21.06.2015 09:23:17
- Sultanca dertliydi. Sultanca öfkeliydi. Kan ter içinde kalmıştı.
- Günlerdir uğraşıyordu... Kadınlar “tavuk kanadını dene” dediler. “Nasıl yapacağım?” diye sordu. Tarif ettiler. Kaç kez yaptıysa sonuç alamadı. Kibrit ağısı dediler. Tarif ettiler. Kaç kez denediyse olmadı.
- Kadınlar bu yöntemleri söylerken “gardeş çocuk sakat makat doğasa garışmeyiz bak” diye uyarıyordu. Ama o “siz garışman, sakat makat doğasa ozman icabına bakarın” diyordu. Kadınlar “dikkat et kendine bişey olmasın. Allah etmesin ölür galırsın” diyorlardı. O “olsun zaten ölüden farkım yok” diyordu.
- Seferberlik zamanıydı. Köyün gençleri birer birer askere gitmişti Sultanca’nın kocası Mahmut’ta askere gitmiş; giderken çocukları Zilhan ve Nuri’yle onu Allah’a emanet etmişti.
- Zaten köyde yalnız kadınlar, çocuklar, bir de yaşlılar vardı. Yani herkes Allah’a emanetti zaten. Yokluk yıllarıydı; herkes çok yoksuldu. Sultanca’nın bir ineği, üç koyun, yaşlı bir eşeği vardı. Üç, dört de tavuk. Biraz kır tarlası varsa da hiç sayma. Kara sabanla ekilen en fazla bire üç, beş veren çorak tarla. ‘Ne var’ denir, ‘ne yok’ denir.
- Gerçi babası rahmetliden epey mal mülk kalmıştı. Ama onlara da ağası “göz belerdip” mallanmış Sultancaya ve öteki kız kardeşlerine oralara hiç yaklaştırmıyordu.
- Sultanca kocam döner umuduyla tam dört yıl kar, kış, yaz, güz çok sıkıntı çekti. Ama Zilhan’ını, Nuri’sini kimseye muhtaç etmedi. Sabanın bir yanına ineği bir yanına eşeği; yetmediği yerde kendini koşmuş tarla sürmüştü. Kırık tahrasıyla ocakta yakmak için dağdan odun kesip sırtında taşımıştı. Yılmamış sabırla Mahmut’u beklemişti. Her gün namazın sonunda kocasını sağ salim göndersin diye Allah’ına yalvarmıştı.
- Günler geçmiş; savaşın bittiği haberi gelmişti. Tek tük dönenler vardı. İçlerinde kolunu, bacağını, çenesini kaptırmış gaziler vardı. Her gelene umutla Mahmut’u sordu. “Mamıdımı gördünüz mü?” dedi. Kimse bilmiyordu. Derken bir gün Mahmut’un şehit haberi geldi. Çanakkale’de şehit düşmüştü. Duyuca beyninden vurulmuşa döndü. Olduğu yere yığıldı. Komşular koşup kollarına girip evine götürdüler. Teselli ettiler. “Gardeş hepmizin acısı aynı” dediler. “Çocuklana sahap ol” dediler. Onu dediler, bunu dediler ve gittiler.
- Evde bir başına kalmıştı. Zilhan’la Nuri koştu geldi; anlamışlardı. Usulca analarının yanına çöküp öylece kaldılar. Sultanca bir iki gün evden çıkmadı. Uzun uzun yattı. “Şindi ben netcen Allah’ım?” diye sessiz sessiz yakardı. Sessiz sessiz ağladı. Komşusu Kamile, kardeşi Hakkı, kız kardeşleri geldi. Onlar da çok “eyleşmedi” “başın sağ olsun” deyip gitti. “Ağası” zaten belliydi; o hiç uğramadı. Başka da arayan soran olmadı. “Nasıl olsun ki?” Her evde aynı yas aynı dert vardı. Herkesin derdi Sultanca’nın derdinden ne eksik ne fazlaydı. Aynı yaşananlar herkes için geçerliydi.
- Sultanca iki gün boyunca hem ağladı hem bunları düşündü. “Hadi Mahmut şehit olup kalmıştı”. Ancak köyde kanadına sığınacak hiç erkek de kalmamıştı. Her yer yaşlı, dul, çocuk doluydu. Çaresiz hayata sarıldı.
- Günler geçti derken bir gün Yemen’e gidenlerden dönenler olduğu duyuldu. Onlar yıllardır yoklardı. Herkes unutmuştu onları. O da duyunca ‘acaba dönenler kimmiş?’ diye öğrenmek için köy meydanındaki çeşme başına gitti. Kadınlar orada toplanmıştı. Yalnız üç kişinin döndüğünü öğrendi. Bunlardan biri ölen ablasının kocası Süleyman’dı. Yedi sekiz yıl esir yatmışlar; serbest kalınca köye dönmüşlerdi. Hepsi sapasağlamdı.
- Bunlardan Süleyman onun eniştesi oluyordu. Ötekiler köylüsü.
- Süleyman’ın da anasıyla yanında bıraktığı oğlunu görünce içi burkulmuştu. Çünkü Ali’nin anasını boşamış daha sonra evlendiği Dudu’da ölmüştü. Askere giderken oğlunu kendi anasına emanet etmişti. Zaten ilk karısını pek sevmezdi. O asıl ikinci karısı Dudu’ya yangındı; ama o da ölmüştü. Onun ölümüne çok üzülmüşken bu sırada Yemen için seferberlik çıkınca askere gitmişti.
- Şimdi gelip de anasıyla oğlunu biraz sefil bulunca ondan canı sıkılmıştı. Ama asıl canını sıkan vapurda gelirken kumandanlarla konuştuğu şeylerdi. Kumandanlar vapurda diri, canlı kalan ağzı sıkı askerlere ve tabi Süleyman Çavuş’a da (yemende çavuş olmuştu) memlekette olup biten her şeyi anlatmış; Padişahın düşmana teslim olduğunu, İstanbul’un işgal edildiğini söylemişler; buna karşı Yemen’de de adı ünlenen Kemal Paşa’nın Anadolu’da vatanı kurtarmak için ordu kurmaya çalıştığını söylemişlerdi.
- Ayrıca düşmana karşı kurulan Kuvvay-ı Milliyecilerin düşmana direndiğini; padişahın Kemal Paşa’ya ve Kuvvay-ı Milliyecilere karşı yeni bir ordu kurmaya çalıştığını söylemişler; onlara, esirden dönen askerlerin vapurlarına giren padişahın adamlarının bu yeni orduya maaşlı asker topladıklarını bir bir anlatmışlardı.
- Sonra da “Bunlar size de yanaşıp padişahın ordusuna asker yazalım derlerse sakın diklenmeyin. Onlara biz esirden dönüyoruz. Çoluğumuz çocuğumuzla hasret giderip gelelim, padişahın ordusuna öyle katılalım deyip atlatın” diye sıkı sıkı tembih etmişlerdi. Köylerine gidip hasret giderdikten sonra; en kısa zamanda Ankara’da yeni kurulan orduya katılmak için geri dönmelerini söylemişlerdi.
- Gerçekten onları getiren vapur rıhtıma yanaşınca padişahın adamları eli ayağı tutan, işe yaracak olanlara yanaşıp ‘Anadolu’da isyan olduğunu, padişah hazretlerinin bu isyancılarla savaşacak yeni ordu kurduğunu, ellerine bol para geçeceğini’ söyleyerek onların bu yeni orduya kaydolmalarını istediler.
- Bunlar Süleyman Çavuşa da aynı şeyleri söyledi. Ama o vapurda kumandanlarının tembih ettiği gibi “sekiz on yıldır memleketten ayrı kaldığını, gidip çoluk çocuğuyla hasret giderdikten sonra gelip yazılacağını” söyleyip onları savuşturdu. Bir vapurla Mudanya’ya geçti. Oradan kestirme yollardan köyüne geldi.
- Köye gelince kardeşinin birinin Çanakkale’de şehit düştüğünü, öteki kardeşinin de çenesini şarapnel uçurduğunu ve gazi olarak döndüğünü öğrendi. Onun durumunun iyi olmadığını kendine zor baktığını gördü.
- Ölen kardeşiyle çenesi yaralanan kardeşinin düşmandan intikamını almak için de Kemal Paşanın ordusuna katılmak şart olduğunu düşündü. Ama giderken anasının yanında bırakıp dönüşte sersefil bulduğu oğluna bir çare bulması lazımdı. Aklı arkada kalmadan gitmesi için bu şarttı.
- Düşündü aklına Sultanca geldi. Mahmut’un şehit olduğunu o da öğrenmişti. Eski baldızıydı ama nikah düşüyordu. ‘Sultanca ile evlenir Ali’yi ona emanet ederim’ diye düşündü.
- Yalnız Sultanca’ya yeniden askere gideceğini söyler veya o birinden duyarsa kabul etmeyebilirdi. Onun için niyetini kimseye söylemeyecekti.
- Sultanca’ya dünür gönderdi. Sultanca Mahmut’u çok seviyordu; ama çaresizdi. Yetimlerini bir başına büyütemezdi. Gerçi Süleyman’ın yanında gedesi vardı. Ama ”osun“ dedi, “başımda bir erkek, ırahat ederim” diye “ağasının” tüm karşı çıkmasına karşın Süleyman’la evlenmeyi kabul etti. Evlendiler.
- Süleyman güçlü kuvvetliydi. Evin tüm yükünü üstlenmiş; tarlayı sürüp ekmiş, dağdan bolca kışlık odun getirmişti. Üç koyuna üç koyun daha ilave etmişti. Çok şükür her şey yolundaydı; sıkıntıları azalmıştı.
- Sultanca köyde hemen koca bulan şanslı dullardandı. Diğer dullar ona gıptayla bakıyordu. Gerçi ağası onun bu evliliğine çok kızmıştı. Halbuki o da Süleyman’ın ablasıyla evliydi. Ama nedense onun Süleyman’la evlenmesine çok karşı gelmişti. Ama öteki kardeşleri “dinlime onu gız. Bubamızdan galan malın hepsinin üsdüne yatcek. Bize diş geçiremedi sene gafaya dakdı, dinlime onu” demişler; o da dinlememiş Süleyman’la evlenmişti ve geçimleri güzeldi; ancak onun bilmediği bir şey vardı. Süleyman’ın aklı fikri esir dönüşü kumandanlarına verdiği sözdeydi. Ayrıca Çanakkale’de şehit düşen kardeşiyle, çenesini şarapnelin uçurduğu kardeşinin öcünü almak için de ne yapıp yapıp Ankara’da Kemal Paşanın ordusuna katılması lazımdı.
- Yaşı otuzu geçiyordu. Yılları cephelerde ve esirlikte geçmişti, istese gitmeyebilirdi. Ama kumandanları ona ve arkadaşlarına “Ankara’da kurulan yeni ordunun eğitiminde usta asker olarak onlara çok ihtiyaç duyulacağını mutlaka oraya gitmelerini” söylemişti. Ayrıca kardeşlerinin intikamı için kendine söz vermişti. Onun için vakitlice gitmesi gerektiğini düşünüyordu.
- Evin kışlık ihtiyacını tedarik etmişti. Geriye bir fırsat bulup ‘neden gitmesi gerektiğini’ Sultanca’ya anlatması kalmıştı.
- İşte o gün; o akşam Sultanca’ya ‘memleketin düşmanın işgali altında olduğunu, her yerin işgal edildiğini, yakında buralara bile gelebileceklerini’ söylemiş kumandanlarının gemide söylediklerini bir bir anlatmış ve sonra asıl niyetini söylemiş. “Ben yarın guvvacılara gatılmak için gitcem” demişti.
- İşte o an Sultanca’nın dünyası kararmıştı. Ama kocasının anlattıklarını dinleyince çaresiz kabullenmişti. Düşmanı memleketten kovmak lazımdı. Bu durumda o da üstüne düşen neyse onu yapacaktı. İçinden “bari bu sağ salim dönsi de, yeniden üstelik iki çocunun yanında, bide onun gedesiyle bir başıma galmısam” diye geçirdi. “Sağılcakla git, sağılcakla gel” dedi.
- Sabah kalktılar. Süleyman abdest alıp namazını kıldı. O da Süleyman’ın torbasına biraz öteberi koydu. Süleyman çarığını giydi torbasını sırtına vurdu. “Hadi gal sağılcakla” dedi yürüdü gitti.
