Yoğun bakımdan geleli beri içim
kıpır kıpırdı.
Gözümü tekrar açtım; ihtiyar
gözüyle beni takip ediyordu. Artık onunla konuşup dertleşecektim.
O benim biraz kendimde olduğumu
fark edince tekrar “geçmiş olsun” dedi. Daha önce adının Ali olduğunu
öğrenmiştim. “sağol dayı, sana da geçmiş olsun” dedim. O “ben de senden önce
geldim” dedi.
Akciğer rahatsızlığı varmış. O
da Coah’tı. Ancak seksen yedi yaşında oldukça diriydi. Yaşını öğrenince içimden
“karartma içini oğlum. Dayı bu yaşta böyleyse, daha zamanım var” dedim.
Aklıma omur çöküklüğü gelince
“sen yine çok heveslenme, bu hastalık da derece derece. Adam eski toprak” diye
kendi düzelttiğim moralimi kendim bozdum.
Ben hep böyle kendi kendime
konuşurum. Saatlerce, günlerce hatta aylarca beni bir yere kapasınlar; okuyacak
kitap, yazmak, çizmek için kağıt ve bir de yiyecek versinler hiç canım
sıkılmaz. Kendi kendime okurum. Yazarım. Düşünürüm. Kendime de konuşurum.
Hele içimden kendi kendime
konuşmaya başlayınca kendimle saatlerce muhabbet edebilirim.
O sırada neler konuşmam ki
kendimle. Artık tutabilene aşk olsun.
Geçmiş yıllarda görüp bildiğim
yerlerde gezinir; tanıdığım insanları hatırlarım. Ama bütün bunları yaparken de
hep içimden kendi kendimle konuşurum. Yani bir başıma kalınca ‘ne kadar zaman
geçse de’ hiç canım sıkılmaz. Çünkü iç dünyam öylesine dolu ki yaşadıklarımla.
Geçmişte birkaç kere yetmişli
yıllarda tutuklanmıştım. Birkaç kere de hücreye kapatılmıştım. O yıllarda
sanırım teknik çok ileri değildi. İşkence falan yok, da dayak çok vardı. Arada
bir elektrik verirlerdi.
Bana vermediler. Yalnız
Selimiye’de epey dayak yedim. “İstanbul’a neden geldin?” diyorlar. Hani şarkı
var ya “neden geldin İstanbul’a mı?” yoksa “neden geldim İstanbul’a mı?” Aynen
öyle.
Kimlik olarak üzerimde Buca
Mimar Mühendislik Özel Yüksek Okulunun şebekesi var. O da yetmiş yılına ait.
Yetmiş bir, yetmiş iki öğretim yılına tarih değişikliği yaptım. Hani şebekenin
geçtiği yerlerde indirimden faydalanayım diye. Başka kimlik yok.
Onlar “İstanbul’a niye geldin?”
veya “İstanbul’da ne arıyorsun?” dedikçe ben hep aynı cevabı veriyorum.
“İzmir’de okuyorum. Babam fakir, İstanbul’da iş bulursam okulu İstanbul’a
aldıracağım. İstanbul’a iş aramaya geldim” Tabi inanan yok.
“Kınalıada’da ne arıyorsun?”
Onun da cevabı hazır. “İstanbul’da kalacak yerim yoktu. Onun için buradaki
tanıdığın evinde kalıyorum”.
Evinde kaldığım Suat abi Ada’da
“kaçakçı Suat” diye tanınıyor. Kalender bir tip. Madam Melini diye Rus asıllı,
kocası Rum bir kadının evini kiralamış. Kendisi pek evde kalmıyor. Karısı
trafik kazasında ölünce kendini biraz içkiye kaptırmış. Bir oğlu var; on
yaşlarında. Bir oğlu daha var. O da on
sekiz yirmi yaşlarında. O eve pek uğramıyor.
Taşkın isimli arkadaşım doktor
lakaplı Noyan isimli arkadaşa söylüyor. Noyan, Suat abinin samimi dostu. O da
Suat abiye “bir arkadaş var. Biraz senin evde kalsın” demiş. Suat abi ‘arkadaş
kim? Kimin fesi?’ demeden küçük oğlu Halil’e de göz kulak olur diye kabul
etmiş.
O şekilde ben o evde kalıyorum.
Sorguculara Noyan, Taşkın
kısmını atlayıp diğerlerini anlatıyorum.
İnanmayacaklar da; elde delil
yok. Biri ihbar etmiş. “Burada bir yabancı geldi; kalıyor” diye.
Sorgu aralığında koydukları pis
bir yer var. Dayaktan biraz dirilince “beni kim ihbar etti?” diye düşünüyorum.
“Balyoz” operasyonu sonrası radyoda bol bol “sayın muhbir vatandaş” diye bir
ifade geçiyordu. Sanırım bir “muhbir vatandaş” ihbar etmiş. Bu “muhbir
vatandaş” Madam Melini olmaz. Kadın çok iyi… Beni de sevdi. Nadya isminde
şişman bir kızı var.
Madam Melini bazan bize gelir,
bazan beni ve Halil’i davet eder. Ben İstanbul’a gidince Noyan’la dönersek
beraber; yalnız dönersem ben balık falan getiririm. Hamsi, uskumru falan…
O pişirir; birlikte yeriz. Arada
bir şarap da içeriz.
Madam Melini burada laf arasında
kocasının öldüğünü, oturduğumuz evin kızının drahoması olduğunu söyler.
Ben orada öğrendim. Rumlarda
kızlar drahoma diye yüklü hediye mal maşat getirirmiş. Bizdeki başlığın tersi…
Kız başlık ödüyor gibi bir şey.
Taşkın’a bunu anlattım. “Kadın
seni gözden geçirmiş, kızına damat alacak” diye espri yaptı. Yani madam Melini
ihbar etmez. İskeleden onun evine kadar hep Rum evi. Hepsi çok iyi insan… Hep
selamlaşırız. Onlarla da dost gibi olduk. Bir ikisinin evine gidip akşam yemeği
yemişliğim var. Onlar da olmaz.
Olsa olsa Erzurumlu kahveci
ihbar etmiştir. Bir iki kere kahvesine oturdum. Çok gıcık sorular sordu.
Bakışlarıyla da beni çok merak ettiğini belli etmişti. İçimden “günahını
almayayım, ama odur” dedim. Bu nedenle rahatım. “sarı çizmeli Mehmet ağa, kim
bilir kimim?”
O nedenle iki üç kez copla
giriştiler. Ama öyle “dayak yedim” diyecek türden bir dayak değil. O sıralarda
henüz “Şafak 1, Şafak 2” gibi düzmece örgüt davası da yok. Sonunda serbest
bıraktılar. Bu olayı “komutanın söyledikleri” ismiyle öyküleştirdim. Peki, burada
niye yazdım? Bir yere kapanınca kendi kendime konuştuğumu yazarken buraya
geldik. Ne zaman bir şey yazmaya başlasam hep böyle oluyor. Daldan dala. Ne
yapalım ben de böyle yazıyorum. Dayı “senin neyin var?” Dedi. Güldüm, “sizin
gibi olmuşum” dedim. Çok dost bir yüzü vardı. Yaptığım espriyi de anlamıştı.
“Çok mu içtin o mereti?” dedi. Sigarayı kastediyordu. “çok” dedim. “Günde iki
paket, çay sigara çay sigara, hem de uzun Samsun” dedim.
Gevrek gevrek güldü. Ben devam
ettim. “Bu arada gençlikte biraz fazla hareketliydim. Sanırım onlar da
etkiledi” dedim. Herhalde kulağı az duyuyordu. “anlamadım” der gibi baktı.
Oğlu kulağına eğildi “buba abe
de sizden. Gençlikte çok zapırdamış” dedi. İhtiyar “nasıl?” der gibi baktı. Ben
de ihtiyarının oğlunun “abi çok zapırdamış” derken neyi kastettiğini
anlamamıştım. “Dayı ben gençlikte öğrenciydim. Sendikacılık yaptım. Zor
koşullarda yattık kalktık. Soğukta sıcakta ciğerler eskimiş” dedim.
Dayı yine çok bir şey
anlamamıştı. Oğlu “abi bubamın gulağı az duyar, biraz bağır” dedi. Sonra
babasına “buba bu da senin gibi sendikacıymış” dedi. İhtiyar gözlerini açtı “ya
öyle mi?” der gibi baktı. Sonra ben neler gördüm, neler yaşadım” der gibi elini
salladı. “Ben de çok sendikacılık yaptım. Greve direnişe, yörüyüşlere gatıldım”
dedi. Oğlu “abi babam burda çalışırken çok girdi işe çıktı. Siyasete de
meraklıdır. Hiç okuma yazma bilmez, amma hızlı siyasetçidir” deyince şaşırma
sırası bana geldi.
“Nasıl?” dedim.
Ben öyle sorunca Ali dayı “dur
şindi hemşirele gelcek. Onla gelsin gidsin ben sene anleden” dedi.
Anlaşılan lafı kesilmeden
yaşadıklarını da enine boyuna anlatmak istemişti.
Öyle deyince ben yatakta
yayıldım. Nasıl yayılmam? Tavrından çok tatlı sohbeti olacağı belliydi. Neyse
hemşireler çok bekletmedi. Koridorda şaşkırdıyan tedavi arabası bizim odaya
girdi. İkimizin de tedavisi yapıldı. Birer buhar ilacı bırakıp ‘geçmiş olsun’
deyip gittiler.
Hemşireler “her geçmiş olsun”
dediğinde bana bir gülmek gelirdi. Çünkü canına yandığım hastalığı sanki nikah
kıymış benimle; bırakıp gideceği yok ki!
Hemşireler “geçmiş olsun” deyip
giderken aklımda hızla bunlar geçti.
Odada bir buhar aleti vardı.
Ali dayıyla sırayla buharımızı aldık. Ben masal dinleyecek çocuk gibi gözümü
diktim ona. O da benim merakla kendini beklediğimi anlamıştı sanırım; gülümsedi
sonra “onu devecen ya!” deyip başladı ‘Nasıl?’ ın cevabını anlatmaya.
“Ben bizim Nasip’i yolcu
ettikten keri bi başıma galdım. Eyi alışdıydım ona. Nası alışmecen? Yavız arkıdeş.
Ağzı laf biliyo. Gece barabar ağıl çekilince bi vakde gadar sohbet ediyoduk
onunla. Gidince benim ağıl demeni çekilmiş su gibi soruttu galdı.
Emme onun giddiği bi yandan da
eyi oldu. Kendi başıma düşünmeye epey vakdım oldu. O gün köye endiydim. Hana
‘evin bi ehtiyacı var mı? deye. Garı dördüncü çocuğu yeni doğurduydu” dedi
gülümsedi. Benimle beraber babasını dinleyen oğlunu gösterdi “dördüncü buydu”
dedi devam etti. “Bunu gucama alınca tingidek düştüm. Garıya ‘ula garı biz
nediyoz?’ dedim; o şaşkın bakındı. ‘Sen maşallah işi sıraya godun. Bi oğlan bi
gız’ dedim. Garı boynunu bükdü ‘eyi deyon da! Bunları ben bi başıma mı
doğruyon?’ dedi. Haklı tabi. Ben olmasan bu çocukla nahal doğar. ‘Garı doğru.
Ben çatmasam sene… Bu çocukla olmaz; emme da şindiden dört dene oldu. Eee!
Belli ki bunun arkası da gelicek’ dedim. O bakınırken ben ‘hadi gızlara
birilene kasdık deyem. Eee! Oğlanla nolcek? Fakir bi çobanın oğluna kim gız
vere?’ dedim. Garı ‘eee! Nedem deyon sen?’ deyincek ben aklımdaki planı
devedim. ‘Ne var? Ne yok?’ satıcez. Göçü sarıp şehre gidicez. Orda herkes gibi
sokuluruz bi yere. Çocuklan okucek olana okuduruz. Okumayan zanata veririz.
Gızlara daha eyi bi alan olur. Böylece onlan hayatı gurtulmuş olur’ dedim”
dedi.
Yorulmuştu… Burnundan kayan oksijen
maskesini düzeltti. “Dayı yorulduysan sonra anlat” dedim; güldü “Yorulcek;
sırtımda daş mı daşıyon. Hem eyi oldu. Ben de içimdekini atarın böylece” dedi.
Karısı çaresiz boynunu büküp
“sen bilirsin adam” deyince keçileri, evi, bir iki dönüm tarlayı ‘sizin
anlayacağınız kendilerine yatacak bir iki döşek, bir iki kap kacak, biraz giyim
gecek ayırdıktan sonra’ yani ne varsa satmışlar.
“Hepsi on dört bin lire duttu”
dedi.
O parayı koymuş cebine.
Çocuklarla karısını alıp ‘bir daha arkasına bakmamak üzere’ köyden şehre
göçmüş. Bunu anlatırken “hem ardıma baksam nolcek? Geri gelsem millete masgara
olurun. Ondan köyden ayrılırken garıya ‘eyi bak Sultan. Bi daha buralara
göremecez gari’ dedim. Garı ağlamaklı oldu; emme ben gararlıyın” dedi.
O kararla gelmiş şehre. O da her
göçüp gelenin yaptığı gibi önce hemşerilerini bulmuş. Onlar şehrin dışınd
kendilerine ‘bi mehelle gurmuşla’. Öyle dedi.
Neyse hemşerileri ‘hoş geldin;
sefa geldin faslından sonra’ bunun temelli geldiğini anlayınca “sene önce bi ev
lazım” demişle.
Onlar öyle deyince Ali dayının
yüreği ‘cızz!’ etmiş. “Ula dedim. ‘Eldeki paraya da ev almaya kalkasak ne yeyip
içcez?’ dedim” diye kaygısını hemşerisine söyleyince o gülmüş. “Ne ev alması
Ali?” demiş. “Burda her yer arsa. Sahabı da yok. Sen gözünü kestir bi yer.
Gondur oraya bi gece kondu. Çok para gidmez ona” deyince rahatlamış bizim dayı.
Önce cebindeki parayı ‘neme
lazım?’ deyip bankaya yatırmış. “Azıcığını alı godum tabi. Öyle ya! Ev başına
geşcez. Kaç gider bilmeyon. Ondan paranın azıcını yanımda alıgodum” dedi.
Bankaya birlikte geldiği hemşeriyle onun tanıdığı bir ustayı bulmuşlar. Adam
‘ameleliği siz yaparsanız. Size çok bahalıya gelmez’ deyince Ali dayı “sen o
yandan marak edme. Ben varın; garı va” demiş.
Neyse uzatmayayım bu şekilde evin
başına geçmiş Ali dayı. “Ha ev dedin nolcek. İki göz bişey. Yanını da güççük bi
mutfğıla hela göndürdük. Benim kafam çalışır. Helayı az böyük yapdım. Ha içinde
su giriniriz deyi” diye eve nasıl başladığını anlattı.
Hemşerilerinin dediği gibi; ev
çok bişey tutmamış. Kapıyı pencereyi taktıktan sonra sıra para kazanacak bir
şeyler yapmaya gelmiş. “Çünküm hazıra dağla dayanamazımış” dedi.
“Ne iş yapacağım?” diye
düşünürken köylülerden biri “Ali be! Senin biraz paran var. Mahallede bakkal
yok. Bi bakkal dükkanı aç. Geçinir gidersin” demiş.
Bunu söyledikten sonra
burnundaki oksijen hortumunu düzeltti. “Benimki de zevzeklik işde. ‘Kahbolu;
sen ne anlasın ala vereden. O iş döyüs mutarın işi de mi?’ bunu şindi deyon.
Ozman köylü öyle deyince ben ‘kakdım gidivedim bi dükkan açdım. Malı dayadım
dükkana.’ Bizim dükkana müşderi dolup daşıyo. Ben de keyfe geliyom işle eyi
gidiyo deyi. Emme para veren yok. Onu görmeyon. Senin anlecen mehelleli bi
dayandı bizim dükkana ‘Alan gitti! Alan gitti!’ ben de hakkadden bakkal oldum.
Çünküm alıp gidenlen ardından bakıp galdım” derken gevrek gevrek gülüyordu.
O gülerken “dayı; o haltı ben de
yedim bizim köyde. Aynı sizin gibi bakıp kaldım” deyince gevrek gevrek epey
güldü; sonunda “desene yalınız hasdalığımız değil; yedimiz haltla da benzeyo.
Misal sendikacılık” dedi; ama bu sefer baya gülüyordu. İkimiz gülüşürken
hemşire geldi “Ooo! Beyler. Bakıyorum iyileşmişsiniz siz” dedi Ali dayının
serumunu değiştirip gitti.
Arkasından bakan Ali dayı “ne
bilsin neye güldümüzü. Biz ağlenecek halımıza gülüyoz; keyif gülmesi sanıyo”
dedi. Yine dalgınlaşmıştı. Belli ki anlatacağı şeyleri aklına getirmeye
çalışıyordu.
Sonra devam etti. “Senin anlecen
biz sermayeyi kediye yükledik. Bu sırada beşinci çocuk da doğdu. Garı Maşallah
sırayı heç bozmadı. Bi gız, bi oğlan gidiyoz. Beşincisi de gız oldu yani.
Nasip’in memleketde olsa epey para edicekle yani” dedi.
Dükkan batınca çıkmış iş
aramaya. “Ev yapaken benim elimde epey mala duttuydu. Keser demişsin. Elim
alışkın. Ev yapaken aldım malayı, şakülü godum torbaya. Keseri de asdım götüme.
Garıya ‘ben gidiyom’ dedim. ‘Neriye gidiyon’ adam deyince lepirdek gibi yerde
oyneşen çocuklara gösterdim. ‘Bunlara yedirmek için daş kırığı gazmaya’ deyip
çıkdım evden. Doğru bizim evi yapan usdanın yanına. Ona ‘böyleylen böyle oldum’
deyi başıma geleni anlatdım. Eyi adamıdı. ‘Ne demek arkıdeş? Barabar çalışırız.
Ben okul işi alan bi mütehidin yanda çalışıyon. Seni oraya götürün. Orda
çalışırsın’ dedi. Ben ‘ula arkıdeş senin yüzünü gara çıkarmeyen’ deyince ‘olur
mu öyle şey? Sen baya usdasın. Bilimedin yerlere ben gösderin’ deyince düşdüm
onun peşine” dedi.
Yine yorulmuştu.
“Senin anlecen çobanıken olduk
duvarcı usdası. Çok yerde çalışdım. Derken aklıma Nasip’in işini gören
milletvekili geldi. Gızdım kendime. ‘El için çaldım kapısını; kendim için neye
çalmeyen?’ dedim. Aradım. Bi gün şehre geldiğinde buldum onu. ‘Vaziyet
böyleyken böyle’ dedim. O eski mebbus. Bubamı da beni de eyi tanır. Hemen bi
telefon etti bi yere. Telefonu gabadıkdan keri ‘belediyede asvalt işi varımış.
Gid falanı gör. Benim selamımı söyle orda başla çalışmaya. Sonra daha eyi
yerlere aldırın sene’ dedi. Sarıldım eline; ‘çok sağol’ dedim. Dedi gibi giddim
onun dediği yere. Bene hemen işe aldıla. Tam sekiz sene çalışdım asvalt işinde”
dedi; durdu sonra “ben bu belayı ciğaradan çok o iş de buldum” dedi. “Allah
düşmanımı asvald işcisi yapmasın. O sıcaklada cayır cayır yanasın. İçin dışın
asvald olur” dedi.
Orada yaşadıklarını; doğan yeni
çocukları onları nasıl büyüttüğünü anlattı uzun uzun.
Onları bir hikaye sınırları
içine sığdırmak olanaksız tabi.
Anadolu’nun tarihi aslında
insanlığın göçlerinin tarihidir. Afrika’dan çıkan insan dünyaya Anadolu
üzerinden dağılmış çünkü.
Bir de Anadolu’nun yakın
tarihinin cumhuriyet sonrası tarihinin yaşadığı iç göçler vardır. Onlar da
bugünkü toplumsal yapının hikayesidir. Her biri insanlık destanıdır adeta; hiç
umulmadık mucizevi yaşamlar içeren.
Tıpkı Ali dayı gibi arkasına
bakmadan sardığı göçle yeni ufuklara yelken açan insanlar çok zor hayatları
büyük çabalarla aşmışlardır. Hepsi adeta bir romandır.
Çünkü Ali dayı gibi ‘gara cahil’
bir insanın çoluk çocuğunun geleceği için düştüğü göç yolları adeta labirent
gibi bin türlü viraj içerir. Ali dayı gibi o virajları güvenle geçip mutlu sona
ulaşanların yanında o virajlarda kaybolup giden o kadar hayatlar vardır ki!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder