Bilmem
hiç düşündünüz mü yaşamın kaynaştığı yerlerde neler olup bittiğini? Hiç
aklınıza geldi mi onlar? Ön yargılarımızdan arınıp onları gören gözlerle;
yani tıpkı Yaşar Kemal’in “Seyreyle Gözüm” romanındaki “seyreyle Salih” gibi
yaşamın kaynaştığı yerleri fark edebilsek! Eminim bugüne kadar, oraları
niye fark etmediğimize şaşar kalırız.
Çünkü
o güne kadar fark etmediğiniz yaşamın kaynaştığı her yerde yaşayanların hepsi
bizim gibi insan. Dünyaya aynı kaygılarla ağlayarak bizim gibi gözlerini açtı
onlar. Onların da doğdukları gün onlara şefkatle sarılan bir kucak, yanaklarına
konan sımsıcak öpücük vardı. En istenmeyenleri bile dünyaya ilk gelişlerinde
hep aynı bizim gibi karşılandı.
Sonra
yaşadığı koşullarla kalabalıklar içinde farklı roller düştü herkese. Kimilerine
sımsıcak bir yuva, iyi kötü de karnını doyuran bir sofra düşerken; kimilerine
sokağın soğuğu karanlığı ve o karanlıklar içinde var olma kaygısı veya bilumum
haneler düştü.
Bizim
ilçede bir savcı vardı. Şimdi değil. Seksenlerin başında. İçki düşmanı biri…
Sarhoş olarak kim karşısına gelirse tutuklama talebiyle mahkemeye sevk ederdi.
İlçedeki iki hakim de ona uyunca ‘kimse o? Ona’ ilk duruşmaya kadar içeride
yatmak düşerdi yani. Tabi ilk duruşmada berat edip çıkardı; ama o beş on günlük
hapishane deneyimi ona kar kalırdı.
Hapishane
deneyimi “hiç kar olarak kalır mı?” demeyin. Yaşamın farkında değilseniz eğer
ve sokaklardaki insanları görmeden veya tiksinerek geçiyorsanız pek tabi
hapishanede olanları da hep ‘it kopuk’ zararlı insanlar olarak görürsünüz. İşte
hapishane size içeridekilerin de sizin gibi; aynı size benzer tasa ve
sevinçleri olan insanlar olduğunu öğretir. Yani bir şey öğrenirsiniz orada
“İnsanın ne olduğunu?”
Onun
için çok kızsam da kimilerine bunları öğrenme fırsatı verdiği için o savcı ve
hakimlerin insanların özgürlüklerini keyfi üç beş gün tutuklamalarına hoş
görüyle bakıyordum. Daha doğrusu bir arkadaşın anlattıklarından sonra…
Uzatmayayım.
Komşu ilçeden o ilçenin banka müdürü, belediye başkanı, doktoru ve bir iki
başka ileri geleni bizim göl kenarına pikniğe geliyorlar. Orada piknikte içki
içerken nasılsa kavgalı bir olaya karışıyorlar. Tabi jandarma tembihli… Bunlar
sarhoş olarak olaya karıştığı için ‘kim olduklarına? bakmadan’ tutuklayıp
savcılığa getiriyor. Savcı da bunların makamlarını hiç umursamadan ‘içkili
oldukları için’ tutuklama istiyor ve mahkeme de tutukluyor. Bir üst mahkemeye
de itiraz fayda etmiyor. Yani bozacıyla şıracıya çatmış gibi oluyorlar.
İlçenin
hapishanesinde bir hafta kalıyorlar. O sıra trafik cezasından yatan bizim
arkadaş ve diğer mahkumlar bunlara çok iyi davranıyorlar.
Uzatmayayım.
Cezaevine girdikleri sırada oradakiler onların ürküntüsünü, korkusunu
üzerlerinden atmalarını sağlıyorlar; bir hafta sonra da mahkeme serbest
bırakıyor onları.
