Yaşadığı kasabada çevresindeki ‘çok azı istisna’
hemen herkesin kendi zavallılıklarını gizleme aracı olarak sürekli horlayıp
aşağıladığı biriydi; adı da Mehmetaliydi; ama kasabada herkes onu “Amadalı”
olarak bilir öyle çağırırdı.
İşte
o Amadalı bir gün önce depoya gelen demirleri indirmiş dinlenirken deponun
sahibinin malzeme almaya gelen inşaat sahibine “çimento yarın sabah gelecek”
dediğini duyunca geceden oraya gelmişti.
Yukarıda
yazdığım gibi bu kasabada hemen herkesin tanıdığı biriydi. Kasabaya gelen tüm
yük kamyonlarını boşaltma görevini kendiliğinden üstlenmişti. Her gün değişik
depoları, mahrukatçıları, toptancıları dolaşıp indirecek yük arardı. Bu iş için
kimse ona bir ücret ödemiyor; onun da böyle bir talebi olmuyordu.
Onu
çalıştıran her kimse onun karnını doyurur; arada bir eskilerini verip
giydirirdi o kadar.
Bazen
bir depoda veya bir benzinlikte hortumla onu yıkadıklarını görürdünüz. Bazen
berbere götürüp tıraş ettiren de olurdu. O bunlara hiç tepki vermezdi.
O
kadar işe yaradığı halde ‘birçok küçük yerleşim benzeri sıkça örneği görüldüğü
gibi’ insanlar onunla dalga geçip kendi aşağılık duygularını tatmin etse de o
bunlara aldırış etmezdi. Hem aldırış etse ne olacak ki? Buraların böyle
acımasız bir yaşamı vardı ve onun bunu değiştirmeye gücü yoktu. O bunun
farkındaydı. Onun için yapılanları umursamadan kendi bildiği şekilde yaşamı
seçmişti.
Aslında
bir zamanlar o herkes gibi normal biriydi.
Askerlik yaptığı sırada sevdiği kızın başka biriyle evlendiğini asker
dönüşü öğrenince içine kapanmış kimseyle konuşmadan “neden?” diye sorma gereği
duymadan köyünü evini terk edip gelmişti buralara.
O
gün, bu gün bu kasabada yaşıyor; yazları bağ bahçede kışlarıysa inşaatlarda
veya terk edilmiş evlerde kalıyordu.
İşte
bir gün önce çimento geleceğini öğrendiği o kamyonu kaçırmamak için ağacın
dibinde sabahlamıştı. Soğuktan kazık gibi kalmış ve biraz da üşümüştü.
Kalktı
gerindi ellerini ovuşturdu; yerinde zıplamaya başladı.
Kamyonun
geçip gitmesinden endişelenmişti. Ama buna olanak yoktu. Böyle araba beklediği
günler kendinden geçip uyuklasa bile en küçük seste sıçrayıp kalkardı.
Yola
baktı. Kamyon daha gelmemişti. Acaba onunla dalga mı geçmişlerdi. Ama dalga
geçmelerine de olanak yoktu. Gerçi daha önceleri onun yanında “yarın kamyon
tuğla, çimento vb. getirecek” deyip onun ne yapacağını merak ederler; eğer
sabah erkenden depoya gelirse de gülüşüp onunla dalgalarını geçerek kendi aşağılık
duygularını tatmin ederlerdi.
Ama
o bunlara hiç kulak asmazdı. Kamyon geleceği söylenince de kimseye söylemeden
geceden kamyonun geçeceği yola gelip kamyonları oralarda beklerdi. Eğer dalga
geçtiler ve beklediği kamyon gelmezse bağ aralarında dolaşıp gelmiş gibi yapar
bu şekilde kendiyle dalga geçmelerini önlerdi.
Çünkü
aslında kendisiyle dalga geçilmesine çok kızardı; ama çoğunlukla belli etmezdi.
Bazen de dayanamaz o zaman dalga geçen kişiye eline ne geçerse atardı. Böyle
anlarda etrafındaki herkes kaçışır onun sakinleşmesini beklerlerdi.
Yola
tekrar baktı kamyon görünürde yoktu. Güneş daha doğmamıştı. Saati güneşe
bakarak anlardı. “Daha ezan yeni okundu, vakit erken” dedi. Hoplaya zıplaya
biraz ısınmıştı.
Gitti
tekrar ağacı dibine oturdu. Yeni doğan Güneş yüzüne vuruyordu. “Sabah güneşi
sidikliye doğarmış” diye mırıldanıp güldü. Köyü aklına geldi. Ninesi sabah
herkesten evvel kalkar anasına ve kız kardeşlerine “gııı! Yatıp durumusunuz?
galkın gari. Üstünüze Güneş doğmuş sidiklilee!” diye bağırırdı. “Sabah Güneşi
sidikliye doğar” sözünü ninesinden duymuştu.
Nineciği,
anacığı, kardeşleri geldi aklına. “Ne günledi be?” dedi.
Gerçekten
en mutlu günleri askere kadar yaşadığı süreydi.
‘Bubası’
odun kaçakçısıydı. Daha doğrusu kaçak kök kazıp gelir; özellikle kahveci,
fırıncı esnafına veya kasaba halkına satardı. Şimdiki gibi tüp icat olmamıştı.
Olduysa bile onun köyüne kasabasına daha bu “icat” uğramamıştı. Kömürde
bilinmezdi. Evlerde odun, kahve ve fırında da kök” odunu yakılırdı. Kökün közü
“guvvatlı” olurdu. Hem de iyi dayanırdı. Kök evlerde pek yakılmazdı. Çünkü
diğer oduna göre pahalıydı. Ayrıca her soba kökün közünün ateşine dayanmazdı.
Kök yakmak için kuzine lazımdı. O da her evde bulunmazdı. Onun için kökü
evlerde zenginler kullanırdı.
Kadınlar
çamaşır yıkayacakları zaman kahveden, fırından kül isterlerdi. Küllü suyla
yıkanan çamaşırlar kar gibi bembeyaz olurdu.
İşte
onun ‘bubası’ da daha çok kök kazıp satan oduncuydu. Nasıl olduysa kereste
kaçakçılarına takılmıştı. Onlar önceden ormancıların dağda gezmeyeceği geceyi
nasılsa öğrenir; o gece yanlarına aldıkları oduncularla birlikte önceden tespit
ettikleri çamları çabucak kestirir kamyona, traktöre yükleyip götürürdü.
İşte
o gece yine ‘bubasını’ çağırmışlardı. Anacığı yalvarmıştı gitme diye. “Kök
neyimize yetmiyo. Şükür geçinip gidiyoz. O iş tehlikeli gitme” diye
yalvarmıştı. ‘Bubası’ “öyle diyon emme. Çocukla büyüyo. Oğlan yakında esgere
gidcek. Paramız yetmiyo. Hem yövmiyeleri de artırdıla. Bi gecede onbeş gün
kökden gazandığımı alıyon. Hem kök çok mu golay. Gecenin bi vaktı ormancıya
gözükmüden kasabaya inmek golaymı zannediyon?” dedi.
Anası
“onlara ormancı işlemeyo mu? Dağın dilberim torlarını devirip devirip götürüyo
körolasılar” dedi.
‘Bubası’
“tabi onlara ormancı işlemeyo. Orda bu çalışıyo bu çalışıyo” diye para sayar
gibi yapıp çıkmıştı. Anası ardından “naha onların adı batsın, boyu devrilsin”
diye ilenmişti. O anasının ‘bubasına mı?’ Ormancıya mı? Yoksa kaçakçılara mı?
‘ilendiğini’ anlamamıştı.
Ninesiyle
birlikte o da “boyu devrilesiceler” demişti.
Kardeşleri
daha küçüktü. Uykulu gözlerle bir şey anlamadan bakıyorlardı. ‘Bubası’ gidiş o
gidiş. Ertesi gün öğle vakti ormancılar bir eşeğin üstüne sardıkları
‘bubasının’ ölüsünü getirip evin önüne bırakmışlardı. ‘Bubasının’ dağda ölüsünü
bulunca jandarmaya haber vermişler; jandarma da savcı ve doktorla gelmiş.
Doktor ‘bubasını’ torun altında bulunca otopsiye gerek görmemiş “kestiği ağaç
altında kalarak ölmüş” diye rapor tutmuş ve savcıyla birlikte “köyüne götürülüp
gömülsün” diye muhtara bildirmişlerdi.
Bütün
bunları ‘bubasının’ ölüsünü ormancılar eşeğin sırtına sarıp geldiklerinde;
yanlarında gelen muhtar anlattı.
Ninesi
“ötekiler nerdeymiş? Boyu devrilesi kereste gaçakçıları nerdeymiş? Benim oğlan
bi başına mı toru devirmiş? Oğlumun ölüsünü goyup gaçanla nerdeymiş?” diye
habire soruyordu.
Muhtar
şaşalamıştı. ‘Bubasının’ ölüsünü sarıp getiren ormancı “ne ötekileri teyze?
Oğlun orda tek başınaymış. Zaten senin oğlanı kaç kez kök getirirken yakaladım
da idare ettim” deyince ninesi “heç bile
yalnız değildi. Onu oraya patronları götürdü. Onla nerdeymiş? Tabi söylemezsiniz.
Onla sizi doyuruyo tabi” diye söylenince ormancı “orasını karıştırma. Hem sizin
evde kaçak odun var. Bir tutanak tutarsam iflahınız gevrer” diye sertçe
çıkışmıştı. Bu sırada muhtar kaşıyla gözüyle ninesine “sus” işareti yapıyordu.
Sonra ormancının koluna girmiş “sen bunlan gusuruna bakma. Acıyla ne
söyledini bilmeyo” diyerek ormancıyı oradan uzaklaştırmıştı.
Ormancının
giderken “bunların kulanı bük, fazla ileri, geri konuşmasınlar” dediğini
muhtarın da “sen merak etme, ben her bişeyi söyler, tembihlerim” dediğini o da
duymuş, bir şey anlamamıştı.
Ormancı
gittikten sonra muhtar köylüler gelmiş kadınlar ninesi ve anasıyla yas tutup
ağıt yakarken erkekler ‘bubasının’ ölüsünü yıkadıktan sonra camide namazını
kıldırmış; oradan götürüp mezara defnetmişlerdi.
O
da evin erkeği olarak orda bulunmuştu. Hele ‘bubası’ mezara konacağı sırada ona
“sen de rahmetlini oğlu olarak gabire gir. Bubanı gabire gorken yardım et”
dediklerinde koltukları kabarmıştı. Çünkü onu erkek yerine koymuşlardı. Tabi
erkek sayılırdı. Çok çok dört yıl sonra askere gidecekti.
Bunları
hatırladı. Bir de ninesinin yas ederken “gelinimin galbine doğduyudu doğduyudu.
Gitme deyi çok yalvardı çok yalvardı” diye söylenmelerini hatırlamıştı.
‘Bubasını’
gömüp geldikten sonra o evin erkeği olmuştu. Ninesi de anasına “gelin, benim
yavız gızım. Sen bundan keri benim has gızımsın” deyip onlara sahip çıkmıştı. O
dört sene ev işlerine yardım etmiş; evin erkeği olarak her işe koşmuştu. Bu
arada Keziban kızla yavuklu olmuştu. Gizlice görüşüyorlardı. Bunu bir ninesi
biliyordu. O da torununa “sen hayırlısıyla eskere git gel, o vakit gide
isteriz” demişti. O da askerliği gelince askere gitmiş; bir an evvel bitip de
Keziban kıza kavuşmak için izin bile kullanmamış, teskereyi iple çekmişti.
Teskere
günü gelince sevinçle askerlik yaptığı yerin çarşısına gitmiş ninesine,
anasına, kardeşlerine ve tabi Keziban kıza da hediyelikler alıp köyün yolunu
tutmuştu.
O
gün kasabaya gelmişti. Köye giden dolmuş
köyde gelin dolaştıracağım diye erken kalktığından dolmuşa ucu ucuna
yetişmişti.
'Allah
var ya' aklına düğün kimin diye sormak gelmemişti.
O
sıra yalnız Keziban kızı düşünüyordu.
Köye
gelince doğru eve koşmuştu. Eve girdiğinde hem anası, hem ninesi “sevinmek
şurda dursun” ölü görmüş gibi ona bakmışlar; o buna şaşırsa da bir şey
anlamamış “hayırdır hortlağa mı benzettiniz beni. Ben geldim ben. Olunuz”
deyince önce ninesi kalkıp boynuna sarılmış “abo sevinmez miyiz ay oğlum?
Sevinmez miyiz benim gadersiz torunum? Sevinmez miyiz?” deyip bir yandan
sarılıp bir yandan yas etmeye başlamıştı.
Anası
kardeşleri de ona sarılmışlar; hepsi feryat figan ağlaşınca o şaşırıp kalmıştı.
Neden
sonra sakinleşmişler; ninesi olan biteni ona bir bir anlatmıştı. O askerde iken
Keziban’ı muhtar oğluna istemiş. Kız “gatiyen olmaz, ben başkasını seviyom”
dediyse de babası muhtarın verdiği başlık parası çok olduğu için; Keziban’ı
muhtarın oğluna vermişler. Dolmuşçunun yetişmem lazım diye acele ettiği düğün
Keziban’ın düğünüymüş.
O
bunları duyunca “samıt gibi olmuş”. Ne söylenirse sanki duymuyormuş. Bir hafta
evden çıkmamış. Askerden geldiği için “hayırlı olsuna” gelenlerle bile
görüşmemiş. Bir hafta sonra da köyden çıkmış, çıkış o çıkış. Bir daha köye
dönmemiş. Anası ninesi uzunca süre peşinde koşmuş doktorlara, hocalara
götürmüşler. Hiçbir çaresini bulamamışlar. O o gün, bu gündür kasabada mecnun
gibi yaşamış. Bir süre sonra ninesi de, anası da ölüp gitmiş. Kardeşleri kocaya
varmış. O bunları hep duyup, bilip, görüyormuş. Ama kendi acısıyla hiç
umursamamış.
Bu
kasabada onun bunun işini görerek, yük boşaltıp, yükleyerek, verilen eskimiş
üst baş, bir lokma yiyecekle bu güne gelmişti.
Bu
gün de ‘aklında bu yaşadıkları’ burada gecenin ilk yarısından beri çimento
kamyonunu bekliyordu. Aklına gelenler onu yine üzmüştü. Hep yaptığı gibi
“üzülsem ne fayda? Gahba felek ediceni eddi” diye elini çaresizlikle sallayıp
tekrar yola baktı.
Gelen
giden yoktu. Biraz daha ellerini ovup zıpladı. Güneş hafiften ısıtmaya
başlayınca sabah serinliğinin acısını almıştı.
Birden
bir kamyon sesi duydu. Koştu yola çıktı. Kamyon yaklaşınca el etti. Şoför de
onu tanımıştı. Arabayı durdu. O her zamanki gibi şoförün yanındaki basamağa
tutundu. Depoya kadar öyle gitti.
Depocu
daha yeni gelmişti. Kamyonu ve kamyonun yanı başında asılı onu görünce şoföre
“ooo!. Bizim deli oğlan seni bulmuş” dedi. Şoför kamyonu yanaştırdı. O
kapakları açtı. Onlar vermece o alıp istif etmece; diğerleri gelmeden kamyonu
bir çırpıda boşalttı.
Orada
bulunanların hepsi “maşallahı var bunun” dediklerinde koltukları kabardı.
Deponun sahibi “biraz dinlen. Sonra şişçiye git selamımı söyle bi güzel garnını
doyur” dedi.
O
patrona hep yaptığı “sağol giden” dedi; çimentoların yanında oturdu ve şoförden
aldığı sigarayı “tellendirdi”. Bir iki nefes çekip attı.
Sigara
içmezdi. Şimdi olduğu gibi arada bir verirlerse bir iki nefes çekip atardı.
Biraz
dinlenmişti. Diğer işçiler gelip çimentoların indiğini görünce biraz
eksiklenmişler ve ona “aferin deli oğlan bize iş bırakmamış” diye akıllarınca
onu enayi yerine koyup eğlenmişlerdi.
O
bunlara hiç yüz vermedi. Kalktı depo sahibiyle şoföre “hadi bene eyvallah”
deyip şişçiye gitti. Patronun selamını söyleyip ikilik bir şiş söyledi.
Adamakıllı karnını doyurdu. Çıktı doğru benzinliğe gitti.
Boş
olduğu zamanlar hep o benzinliğe giderdi. Onu yalnız o benzinliğin sahibi insan
yerine kor; sahibi dalga geçmez, dalga geçenlere de kızardı.
Benzinliğe
vardı. Benzinliğin sahibi onu görünce sanki yakınıymış gibi “sen nerdeydin kaç
gündür be? İnsan hiç haber vermez mi?” dedi. Sonra “sen çimento indirmişsin
herhalde. Üstün başın toz içinde kalmış. Gel seni bi yıkayayım” deyip kolundan
tuttuğu gibi benzinliğin arkasına götürdü. Fırça ve hortumla bi güzel yıkadı.
Onun için eski elbiselerinden getirmişti. Onları giydirdi. Çıkardığı
elbiselerini ateşte yaktı. Saçını da usturayla bir güzel kazıdı. “hah şöyle bit
pire kalmadı ter temiz oldun” dedi.
Gerçekten
çok rahatlamıştı. Gitti ilerideki armudun dibinde bir güzel uyku çekti. Sonra
uyanınca benzincinin verdiği ot ekmeği dürümünü aldı; bir şişe de su doldurdu.
Doğru geceleri kaldığı inşaata gitti.
Günler
böyle böyle geçiyordu. Hava soğumaya başlamıştı. Geceleri de ayaz oluyordu. Kış
bu sene çok sert başlamış kar erkenden yağmıştı.
O
gece inşaatın bodrumunda çimento torbalarından yaptığı yatakta yattı. Gece ayaz
olunca “uyur galır da, buyup ölürün” diye kalkıp kalkıp zıplamış uyumamaya
çalıştı. Ama gecenin yarısında uyku adamakıllı bastırınca çimento torbalarını
üstüne yorgan gibi örtüp öylece uyuyup kaldı.
Sabah
inşaatın sahibi “ne var ne yok?” diye inşaatına bakmaya gelince bir koku duyup
bodruma indi; orada onun öldüğünü fark edince koşarak insan çağırmaya gitti.
Bu
sırada haberi duyan herkes koşup geldi; birileri de doktora ve savcıya haber
verdi.
Bunun
üzerine savcıyla birlikte gelen doktor onu inceledi; otopsi yapmaya bile gerek
duymadan “donarak ölmüş” diye rapor tutup, morga kaldırılmasını söyledi.
Bu
sırada köyüne kardeşlerine haber vermişlerdi. Köylüleri, kardeşleri, enişteleri
koşup geldi. Ölüsünü yıllar önce çıkıp gittiği köye götürüp gömdüler.
Ölümüne
en çok benzinciyle, acısını içine gömen Keziban kız üzüldü.
Erdoğan Bey, geçmiş olsun, konusu içler acısı güzel hikayenle aramıza hoş geldiniz...
YanıtlaSil