- Çocuklar uyuyordu. Sultanca bir süre Süleyman’ın ardından baktı. O köşeden kaybolunca içeri girdi. Süleyman’ın hazırladığı kışlıklar aklına geldi. “Bu gışı ırahat geçircem” diye mırıldandı. “işallah en kısa zamanda sağ salim döner” dedi. Gitti ocağın başına oturdu.
- Süleyman gideli bir ayı geçiyordu. Her şey yolundaydı. Yalnız adeti gecikmişti. Acaba hamilemiydi. “Eyvah öyleyse yandım” dedi. Koştu Salimecik’e.
- Salimecik Süleyman’ın ablası olduğu için görümcesi, ağasının karısı olduğu için yengesi; aynı zamanda köyün ebesiydi. Soluk soluğa ona her şeyi anlattı. O da dinledi dinledi “her hal hamilesin” dedi.
- Sultanca beyninden vurulmuşa döndü. “Hay Allah!” dedi. “Hay Allah! Ben şindi netcen, yandım ki yandım. Adı batası, gıran giresi yaktı beni” dedi.
- Sultancanın “adı batasıca, gıran giresice” diye ilendiği Salimecik’in kardeşiydi. Salimecik Sultanca’yı çaresiz gördüğü için kardeşine ilenmesine bir şey demedi. “Dur ayol dur. Her şeyin çaresi var, düşürüsün olur bite” dedi.
- Düşüreceği Salimecik’in yeğeniydi. Ama ne yapsın kadın çaresiz çırpınıyordu. Onun için ona yol yordam gösterdi. “Yalınız dikkat et canından olma ha” dedi.
- Ama Sultanca bir şey duymuyordu. Ne yapıp edip bu dertten kurtulacaktı. İşte günlerdir bununla uğraşıyordu. Her yolu denemiş, ne söylendiyse yapmış; beline taş bağlayıp ağaçta sallanmış, sırtına kocaman çuvalları yükleyip taşımış, sürülmüş tarlalarda deliler gibi koşmuştu.
- Ama ne yaparsa yapsın çocuk anasını içinde “sımsıkı sarılmış” düşmüyordu. Sultanca çaresiz kalmıştı. Bütün komşular durumu biliyor hayret ediyordu. Ne Sultanca’ya, ne çocuğa bir şey oluyordu. Şimdiye değin çocuğun düşmesi veya karının ölüp gitmesi lazımdı.
- Bütün kadınlar “henk bakar gibi” her gün Sultanca’ya uğrayıp soruyordu. “Düştü mü düşmedi mi?” diye soruyorlardı.
- Günler geçti. Çocuk kıpırdamaya başladı. Sultanca hala düşürmeye çalışıyordu. Komşular “vaz geç gardeş çocuk gıpırdameye başladıysa çok tehlikeli” diye uyarıyordu. Sultanca korka korka aynı yöntemleri tekrarlıyordu. Bir süre sonra çocuk kıpırdamaz olmuştu. “her hal öldü” dedi. Salimecik’e gitti. “gıpırdameyo” dedi. Salimecik telaşla “eyvah garnında öldüyse seni zehirle, sen de ölürsün” dedi.
- Bu sefer Sultanca’ya ölüm korkusu saldı. “Doğmadan gidesi” daha doğmadan başına bela olmuştu. ‘Mamıd’ının yetimlerini’ ortada bırakacaktı.
- Sultanca sessiz sessiz kendini dinliyor “zehirlenme nasıl olur?” diye merak ediyordu. Tecrübeli kadınlar ona zehirlenince ne olacağını bir bir anlattı. Zehirlendiysen yapacak bir şey yok kaderine katlanırsın dediler.
- Bu korkuyla Sultanca zayıflamış sararıp solmuştu. O gün çeşme başında düşünceli otururken birden çocuğun karnında kıpırdadığını hissetti. Sevindi. Koştu Salimecik’e “ölmemiş, gıpırdadı” dedi.
- Salimecik de sevinmişti. Yalnız sevinci kısa sürdü. Çocuk o kadar yapılana karşın ölmediyse kesin sakat doğardı. Bunu Sultanca’ya söylemedi; sadece “Allah sana da çocuğa da acıdı. Düşünmekten vazgeç doğur. Her şeyde hayır vardır” dedi.
- Sultanca ölümden döndüğü ne sevinmişti. Artık doğuracaktı. Yalnız kararlıydı, doğunca icabına bakacaktı. Süleyman’a çok öfkeliydi. Yine askere gideceğim dese dikkat eder hamile kalmazdı. Ama o oyun etmiş, söylememişti. Üstelik hamile bırakmıştı.
- Süleyman’a öyle öfkeliydi ki onun çocuğunun yaşamasına asla izin vermeyecekti, “hele bi doğsun” diyordu. Bu sırada çocuk anasının karnında dışarıda bu olup bitenlerden habersiz; anasının karnına sıkı sıkı sarılmış doğmayı bekliyordu. Öyle sakat falan da değildi.
- Sultanca’nın karnı burnuna gelmişti. Ama çaresiz çalışıyor çifte çubuğa gidiyordu. O gün de tarlada orak biçiyordu. Gün ikindiye dönmüştü. Birden sancısı tuttu bağırdı. ”Gomşula!! Kamile!!” diye bağırdı. Sesini yan tarladan yalnız Kamile koşup gelmişti. “goş Kamile geliyooo!!” deyip ekin destesinin yanına uzandı.
- Kamile koştu geldi. Altına peştamal sokuşturdu. Sultanca bağırıyor; Kamile bir yandan “etraftan gelen var mı?” diye bakınırken, bir yandan Sultanca’ya yardım ediyordu. Sultanca çocuklarını rahat doğururdu. Bu da çok zorlanmadan doğuyordu. Çocuk yavaş yavaş geldi. Kamile çocuğu aldı. Orda hazır ettiği taşla göbeğini koparıp, bağladı. Bir çaputa sarıp anasının yanına koydu.
- Sultanca halsiz yanı başında belalısı yatıyordu. Kamile “yat, dinlen. Birazdan çocuğu emzir. Ben tarlaya dönen. Gideken gelirin.” deyip gitti. Bağırtılarına diğer tarlalardan duyan kadınlar merak edip geldiler baktılar çocuk doğmuş. “Yaşı uzun olsun” deyip gittiler.
- Akşama doğru küçük kardeşi Hakkı koştu geldi. Ablasının doğurduğunu görünce sevindi. Bu sırada Sultanca’nın içinden çocuğu emzirmek gelmiyordu. Çocuk da çığlık çığlığa ağlıyordu. Hakkı “aba, ağleyo emzirmecenmi?” dedi.
- Sultanca azıcık kendine gelmişti. Kalktı “çapıta” sarılı çocuğu ”lanet olası” deyip kucağına aldı. “Hakkı Kamile’gil nezman gitcek, sor gel” dedi. Hakkı koştu aynı hızla geri geldi. “Gideken habar vercekle” dedi.
- İki kardeş yine buğday destesinin kenarına oturup beklemeye başladı. Çocuk ağlamayı kesmişti; öldü zannetti. Açtı baktı kıpırdıyordu. Canı acıdı çıkardı memesini emzirdi. Çocuk sanki onu bekliyormuş gibi birden canlanıp emmeye başladı o da çocuğu seyretti. Hakkı başını öbür yana çevirmişti.
- Epey emzirdi sonra birden memesini çekti. Çocuk hiç tepki vermedi. Bir iki yalandı o kadar. Zaten gözleri kapalıydı. “Hayret ne biçim çocuk bu? Veriyosun emiyo, çekiyosun ağlemeyo” diye içinden geçirdi.
- Bir süre sonra Kamile “Haden, gidibaz gari” diye seslendi. Hakkı ablasına yardım etti. Kalktılar; Kamile’nin kağnısının yanına vardılar. Kamile “gız Sultanca heç çocuk doğurmuşa benzemeyon, maşallah” dedi. Sultanca bu soruda hafif alay olduğunu sezdi, kızdı ama cevap vermedi. Gittiği kağnının arkasına oturup ayaklarını aşağı salladı. Kamile‘nin oğlu öküzleri deh etti.
- Sultanca kağnıda; Kamile, oğlu ve Hakkı yayan köye yollandılar.
- O günden sonra Sultanca’nın tek derdi düşüncesi çocuktan kurtulmaktı. Görümcesi Salimecik gelip ”çocuğun adını Üsen goyam, peygamber efedimizin torunun adı” demişti. Sultanca “olsun vasın” diye cevap vermişti. Çocuktan kurtulmayı kafasına koyduğu için adını önemsemiyordu.
- Oralarda oğlan çocuğu çok önemliydi. Oğlan doğuran kadınlar al bağlanırdı. Evin önüne kütük atılıp oğlanın doğumu kutlanırdı. Çocuğun göleti alınır gelip gidene ikram edilirdi. Sultanca ne al bağladı, ne kütük attırdı, nede gölet aldı. Kutlamaya gelen kardeşlerine köyden gelenlere hiç yüz vermedi.
- Onun bu çocuğu hiç istemediğini bildikleri için öyle fazla gelip giden kutlayan olmadı zaten.
- Sultanca haftası çıkınca kırkını beklemeden çocuğu sarıp tarlaya harmana götürmeye başladı. Götürüp öylece güneşin bağrında ekin destelerinin dibine bırakıyor; ‘Aç mı? Tok mu?’ hiç ilgilenmiyordu. “İnşallah tez zamanda ölür galır” diyordu.
- Ama Hüseyin tüm ilgisizliğe rağmen; anasının canı acıyıp da gelip karnını doyuruncaya kadar hiç ağlamadan “sepsessiz” yatıyordu.
- Anası o gün de Hüseyin’i ekin destesinin dibine bırakıp gitmişti. Bir süre sonra merak edip gelip bakınca Hüseyin’in ağzına aldığı ekin başağının yutkunduğu için boğazından aşağı kaydığını gördü. Çıkarmak için asıldı. Ağzından hafif kan geldi. Sultanca parmağıyla başağı çocuğun ağzından içeri itti. Çocuk morarmıştı. Ölürse ölsün diyerek, başağı biraz daha itip yutmasını sağladı. Çocuk hiç ağlamıyordu; ağzı kan içinde kalmıştı.
- Sultanca korktu çocuğun yüzünü örttü; ”inşallah zıbarır” deyip işine döndü. Çocuktan hiç ses gelmiyordu. Akşama doğru merak etti; gitti çocuğun üstündeki örtüyü kaldırdı. Çocuk hiçbir şey olmamış gibi sakin yatıyordu. Başağa ne oldu diye merak etti; çocuğun bezini açıp baktı kakasının içinde başak vardı, kanlıydı. Çocuk kurtulmuştu.
- Sultanca bir yandan sevindi, biryandan da “hayret zıbarmamış” diye hayıflandı. Yine canı acıdı; emzirip karnını doyurdu. Günler böyle geçiyordu. Çocuğu tarlada orta yerde bırakıp; güneş çarpar yılan, çıyan sokar da ölür diye umutla bekledi. Bir şey olmadı.
- Bir gün yine ekin destesinin dibine yatırmıştı. Akşama doğru gitti ‘ne olmuş?’ diye açıp baktı. Çocuğun gözüne karıcalar doluşmuş sanki gözünü yiyordu. Yine canı acıdı karıncaları temizledi. Gözü kızarmıştı.
- Ölmez kalır bir de kör olursa o zaman felaket olurdu. Sardı sarmaladı götürdü. Bütün yaz böyle geçmiş sonbahar sonunda kış gelmiş; ama o hala Hüseyin’den kurtulamamıştı.
- Hüseyin’le uğraşırken yanında hep kardeşi Hakkı olurdu. Hakkı bir akşam “aba, bunu kuleye bırakam, orda soğuktan donar ölür, sen de gurtulusun” dedi. Sultanca düşündü aklı yattı. Orada donar ölürse kimse bilmezdi. Soğukta kokmazdı da. Bir gece gizlice eve getirip eceliyle öldü deyip gömerlerdi.
- O gece Hakkı’yla beraber ‘kule’ denen köyün kışlık zahiresinin konduğu yere götürüp kimsenin görmeyeceği bir yere beşiğiyle bırakıp geldiler.
- Sultanca huzursuz namazını kıldı. “Allah’ım affet” diye yalvardı. Hüseyin konusunda kendini haklı buluyordu. Süleyman onu kandırıp “dıpdızlak” bırakmıştı. Onun için çocuğunu yaşatmayıp intikam olacaktı. Halbuki çocuk Süleyman’ın olduğu kadar onunda çocuğuydu. Yokluk, çaresizlik, üstelik kandırılmışlık duygusu onu adeta delirtmiş; gözü hiçbir şey görmüyordu.
- Dört gündür Hüseyin kuledeydi. Bu sürede eve hiç kimseyi sokmamıştı. Zaten gelen giden çok seyrekti. Arada bir Kamile hatırını sormak için uğruyor, onu da kapıda karşılayıp savuşturuyordu. Hakkı arada bir bakıp geliyor “da ölmemiş” diye haber getiriyordu.
- O gün akşamüzeri Hakkı yine geldi. “Aba Üsen’e bakam. Herhal ölmüştür” dedi. Sultanca “geceyi bekle ozman bakarız” dedi. Çocuğu beşiğiyle kimseye göstermeden gece çıkarabilirlerdi. Gece yarısı oldu. Sessizce kuleye girdiler. Kule çok karanlıktı. Sessizce beşiği alıp çabucak eve getirip odanın ortasına koydular. Oda ocakta yanan odunların ışığıyla aydınlanıyordu. Beşiğin üzerini açıp baktılar. Hayret Hüseyin bıldır bıldır bakıyordu; ölmemişti. Sultanca “ya canavarın dölü gebermemiş” dedi. Ama içinden ölmediğine sevinmişti.
- Süleyman’a öfkesiyle gebersin diyor; ana yüreğiyle üzülüyordu. İçinden şükretti. Çocuğu açtı bir baktı. Çocuğun “silbinci” buz tutmuştu. Hemen çocuğu çıkardı ocağın yanına yatırdı.
- Hakkı saf saf “boğazını sıkıveren mi aba?” dedi. Sultanca hışımla baktı. (hakkı biraz saftı. Anası ölünce onu ablası bakmıştı; onun için ablasını çok severdi. O ne derse yapar, öl dese ölür, öldür dese öldürürdü.) “sakın ha abam!” dedi. “Onu Allah öldürmedi, demek ki yaşaması lazım” diye ilave etti. Hakkı’da “demek yaşaması lazım” diye tekrar etti.
- İki sene sonra Hüseyin’in babası askerden döndü. Oğlu olduğuna sevindi. Onu Sultanca’nın öbür çocuklarıyla birlikte büyüttü. İlk oğlu Ali zaten büyümüştü.
- Hüseyin cumhuriyetin ilk öğrencilerinden biri olarak üçüncü sınıfa kadar okudu. Anası ilk kocasından olan Nuri’nin okumasını isteyince o babasıyla birlikte ağabeyini okuttular. Hüseyin babasına yardım ederken İkinci Dünya Savaşı çıktı. Kırk beş ay askerlik yaptı. Dayısının kızıyla evlendi. Beş çocuğu oldu. Biri vefat edince dört çocuğunu tuğla ocağı ameleliğinden başlayarak çok çeşitli işlerde çalışarak en son sinemacılık yaparak baktı, okuttu.
- Uzatmadan bitireyim. Bu hikaye 1920 yılında doğan babamın onca badireyi atlatarak verdiği yaşam kavgasının hikayesi.
- Şimdi sapasağlam başımızda evimizin direği olarak yaşıyor.
- Onca badire içinde babalık görevini en mükemmel şekilde yapmaya çalışan babamı anlatan bu öyküyü babalar gününden bütün babalara armağan ederken ölen babalara rahmet diler, bütün babaların babalar gününü kutlarken onlara; babaların esas görevinin annelerle birlikte çocukları ve torunları için demokrasiyi içselleştirmiş bir toplumda barış ve dirlik çinde aydınlık bir gelecek sağlamak olduğunu unutmamalarını hatırlatırım.
- Çünkü öteki yavrularının karnını doyurma, barındırma ve dışarıdan gelen tehlikelere karşı koruma bütün canlıların erkekleri için zaten içgüdüsel bir görevdir.
- İnsan babanın hayvan babalardan farkı yukarıda yazdığım çocuklarının ve torularının geleceğini düşünmeleridir. Umarım bütün babalar bu sorumluluklarının bilincinde yaşamayı seçer ve o zaman gerçekten yalnız bir gün değil ömür boyu ve sonrası hatırlanmaya, sevgiye ve saygıya layık olurlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder