korkarak da
olsa buralarda dolaşmaktan çok zevk alıyordum.
Bu heyecan beni daha sonraki süreçte çok
daha zorlu yolculuklara yöneltti. Neyse; burada duyduğum bu karmaşık duygularla
o bölgeyi geçmiştim; atım hala dörtnala koşuyordu.
Atım panayırda birinci gelmiş, çok güçlü
bir kısraktı. Beni birçok tehlikeden hatta ölümden eşsiz sezgisiyle
kurtarmıştı. Ona çok güveniyordum. Ne olursa olsun beni terk etmez ve bir
şekilde kurtarırdı.
İşte bu eşsiz kısrak hız kesmemiş dörtnala
koşmaya devam ederken; bir süre sonra sağ yanımın tümüyle fundalık; sol yanımın
ise dik bir uçurum olduğunu fark ettim. Ayağı kayarda düşer yuvarlanırız diye
dizginleri hafif çektim.
At sanki beni anlamıştı. Yavaşladı. Belirli
bir tempoda ilerlemeye başladı.
Bir gözüm yolda bir gözüm ormanda at
üstünde ilerliyordum.
Arada bir sol tarafa bakıyordum. Orası daha
ürkütücüydü. Yolun hemen dışından aşağı doğru kayalıklarla doluydu. Yanımdaki
‘ne işe yarayacağını bilmediğim’ bir tabanca bana güven veriyordu.
Bu şekilde atın üzerinde yola devam ettim.
Fundalıklarda güneşin batarkenki yansıması kızıla
kayan çok güzel bir renk çümbüşü oluşturmuştu. Kimi yerler gölgeli kimi yerler
güneş ışığıyla cam gibi parlıyordu.
Kısacası benim korkum dışında her şey
mükemmeldi.
Enfes bir sonbahar akşamıydı. Bu sırada
kendimi at gezintisine çıkmış ‘kitaplarda okuduğum’ şövalyelere süvari
askerlerine benzettim.
Böyle karmaşık duygular içinde
ilerliyordum. Güneşin batışı hızlanmış, bir süre ormana karanlık çökmüş;
karanlık her yanımı sardı. Artık soldaki uçurum da gözükmüyordu.
El fenerimi yaktım.
El fenerinin ışığında birden çevremde her
şey karmaşık bir şekilde belirdi. Bu görüntü çok ürkütücüydü. O sıra dağda
yapayalnız olduğumu anladım ve ortaya gecenin sessizliği çökmüştü.
Ellerim fenerde gözlerim fenerin gösterdiği
yere korkuyla bakarak ilerliyorum. Fenerin pili bitmesin diye sık sık yakıp
söndürüyordum.
Bu yakıp söndürmelerim sırasında
etrafımdaki görüntülerin sanki hareketlenir gibi olması eğlenceliydi. Kedimi bu
eğlenceye kaptırmışken bir homurtu; ulumaya benzer bir ses duydum veya öyle
zannettim. İrkilmiştim. Beni yine ayı kurt korkusu sarmıştı.
Muhtar her ne kadar “kurt ayı ışığa gelmez”
dese de; ben yine korkuyordum.
Korku heyecan, korku heyecan…
Buralarda ne arıyorum? Niye buradayım? Ne
yaşımla, ne de başka bir şeyle bunu açıklamak çok zordu. Bir şeylere inanıp bir
sürece girmiş gidiyordum. Bu süreç benzer şekilde hep devam edecekti.
İşte böyle anlatamadığım; ama yaşadığım bu
süreçte dağda atla tek başıma devamlı yol alıyordum. Ne dağ beni tanıyor; nede
ben dağı tanıyordum.
Kafamda bu kaygı ve düşünceler epey yol
aldım. Arada bir çakal uluması, baykuş sesi uzaklardan yankılanıyor sonra
sessizlik oluyordu. Bu sessizlik bana daha korkunç geliyordu. Sanki o sırada
orman nefes alıyordu.
Gökte yalnız yıldızlar pırıl pırıldı.
Başımı kaldırıp yıldızlara baktım. At yürüyor ben gidiyorum yıldızlarda
gidiyordu.
El fenerini yaka söndüre ilerlerken
uzaklardan köpek havlamaları işittim. Çok sevindim. Bu hayret verici bir
duyguydu.
Çünkü; köylerde beni karşıladıklarında parçalayacakmış
gibi atıma saldıran; bana çok sıkıntı veren ‘bir kurt kadar tehlikeli oldukları
için’ sesini duyunca ödümün koptuğu o köpek sesleri beni sevindirmişti ve bu ses
bana ormandan çıktığımı veya çıkmak üzere olduğumu ve ilerde insanların ve
onların köylerinin olduğunu müjdeliyordu.
Atımı daha bir şevkle sürdüm. Bir an
buradan, bu dağın kasvetinden, insanların bulunduğu yere can varmaya atıyordum.
Fundalıklar bitmişti. Sağımda solumda tek
tük ağaçları fenerin ışığında görebiliyordum. Uçurum tehlikesi de kalmamıştı.
İlerledikçe el fenerinin ışığında etrafta
daha çok ağaç arada bir tepecik görüyordum.
Tepecikler giderek çoğalmıştı; birden bir
ses duydum. Kürtçeydi.
Sanki bana seslenmişti. Anlamamış el
fenerini yaka söndüre ilerliyordum. Bu kez biri Türkçe ”dur” dedi. Atın
dizginlerini çekip durdum.
Elimde el feneri ışığını karşıya tuttum.
Yine aynı ses ”kimsin” dedi. Biraz daha yaklaşmıştı. Beni tanıdı. Varto’da
Pazar yerinde görüşmüştük. Bir süredir Varto’daydık. Pazara gelen köylüler bizi
görüp tanıyordu. Onun için beni tanımıştı. ”Nereden böyle?“ dedi. Yanıma geldi.
Tepeciklerin arkasından birileri daha çıktı. Ellerinde silahlar vardı.
Heyecanlanmış neyle karşılaştığımı anlamaya
çalışıyordum.
Yine aynı kişi ”iyi ki el fenerini
yakıyordun. Yoksa çoktan kurşunu yemiştin” dedi.
“Kurşunu yemek” sanki bir şey yemiştim veya
yiyecektim. Bu sakinlikte söylemişti.
Önüme geldi, durdu. Atın geminden tuttu.
”Hayrola nereye böyle?” diye tekrar sordu.
Ona nereden geldiğimi; bu saate niye
kaldığımı el fenerini niye yakıp, söndürdüğümü anlattım.
Güldü. ”Şanslıymışsın.
Biz burada pusu kurmuştuk.” dedi.
Otlarını kendilerine düşman olanların gelip
yakacağı endişesiyle pusu kurup beklediklerini anlattı. O bunları sanki
”arkadaşlar gelecekti. Onları bekliyorduk” dercesine söylemişti.
“Şose yakın mı?” dedim. O “yakın; ama vakit
geç oldu. Bize misafir ol. Yarın gidersin.” dedi. Bir an kalmayı düşündüm. Ne
güzel onlarla pusuda beklerdim. Heyecanlı olurdu. Ama yarın başka köylere
gitmem gerekiyordu. ”Benim dönmem lazım. Yarın yine köyleri dolaşacağım” dedim.
O benimle yürüdü. Bir süre birlikte gittik.
Ben ”sizin köye de geleceğim o zaman bolca görüşürüz” dedim. Şoseye gelmiştik.
”Hoşça kal” dedim. Vedalaştık; ben Varto’ya doğru o da köyüne doğru yollandı.
Şoseye çıkmıştım. Daha önce de yazdım şose
demek medeniyet demekti.
Dağların kah korku kah heyecan kah hüzün
veren karanlık dünyasının dışına çıkmış; ama yine geceydi. At üstünde ilerliyordum.
Sadece atın soluğu duyuluyordu. Düşüne hayal ede ilerliyordum.
Karşıdan epey kalabalık birilerinin
yürüyerek bana doğru geldiğini fark ettim. El fenerim yanıktı. Bana yaklaşıp
durdular. İçlerinden biri bana doğru geldi. Bir eli arkasındaydı. Yakınıma
gelince ”oo! Bey sen misin?” diye sordu.
Beni tanımıştı. Atın önüne geldi. Nereden
geldiğimi sordu. Ben kısaca bu günü anlattım. “Siz nereye böyle düğüne
mi?“dedim. Güldü. ”Düğün sayılır. İlerden bizim suyu kesiyorlar. Onlara pusu
atacağız” dedi. Elini yana getirince silah olduğunu gördüm. Diğerleri
yaklaşmıştı. Onların elinde de silah vardı.
Bu sözleri günlük olağan işlerdenmiş gibi
söylüyordu. Aslında o yıllarda bunlar o yöre insanının olağan yaşamıydı. ”Pusu
atmak” veya "pusu kurmak, pusuya düşmek” onların çok kolay söyledikleri yaşam biçimiydi.
O yıllarda memleketimin oralarının
insanlarının yaşamı böylesine zor ve çileliydi.
O yıllardan bu yıllara çok zaman geçti.
Değişen o yıllarda barışık; köy meydanlarına bir çeşme yapılmasını isteyen; bu
şekilde derenin çayın pis suyundan kurtulup biraz insan gibi yaşamak; insan
yerine konmak gibi çok basit beklentileri insanların yaşdığı topraklarda şimdi
ölümün, öldürülmenin olağan hale gelmesiydi.
Çünkü o insanlar kendi gelecekleriyle
batının geleceğini birbirinden çok ayırmadan barış içinde dirlikli birlikte yaşamak
isteyen insanlardı.
O sıra olan seçimde ‘kazanamaz diye’ TİP
adayı kendi Alevi hemşerilerine değil de CHP nin İstanbul’dan ithal ettiği
bayan profösöre oy verip onu milletvekili seçmişlerdi.
Bu sonucu değerlendirirken bana “Ankara’da
bir kapımız olsun isteriz. Biz bunun için CHP’ye oy verdik. Doğru yanlış bizim
tavrımız buydu. Bizim aradığımız biraz demokrasi ve insan yerine konmak. Bu
belki bu seçimin sonucunda olmayacak; ama biz Türk Kürt sosyalistleri
devrimcileri olarak hepimiz birlikte mücadelemizi yükselterek eninde sonunda
başarıya ulaşacağız” demişlerdi.
O günden bu güne bizi yönetenler ‘nasıl
becerdilerse?’ o insanlarla batının insanını yani Türkleri birbirine ölümüne
düşman etmeyi becerdiler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder