28 Aralık 2016 Çarşamba

ÇOBAN ALİ DAYIYA "MERHABA" DEDİĞİM SIRADA



Yoğun bakımdan geleli beri içim kıpır kıpırdı. 

Gözümü tekrar açtım; ihtiyar gözüyle beni takip ediyordu. Artık onunla konuşup dertleşecektim.

O benim biraz kendimde olduğumu fark edince tekrar “geçmiş olsun” dedi. Daha önce adının Ali olduğunu öğrenmiştim. “sağol dayı, sana da geçmiş olsun” dedim. O “ben de senden önce geldim” dedi.

Akciğer rahatsızlığı varmış. O da Coah’tı. Ancak seksen yedi yaşında oldukça diriydi. Yaşını öğrenince içimden “karartma içini oğlum. Dayı bu yaşta böyleyse, daha zamanım var” dedim.

Aklıma omur çöküklüğü gelince “sen yine çok heveslenme, bu hastalık da derece derece. Adam eski toprak” diye kendi düzelttiğim moralimi kendim bozdum.

Ben hep böyle kendi kendime konuşurum. Saatlerce, günlerce hatta aylarca beni bir yere kapasınlar; okuyacak kitap, yazmak, çizmek için kağıt ve bir de yiyecek versinler hiç canım sıkılmaz. Kendi kendime okurum. Yazarım. Düşünürüm. Kendime de konuşurum.

Hele içimden kendi kendime konuşmaya başlayınca kendimle saatlerce muhabbet edebilirim.

O sırada neler konuşmam ki kendimle. Artık tutabilene aşk olsun.

Geçmiş yıllarda görüp bildiğim yerlerde gezinir; tanıdığım insanları hatırlarım. Ama bütün bunları yaparken de hep içimden kendi kendimle konuşurum. Yani bir başıma kalınca ‘ne kadar zaman geçse de’ hiç canım sıkılmaz. Çünkü iç dünyam öylesine dolu ki yaşadıklarımla.

Geçmişte birkaç kere yetmişli yıllarda tutuklanmıştım. Birkaç kere de hücreye kapatılmıştım. O yıllarda sanırım teknik çok ileri değildi. İşkence falan yok, da dayak çok vardı. Arada bir elektrik verirlerdi.

Bana vermediler. Yalnız Selimiye’de epey dayak yedim. “İstanbul’a neden geldin?” diyorlar. Hani şarkı var ya “neden geldin İstanbul’a mı?” yoksa “neden geldim İstanbul’a mı?” Aynen öyle.

Kimlik olarak üzerimde Buca Mimar Mühendislik Özel Yüksek Okulunun şebekesi var. O da yetmiş yılına ait. Yetmiş bir, yetmiş iki öğretim yılına tarih değişikliği yaptım. Hani şebekenin geçtiği yerlerde indirimden faydalanayım diye. Başka kimlik yok.

Onlar “İstanbul’a niye geldin?” veya “İstanbul’da ne arıyorsun?” dedikçe ben hep aynı cevabı veriyorum. “İzmir’de okuyorum. Babam fakir, İstanbul’da iş bulursam okulu İstanbul’a aldıracağım. İstanbul’a iş aramaya geldim” Tabi inanan yok.

“Kınalıada’da ne arıyorsun?” Onun da cevabı hazır. “İstanbul’da kalacak yerim yoktu. Onun için buradaki tanıdığın evinde kalıyorum”.

Evinde kaldığım Suat abi Ada’da “kaçakçı Suat” diye tanınıyor. Kalender bir tip. Madam Melini diye Rus asıllı, kocası Rum bir kadının evini kiralamış. Kendisi pek evde kalmıyor. Karısı trafik kazasında ölünce kendini biraz içkiye kaptırmış. Bir oğlu var; on yaşlarında. Bir oğlu daha var.  O da on sekiz yirmi yaşlarında. O eve pek uğramıyor.

Taşkın isimli arkadaşım doktor lakaplı Noyan isimli arkadaşa söylüyor. Noyan, Suat abinin samimi dostu. O da Suat abiye “bir arkadaş var. Biraz senin evde kalsın” demiş. Suat abi ‘arkadaş kim? Kimin fesi?’ demeden küçük oğlu Halil’e de göz kulak olur diye kabul etmiş.

O şekilde ben o evde kalıyorum.

Sorguculara Noyan, Taşkın kısmını atlayıp diğerlerini anlatıyorum.

İnanmayacaklar da; elde delil yok. Biri ihbar etmiş. “Burada bir yabancı geldi; kalıyor” diye.

Sorgu aralığında koydukları pis bir yer var. Dayaktan biraz dirilince “beni kim ihbar etti?” diye düşünüyorum. “Balyoz” operasyonu sonrası radyoda bol bol “sayın muhbir vatandaş” diye bir ifade geçiyordu. Sanırım bir “muhbir vatandaş” ihbar etmiş. Bu “muhbir vatandaş” Madam Melini olmaz. Kadın çok iyi… Beni de sevdi. Nadya isminde şişman bir kızı var.

Madam Melini bazan bize gelir, bazan beni ve Halil’i davet eder. Ben İstanbul’a gidince Noyan’la dönersek beraber; yalnız dönersem ben balık falan getiririm. Hamsi, uskumru falan…

O pişirir; birlikte yeriz. Arada bir şarap da içeriz.

Madam Melini burada laf arasında kocasının öldüğünü, oturduğumuz evin kızının drahoması olduğunu söyler.

Ben orada öğrendim. Rumlarda kızlar drahoma diye yüklü hediye mal maşat getirirmiş. Bizdeki başlığın tersi… Kız başlık ödüyor gibi bir şey.

Taşkın’a bunu anlattım. “Kadın seni gözden geçirmiş, kızına damat alacak” diye espri yaptı. Yani madam Melini ihbar etmez. İskeleden onun evine kadar hep Rum evi. Hepsi çok iyi insan… Hep selamlaşırız. Onlarla da dost gibi olduk. Bir ikisinin evine gidip akşam yemeği yemişliğim var. Onlar da olmaz.

Olsa olsa Erzurumlu kahveci ihbar etmiştir. Bir iki kere kahvesine oturdum. Çok gıcık sorular sordu. Bakışlarıyla da beni çok merak ettiğini belli etmişti. İçimden “günahını almayayım, ama odur” dedim. Bu nedenle rahatım. “sarı çizmeli Mehmet ağa, kim bilir kimim?”

O nedenle iki üç kez copla giriştiler. Ama öyle “dayak yedim” diyecek türden bir dayak değil. O sıralarda henüz “Şafak 1, Şafak 2” gibi düzmece örgüt davası da yok. Sonunda serbest bıraktılar. Bu olayı “komutanın söyledikleri” ismiyle öyküleştirdim. Peki, burada niye yazdım? Bir yere kapanınca kendi kendime konuştuğumu yazarken buraya geldik. Ne zaman bir şey yazmaya başlasam hep böyle oluyor. Daldan dala. Ne yapalım ben de böyle yazıyorum. Dayı “senin neyin var?” Dedi. Güldüm, “sizin gibi olmuşum” dedim. Çok dost bir yüzü vardı. Yaptığım espriyi de anlamıştı. “Çok mu içtin o mereti?” dedi. Sigarayı kastediyordu. “çok” dedim. “Günde iki paket, çay sigara çay sigara, hem de uzun Samsun” dedim.

Gevrek gevrek güldü. Ben devam ettim. “Bu arada gençlikte biraz fazla hareketliydim. Sanırım onlar da etkiledi” dedim. Herhalde kulağı az duyuyordu. “anlamadım” der gibi baktı. 

Oğlu kulağına eğildi “buba abe de sizden. Gençlikte çok zapırdamış” dedi. İhtiyar “nasıl?” der gibi baktı. Ben de ihtiyarının oğlunun “abi çok zapırdamış” derken neyi kastettiğini anlamamıştım. “Dayı ben gençlikte öğrenciydim. Sendikacılık yaptım. Zor koşullarda yattık kalktık. Soğukta sıcakta ciğerler eskimiş” dedim.

Dayı yine çok bir şey anlamamıştı. Oğlu “abi bubamın gulağı az duyar, biraz bağır” dedi. Sonra babasına “buba bu da senin gibi sendikacıymış” dedi. İhtiyar gözlerini açtı “ya öyle mi?” der gibi baktı. Sonra ben neler gördüm, neler yaşadım” der gibi elini salladı. “Ben de çok sendikacılık yaptım. Greve direnişe, yörüyüşlere gatıldım” dedi. Oğlu “abi babam burda çalışırken çok girdi işe çıktı. Siyasete de meraklıdır. Hiç okuma yazma bilmez, amma hızlı siyasetçidir” deyince şaşırma sırası bana geldi.

“Nasıl?” dedim.

Ben öyle sorunca Ali dayı “dur şindi hemşirele gelcek. Onla gelsin gidsin ben sene anleden” dedi.

Anlaşılan lafı kesilmeden yaşadıklarını da enine boyuna anlatmak istemişti.

Öyle deyince ben yatakta yayıldım. Nasıl yayılmam? Tavrından çok tatlı sohbeti olacağı belliydi. Neyse hemşireler çok bekletmedi. Koridorda şaşkırdıyan tedavi arabası bizim odaya girdi. İkimizin de tedavisi yapıldı. Birer buhar ilacı bırakıp ‘geçmiş olsun’ deyip gittiler.

Hemşireler “her geçmiş olsun” dediğinde bana bir gülmek gelirdi. Çünkü canına yandığım hastalığı sanki nikah kıymış benimle; bırakıp gideceği yok ki!

Hemşireler “geçmiş olsun” deyip giderken aklımda hızla bunlar geçti.

Odada bir buhar aleti vardı. Ali dayıyla sırayla buharımızı aldık. Ben masal dinleyecek çocuk gibi gözümü diktim ona. O da benim merakla kendini beklediğimi anlamıştı sanırım; gülümsedi sonra “onu devecen ya!” deyip başladı ‘Nasıl?’ ın cevabını anlatmaya.

“Ben bizim Nasip’i yolcu ettikten keri bi başıma galdım. Eyi alışdıydım ona. Nası alışmecen? Yavız arkıdeş. Ağzı laf biliyo. Gece barabar ağıl çekilince bi vakde gadar sohbet ediyoduk onunla. Gidince benim ağıl demeni çekilmiş su gibi soruttu galdı.

Emme onun giddiği bi yandan da eyi oldu. Kendi başıma düşünmeye epey vakdım oldu. O gün köye endiydim. Hana ‘evin bi ehtiyacı var mı? deye. Garı dördüncü çocuğu yeni doğurduydu” dedi gülümsedi. Benimle beraber babasını dinleyen oğlunu gösterdi “dördüncü buydu” dedi devam etti. “Bunu gucama alınca tingidek düştüm. Garıya ‘ula garı biz nediyoz?’ dedim; o şaşkın bakındı. ‘Sen maşallah işi sıraya godun. Bi oğlan bi gız’ dedim. Garı boynunu bükdü ‘eyi deyon da! Bunları ben bi başıma mı doğruyon?’ dedi. Haklı tabi. Ben olmasan bu çocukla nahal doğar. ‘Garı doğru. Ben çatmasam sene… Bu çocukla olmaz; emme da şindiden dört dene oldu. Eee! Belli ki bunun arkası da gelicek’ dedim. O bakınırken ben ‘hadi gızlara birilene kasdık deyem. Eee! Oğlanla nolcek? Fakir bi çobanın oğluna kim gız vere?’ dedim. Garı ‘eee! Nedem deyon sen?’ deyincek ben aklımdaki planı devedim. ‘Ne var? Ne yok?’ satıcez. Göçü sarıp şehre gidicez. Orda herkes gibi sokuluruz bi yere. Çocuklan okucek olana okuduruz. Okumayan zanata veririz. Gızlara daha eyi bi alan olur. Böylece onlan hayatı gurtulmuş olur’ dedim” dedi.

Yorulmuştu… Burnundan kayan oksijen maskesini düzeltti. “Dayı yorulduysan sonra anlat” dedim; güldü “Yorulcek; sırtımda daş mı daşıyon. Hem eyi oldu. Ben de içimdekini atarın böylece” dedi.

Karısı çaresiz boynunu büküp “sen bilirsin adam” deyince keçileri, evi, bir iki dönüm tarlayı ‘sizin anlayacağınız kendilerine yatacak bir iki döşek, bir iki kap kacak, biraz giyim gecek ayırdıktan sonra’ yani ne varsa satmışlar.

“Hepsi on dört bin lire duttu” dedi.

O parayı koymuş cebine. Çocuklarla karısını alıp ‘bir daha arkasına bakmamak üzere’ köyden şehre göçmüş. Bunu anlatırken “hem ardıma baksam nolcek? Geri gelsem millete masgara olurun. Ondan köyden ayrılırken garıya ‘eyi bak Sultan. Bi daha buralara göremecez gari’ dedim. Garı ağlamaklı oldu; emme ben gararlıyın” dedi.

O kararla gelmiş şehre. O da her göçüp gelenin yaptığı gibi önce hemşerilerini bulmuş. Onlar şehrin dışınd kendilerine ‘bi mehelle gurmuşla’. Öyle dedi.

Neyse hemşerileri ‘hoş geldin; sefa geldin faslından sonra’ bunun temelli geldiğini anlayınca “sene önce bi ev lazım” demişle.

Onlar öyle deyince Ali dayının yüreği ‘cızz!’ etmiş. “Ula dedim. ‘Eldeki paraya da ev almaya kalkasak ne yeyip içcez?’ dedim” diye kaygısını hemşerisine söyleyince o gülmüş. “Ne ev alması Ali?” demiş. “Burda her yer arsa. Sahabı da yok. Sen gözünü kestir bi yer. Gondur oraya bi gece kondu. Çok para gidmez ona” deyince rahatlamış bizim dayı.

Önce cebindeki parayı ‘neme lazım?’ deyip bankaya yatırmış. “Azıcığını alı godum tabi. Öyle ya! Ev başına geşcez. Kaç gider bilmeyon. Ondan paranın azıcını yanımda alıgodum” dedi. Bankaya birlikte geldiği hemşeriyle onun tanıdığı bir ustayı bulmuşlar. Adam ‘ameleliği siz yaparsanız. Size çok bahalıya gelmez’ deyince Ali dayı “sen o yandan marak edme. Ben varın; garı va” demiş.

Neyse uzatmayayım bu şekilde evin başına geçmiş Ali dayı. “Ha ev dedin nolcek. İki göz bişey. Yanını da güççük bi mutfğıla hela göndürdük. Benim kafam çalışır. Helayı az böyük yapdım. Ha içinde su giriniriz deyi” diye eve nasıl başladığını anlattı.

Hemşerilerinin dediği gibi; ev çok bişey tutmamış. Kapıyı pencereyi taktıktan sonra sıra para kazanacak bir şeyler yapmaya gelmiş. “Çünküm hazıra dağla dayanamazımış” dedi.

“Ne iş yapacağım?” diye düşünürken köylülerden biri “Ali be! Senin biraz paran var. Mahallede bakkal yok. Bi bakkal dükkanı aç. Geçinir gidersin” demiş.

Bunu söyledikten sonra burnundaki oksijen hortumunu düzeltti. “Benimki de zevzeklik işde. ‘Kahbolu; sen ne anlasın ala vereden. O iş döyüs mutarın işi de mi?’ bunu şindi deyon. Ozman köylü öyle deyince ben ‘kakdım gidivedim bi dükkan açdım. Malı dayadım dükkana.’ Bizim dükkana müşderi dolup daşıyo. Ben de keyfe geliyom işle eyi gidiyo deyi. Emme para veren yok. Onu görmeyon. Senin anlecen mehelleli bi dayandı bizim dükkana ‘Alan gitti! Alan gitti!’ ben de hakkadden bakkal oldum. Çünküm alıp gidenlen ardından bakıp galdım” derken gevrek gevrek gülüyordu.

O gülerken “dayı; o haltı ben de yedim bizim köyde. Aynı sizin gibi bakıp kaldım” deyince gevrek gevrek epey güldü; sonunda “desene yalınız hasdalığımız değil; yedimiz haltla da benzeyo. Misal sendikacılık” dedi; ama bu sefer baya gülüyordu. İkimiz gülüşürken hemşire geldi “Ooo! Beyler. Bakıyorum iyileşmişsiniz siz” dedi Ali dayının serumunu değiştirip gitti.

Arkasından bakan Ali dayı “ne bilsin neye güldümüzü. Biz ağlenecek halımıza gülüyoz; keyif gülmesi sanıyo” dedi. Yine dalgınlaşmıştı. Belli ki anlatacağı şeyleri aklına getirmeye çalışıyordu.

Sonra devam etti. “Senin anlecen biz sermayeyi kediye yükledik. Bu sırada beşinci çocuk da doğdu. Garı Maşallah sırayı heç bozmadı. Bi gız, bi oğlan gidiyoz. Beşincisi de gız oldu yani. Nasip’in memleketde olsa epey para edicekle yani” dedi.

Dükkan batınca çıkmış iş aramaya. “Ev yapaken benim elimde epey mala duttuydu. Keser demişsin. Elim alışkın. Ev yapaken aldım malayı, şakülü godum torbaya. Keseri de asdım götüme. Garıya ‘ben gidiyom’ dedim. ‘Neriye gidiyon’ adam deyince lepirdek gibi yerde oyneşen çocuklara gösterdim. ‘Bunlara yedirmek için daş kırığı gazmaya’ deyip çıkdım evden. Doğru bizim evi yapan usdanın yanına. Ona ‘böyleylen böyle oldum’ deyi başıma geleni anlatdım. Eyi adamıdı. ‘Ne demek arkıdeş? Barabar çalışırız. Ben okul işi alan bi mütehidin yanda çalışıyon. Seni oraya götürün. Orda çalışırsın’ dedi. Ben ‘ula arkıdeş senin yüzünü gara çıkarmeyen’ deyince ‘olur mu öyle şey? Sen baya usdasın. Bilimedin yerlere ben gösderin’ deyince düşdüm onun peşine” dedi.

Yine yorulmuştu.

“Senin anlecen çobanıken olduk duvarcı usdası. Çok yerde çalışdım. Derken aklıma Nasip’in işini gören milletvekili geldi. Gızdım kendime. ‘El için çaldım kapısını; kendim için neye çalmeyen?’ dedim. Aradım. Bi gün şehre geldiğinde buldum onu. ‘Vaziyet böyleyken böyle’ dedim. O eski mebbus. Bubamı da beni de eyi tanır. Hemen bi telefon etti bi yere. Telefonu gabadıkdan keri ‘belediyede asvalt işi varımış. Gid falanı gör. Benim selamımı söyle orda başla çalışmaya. Sonra daha eyi yerlere aldırın sene’ dedi. Sarıldım eline; ‘çok sağol’ dedim. Dedi gibi giddim onun dediği yere. Bene hemen işe aldıla. Tam sekiz sene çalışdım asvalt işinde” dedi; durdu sonra “ben bu belayı ciğaradan çok o iş de buldum” dedi. “Allah düşmanımı asvald işcisi yapmasın. O sıcaklada cayır cayır yanasın. İçin dışın asvald olur” dedi.

Orada yaşadıklarını; doğan yeni çocukları onları nasıl büyüttüğünü anlattı uzun uzun.

Onları bir hikaye sınırları içine sığdırmak olanaksız tabi.

Anadolu’nun tarihi aslında insanlığın göçlerinin tarihidir. Afrika’dan çıkan insan dünyaya Anadolu üzerinden dağılmış çünkü.

Bir de Anadolu’nun yakın tarihinin cumhuriyet sonrası tarihinin yaşadığı iç göçler vardır. Onlar da bugünkü toplumsal yapının hikayesidir. Her biri insanlık destanıdır adeta; hiç umulmadık mucizevi yaşamlar içeren.

Tıpkı Ali dayı gibi arkasına bakmadan sardığı göçle yeni ufuklara yelken açan insanlar çok zor hayatları büyük çabalarla aşmışlardır. Hepsi adeta bir romandır.

Çünkü Ali dayı gibi ‘gara cahil’ bir insanın çoluk çocuğunun geleceği için düştüğü göç yolları adeta labirent gibi bin türlü viraj içerir. Ali dayı gibi o virajları güvenle geçip mutlu sona ulaşanların yanında o virajlarda kaybolup giden o kadar hayatlar vardır ki!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder