14 Eylül 2016 Çarşamba

KAPTAN (SOKAKLARIN ADAMI)




Bilmem hiç düşündünüz mü yaşamın kaynaştığı yerlerde neler olup bittiğini? Hiç aklınıza geldi mi onlar? Ön yargılarımızdan arınıp onları gören gözlerle; yani tıpkı Yaşar Kemal’in “Seyreyle Gözüm” romanındaki “seyreyle Salih” gibi yaşamın kaynaştığı yerleri fark edebilsek! Eminim bugüne kadar, oraları niye fark etmediğimize şaşar kalırız.

Çünkü o güne kadar fark etmediğiniz yaşamın kaynaştığı her yerde yaşayanların hepsi bizim gibi insan. Dünyaya aynı kaygılarla ağlayarak bizim gibi gözlerini açtı onlar. Onların da doğdukları gün onlara şefkatle sarılan bir kucak, yanaklarına konan sımsıcak öpücük vardı. En istenmeyenleri bile dünyaya ilk gelişlerinde hep aynı bizim gibi karşılandı.

Sonra yaşadığı koşullarla kalabalıklar içinde farklı roller düştü herkese. Kimilerine sımsıcak bir yuva, iyi kötü de karnını doyuran bir sofra düşerken; kimilerine sokağın soğuğu karanlığı ve o karanlıklar içinde var olma kaygısı veya bilumum haneler düştü.

Bizim ilçede bir savcı vardı. Şimdi değil. Seksenlerin başında. İçki düşmanı biri… Sarhoş olarak kim karşısına gelirse tutuklama talebiyle mahkemeye sevk ederdi. İlçedeki iki hakim de ona uyunca ‘kimse o? Ona’ ilk duruşmaya kadar içeride yatmak düşerdi yani. Tabi ilk duruşmada berat edip çıkardı; ama o beş on günlük hapishane deneyimi ona kar kalırdı.

Hapishane deneyimi “hiç kar olarak kalır mı?” demeyin. Yaşamın farkında değilseniz eğer ve sokaklardaki insanları görmeden veya tiksinerek geçiyorsanız pek tabi hapishanede olanları da hep ‘it kopuk’ zararlı insanlar olarak görürsünüz. İşte hapishane  size içeridekilerin de sizin gibi; aynı size benzer tasa ve sevinçleri olan insanlar olduğunu öğretir. Yani bir şey öğrenirsiniz orada “İnsanın ne olduğunu?”

Onun için çok kızsam da kimilerine bunları öğrenme fırsatı verdiği için o savcı ve hakimlerin insanların özgürlüklerini keyfi üç beş gün tutuklamalarına hoş görüyle bakıyordum. Daha doğrusu bir arkadaşın anlattıklarından sonra…

Uzatmayayım. Komşu ilçeden o ilçenin banka müdürü, belediye başkanı, doktoru ve bir iki başka ileri geleni bizim göl kenarına pikniğe geliyorlar. Orada piknikte içki içerken nasılsa kavgalı bir olaya karışıyorlar. Tabi jandarma tembihli… Bunlar sarhoş olarak olaya karıştığı için ‘kim olduklarına? bakmadan’ tutuklayıp savcılığa getiriyor. Savcı da bunların makamlarını hiç umursamadan ‘içkili oldukları için’ tutuklama istiyor ve mahkeme de tutukluyor. Bir üst mahkemeye de itiraz fayda etmiyor. Yani bozacıyla şıracıya çatmış gibi oluyorlar.

İlçenin hapishanesinde bir hafta kalıyorlar. O sıra trafik cezasından yatan bizim arkadaş ve diğer mahkumlar bunlara çok iyi davranıyorlar. 

Uzatmayayım. Cezaevine girdikleri sırada oradakiler onların ürküntüsünü, korkusunu üzerlerinden atmalarını sağlıyorlar; bir hafta sonra da mahkeme serbest bırakıyor onları. 

Aradan üç beş ay geçtikten sonra hepsi bir olup cezaevinden çıkan bizim arkadaşı ziyarete geliyorlar. Orada hepsinin ifadesi “biz cezaevlerinde hep katil, it uğursuz insanlar kalıyor sanıyorduk. Meğer oradakiler de aynı bizim gibi, hatta bizden de insanlıklı insanlarmış. Sizin savcıyı da ziyaret edip bizim bunları anlamamızı sağladı diye teşekkür edeceğiz” diyorlar ve gerçekten hem savcıyı hem de hakimlere uğrayıp “bize insanın ne olduğunu? Cezaevlerinde kalanların da sizin gibi bizim gibi insan olduklarını öğrenmemizi sağladınız. Size çok teşekkür ederiz” diyorlar.

Biraz uzattım; ama yazıdaki meramımı anlatan hoş bir yaşanmışlık olduğu için hiç eksiksiz yazdım.
Lafı yazının başlığına konu olan Kaptana getirmek için uzattım böyle.

“Basmaneyi bilir misiniz?” bilmem.  Tabi şimdiki halini değil. Seksenler ve öncesindeki halini soruyorum.

Bilmiyorsanız da önemli değil. Ben anlatayım size. Çünkü benim bilumum hanelerde kalma deneyimime sokaklar ve tabi Basmane de dahildir. Yani oralarda uzun veya kısa bir şekilde kaldım. O sıralar tanıdım oraların, sokakların insanlarını. Onlardan dostlarım oldu. Birçoğunuzun görseniz “Ayy! Ne bunlar böyle?” diye tepki vereceğiniz; ama tanısanız o tepkinizden çok utanacağınız insanları tanıdım.

Kaptan da bunlardan biri…  

Seksen sonrası ekonomik sıkıntılarım sonucu Basmane’de eyleştiğim sıralar tanıdım onu. Basmane’den tanıyıp dost olduğum bir arkadaşımın bana sağladığı büroda fason proje çiziyor; o büroda yatıp kalkıyordum. 

İşte o sıra, günlerden bir gün büroma geldi o. Selam verdi; sonra "sigaran var mı?" dedi.  Uzun sakalları; sırtında gemicilerin giydiği siyah parka ve kot bir pantolunu vardı. Parkanın içinde yeşil bir balıkçı kazağı vardı. Başında da gemicilerin giydiği cinsten bir külah vardı. Oldukça iri biriydi.

Masanın üzerinde sigara paketim vardı. Onu işaret ettim “al onu. Ben tekrar alırım” dedim. Güldü “Ooo! Çok bonkörsün beyim. Ben ‘sigaran var mı?’ derken tek sigara istedim paket değil” diye tepki verince alındığını düşündüm; uzatmamak için “peki o zaman buyur yak” diye paketin içinden bir sigara çıkarıp uzattım. Aldı bu sigarayı. Çakmağım vardı. Onunla yaktım sigarasını. Derin bir nefes çekti ve “çok teşekkür ederim. Bana müsaade” deyip gitti.

Onu ilk kez görüyordum. Kuşlu caminin parkına doğru gitti. Oradaki banklardan birine oturdu. Sigarasını orada içti ve hızlıca kalkıp gitti.

Arkasından baktım. İlginç birine benziyordu; ama oralı olmadım. Çünkü bizim oralarda böyle tiplere çok rastlanırdı o yıllar. Hatta o otellerde ve sokak aralarında İzmir’in o sıra bütün suçlularının eyleştiği; bir soygun veya hırsızlık gibi olaylarda emniyetin suçlunun ilk aradığı yerin oralar olduğu hep bilinirdi. Ama onların hiç biri ora esnafına veya o çevreye zarar vermezdi. Bir keresinde tanıdığım bir hırsız “abi buraları pislersek; başka nereye gideriz ki? Biz kaldığımız yerimiz pislemeyiz. Yani aslan tabiatlıyız” diye bir de espri yapıp gülmüştü.

O sakallıyı da böyle biri sanmıştım. O günden sonra sırtında aynı parka ve kotla arada bir gelip parkta bir süre oturuyor; oradaki “Adem baba” adını verdiğim parkın içinde naylon çadırlarda oturanlarla sohbet ediyor veya onların çadırlarına misafir olup onlarla şarap falan içiyordu.

Benim de o “Adem babalarla’ aram çok iyiydi. Bir gün onlara bu sakallıyı sormayı düşünüyordum. O sıralar karşı köşedeki kebapçıda kebap yerken kebapçı Mustafa ‘o sıra parkta oturan’ sakallıyı işaret edip “abi bu sakallı var ya. Kaptan o” demiş benim inanmamış gibi baktığımı görünce “Kur’an çarpsın öyle” diye sözünün arkasında durmuştu.

O günden sonra benim büronun önünden geçerken selam verdiğinde veya ben selam verip “Merhaba Kaptan” diyordum; o da gülümseyerek karşılık veriyordu.

Onun sigara istemesinden bir iki hafta sonraydı. Büronun kapsının önüne akşamüzeri çilingir soframı kurmuş hafiften kendi halimde takılıyordum. O sırada İzmir’in bilinen yağmuru da tek tük düşmeye başlamıştı. Benim de İzmir’in en sevdiğim özelliği bu yağmurlarıdır.

Önce seyrek bir iki damla düşmeye başlar. Sonra giderek artar ve birden hızlanır. Artık o sıra yağmurun sesine, toprağın kokusuna doyum olmaz. Hele kapının önünden geçen küçük selin içinde sigara izmaritlerinin, küçük kağıt parçalarının döne döne ilerleyişini, arada bir taşa takılıp olduğu yerde durduğunu ‘ve sanki telaşla bir yere gidecekmiş kurtulmak için çırpınışının’ seyrine doyum olmaz. 'Yani benim için öyledir bu görüntüler.' O sıra bir yere takılan izmarit veya kağıt parçasının suyun hızıyla dönerek kurtulma çabasına girmesini izmaritlerin veya kağıt parçalarının yarışı gibi görür içimden “şu önce kurtulacak” diye kendimle bahse bile girerim.

İşte o gün yağmurun hızlanıp benim önümdeki küçük selden döne döne geçen izmarit ve kağıt parçalarına daldığım sırada o gelip kapının önünde durdu “Selam dost. Destur var mı? Yağmur hızlı. Parkta oturulmaz” deyince ben “buyur kaptan” dedim ve yanımdan içeri girmesi için ayağa kalktım. Ona da bir sandalye çekip çilingir masasının yanına birlikte oturduk.

Rakıyı işaret edip “içer misin?” dedim. Gülümsedi “Ben o zıkkımı bırakalı yıllar oluyor” dedi. Başka ikram edecek bir şeyim yoktu. Peynir domates biraz da ekmek vardı. Onları gösterdim “sağol” dedi. Bir parça ekmek kopardı, arasına biraz peynir koyup yedi. Sonra masanın üzerindeki sigaraya uzanıp paketten bir sigara çekerken “izin var mı?” dedi. Güldüm.  “İzne ne gerek var. Hem zaten çıkarıp aldın sigarayı” dedim. Gülüştük.

Ben hafiften çakır keyiftim. "Senin için kaptan diyorlar. Doğru mu?" dedim. Birden suratı değişti; yüzüme baktı iç çeker gibi "bir zamanlar öyleydi" dedi.

Israr ettim "nasıl bir zamanlar?" dedim. Anlatmak zorunda kaldı. Uzun yol kaptanıymış bu. Okyanus aşırı çok yolculuğu olmuş gemileriyle. Cebinden kaptan kimliğini çıkarıp uzattı. Alıp baktım. Doğruydu. Sayfalarda hatırımda kaldığına göre Güney Afrika'daki adını zor söyleyeceğim limanlardan Osaka’ya kadar uzanan her sayfada başka bir liman gümrüğünün mühürleri vardı. Türkçe ve İngilizce uzun yol kaptanı olduğunu yazıyordu.

"Niye buralardasın?" dedim. Sigaradan bir nefes alıp içine çekip üfürdü "uzun hikaye dostum" dedi. "Vaktimiz var. Anlatırsan dinlerim" dedim.

Anlattı. Çok başarılı bir kaptanmış. Maddi durumu da iyiymiş. Bir kızı bir oğlu ve çok sevdiği bir karısı varmış. Her yolculuk sonrası koşarmış onlara. Bir gün seferden döndüğünde kızının feci bir trafik kazasında öldüğünü öğrenmiş kahrolmuş. Uzunca süre sefere çıkmamış. Tabi meslek. Yine çıkmış sefere. Altı ay sürmüş bu seferi. Dönüşte oğlunun kanser olduğunu öğrenmiş. Son safhasındaymış. Yani çok geç fark edilmiş. Kucağında ölmüş oğlu. Karısı peş peşe ölümler nedeniyle aklını yitirmiş. Onu Bakırköy Akıl Hastanesine yatırmış. Ondan sonra boş vermiş kaptanlığı. Kendi tabiriyle "vurmuş kendini karaya" dolaşırmış öyle amaçsız. Otellerde kapalı yerlerde bunaldığı için kalamıyormuş.

"Yani senin anlayacağın sokakların adamıyım artık" dedi.

Bu sırada her şeyini satıp savmış. Akıl Hastanesine 'karısına iyi baksınlar' diye önemli ölçüde bağış yapmış. Yine oradan bir hemşireye karısıyla iyi ilgilenmesi için para vermiş. Bir süre dolaşıp; sonra İstanbul'a karısının ziyaretine gidermiş. Özellikle evlenme yıl dönümlerinde mutlaka uğrarmış karısına. O bir şey hatırlamasa da bu uğrarmış yine. Çünkü çok seviyormuş onu. Sonra oğlunun kolları arasında ölmesini hiç unutamıyormuş.

Bunları anlattı uzun uzun. Sonra iç cebinden güzel deri bir cüzdan çıkardı. İçinde kaptanlık yaptığı ve çocuklarının sağ karısının sağlıklı olduğu günlerden çok güzel resimler vardı. Çıkardı onları gösterdi.

Sonra uzunca sohbet ettik. Sohbet ederken “şiir severmisin?” dedi. Beni yine şaşırtmıştı. Onu 'ne sanmıştım? Ne çıkmıştı?'

"Severim; ama iyi okuyamam. Ezberimde de çok şiir yoktur" dedim.

Sigaradan bir nefes daha çekti. Nazım’ın Gülhane parkı şiirini çok nefis bir ses tonu ve vurguyla okudu. "Beğendin mi?" dedi. "Beğendim" dememe gerek yoktu; ağzım açık dinlemiştim onu.

Sonra Nazım'ın başka şiirlerine geçti, Can Yücel'den okudu. İsmini bilmediğim başka şairlerden okudu. Şiir okurken adeta kendinden geçmişti.

“Azra'yla mavi yolculuğa çıktığımızda o da çok sevmişti benim şiir okuyuşumu” dedi. "Azra" dediği Azra Erhat’tı.

Yağmur da dinmişti. Paketten bir sigara daha aldı. Alırken güldü. "Otlakçı sanma beni. Bırakmak için paket almıyorum. Onun için canım çok isterse gördüğüm insandan isterim bir sigara. Verirse alır içerim. Yok derse de 'eyvallah' der geçerim" dedi.

Kalktı. Ben de ayağa kalktım. O zaman fak ettim. Bir hayli uzun boyluymuş. Elini uzattı "gösterdiğin dostluğa çok teşekkür ederim" dedi ve parka doğru gitti.

Ondan sonra birkaç kez daha akşam, özellikle gece vakitleri geldi. Uzun sohbetler ettim onunla. Daha doğrusu o anlattı ben dinledim.  Anlattıkları arasında mavi yolculuk anıları vardı. "Cevat Şakir'i ilk ondan öğrendim" desem abartı olmaz. Onunla ilgili de anlattığı çok anısı vardı.  Bodrumu anlattı bol bol. Mevlana'yı anlattı. O sıra televizyonda Mevlana'nın dizisi vardı. Onunla sohbetimden sonra daha çok ilgimi çekti o dizi.

Kısaca müthiş entelektüel birikimi olan biriydi kaptan. Hele şiir okuyuşu… Çok duygulu kalın bir ses tonu vardı. Ezbere çok bildiği çok şiir vardı. Ben ondan dinlediğim güzellikte şiirleri başka hiç bir yerde dinlemedim.

Bir süre sonra da kaybolup gitti. Sonra bir daha hiç görmedim onu.













Hiç yorum yok:

Yorum Gönder