Aradan
üç beş ay geçtikten sonra hepsi bir olup cezaevinden çıkan bizim arkadaşı
ziyarete geliyorlar. Orada hepsinin ifadesi “biz cezaevlerinde hep katil, it
uğursuz insanlar kalıyor sanıyorduk. Meğer oradakiler de aynı bizim gibi, hatta
bizden de insanlıklı insanlarmış. Sizin savcıyı da ziyaret edip bizim bunları
anlamamızı sağladı diye teşekkür edeceğiz” diyorlar ve gerçekten hem savcıyı
hem de hakimlere uğrayıp “bize insanın ne olduğunu? Cezaevlerinde kalanların da
sizin gibi bizim gibi insan olduklarını öğrenmemizi sağladınız. Size çok
teşekkür ederiz” diyorlar.
Biraz
uzattım; ama yazıdaki meramımı anlatan hoş bir yaşanmışlık olduğu için hiç
eksiksiz yazdım.
Lafı
yazının başlığına konu olan Kaptana getirmek için uzattım böyle.
“Basmaneyi
bilir misiniz?” bilmem. Tabi şimdiki halini değil. Seksenler ve
öncesindeki halini soruyorum.
Bilmiyorsanız
da önemli değil. Ben anlatayım size. Çünkü benim bilumum hanelerde kalma
deneyimime sokaklar ve tabi Basmane de dahildir. Yani oralarda uzun veya kısa
bir şekilde kaldım. O sıralar tanıdım oraların, sokakların insanlarını.
Onlardan dostlarım oldu. Birçoğunuzun görseniz “Ayy! Ne bunlar böyle?” diye
tepki vereceğiniz; ama tanısanız o tepkinizden çok utanacağınız insanları
tanıdım.
Kaptan
da bunlardan biri…
Seksen
sonrası ekonomik sıkıntılarım sonucu Basmane’de eyleştiğim sıralar tanıdım onu.
Basmane’den tanıyıp dost olduğum bir arkadaşımın bana sağladığı büroda fason
proje çiziyor; o büroda yatıp kalkıyordum.
İşte
o sıra, günlerden bir gün büroma geldi o. Selam verdi; sonra "sigaran var
mı?" dedi. Uzun sakalları; sırtında gemicilerin giydiği siyah parka
ve kot bir pantolunu vardı. Parkanın içinde yeşil bir balıkçı kazağı vardı.
Başında da gemicilerin giydiği cinsten bir külah vardı. Oldukça iri biriydi.
Masanın
üzerinde sigara paketim vardı. Onu işaret ettim “al onu. Ben tekrar alırım”
dedim. Güldü “Ooo! Çok bonkörsün beyim. Ben ‘sigaran var mı?’ derken tek sigara
istedim paket değil” diye tepki verince alındığını düşündüm; uzatmamak için
“peki o zaman buyur yak” diye paketin içinden bir sigara çıkarıp uzattım. Aldı
bu sigarayı. Çakmağım vardı. Onunla yaktım sigarasını. Derin bir nefes çekti ve
“çok teşekkür ederim. Bana müsaade” deyip gitti.
Onu
ilk kez görüyordum. Kuşlu caminin parkına doğru gitti. Oradaki banklardan
birine oturdu. Sigarasını orada içti ve hızlıca kalkıp gitti.
Arkasından
baktım. İlginç birine benziyordu; ama oralı olmadım. Çünkü bizim oralarda böyle
tiplere çok rastlanırdı o yıllar. Hatta o otellerde ve sokak aralarında
İzmir’in o sıra bütün suçlularının eyleştiği; bir soygun veya hırsızlık gibi
olaylarda emniyetin suçlunun ilk aradığı yerin oralar olduğu hep bilinirdi. Ama
onların hiç biri ora esnafına veya o çevreye zarar vermezdi. Bir keresinde
tanıdığım bir hırsız “abi buraları pislersek; başka nereye gideriz ki? Biz
kaldığımız yerimiz pislemeyiz. Yani aslan tabiatlıyız” diye bir de espri yapıp
gülmüştü.
O
sakallıyı da böyle biri sanmıştım. O günden sonra sırtında aynı parka ve kotla
arada bir gelip parkta bir süre oturuyor; oradaki “Adem baba” adını verdiğim
parkın içinde naylon çadırlarda oturanlarla sohbet ediyor veya onların
çadırlarına misafir olup onlarla şarap falan içiyordu.
Benim
de o “Adem babalarla’ aram çok iyiydi. Bir gün onlara bu sakallıyı sormayı
düşünüyordum. O sıralar karşı köşedeki kebapçıda kebap yerken kebapçı Mustafa
‘o sıra parkta oturan’ sakallıyı işaret edip “abi bu sakallı var ya. Kaptan o”
demiş benim inanmamış gibi baktığımı görünce “Kur’an çarpsın öyle” diye sözünün
arkasında durmuştu.
O
günden sonra benim büronun önünden geçerken selam verdiğinde veya ben selam
verip “Merhaba Kaptan” diyordum; o da gülümseyerek karşılık veriyordu.
Onun
sigara istemesinden bir iki hafta sonraydı. Büronun kapsının önüne akşamüzeri
çilingir soframı kurmuş hafiften kendi halimde takılıyordum. O sırada İzmir’in
bilinen yağmuru da tek tük düşmeye başlamıştı. Benim de İzmir’in en sevdiğim
özelliği bu yağmurlarıdır.
Önce
seyrek bir iki damla düşmeye başlar. Sonra giderek artar ve birden hızlanır.
Artık o sıra yağmurun sesine, toprağın kokusuna doyum olmaz. Hele kapının
önünden geçen küçük selin içinde sigara izmaritlerinin, küçük kağıt
parçalarının döne döne ilerleyişini, arada bir taşa takılıp olduğu yerde
durduğunu ‘ve sanki telaşla bir yere gidecekmiş kurtulmak için çırpınışının’
seyrine doyum olmaz. 'Yani benim için öyledir bu görüntüler.' O sıra bir yere
takılan izmarit veya kağıt parçasının suyun hızıyla dönerek kurtulma çabasına
girmesini izmaritlerin veya kağıt parçalarının yarışı gibi görür içimden “şu
önce kurtulacak” diye kendimle bahse bile girerim.
İşte
o gün yağmurun hızlanıp benim önümdeki küçük selden döne döne geçen izmarit ve
kağıt parçalarına daldığım sırada o gelip kapının önünde durdu “Selam dost.
Destur var mı? Yağmur hızlı. Parkta oturulmaz” deyince ben “buyur kaptan” dedim
ve yanımdan içeri girmesi için ayağa kalktım. Ona da bir sandalye çekip
çilingir masasının yanına birlikte oturduk.
Rakıyı
işaret edip “içer misin?” dedim. Gülümsedi “Ben o zıkkımı bırakalı yıllar
oluyor” dedi. Başka ikram edecek bir şeyim yoktu. Peynir domates biraz da ekmek
vardı. Onları gösterdim “sağol” dedi. Bir parça ekmek kopardı, arasına biraz
peynir koyup yedi. Sonra masanın üzerindeki sigaraya uzanıp paketten bir sigara
çekerken “izin var mı?” dedi. Güldüm. “İzne ne gerek var. Hem zaten
çıkarıp aldın sigarayı” dedim. Gülüştük.
Ben
hafiften çakır keyiftim. "Senin için kaptan diyorlar. Doğru mu?"
dedim. Birden suratı değişti; yüzüme baktı iç çeker gibi "bir zamanlar
öyleydi" dedi.
Israr
ettim "nasıl bir zamanlar?" dedim. Anlatmak zorunda kaldı. Uzun yol
kaptanıymış bu. Okyanus aşırı çok yolculuğu olmuş gemileriyle. Cebinden kaptan
kimliğini çıkarıp uzattı. Alıp baktım. Doğruydu. Sayfalarda hatırımda kaldığına
göre Güney Afrika'daki adını zor söyleyeceğim limanlardan Osaka’ya kadar uzanan
her sayfada başka bir liman gümrüğünün mühürleri vardı. Türkçe ve İngilizce
uzun yol kaptanı olduğunu yazıyordu.
"Niye
buralardasın?" dedim. Sigaradan bir nefes alıp içine çekip üfürdü
"uzun hikaye dostum" dedi. "Vaktimiz var. Anlatırsan
dinlerim" dedim.
Anlattı.
Çok başarılı bir kaptanmış. Maddi durumu da iyiymiş. Bir kızı bir oğlu ve çok
sevdiği bir karısı varmış. Her yolculuk sonrası koşarmış onlara. Bir gün
seferden döndüğünde kızının feci bir trafik kazasında öldüğünü öğrenmiş
kahrolmuş. Uzunca süre sefere çıkmamış. Tabi meslek. Yine çıkmış sefere. Altı
ay sürmüş bu seferi. Dönüşte oğlunun kanser olduğunu öğrenmiş. Son
safhasındaymış. Yani çok geç fark edilmiş. Kucağında ölmüş oğlu. Karısı peş
peşe ölümler nedeniyle aklını yitirmiş. Onu Bakırköy Akıl Hastanesine yatırmış.
Ondan sonra boş vermiş kaptanlığı. Kendi tabiriyle "vurmuş kendini
karaya" dolaşırmış öyle amaçsız. Otellerde kapalı yerlerde bunaldığı için
kalamıyormuş.
"Yani
senin anlayacağın sokakların adamıyım artık" dedi.
Bu
sırada her şeyini satıp savmış. Akıl Hastanesine 'karısına iyi baksınlar' diye
önemli ölçüde bağış yapmış. Yine oradan bir hemşireye karısıyla iyi ilgilenmesi
için para vermiş. Bir süre dolaşıp; sonra İstanbul'a karısının ziyaretine
gidermiş. Özellikle evlenme yıl dönümlerinde mutlaka uğrarmış karısına. O bir
şey hatırlamasa da bu uğrarmış yine. Çünkü çok seviyormuş onu. Sonra oğlunun
kolları arasında ölmesini hiç unutamıyormuş.
Bunları
anlattı uzun uzun. Sonra iç cebinden güzel deri bir cüzdan çıkardı. İçinde
kaptanlık yaptığı ve çocuklarının sağ karısının sağlıklı olduğu günlerden çok
güzel resimler vardı. Çıkardı onları gösterdi.
Sonra
uzunca sohbet ettik. Sohbet ederken “şiir severmisin?” dedi. Beni yine
şaşırtmıştı. Onu 'ne sanmıştım? Ne çıkmıştı?'
"Severim;
ama iyi okuyamam. Ezberimde de çok şiir yoktur" dedim.
Sigaradan
bir nefes daha çekti. Nazım’ın Gülhane parkı şiirini çok nefis bir ses tonu ve
vurguyla okudu. "Beğendin mi?" dedi. "Beğendim" dememe
gerek yoktu; ağzım açık dinlemiştim onu.
Sonra
Nazım'ın başka şiirlerine geçti, Can Yücel'den okudu. İsmini bilmediğim başka
şairlerden okudu. Şiir okurken adeta kendinden geçmişti.
“Azra'yla
mavi yolculuğa çıktığımızda o da çok sevmişti benim şiir okuyuşumu” dedi.
"Azra" dediği Azra Erhat’tı.
Yağmur
da dinmişti. Paketten bir sigara daha aldı. Alırken güldü. "Otlakçı sanma
beni. Bırakmak için paket almıyorum. Onun için canım çok isterse gördüğüm
insandan isterim bir sigara. Verirse alır içerim. Yok derse de 'eyvallah' der
geçerim" dedi.
Kalktı.
Ben de ayağa kalktım. O zaman fak ettim. Bir hayli uzun boyluymuş. Elini uzattı
"gösterdiğin dostluğa çok teşekkür ederim" dedi ve parka doğru gitti.
Ondan
sonra birkaç kez daha akşam, özellikle gece vakitleri geldi. Uzun sohbetler
ettim onunla. Daha doğrusu o anlattı ben dinledim. Anlattıkları arasında
mavi yolculuk anıları vardı. "Cevat Şakir'i ilk ondan öğrendim" desem
abartı olmaz. Onunla ilgili de anlattığı çok anısı vardı. Bodrumu anlattı
bol bol. Mevlana'yı anlattı. O sıra televizyonda Mevlana'nın dizisi vardı.
Onunla sohbetimden sonra daha çok ilgimi çekti o dizi.
Kısaca
müthiş entelektüel birikimi olan biriydi kaptan. Hele şiir okuyuşu… Çok duygulu
kalın bir ses tonu vardı. Ezbere çok bildiği çok şiir vardı. Ben ondan
dinlediğim güzellikte şiirleri başka hiç bir yerde dinlemedim.
Bir
süre sonra da kaybolup gitti. Sonra bir daha hiç görmedim onu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder