3 Eylül 2016 Cumartesi

ÖYKÜLERLE YOLCULUK-BİRİNCİ KİTAP-birinci bölüm

ÖYKÜLERLE YOLCULUK                                                                                                 
Merhaba;
Öykülerle Yolculuk isimli uzun hikayede amacım okuyanın belli bir zaman diliminde farklı bir öykü diliyle hoşça vakit geçirmesini sağlamaktı. Ancak Öykü Yolculuğunda ilerledikçe ortaya “taşı toprağı altın” diye İstanbul’a hücum eden insan öykülerinden belli bir zaman diliminde Anadolu’nun hikayesi ortaya çıktı ve Öykülerle Yolculuk başlangıç temposunu hiç bozmadan Anadolu’nun hikayesine doğru yolculuğa devam etti.

Umarım bu kitabı okuyan edebiyat dostu arkadaşlarım gereken katkıyı sunarak bu yolculuğun ileriki bölümlerinde yol arkadaşı olarak yerlerini alırlar.

Neyse; “niye öykülerle yolculuk?” diye başladı? Önce onu açıklamakla başlayacağım bu öykü yolculuğuna.

Bir süredir yaşadıklarımdan yola çıkarak görüp, duyduklarımı öyküleştirirken bir şey fark ettim. Bütün insan öyküleri aslında insanın yaşam sürecinde bıraktığı izler gibi. O izleri takip ederek insanın kendine ulaşmak olanaklı. Yani ben öyle düşündüm.

“İnsanın kendine ulaşmak” derken muradım insan denen mevhumu kendi çıplaklığı içinde görmek. Yani insanının özelikleri olan bencillik, kıskançlık, kahramanlık, korkaklık, her şeye meraklı ve hiç umursamazlık, rekabet, düşmanlık, aşk, sevgi, öldürme tutkusu, barış içinde yaşama arzusu; yani kısacası insanın yaşarken kendini ifade ettiği bütün davranışlarından arındırıp onu kendi gerçeğinde fark edebilmek.

“Peki bu olur mu? Böyle hedefe varılabilir mi?” diye sordum kendime. Yaşayıp gördüklerimden, okuduklarımdan bütün insanların hemen hepsinin ortak kaygılarla ortak davranış içinde olduklarını fark edince fark edebildiğim insan öykülerinde gezinerek bunun pekala olacağını düşündüm. Çünkü insan bütün dünya ülkelerinde çok küçük farklılıklarla benzer yaşam öyküleri içinde savruluyor.

Buradan bakınca insan öyküleri tıpkı denizdeki balıklar gibi yaşam denizinde tek tek veya sürüler halinde yaşayan insanı anlatıyor.

Bunların kimi küçük balıklar gibi küçük küçük çok iz bırakmayan hiç fark edilmeyen insan öyküleri; kimi de denizdeki balinalar gibi insanın yaşam denizinde hemen fark edilen ve balinaların içinde yuttuğu küçük balıkların olduğu gibi içinde küçük küçük yaşam öykülerinin izlerini taşıyan farklı toplumsal nitelikli öykü guruplarına dönüşüyor. Ve bu öykü gurupları giderek yaşam okyanusundaki insanların kümelendiği toplulukların öykülerine dönüşüyor.

Yani birbirinden belli farklılıklarla ayrılan insan kümlerinin kendi içinde benzerliği olan yaşamların öyküleri bunlar.

Dikkatli bakınca bunların arasındaki farkın sadece toplumların bazen birbiriyle kesişen bazen birbirinden ayrılan insanlığın yaşam öyküleri içinde saklı olduğu görülüyor.

Hepimizin bildiği gibi insanlık yazıyı bulduğu binlerce yıldan beri bir şekilde toplumların yaşamını yazıya dökmüştür. Buna da yazılı tarih adını vermişler. Bir de yazılı olmayan ve yazının olmadığı geçmişten bu güne sürekli dilden anlatılan toplumların efsaneleşmiş yaşam öyküleri vardır. Bunlar toplumların genel durumu hakkında bilgi veren resmi tarih öğretisinden oldukça farklıdır. Aslında o öğretiyi besleyen de bu öykülerdir. Bu öyküler dilden dile binlerce yıldır anlatıcılar vasıtasıyla anlatılarak bize ulaşmıştır.

Şimdilik bilinen en eski yazılı kaynak Sümerlerin günümüze ulaşan tabletleridir.

'Günümüze ulaşan' dedim. Çünkü ilk çağda 'Büyük İskender'in yaptırdığı' İskenderiye'de MÖ 3. Yüzyılın başlarında Ptolemaios hanedanı tarafından kurulmuş antik kütüphanede bulunan 'eski kaynakların bildirdiği dokuz yüz bin cilde varan el yazması eserin arasında Sümer tabletleri de vardı.’ Pek çok yazılı kaynak ve Sümer tabletleri sonraki dönemde 'kimin yakıp yıktığı çok değişik olarak anlatılır' yakılıp, yıkılmış. Geriye kalanlardan ancak bir şekilde korunanlar günümüze ulaşabilmiştir. Ancak onlardan Sümerleri tanıyabiliyoruz. Mısır'ın çok eski zamanlardan kalan papirüslerden Mısır'ın firavunlarının tarihini öğrenebiliyoruz.

Ama örneğin Gılgameş destanını Gılgameşin anlattıklarından öğreniyoruz. Dedekorkut'un dilden dile zamandan mekandan bağımsız anlattığı masal ve öykülerde Ortaasya insanını Türklerin yaşamını öğreniyoruz. 

Yani buradan anlaşılacağı gibi; yazılı olmayan, yazının olmadığı, yaygın kullanılmadığı yıllardan olan biteni ancak dilden dile anlatılanlardan öğreniyoruz. İşte bu dilden dile anlatıcılar bana göre tarihin ilk öykücüleridir.

Örneğin Homeros, örneğin Gılgameş gibi, Dedem Korkut gibi. Yine çok eskilerden kalan Beydeba'nın çok bilinen eseri Kelile Dimne'de insana ders veren ilk hayvan öykülerini öğreniyoruz.

Yani demem o ki; aslında öykülerle öykücülük insanlığın tarihi kadar eskidir. Ve Kelile Dimne örneğinde olduğu gibi öykü deyince sadece insanların yaşam öyküleri anlaşılmamalı. İnsanlığın yaşam öykülerinin de içinde bulunduğu, hayvanların, bitkilerin yani tüm doğanın da öyküleri vardır. Ve anlatıcılar bütün bunları harman edip anlata gelmişlerdir.

Günümüzde vahşi doğa veya geçmiş zaman belgeselleri de bir yerde aynı işlevi yerine getirir. Yani insanın kendinin de var olduğu dünyanın hikayesini öğrenmesini.

Aslında hepimiz toplumların geçmişten bu yana yaşamlarını, sosyal kültürel seviyelerini; hatta ekonomik durumlarını 'Neyi nasıl ürettiklerini? Ne yiyip içtiklerini? Ne alıp sattıklarını?' düşmanlıkları, dostlukları yani insanlığın bütün öyküsünü o anlatılardan, öykülerden, o öykülerde gezinerek duyup okuyup öğreniyoruz.

Buradan bakınca eski zamanlardaki öykü anlatıcılarının aynı zamanda yaşadığı zamanlardaki en önde gelen dil ustaları olduğu anlaşılır.

Biz bunlara masalcı, destancı, öykücü diyoruz. Dilden dile bunların tanımı farklılık gösterse de 'örneğin Kürtler bu anlatıcılara dengibej adını verir' hepsinin ortak yönü çok iyi anlatıcı olmalarıdır.

Dünya edebiyat tarihine baktığımız zaman klasikleşmiş edebiyat eselerini yazanların da bir dil ustası olduğu kadar, aynı zamanda dili kullanma yani anlatı ustası olduğunu görebiliyoruz.    

Bunlara birkaç örnek verecek olursak 'örneğin Tolstoy Savaş ve Barış'ta altı yüz küsur kahramanı eserinde buluşturmuş ve onlar arasındaki ilişkiyi öylesine ustalıkla örmüş ki o kitabı okuyan o savaş sahnelerini, Napolyon'a yenilen Rusya'yı Rus insanının trajedisini adeta gözünün önünde canlandırabilir. Örneğin Mobidik'te insan Kaptan Ahab'la birlikte balina avına katılmış hissini duyabiliyor, örneğin İnce Memed'te insan Çukurova'nın yapış yapış yazını, Çukurova'yı, Çukurova insanıyla birlikte yaşayabiliyor.

Bunlara dünya edebiyat tarihinden Türkiye edebiyat tarihinden yüzlerce örnek verebiliriz. Yani öykücülük, anlatıcılık böylesine önemli bir o kadar zevkli bir uğraşıdır.

Benim çocukluğumda Dudanım teyze vardı. Komşumuzdu. O yıllar ilçede elektrik de yok. Geceleri erkekler kahveye kaçarken, kadınlar çocuklarını alır bir tanıdık eve oturmaya gider veya oturmaya gelen misafiri ağırlardı.

Bu gezmelere adı üzerinde 'oturmaya gitme' denirdi. Oturmaya gidilen yerde veya oturmaya gelenlerle birlikte en çok yapılan şey yüzük saklamaca veya masal anlatmaca olurdu. Çünkü o zamanki kadınlar şimdiki kadınlarımız gibi paparazzi haberlerle donanmış; yani farklı yaşamlar hakkında çok bilgili değildiler.

İşte biz de o yıllar anamız 'gece gezmesinden bahsedince' "ne olur ana Dudanım teyzelere gidelim" derdik. Çünkü mübarek kadın öyle güzel masal anlatırdı ki. Dilini öyle muazzam kullanıyordu ki? O zaman farkında değildim; ama şimdi o yılları aklıma getirince Dudanım teyzenin de dil yönünden çok zengin olduğunu ve masal anlatmaktan büyük zevk aldığını düşünüyorum.

Çünkü masala başlarken öyle tatlı "bir varmış bir yokmuş" deyişi vardı ki; mübarek kadın sanki o sıra ağzına çok tatlı bir şey almış da 'o ağzına aldığı şeyin tadıyla' şapırdanıyormuş gibi olurdu. Aynı masalı her keresinde değiştirerek anlatır; bu bizi hiç şaşırtmazken aynı masalı dinliyor olmanın bıkkınlığını duymadan sanki yeni bir masal dinliyormuş gibi zevkle dinlerdik. 

Yani demem o ki anlatıcılık da çok hüner isteyen bir şeydir. Anlatıcının diline egemen olması gerekir. Yoksa Kelile Dimne'yi doğru ifade edemezse birçok kişi kendi yaşadığı bölgede iki farklı insanı 'örneğin bizim orada Osman çavuşla Kel terziyi' anlayabilir.

Yıllar sonra Osman dayı bir sohbette Kel Terziden bahsederken “döyüsün biri o” demişti. Ben de “hayırdır dayı? Niye sevmiyorsun?” diye sorunca anlatmıştı. Kel Terzi bizim ilçeye yıllar önce gelmiş. İlçeye aniden gelişi ve kendinden hiç söz etmeyişi nedeniyle dilden dile fısıltıyla ‘onun memleketinde birini öldürüp kaçıp geldiği’ söylenmeye başlanmış; ama kimse bu söylentiyi ona sormamış. Adam iyi de terzi olunca, bir de muhabbet adamı olunca ilçede kendini çabuk kabul ettirmiş.

Bir sohbette bunlar Osman dayıyla atışmışlar. Osman dayı bunları anlatırken “deyusu taa o zamanlardan heç gözüm dutmadıydı” demiş ve niye gözünün tutmadığını anlatmıştı. Onunla atıştıklarından bir iki hafta sonra Osman dayı gece evinden çıkıp kahveye gideceği sırada; koca kapıdan çıkarken biri kafasına bir sopa vurmuş. Tabi dayı bayılmış. Sonra birileri gelip onu bulmuş hastaneye götürmüşler.

Bunları anlatınca “dayı kim vurmuş? Bulundu mu?” dedim. Güldü “bulunur mu heç?” dedi. Ben “sen kimden şüpheleniyordun?” deyince “kimden olcek. O Kel Terzi deyusundan” demişti. Benim “niye davacı olmadın? “sorusuna “ula oğlum. Adam yılan gibi geldi içimize girdi. Nerden geldiği ne olduğu belli değil. Şıkatçı olursam gece bi bıçak ata giderdi o deyus. Korkumdan şıkatçı olamadım” demişti.

O bunları bile hoş bir anlatımla, fıkra anlatır gibi anlatıyordu. En son “korkumdan şıkatçı olamadım” deyince gülüşmüştük. Aradan yıllar geçmiş hiç unutamamıştı koca kapıdan çıkarken kafasına yediği sopayı.

Şimdi ikisi de rahmetli oldu.    

Kel Terzinin yaşamıyla da ilgili bildiğim anılar var. Bir gün denk gelirse onları anlatırım. Osman çavuş deyince bunlar aklıma geldi. Tabi başka birçok anısı vardı onun. Çünkü Osman çavuş bizim ilçede yaşamış ve çok bilinen bir kişiydi. Yurdum insanının yaşam öyküsü gibi yaşamının çok renkli anları vardı. Çiftçilikten at arabacılığına, oradan bakkallığa kadar birçok meslek yapmış, sohbetlerini herkese dinletmiş bir 'alem' kişiydi. Onun bakkalık yaptığı yıllar tekel kibritine karşı özel sektörün çıkardığı 'kav' marka kibritler vardı. Osman çavuş o yeni çıkan 'sanırım fiyatı biraz farklı olan veya pek bilinmediği için tercih edilmeyen' kibriti öyle ustalıkla tanıtırdı ki; o kibrite bizim oralarda kimse kav kibriti demez 'Osman çavuş' kibriti der ve bakkala gidip kibrit alacak olan herkes "bana Osman çavuş kibriti ver" derdi. Yani reklamcılıkta ve satıcılıkta müthiş beyne sahipti.

Örneğin; o yıllar soba alıp satıyordu. Sobaları başka pazarlara götürüp sattığında ‘sobanın fiyatı diyelim 50 lira’ Osman dayı sobanın fiyatını atmış lira der ve eski sobaları da 10 liraya geri aldığını söylerdi. Adam eski sobasını getirirse sobayı gerçek fiyatından; ama eski sobayı verince 10 lira daha ucuz aldığını sanırdı. Eski sobası olmayan da şansına küssün. Çünkü o da sobayı 10 lira daha pahalı alırdı. Tabi Osman dayı bu eski sobaları mal getirdiği kamyona yükler geri dönerken kendi deyimiyle “gırık derelen birinin için attırıverirdi”.

O bunları anlatınca “dayı eski sobası olmayana 10 lira pahalı veriyorsun. Günah değil mi?” diye sorunca gülümseyerek “oğlum ticaretin yarısı halal, yarısı harammış. Onla haram yerine denk geliyo. Hem onla da eski sobalanı muhafaza edseymiş canım” derdi.

Onun bu yaptığını yıllar sonra beyaz eşya satıcıları “getirin eski bilmem neyinizi şu kadar indirim yapalım” diye reklam yapardı.

Yani kasabamızın insanlarından Osman dayı olsun, Kel Terzi olsun çok renkli kişiliği olanları vardı. Bunlar yaşam öyküleriyle diğerlerinden hemen fark edilen insanlardı. Onun için bu öykü yolculuğunda yerlerini aldılar.

Belki ilerde öykü yolculuğu sırasında onların ilginç yaşamlarından başka örnekleri buraya taşırım.

Yalnız 'dikkat ederseniz' yukarıda Osman dayıyı tarif ederken "yurdum insanının yaşam öyküsü gibi onun yaşamının da çok renkli anlar vardır" diye yazmıştım.

Buradan anlatmak istediğim her insanın yaşamında ilginç anlar vardır. İnsanın bütün yaşamı değil belki; ama yaşadığı süre içinde unutamadığı ilginç anlar, ilginç bulup anlatacağı öyküleri vardır mutlaka. Yalnız iyi bir anlatıcı olmak için anlatıcının veya öykücünün iyi gözlemci olması baktığını görebilmesi; en önemlisi de hayal dünyasının geniş olması gerekiyor. Ayrıca bu konuda yeteneğinin olması gerekiyor.

Benim kendime örnek aldığım birçok anlatıcı, yazarın içinde belki en önde gelen yazdıklarını okurken onları yaşamış gibi olduğum Yaşar Kemal'dir.

'Birçokları onu roman yazarı, yazar' olarak tanır; ama o benim için çok büyük ozan, anlatıcı, destancıdır. Örneğin 'İnce Memedi'in efsaneleşmesini birçok okur gibi 'sanki öyle biri yaşamışçasına' ben de gerçek sanıp kabullendim.    

Sonraki yıllar birçok kez gittiğim Adana'ya varmadan Toroslarda mola verilen yerlerdeki dağların doruklarına '"acaba İnce Memed'i görebilirmiyim?" diye' bakındığımı biliyorum. Yine Toroslardan sallanınca Anavarza'yı, İskenderun'a giderken yanından geçtiğimiz yılanlı kaleyi daha birçok yeri Yaşar Kemal'in yazdıklarından aklımda kalanlarla baktığımı hatırlıyorum.

Yani onun yazdıkları beni öylesine etkilemişti. Belki onun etkisi veya diğer okuduğum kitaplardaki yazarak anlatılanları 'sanki o sırada oralarda yaşamışım gibi bir duyguya kapıldığımdan' belki onları yazanlara özendiğim için içinden geçtiğim atmış dört yılın aklımda iz bırakanlarından hiç unutamadığım yaşanmışlıklardan görüp bildiklerimi, gözlemlerimi okuduklarımın da katkısıyla öyküleştirmeyi seçtim.

Birçok denemem oldu. Onları yazmaya devam ediyorum. Yine yaşadıklarımdan yola çıkarak anlatmayı seçip bu öykü yolculuğuna çıktım.

Bu yolculuk süresince kendi yaşadıklarımla birlikte başka yaşam öykülerinde insanlara dokunmayı, insanlara insanları, onların acı tatlı yaşadıklarını anlatmayı, ‘yukarıda da yazdığım gibi’ bu öykülerden insanın gerçeğine ulaşmaya çalışacağım.

'Bunu başarabilir miyim? Ne ölçüde başarabilirim?' bilmiyorum; ama ben öyküleri yazarak anlatmaktan çok büyük keyif alıyorum.

Onun için yaşam öykülerini yazarak anlatmayı bir yerde 'sanki çok mecburmuşum gibi' kendime iş edindim.

Yaşadığım sağlık sorunlarının verdiği zorlukları bu şekilde aşıp yaşamıma bir anlam katmanın, yaşama sımsıkı tutunmanın yolunu burada gördüm.

En büyük dileğim son nefesimi verene kadar yaşamı fark edebilmek, yaşananların farkına varabilmek ve son yolculuğa çıkma anına kadar aklıma gelen her şeyi 'okunsun okunmasın' yazarak anlatmaktır.      

Öykü yolculuğuna çıkarken bu açıklamayı gerekli gördüm. 

Sözlü anlatıcıların deyimiyle 'sür'çü lisan ettimse affola'.

Yolculuk vakti geldi. Daha önce iki sayfadaki açıklama yaptığım yazılarımdaki öykü yolculuğuna bugün buradan başladım. Çok önce hazırlandığım ‘öykülerde insanlara dokunarak yürümek’ biçiminde özetlenecek düşüncemi süren sağlık sorunlarım nedeniyle hep ertelemiştim. Ama anlaşılan sağlık benim için hep sorun olarak devam edip gidecek. Bir yerden de başlamam gerekiyor. Kısmet Süreyya Paşa hastanesinden yürümek imiş…

‘Bu yolculuk ne? Neyin yolculuğu? Yolcu Kim? Yolculuk nereye? Ne kadar süreli bir yolculuk?’ gibi okuyanın kafasında belirecek soruların cevabını ben de bilmiyorum. Yolculuk sürecince bunu belirlemeye çalışacağım.

Bu öykü yolculuğunu ilk kez facebook sayfamda paylaşırken yolculuğun yolculuk olabilmesi için bir de yol arkadaşının olması gerektiğini; yoksa tek kişilik yolculuğun tat vermeyebileceğini yazmış öykülerimi okuyanlardan bu yolculuğu benimseyen bir yol arkadaşım olabileceğini yazmıştım.

Reşat Keser isimli edebiyat tutkunu sayfa arkadaşım yaptığı yorumlarla bu yolculuğa renk katacağını düşündüğüm için onun yol boyunca arkadaşım olmasını diledim.

Herkes veya herhangi bir yolculuğa çıkan herkes bile/bilir; Kişinin yanında onu anlayan, zaman zaman onun yerine geçerek yükünü paylaşabilecek arkadaş ve arkadaşlar varsa bu yolculuklardan zevk alınır. Gidilecek yer varsa oraya keyifle varılır. Hedef sonsuzdaysa yolda hiç sıkılınmaz.

Yani ben öyle düşünüyorum. O arkadaşım da öyle düşünmüş ‘ben kendimi Kör Kadı kabul ediyorum’ demiş. Ben de ‘merhaba Kör Kadı hazırsan çıkalım yola’ dedim. Son mesajında zaten hazır olduğunu yazmış. Bugün birlikte herkese ‘merhaba’ dedik, çıktık yola.    

Bu yolda anlatıcı benim. Yol arkadaşım da beni bana anlatan yer yer eleştiren kılavuzum olacak.

Herkes, daha doğrusu kitap okuyanlar, dinlemesini bilenler bilir. Anlatıcı ama yazarak, ama sözle bir anlatıya başlarken bir başlangıç yapar. Örneğin ‘o gün, o sırada, bir akşam vakti, yağmur yağıyordu, kadın ağlıyordu vb klasik başlangıçlardan biriyle anlatıya başlar.

Bizim bu öykü yolculuğu da ‘o geceden önceki gündü’ diye başladı.

O geceden önceki gündü. Bizimki her zaman olduğu gibi erkenden kalktı. Hep yaptığı gibi nefesini kontrol etti. ‘Fena değildi’. Önce notbukunu açıp internet bağlantısı yaptı. Mesajlara baktı. Sayfada geriye doğru gezindi.

Her şey hep önceki günlerde olduğu gibiydi.

Sayfa arkadaşları kendilerine göre gündemi okuyan birçok paylaşımda bulunmuştu. Hep olduğu gibi sayfasında ‘günaydın’ paylaşımları vardı. Önce günaydınları cevapladı. Buna önem verirdi.

Aslında sayfa arkadaşlarından şahsen tanıdığı çok azdı. Dört yüze yakın sayfa arkadaşı ve eklendiği sayfalardaki binlerce kişiyi o sayfalardan tanıyordu. Radikal blogdaki köşesinde de otuz dört bin okuru olmuştu. O hep bunlarla övünür buna da çok önem verirdi. Onlarla beyninde kurduğu dostluklar sayesinde kendini hiç yalnız hissetmezdi.

Halbuki bütün insanlar gibi o da yapayalnızdı. Bunun da farkındaydı. O arkadaşlarını yolda belde görse yanlarından geçerken onların onu veya onun onları hiç tanımayacağını biliyordu.      

Ama o “olsun. Ben içimde onlarla öyle bir dünya kurdum ki. O dünyada onlarla birlikte gezinmekten öylesine keyifliyim ki. Bunu hiçbir şeye değişmem” derdi.

‘Kime öyle derdi?’ diye aklınıza gelmiştir. O kişi benim. Ben tam altmış yıl onun dert babalığını yaptım. O anlattı ben dinledim. Öyle despottu ki benim kendimi ifade etmeme hiç olanak tanımadı. Yani ‘ben’ onun içindeki öykücü kişiliğiyim.

“Hoppala hiç insanın içinde başka bir kişilik olur mu?” demeyin. Olur. Aslında bütün insanlar çok kişiliklidir. İçindeki kişilikleri yalnız o insan bilir. Hoşuna gideni veya işine geleni öne çıkarır, ötekileri saklar. Bütün insanlar böyleymiş. Ben iyi Frued okuruyum. Bunu onda öğrendim, doğru olduğuna aklım yattı.

Siz de geçin aynanın karşısına sorun kendinize “kaç kişiyim?” diye. Korkmayın o anda sizi kimse duymuyor. ‘Kişinin kendi içine neyi itiraf etti? Kendini neyle suçladı? Neyle övündü?’ Bunu ancak kişinin kendisi bilir. Bu bizim değil felsefenin konusu. Şöyle bir değindik.

Herkesin içinde bir mahkemesi varmış. Bu bütün insanlar için geçerlidir. En adisinden en kalitelisine kadar bütün insanlarda geçerlidir. Zaten bütün insanların kimseye itiraf edemediği yalnızca kendi bildiği ‘ne aşağılık? Ne sapkın yönleri var kim bilir?’

Bunu Halim’in ninesi de biliyormuş. Halim’e ‘insan kendiyle mahkimileşmeli. O mahkimenin insana kestiği ceza gabir azabından bile böyüktür. O cezaya vicdan azabı mı ne deyola. Allah heç bi guluna vicdan azabı vermesin’ diye kişinin kendiyle yüzleşmesini tarif eder.

Nereden nereye? Öykü yolculuğu böyle bir şey olacak. İnsanlarda insan öykülerinde gezineceğiz.                              

Bu anlatıyı takip edenler dilerse bu yolculuğa o anda anlatılana uygun küçük öyküleriyle katılabilir. Öyle olursa o öyküleri de kendi öykülerimizde yaşatırız. Bu çorbada tuzları olmuş olur. Benim düşündüğüm yolculuk böyle bir yolculuk.

‘Nerde kalmıştık?’

Hatırladım. Bizimki sayfalardaki günaydınlara (sanki kendine yapılmış gibi) tek tek cevapladı. Paylaşımlarda dolaştı. Bazılarına yorumla katıldı. Bu sırada haber saati de gelmişti. Televizyonu açtı. Bir kulağı bir gözü tv.de diğer gözü sayfada gibi her zamanki vaziyetini aldı.

Aklına iki gün sonraki resim sergisi geldi. Çok eskilerden tanıdığı bir arkadaşının resimleriyle karma resim sergisine katıldığı ve isteyenin katılabileceği yönünde çağrı yaptığı sergiydi. Oraya gitmeyi düşündü. Herkes davetli ya o haydi haydi davetli sayılırdı. Çünkü o arkadaşı çok eskilerden de olsa ve uzun süredir hiç görüşmeseler de kendince hep iç dünyasında yaşattığı, değer verdiği bir arkadaşıydı.

Yine aklına bir süre önce aynı semtte davet edildiği resim sergisi geldi. O daveti şahsen almıştı. Davet eden feysbuktan tanıdığı ama sanki kırk yıllık tanış gibi sempati duyduğu bir kişiydi. O sıra o sergiye gelme olanağı olmadığı için o arkadaşına katılamayacağını iletmişti. Aslında o sergiye katılmayı çok istemişti. Çünkü Yaşar Kemal de davetliydi. Onunla tanışma olanağı vardı. Onu kaçırmıştı. Oysa en büyük düşü Yaşar Kemal’le tanışmaktı. Kısmet olmadı.

Zaten hep böyledir. Bir insan bir şeyi çok ister ister. Tam o istediği olacaktır; sudan bir sebeple isteğinin gerçekleşmesini kaçırır.                  

Bunu bu yazıları okuyan herkes bilir. ‘Kim bilir? Onların da çok isteyip, tam gerçekleşecekken çok basit sebeple kaçırdığı ve sonradan çok yandığı andığı anları vardır?’

Yalnız bizimki hiç keşke demeyi veya dönüp geriye bakıp yanmayı sevmez. O anları hemen öykü haline getirir başka yaşamlara yamar. Bu şekilde unutur. O şekilde bu yaşa gelebildi. Yoksa çok kişinin çoktan pes edeceği dayanması çok zor anlar yaşadı.

Gören yaşını hep yanlış ‘daha genç’ tahmin eder. Yani kaporta oldukça düzgün sayılır da ‘motor gidik’. Ne kadar ‘gidik’ bunu da ancak o bilir tabi. Bana göre ‘rektefe’ bile yapılsa işi zor. O sıra bunlar aklından geçti.

Eşi o sıra kahvaltı hazırlıyordu. Ona sergiden bahsetti ‘sen de gelirmisin?’ dedi. Eşi kaç gündür ‘evi yerleştireceğim’ diye yorgundu. Zaten o önce gelmiş “ben kızın evi düzenleyeyim. Sen sonra gel. Şimdi beraber gidersek rahatsız olursun” demiş ve öyle olmuştu.

Aklına ‘o gidemediği’ resim sergisine davet eden arkadaşı geldi. Onu davet etmeyi düşündü. Ona telefonla ulaşıp eski tanıdığı arkadaşının sergisinden bahsedip birlikte gitmeyi bu arada yüz yüze tanışmayı önerdi. O arkadaşı zaten ona ‘buraya gelince mutlaka görüşelim’ demişti. İkisi de bu sergiyi tanışma fırsatı saymayı düşündüğü için arkadaşı daveti kabul etti ve açılış saati için randevulaştılar. Facebooktan tanıdığı bu arkadaşının büyük bir nezaket içinde birlikte sergiye gitmeyi kabul etmesi hoşuna gitmişti.

O sırada işe gitmek için kalkan kızına arkadaşını anlattı ve ‘yarından sonra bir sergi var. İzin alıp bizimle gelirmisin?’ diye sordu. Kızı ‘annem gelmiyor mu?’ diye sordu. Sanırım annesini arkadaşından kıskanmıştı. Sanki babası kıskanılacak biriymiş gibi? Kızına güldü; ‘o yorgunmuş gelemeyecek. Yol için kılavuz sen olacaksın’ dedi. 

Kızı ‘tamam baba, izin almaya çalışırım’ deyince kılavuz işini halletmiş oldu. Ondan sonraki saatler hep aynı geçti.

Ertesi gün de aynı başladı. Ama bizimki kendini iyi hissetmiyordu. Öğleye kadar bekledi. Ertesi günkü hava durumunu öğrendi. Öğleden sonra kendini yokladı. Üç dört gün dışarı çıkamayacaktı. Dolayısıyla sergiye gitme işi yattı.

Önce o arkadaşını aradı. Durumu anlattı. Sergiye gidemeyeceği için özür diledi. Sonra buluşma konusunda anlaştılar. Kızını arayıp ‘izin alma sergiye gitmiyoruz’ dedi. Kızı her zamanki paniğine kapılmış ‘bişi mi oldu?’ diye soruyordu. Ona bir şey olmadığına ikna etti. Ama hafiften rahatsızlanmıştı.

Zaten en büyük sorunu buydu. Onu ondan çok sevdiğini zannedenleri üzmemek… Aslında bu zorluğu herkes yaşar. Bu ilginin yanlışlığını bu yolculukta öykü kahramanlarıyla yaşayacağız.

Kızını da ikna edince artık hastalığının seyrini rahat gözlemleyebilirdi. Öyle de yaptı. O gün de öyle geçti.

O gece rahatsızlığı arttı. O içinden sabırla ‘sabah bir hastaneye gitmeli’ diyordu. Kızının ikide bir ‘rahatsızsan hastaneye gidelim’ diye ısrarına hep olmazlandı. Çünkü bu hastalık bir günün, iki günün hastalığı değil ki. Yıllardır hep hasta. Her rahatsızlanışında apar topar hastaneye gitmek çok zor. Sonra o da her hasta gibi kendini doktora gide gele uzman doktor olarak görüyordu. Yani her insanın bilgisiz fikir üretmesini o da hastalığı konusunda yapıyordu.

Neyse saatler geçti. Gecenin dördü. Artık ‘pes’ dedi. Durum kötü. Acilen hastaneye gitmesi gerekiyor. Önce kızını kaldırdı. Son bir gayretle ‘hastaneye gidelim’ dedi.  Bu sırada eşi de kalkmıştı.

İkisi de huyunu biliyordu. Çok zor durumda olmasa asla bu saatte “gidelim” demez. Onun için her ikisi de telaşla kalktı. Önceden düşünülerek telefonu alınan Kapitol taksiye telefon edildi. Onu ve kendilerini hazırladılar. Gerçekten çok rahatsızdı. Taksi hemen geldi. Karısı ve kızı koluna girdi. Birlikte zar zor taksiye bindiler. Kızı şoföre ‘acele Haydarpaşa Hastanesi’ dedi. Ve taksi yürüdü.



Kızı taksiciye ‘Haydarpaşa hastanesine gidelim’ deyince şaşırdı. Çünkü o Haydarpaşa deyince tren garını biliyordu. Geçmişte İstanbul’a ilk kez 1964 te Kuleli sınavı için gelmişti. O zaman yanında dayısı vardı. Trenle geldikleri için Haydarpaşa’da inmişlerdi.

O ilk kez geldiği Haydarpaşa’da sahile inen merdivenlerden defalarca inip çıkmış. Sahile indiğinde geriye dönüp gar çıkışına uzun uzun bakmıştı. O çıkışı filmlerde gördüğü için çok heyecanlanmıştı. Dayısı o sıra sinemacılık yapıyordu. En son yanına gittiğinde ‘sinemadaki filmlerden burada çekilen çok film var’ diye açıklama yapmış, ikisi birlikte epey bir süre gar kapısından filmlerde gördükleri artistlerin çıkmasını beklemişti.

Kızı şoföre Haydarpaşa hastanesi deyince aklın bunlar gelmişti. Ama bu sırada nefes alması da giderek zorlaşıyordu. Bizimkinin kafa geçmişe böyle gidip gelirken taksi acilin önünde durdu. Taksinin önünde oturan kızı telaşla inip onun kapısını açtı. Eşi de öbür kapıdan inip gelmişti.

O zorlukla taksiden inerken kızı taksi parasını ödedi, sonra annesiyle birlikte onun koluna girip acil kapısına yöneldiler. Ona bu acil kapıları tanıdık geliyordu. Hastanelere gide gele alışmıştı. Kapıdan içeri girdiler. Kızı telaşla ne tarafa gideceklerini anlamaya çalışırken bir görevli tekerlekli sandalye ile koşup geldi.

Herhalde bizimkinin kapıdan girişte görüntüsü alarm veriyordu. Görevli onu arabaya bindirip hızla arabayı bir yere doğru itti.

Arkasında kızı ve karısı yetişmeye çalışırken bizimki ‘saltanat başladı yine’ diye mırıldanıyordu. Acildeki bu tür karşılamalar için ‘saltanat’ ifadesini kullanırdı. Gerçekten acillerde en itibarlı veya en fazla önemsenen hastalar onun rahatsızlığında olanlardı.  Acillerde gördüğü ilgiyi hayatının hiçbir alanında görmüyordu. Bu yalnız onun için değil herkes için böyleydi. O öyle düşünüyordu.

Onun kafası böyle düşüncelerle gidip gelirken görevli hızla onu kırmızı ışıkların yandığı bir yere getirdi.

Orada çok güzel gözleri olan güzel bir bayan doktorla yakışlıklı gençten bir doktor karşıladı onu. Diğer görevlilerle birlikte arabadan indirip sedyeye yatırdılar. Bu sırada güzel gözlü güzel bayan doktor ‘aman dikkat amcayı üzmeyin’ diye görevlileri uyardı.

Sedyeye yatarken doktorun ‘aman dikkat amcayı üzmeyin’ dediğini duyunca ‘amca’ lafına bozuldu. Bir şey diyecekti sustu. Gerçi biraz yaşlıydı, ama kendine ‘abi’ denince daha mutlu oluyordu.

O bunları düşünürken burnuna oksijen maskesi taktılar. Gençten doktor sol koluna damardan bir şey verirken güzel gözlü bayan doktor sağ bileğinden kan alıyordu. Bizimki içinden ‘kan gazı’ dedi.

Çünkü kan gazı için kan bilekten atar damardan alınıyordu. Kalbe giden kandaki gazın niteliğinin ölçümü… Bunu Denizli’de Pamukkale Üniversitesindeki doktorundan öğrenmişti.

Her şey çok hızlı oluyordu. Az sonra güzel bayan doktor elinde bir şeylerle geldi. Maskeymiş. Onu yüzüne taktılar. Bir şeylerle bağladılar. Birden ağzı burnu kulakları oksijenle dolmaya başladı. Onu oksijenle boğsalıyorlardı.

Bunu ilk kez yaşıyordu. Bir hoş olmuştu. Güzel bayan doktor ‘amca bu bir süre takılı kalacak. Rahatsızlık olursa işaret et’ dedi. Yine ‘amca’ demişti. Bizimki ‘amca deme be ya’ dedi; ama içinden. Geri yaslandı.

Kükreyerek gelen oksijenin tadına varmaya çalışıyordu. Bu sırada bilekte kan almaya devam ediyorlardı. Yedi kere kan gazı içi kan aldılar.

Oksijenle boğsalama çok uzun sürmüştü. Kızına gözüyle ‘kaç saat geçti?’ diye sordu. O iki saat diye işaret ederken gençten yakışıklı doktor geldi maskeyi çözdü. ‘Nasılsın amca’ dedi. Bizimki artık amcalığı kabullenmişti. ‘Öncekine göre daha iyiyim’ dedi.

Daha önceki acile gidip gelişlerinden farklı işlem yapılmış onca oksijen yutturulmuştu; ama oralarda bir prednolle damar yolu açılışında duyduğu rahatlık yoktu. Buna şaşırmıştı. İçinden ‘yavaş yavaş açılırım’ diye düşünüyordu.

Güzel gözlü bayan doktor ortadan kaybolmuştu. Sanırım mesai değişiklik saatiydi. Şimdi başı türbanlı bir doktor gelmişti. Ondan biraz uzak durup bir şeyler söylüyordu.

Deminki bayan doktorla bunun ilgisini karşılaştırdı. Bu doktor da ilgi gösteriyordu; ama herhalde bizimkini erkekten saydığı için biraz mesafeliydi.

Bunu düşünüp ‘Eee tabi ne kadar yaşlansam da görüntümle yine erkekten sayılırım’ diye içinden güldü.

O bunları düşünüp içinden gülerken gençten doktor daha gitmemişti. Yanına geldi “amca sana yoğun bakım arıyoruz. Bir gece orada kalsan iyi olacak” dedi. Bizimki eve gitmeyi düşünürken yoğun bakım lafını duyunca irkildi. “Mutlaka gitmem gerekiyor mu?” dedi. Doktor “amca gitsen iyi olur. Geldiğinde durumun çok kötüydü. Daha düzelmedin, git” dedi. Bizimki ‘gıypıtmak için’  “Özele de gönderilebilirmiyim?” dedi. Doktor ‘tabi’ deyince “ama ben para ödemem” dedi. Doktor yoğun bakımlarda para ödenmediğini söyleyince kaçacak yeri kalmamıştı.

Bu sırada doktor “sen gidebilirsen bir de Süreyya paşaya git. Orası araştırma hastanesi senin için iyi olur” dedi. Bizimki “sağ ol giderim” dedi; ardından “doktor bey ben yoğun bakıma gitmek istemiyorum” dedi.

İstanbul’a gezmek için gelmişti. Yoğun bakımlarda uğraşmak istemiyordu. Doktor “o zaman kağıt imzalaman gerekir” deyince durumun ciddiyetini biraz anladı. Doktora “doktor bey sence yoğun bakıma gitsem iyi mi olur?” diye sordu. Doktor tüm sevecenliğiyle  “amca ben ne diyorum. Senin durum çok ciddi” dedi ve durumunu açıkladı.

Bizimki geldiğinde alınan ilk kan gazında kandaki karbondioksit oranı 90 çıkmış. Yani kanda oksijen yüzde on kalmış. O da gitseymiş karbondioksit zehirlenmesiyle ‘mortmuş.’ Telaş ondanmış. Karbondioksit boğsamasıyla yüzde 64 de düşürülmüş. Bu durum da normal değilmiş. Bu ani çıkışın ve hızlı düşüşün araştırılması lazımmış. Doktor bunları söyledi “bir fırsat yaratıp Süreyya paşaya mutlak git” dedi.


Bizimki deminden beri nazlandığı için utanmıştı. Ama bu durumlardan ‘git gellerden’ çok yorgundu. Arada bir “ne olacaksa olsun” bile diyordu. Doktorun bu ayrıntılı açıklaması üzerine yoğun bakıma gitmeyi kabul etti. Kendisi için bir yoğun bakım bulunması için beklemeye başladı.

Bu sırada kızı ve eşi de yanına gelmişti. Kızına “sen anneni bir taksiye bindir eve gönder. Benimle sen gelirsin. Oradan işine gidersin. Annen dinlensin. Sonra ben çağırınca gelir” dedi. Hem kızı hem eşi “olmaz biz burada kalalım” dedi.

Yine mantıksız davranışları başlamıştı. Güya fedakarlık yapıp burada kalacaklardı. Ama onların bu fedakarlığı onun işime yaramıyordu ki. Birinin dinç olması lazımdı ki işe yarasın.

Birden sertleşti. “Ben ne diyorsam o olacak. Annen eve gidecek. Sen benimle geleceksin. Gerekirse onu çağıracağım” dedi. İkisi de içlerinden “yine canlandı” diye geçirmişti. Ama başka türlü de anlamıyorlardı ki. Kızı eşini eve gitmesi için taksiye bindirip geldi.

Kızına baktı. ‘Az önce biraz bağırınca kırıldı mı?’ diye. Kırılmamıştı. Ama yine açıklama gereği duydu. Kızını yanına çağırdı. “Eğil bir öpeyim” dedi. Kızı sarılıp öperken “canım siz beni çok sevdiğiniz için öyle davranıyorsunuz; ama doğrusu benim dediğim. Kırılmadın değil mi? Annen kırıldı mı?” dedi. Kızı ‘”babacım sen haklısın. Annem de giderken öyle dedi” diye cevap verdi.

Davranışı biraz sert olmuştu; ama haklıydı.

Onu iyi tanıyan kızı ve eşi onun için adeta ‘sen nasılsa elimize düşersin’ psikolojisiyle “yine canlandı” diye söylendiler. Ama biraz düşününce ona hak vermişlerdi. Kızının söylediklerinden o anlaşılıyordu.

Bizimki içinden yazdığım şekilde düşündüğü için kızına “kırıldın mı? Annen kırıldı mı?” diye sormuş kızı “doğrusu birimizin dinlenmesi” deyince bizimki rahatlamıştı. Kızıyla birlikte kendini götürecekleri yoğun bakım için beklemeye başladı.

O gençten doktor gülerek geldi. “Amca şansın varmış. Seni Süreyya paşaya gönderiyoruz. Orada bir güzel bakın” dedi. Bizimki “çok sağ ol doktor bey. Az önce nazlanmam için özür dilerim” dedi. Doktor “ben seni anladım” der gibi sırtını sıvazlayıp gitti. Onunda mesaisi bitmişti.

Belki daha önce bitmişti de güzel kızının hatırına onunla bir süre ilgilenmişti. Doktor giderken bizimki bunları düşünüyordu. Kızına elini uzatıp sıktı.

Daha önce anlattım mı bilmiyorum. Bizimkinin hepi topu iki kızı var. Kendini evlat fakiri görür daha çok çocuk yapmadıklarına çok pişman olurdu. Karısı da onun düşüncesindeydi. İkisi de ‘keşke üç dört çocuk yapsaydık’ diye yakınırlardı. Çünkü kardeşlik dayanışmadır diye düşünüyorlardı.

Allah etmesin onlara bir şey olsa iki kardeş bir başına kalacaklardı. Gerçi hala, teyze, amca, dayı hatta babaanne, dede hısım akraba çok var da kardeş gibi olmuyor onlar. Öyle düşünüyorlardı. Bizimki hele tek çocukta kalanlara ‘o çocuğu yapayalnız bıraktılar diye’ çok kızardı.

Kızlarını da çok severdi. Öyle ki her an beyninde onlarla beraber olurdu. Onlar da babalarını hiç üzmemişlerdi. İki kardeş arasında on üç ay olduğu halde biri küçük kardeşliği öteki de ablalığı çok benimsemişlerdi. Büyük ona çok benziyordu. Sanki onun karbon kağıdı konmuş kopyası gibi bir eksiğiyle aynısıydı. Küçük kızsa çok kırılgan, çok naifti… O küçük kızı için ‘teknoloji olanak sağlasa da seni küçültüp gömlek cebimde taşısam’ derdi. Ona bakışı çok farklıydı. Büyük kızının ise her yerde kendini kurtaracağını düşünürdü.

Kızının elini sıkarken bunları düşünüyordu. O sırada 112 ekibi geldi. “Amca hadi bakalım gidiyoruz” dedi. Görevliler amcalarını tekerlekli sandalyeye oturttular. Yanında kızı Ambulansa götürüp itinayla bindirdiler. Burnuna oksijeni takıp arabasını sağlama aldılar. Kızı öne bindi. Bizimkinin yanına hafif kır saçlı beyaz yüzlü göçmen tipli bir doktor oturdu. Ambulans Haydarpaşadan Süreyya paşaya yürüdü.

Ambulans biraz yavaş giderken, birden sirenini açıp hızlandı. Gezmek için geldiği İstanbul caddelerinde böyle ambulans içinde siren sesleriyle yolculuk yapacağını hiç düşünmemişti. Sirenlik bir hali olduğunu da düşünmüyordu.

Ani siren çalmaya başladığında irkilmişti. Aklına ‘acaba durumum çok mu kötü?’ diye bir soru geldi. Sonra içinden ‘amma aptalsın ha’ diye böyle düşündüğü için güldü.

Doktora baktı. Sakin oturuyordu. Ona “Acilde mi görevlisiniz?” diye çok anlamsız bir soru yöneltti. Sonradan sorunun anlamsız olduğunu fark etmişti. Doktor bu anlamsız soruya “evet” dedi.

Bizimki bu kısa cevabı alınca doktorun aynı kendisi gibi ‘muhabbetine doyulmayan’ laf ketumu olduğunu fark edince içinden ‘arkadaş bizden’ diye geçirdi. Ondan sonra ikisi de arada bir bakışsa da hiç konuşmadılar.

Bizimki siren sesini dinlemeyi seçti. O sırada içinden ‘yolda gidenler veya sireni duyanlar içinde bir şey var sanıyordur’ diye geçiriyordu. Geldiği şehirde evi işlek bir cadde üzerindeydi. O evde gecede gündüzde benzeri siren seslerini duyduklarında eşiyle birlikte içinde çok hasta biri var diye üzülüp ‘Allah kurtarsın’ derlerdi. Bu aklına gelmişti.

Aslında çok değil iki üç saat önce can alıp can veriyordu; ama şimdi biraz dirilince kendini çok hastadan saymıyordu. Çünkü yıllardır öyle anlar yaşamıştı ki; hiçbir şeye umursamamasına şaşırmamak gerekiyordu.

Bir kere kalbi durmuş. Birçok olağanüstü koşul hep birlikte denk geldiği için yaşama geri dönmüştü. Bunları yaşadıktan sonra ölüm bile onun için çok sıradanlaşmıştı artık. 

Bizimki böyle gelmişten geçmişten düşünürken siren sesi sustu. Ambulans yavaşladı bir yerde durdu. O saate kadar hiç konuşmayan doktor “geldik” dedi. Bizimki doktora gülümserken içinden “ağzından ikinci kelime çıktı” diye gülüyordu.

O sırada ambulansın kapısı açıldı. Öndeki görevli, doktor, kızı ve hastaneden gelen görevli bağlı olan arabasını çözüp itinayla aşağı indirdiler. Görevli arabayı binaya sokup hızla bir yere sürdü.

Yanında kızı ve doktor bir yere geldiler. Geldikleri yerde onun gibi arabada gelen birçok hasta vardı. Doktor elindeki kağıtları bilgisayarın başında oturan bir bayana verip onun hakkında bilgi verdi. Sonra yanına gelip “geçmiş olsun beyefendi” deyip gitti.

Amcalıktan beyefendiliğe terfi edince doktora gülümsedi. Ama doktor hızla ayrıldığı için onun gülümsemesi ağzında kalmıştı. O sıra orada duran gençten bir görevli onun neye gülümsediğini bilmediği için “oo amca bakıyorum neşen yerinde” dedi. Bizimki ona başını sallarken gülümsemesi için içinden ‘Kime niyet? Kime kısmet?’ diye geçirdi. Çünkü doktora olan gülümsemesi o görevliye nasip olmuştu.

Kızı yanında beklemeye başladı. Kendini hiç iyi hissetmiyordu. İçinden” iyi ki buraya geldik” dedi. Hastanede olmak ona bir güvence veriyordu. Kızı sık sık eğilip “nasılsın babacığım” dedikçe ona iyi olduğunu söylüyor, iyi olduğunu kanıtlamak için gülümsüyordu. “Biraz sıkıntım” var dese kızının çok panikleyeceğini bildiği için öyle davranıyordu.

Bu sırada bulundukları yere sürekli arabalarda yeni hastalar geliyordu. İçlerinde daha kötü durumda olanlar vardı. Bir görevli yanına gelip “amca daha aciller var. Onları yerleştirelim size de bir yer ayarlayacağız” dedi. Sonra “isterseniz burada durmayın” dedi. Onun arabasını arkasından iterek, kızı yanında bir yere götürüp bıraktı. “Burada bekleyin” dedi. O görevlinin dediği gibi beklemeye başladılar.

Nice sonra acilde “oo! Amca bakıyom neşen yerinde” diyen görevli yanlarına geldi. “Amca sana özel bir yer ayarlıyorum” dedi.   Bunu derken bir gözü de kızındaydı. Bizimki buna bozulur gibi oldu. “Hop! Hop! Önüne bak” diyecekti. Kendinin Haydarpaşa’da güzel gözlü doktoru içinden beğendiği akına geldi. İçinden “oğlum güzele bakılır” dedi. Kızına baktı. Allah için kızı gözüne çok güzel geldi. Hem o genç çok sulu da davranmıyordu ki. Böyle düşünüp sakinleşti.

O genç bir ara kayboldu. Sonra yine geldi. “Amca sana burada çok güzel bir yer ayarladım” dedi. Bizimki “sağol oğlum” derken bir görevli geldi “hadi amca gidiyoruz” dedi ve arabasını sürdü. Bizimki o gence “teşekkür ederim” dedi. O da “değmez amca görevimiz” derken kızına son bir bakış attı. Bizimkine öyle gelmişti. Görmezden geldi.

Arabayı süren görevliyle asansöre geldiler. Hastaların geçiş üstünlüğü vardı herhalde. İlk gelen asansöre kızı yanında arabasıyla bindi. Altıncı kata gelince asansörden çıktılar. Kalacağı odaya geldiler.

Odada dört yatak vardı. Üçünde hasta vardı. İkisinin yanında refakatçileri vardı. Kapıdan girişte sağdaki yataktaki az genç biri vardı. Girişte soldaki yatak boştu. Onun için hazırlıyorlardı. Arabasını bir kenara çektiler. O odadaki herkese sesli selam verip, geçmiş olsun dedi. Refakatçisi olamayan genç ‘sağol’ diye cevap verdi. Onun hizasında cam kenarından ses gelmedi. Soldaki tarafta cam kenarından efendiden bir bey ve hanımı kibarca ‘sağol’ dediler.

Bizimki bu kısa sürede oda arkadaşları ve refakatçileri hakkında belirli görüş sahibi olmuştu. Bu tür gözlemlerde pek yanıldığı görülmemişti. Sağdaki genç için içinden “buranın Ramazan’ı bu” dedi. Bu tespiti yalnız eşi anlardı.

Birçok konuda anlaşamadıkları olsa da aslında eşiyle aralarında müthiş bir elektrik vardı. Tek kelimelik, tek işaretlik öyle ortak yanları vardı ki. Bunlar onların evliliklerinin harcı, güzelliğiydi. Bu Ramazan konusu da bunlardan biri…

Belki bilirsiniz. İnsan karakterlerinin en belirginleştiği yerler böylesi hanelerdir. Buna hapishane, meyhane, tımarhane, kerhane gibi değişik; insanların zorunlu veya keyfi uğrak yeri olan haneleri erkekler için asker koğuşlarını, çeşitli ihtiyaç kuyruklarını da ekleyebilirsiniz.

Ayrıca kadınların kendi aralarında toplandıkları değişik ad altında günler; köy ve kasabada ‘dulluk’ diye tabir edilen güneşli yerlerde özellikle kadınların toplandığı yerler, kahvehaneler, köy odaları diye uzatmak da olasıdır. Bütün bu yerlerde değişik insan öyküleri yaşanır veya anlatılır.

Öyle ki buralardaki öykülerden yola çıkıp dünyanın değişik yerlerinde insanların toplaştığı belirli yerlere ulaşılıp gözlenebilse oralarda yaşanan veya anlatılan insan öyküleriyle çok benzeştiği yanlar gözlenecektir.

Çünkü insanların ‘üç aşağı beş yukarı’ bütün özellikleri evrenseldir. Örneğin bir ölüme duyulan acı, yalancı bir kişinin psikolojisi, korku, beğeni, bencillik, özveri gibi ne kadar aklınıza insan özelliği gelirse bunların hepsi çok az farklarla evrenseldir. Bu yanlarıyla yaşadıkları öyküler de evrenseldir.

Edebi eserlerin kimilerinin her dilde basılıp beğenilmesi bundandır. Çünkü o eserler anlatılarıyla insanların bu evrensel yanlarına değindiği için bütün dillerde beğenilir. Çocuk hikayeleri olarak öne çıkanlar, yaşam öyküleri olarak öne çıkanlar hep insanın ortak yanlarını en iyi anlatanlardır. Donkişot’un evrenselliği bundandır. Çok bilinen olduğu için onun adı aklıma geldi.

Bizimki okuduğu kitaplarda hep bu yanları gözlerdi. Kitap okuyan herkesin katılacağı yan. Bu öykü yolculuğuna çıkarken de birlikte kurgulamaya çalıştığımız veya çalışacağımız insanların bu evrensel yanlarını öne çıkaran öyküler olacak. Bizimki onun için böylesi hanelerde çevresini gözlerken her gördüğü kişinin fark edebileceği yanlarını göremeye çalışır. Tıpkı ‘Al gözüm seyreyle Salih’ teki Salih gibi.

Çok önemsediği öykücü-yazar Yaşar Kemal’in bu öyküsündeki Salih’i çok sevmişti. Onun gördüğü gibi görmek, onun fark ettiği fark etmek yaşamanın anlamı diye düşünürdü hep.

Şimdi burada da benzeri duygularla etrafa bakınıyordu. Aslında durumu hala pekiyi değildi. Bu sırada yatak hazırlanmıştı. Görevli ve kızının yardımıyla yatağa çıkıp uzandı. Yatak ayarlanabilir yataklardandı. Görevli yatağını ayarlarken “Nasıl? İyi mi?” diye sordu. Rahat pozisyona gelince bizimki “sağ ol iyi” deyince görevli ‘”geçmiş olsun” deyip çıktı.
Hapishanede ‘Allah kurtarsın’ denir. Yani her yerin kuralı ayrıdır. Görevli “geçmiş olsun” deyince bizimkinin aklına bu geldi. “Deliler için ne deniyor acaba?” diye aklına geldiği sırada doktor geldi.

Doktor efendiden sakin, beyaz yüzlü renkli gözlü biriydi. Ama bizimki doktorun sakinliğinde yanıldığını az sonra anladı. Doktor ona hastalığının hikayesini sormaya başladı. Bu şekilde onu tanıyacaktı.

Bazı hastalar doktorun hastayı tanımak için bu soruları sormasına “bu doktor bi boktan anlamıyor. Anlasa sormazdı. Falan doktor hiç sormadan bildi valla” gibi düşüncelere kapılır.

Halbuki bütün doktorlar sormadan hastayı anlayamaz. Bazısı çaktırmadan, muhabbet ediyormuş gibi yaparak hastanın ağzından laf alır. Bazısı da bu doktor gibi imtihan eder gibi sorarak öğrenir. Bizimkine göre doğru olan bu doktorun yaptığı.

Doktorun tavrını beğendiği için hemen ‘bilinçli hasta olarak’ (kendini bilinçli hasta görürdü; ama yanıldığını bu hastanede öğrenince bir daha içinden bile bilinçli hastayım demedi, yani haddini öğrendi) sorulara cevap vermeye başladı. “Evde oksijen makinem var. Ama devletin verdiği daha iyi oluyormuş” gibi bir laf edince doktor biraz şaşırdı. “Sizin evde oksijen makineniz mi var?” diye sordu. Bizimki “evet” deyince Doktor “tarif edermisiniz makinenizi” dedi.

Bizimki evdeki oksijen tüpünü oksijen makinesi olarak tarif etmeye çalışıyordu, ama tüp kısmını atlayıp ona takılan cam kavanozdan tarife başlıyordu.

O tarif ettikçe doktor bir şey anlamadığı için soruyu tekrar ediyor o da benzeri cevaplar veriyordu. O sakin doktor kızmaya başlamıştı. Soldaki cam kenarındaki hasta perdeyi aralayınca orada oksijen tüpünü gördü. Doktora “şu karşıdaki gibi” deyince Doktor patladı “siz deminden beri oksijen tüpüne oksijen makinesi mi diyordunuz? Tarif ettiğini o muydu?” deyince bizimki gafını anladı; ama nafile doktor kafasına “bununla da işimiz zor” diye not etmişti bir kere.

Bizimkine öyle gelmişti, ama yapacak bir şey yoktu, sustu. Doktor yeterli notları alıp “geçmiş olsun” deyip gitti.

Bizim bilinçli hasta ‘mort’ olmuştu. Ama ben sevinmiştim. “Yıllardır beni hep baskılayıp durması, hep çokbilmiş geçinmesi değilmiş ne haber?” dedim. İçindeki kişiliklerden birinin kendiyle dalga geçmesi ona koymuştu, ama gerçek buydu.

Haddini bilmezsen senin haddini bildirecek mutlaka biri çıkar. Bu onun için de, herkes için de böyledir. Hele bilmeden fikir beyan edenler hep hadleri bildirilerek yaşar giderler. Hadlerini öğrenirlerse mesele yok. Yoksa kişiliği kaybolmuş yalama olarak onun bunu eğlencesi olup yaşarlar. Tercih herkesin kendinin…

Bizimki ne kadar despot olsa da haddini bilmeye çaba gösterir. Bu onun onca olumsuz yanının yanında olumlu yanlarındandır. Öyküyü kişiselleştiriyormuşuz gibi gelmesin. Bizimki dediğim aslında benzer özellikte olan herkestir.

Doktor gittikten sonra burnuna oksijen maskesini takıp geriye doğru yattı. Kızı “nasılsın babacığım?” diye sorunca kısık bir sesle “iyiyim, ama çok uykusuzum” dedi.

Gerçekten dünden beri nerdeyse gözünü kırpmamıştı. Hastalığın yanında uykusuzluğun verdiği yorgunlukla sonunda çok bitkin düşmüştü. Gözlerini kapadı. Odada diğer hastalar da benzer vaziyette uyukluyor gibiydi.

Sadece ‘buranın Ramazan’ı’ diye gördüğü hasta ayakta gidip geliyor; arada bir yatıyor sonra yine kalkıp odada veya koridorda dolaşıyordu. Yani hep hareket halindeydi. Bizimki o bitkinlikte onun bu gidip gelmelerini fark etmişti. Görmezden gelip yine gözlerini kapadı.

Bu sırada sadece oksijen kavanozlarında oksijenin suyu hareket ettirirken çıkardığı ses vardı. İçinden o sesi çıkarmaya çalıştı. ‘lrlrlrlrlrlrl’ diye içinden geçirdi. Sesi tutturamamıştı. ‘lırrrrrrrr’ diye geçirdi yine olmamıştı.

Aklına Sankristçe geldi. 56 harflik bir dil kesin bu sesi tanımlayan bir kelime üretir diye düşündü. O tarif edemediği ses aslında bundan sonra da uzunca süre kulaklarında hep çınlayacak yazacağı öykülerin adeta fon müziği olacaktı. Bu aklına gelince gayri ihtiyari gülümsedi.

Gözlerini açtı. Kızıyla göz göze geldi. Kızı şaşkın bakıyordu. Ona “aklıma bir şey geldi de” diye açıkladı. Kızı babası kafayı yiyor telaşıyla “iyisin değil mi?” dedi. Kızının endişesini fark etmişti. “Merak etme iyiyim. Uyumaya çalışırken aklıma bir şey geldi” dedi. Bu sözleri çok bitkin söylemişti. Gözlerini yumdu. Uyumaya çalıştı.

Hastafendi dediğim bizimki. Buraya kadar öyküyü ‘bizimki’ diyerek onun ağzından yazarak geldik. Ama bu format artık öykü yolculuğuna uymuyor. Ta başından yazdığım gibi bu yolculuğun anlatıcısı benim. Yol arkadaşım da kendimde özdeşleştirdiğim dostum Kör Kadı.

Ben onun öykücü kişiliği olarak özgürlüğüme kavuştuğumdan günden beri sürekli geçmişe yönelik yaşanılanlardan öyküler yazma çabasındayım. Bu yolculuk gündeme geldiğinde de onun içindeki öykücü olarak ‘anlatıcı ben olacaksam varım’ dedim. Kabul etti, yola çıktık.

Bu yolculuğun buraya kadar bölümünü öyle uygun düştüğü için bizimkinin ağzından anlattım. Ama artık onun da bu öykü yolculuğunun diğer kahramanları gibi benden ayrılıp yerini alması, gerektiğinde ortaya çıkması gerekiyordu. Ve ona da bir isim gerekiyordu. Ben ona ‘Hastafendi’ adını koydum. ‘Niye bu adı koydum? rastgele mi? Yoksa o adın da bir öyküsü var mı?’ gibi sorular süreç içinde bir şekilde cevabını, ama ilgili oldukları öykü ve öyküleri içinde bulacak. Sanırım bu kadar açıklamam yeter.

Dönelim Hastafendi adını verdiğim kişiye.

Hastafendi bu sırada gözlerini kapayıp oksijen kavanozundaki sesi dinlerken içinden o sesi benzetmeye çalışıyordu. O bunu yaparken geldiğimizde ‘buranın Ramazanı’ dediğimiz gençten kişi de bir gözü bizde gidip geliyordu.

Hastafendi’nin kızı da refakatçi koltuğunda geri doğru yaslanıp gözlerini kapamıştı. O da babasıyla birlikte uykusuz ve yorgundu. Ama o hep bir ceylanın ürkek tedirginliğinde davranış içinde olurdu. Burada da arada bir gözünü açıp babasına bakıyor; belli ki içinden babasına bir şey olmaması için dua ediyor o sırada gözlerinden aynı tedirginlik okunuyordu. Her hareketinden babasını çok sevdiği belliydi.

Buranın Ramazan’ına gelince…

Hastafendi’nin ona ‘buranın Ramazan’ı’ deyişi rastgele değildi. Yaklaşık sekiz sene önce kaldığı şehirde yine böyle acilden yatarlı bölüme kaldırılmıştı. Oradaki hasta odasında yan yana beş yatak vardı. Bizimki orada kaldığı sürece o yataklar dolup boşaldı. Bir ara aynı anda odada Ramazan adında üç hasta oldu.

Bunlardan ilki hep ayakta gezen Ramazan adındaki kişiydi. İkincisi çok ilginç öyküleri olan çalgıcı Ramazan’dı. Onun yanında refakatçi olarak tombiş karısı vardı. Üçüncü kişi ise memleketinde ‘Ramazan efe’ diye tanınan yaşlı görmüş geçirmiş bir ihtiyardı. Onun refakatçısı da oğluydu.

O ihtiyarın anlattığı ilginç yaşanmışlıkları vardı. Bunların içinde onun nasıl efe olduğunu anlatan ‘beş kuruşa efelik’ başlıklı bir öyküsünü yazmıştım. Paylaştığım yerlerde okuyanlar hatırlayacaktır.

Bu Ramazanlardan sürekli ayakta gezinen Ramazan aslında temiz bir kişilikti. Kendi ifadesine göre ‘karısından boşanmış, üç de kızı vardı’. Yine kendi ifadesine göre kızlarına “hastaneye ziyaretime gelmeyin” demiş. Onun ziyaretçisi ve refakatçısı yoktu. Kendisi orada hastalara yerine göre refakat ediyordu.

Arada bir telefonla konuşup veya konuyormuş gibi yapıp birlerine “gelmeyin ben çok iyiyim, yakında çıkacağım” diyordu.

Bakın nereden nereye? Onlar yedi sekiz yıl sonra bu öykü yolculuğunda yerlerini aldılar. Belki zaman içinde tekrar aynı kimlikle veya aynı kişilik, ama başka kimliklerle yine bu yolculukta da yer alacaklar.

Zaten Ramazan Efe’nin anlattıklarından o sıralar bir uzun öykü yazmayı düşünmüştüm. Ama sürekli Hastafendi’yle birlikte oradan oraya savrulunca denk düşmedi yazamadım. Ama bir gün mutlaka yazacağım.

Çünkü Ramazan Efe Tatar Ramazan’ın yedi düvele nam saldığı bir dönemde dam çavuşuna ‘beş kuruşluk haracı vermemek için’ rest çekince efeliği ilan edilmiş bir yiğitti. Yaşamı belli bir zaman dilimine denk geldiği için çok ilginç ve hoş bir yaşam öyküsü var.

Burada ayakta sürekli dolaşan hasta oradaki refakatçisi ve arayıp soranı olmayan o Ramazan’ı hatırlatınca aklıma bunlar geldi. Onun ilk iki gün anlattıklarına bakınca Hastafendi’nin yanılmadığı anlaşıldı.

Çünkü bu da aynı oradaki Ramazan gibi evlenip boşanmıştı. Yalnız bunun çocuğu yoktu. On beş gündür burada olduğu halde hiç ziyaretçisi gelmemiş. Kendi anlattığına göre kendisi onlara gelmeyin demiş.

O Ramazanla benzer şekilde bu da telefonda sürekli birilerine iyi olduğunu yakında çıkacağını ve gelmelerine gerek olmadığını söylüyordu. Tavırları göstermişti ki; bu da aslında temiz bir insandı. Biraz daha sağlıklı olduğu için diğer hastalara yardıma koşan bir kişilikti. Birkaç kez bizim Hastafendi’ye de yardımcı oldu.

Bu şekilde buranın Ramazan’nını size tanıtmış oldum. Adını da ‘Hurşit’ koydum. ‘Hurşit kim?’ derseniz, ‘hiç öylesine bir isim’.

Hurşit’le kısa sürede samimiyeti ilerlettim. Bende pazarcı bir kişilik intibası uyandırmıştı. O esnaf olduğunu ve Kadıköy’de dükkanı olduğunu; tekstil ürünü sattığını söyledi. O böyle söyleyince gözümün önüne pazarda ‘gel gel ne alırsan bir lira’ veya ‘beş lira’ diye bağırışı geldi. Yanılmamıştım.

Hurşit’in hemen önünde cam kenarındaki arkadaş perdeleri çektiği için hala sır gibiydi. Onun tarafından arada bir oksijen fokurtusu geliyordu. 

Buradan anlaşılacağı gibi her hastanın bazı özel durumlarında rahatsız olmaması için perdeler var. Ama o hasta perdesini öyle çekmişti ki; bulunduğu yer adeta özel oda gibi olmuştu. Odanın tek televizyonu da onun önüne denk geldiği için ‘alın size televizyonlu özel oda.’ Hemen yanlarında arkasında ‘koç’ yazılı bir hasta arabası ve yanında hastafendi’nin doktora oksijen makinesi diye tanımlamaya çalıştığı oksijen tüpü vardı.

Onun hemen yanında Hastafendi’den tarafta olan efendi görünüşlü hasta sanki taburcu olacak gibiydi. Yanılmamıştım. Hastafendi’ye ‘geçmiş olsun’ dedikten bir süre sonra eşi dışarı bir yere gitti geldi. Eşine ‘işlemler bitti gidiyoruz’ dedi. Zaten hazır gibiydiler. Ellerinde bir valiz odadaki herkesle vedalaşıp gittiler.

Böylece odada Hastafendi dahil üç hasta kalmıştı. Hurşit onlar çıkınca o boşalan yatak için “az sonra o yatağa gelen olur. Burası hiç boş kalmıyor” diye tecrübesiyle görüş bildirdi. 

Benim gözüm o perdeleri çekili hastadaydı. Az sonra eşi perdeyi araladı. Elinde tuvalete gidemeyen hastaların kullandığı ‘ördek’ diye tabir edilen şeyle bizim yanımızdan çıkıp gitti. Sanırım tuvalete ördeği boşaltmaya gidiyordu. Kadının geçerken Hastafendi’ye ve kızına bakışlarından sanki onlara bir şey söyleyecek gibiydi. Her halinden çok yorgun olduğu anlaşılıyordu.

“Eeee ne demişler? Yatana da zor, bakana da daha zor”. Bu söz bütün hasta yakınlarının hastanın yanına geçmiş olsuna gelenlerin diline adeta pelesenktir. Bilen bilir hastanelerde yatılı hastaların çoğunun bir de ‘refakatçisi’ yani hastaya yardım için bir yakını olur.

Hastanelerde hastaların ayrı refakatçilerin ayrı bir dünyası vardır. Hastalar hastalık derecesine göre hastalığın sıkıntılarını yaşarken bazılarının canı tatlı olur. Her şeye mızmızlanırlar. Bazıları daha sabırlı olur yaşadıklarını pek belli etmezler. Bazıları da ne yaşarsa yaşasın hiç kimseye belli etmeden yaşadıklarının sıkıntı ve sorunlarını yalnız kendileri yaşarlar.

Ancak refakatçilerin kendi aralarında durumu pek farklılık göstermez. İçlerinde çok ağır veya çok mızmız hastalara bakanlar arada bir hastadan uzak bir yerde kendilerini dinleyen bulunca durumlarından, yaşadıklarından haklı olarak “çok zor, günlerdir biz de onunla birlikte aynı çileyi çekiyoruz” benzeri yakınırlar.

Bu refakatçilerin hemen hepsinin ortak özelliğidir. ‘Hizmeti, bakımı zor olanların’ şikayeti yine anlaşılabilir. Ama adeta ayakta tedavi gören konumda olup da refakatçisine fazla sıkıntı vermeyen hastaların refakatçileri veya refakatçiye hiç gerek duymayan ‘ancak onları tanıyan birilerinin hastasını hasta hasta bırakıp gitti demesinden çekinen’ hastaların refakatçi yakınları veya bol sohbet olanağı bulduğu ve düzenli ayağına yemek geldiği için refakatçiliği adeta iş edinerek yapanlar dahil hemen hepsi ‘hiç tanışmadıkları halde’ ilk gördükleri yerde birbirlerine önce “Allah kurtarsın kardeş. Senin de işin de zor” diye kışkırtıcı ifadeyle lafa girip kendi sıkıntılarını ‘övündüğü veya yakındığı belirsiz abartıcı ifadelerle’ yaşadıklarını anlatma yarışına girerler…

Hastafediyle hastanelerde yatılı kaldığımız sıralarda refakatçilerin bu durumlarını gözlemeyi adeta iş edindim. O kadınların hallerini ‘altın gününe gelmiş’ kadınlara benzetirim hep. Hasta odası kadınlara aitse eğer oradan yükselen konuşmalar bazen çığlık şeklinde bütün koridoru sarar. Onların bu sohbetlerinin farkında olmayanlar sanki biri ölmüş de onun feryadı yükselmiş gibi odalarından dışarı fırlar. Bazen gerçekte biri ölünce benzeri çığlıklar da yükselir.

Ama refakatçi kadınların kendi aralarındaki sohbet sırasında attıkları şuh kahkaha çığlıklarıyla, ölen biri için atılan acı çığlık farklı olur. Bunu herkes fark edemez.

Ben insanları gözlemeyi iş edindiğim için bu çığlıkların farkını ayırt edebildiğimden atılan her çığlıkta telaşlanmam. Ölüm çığlıklarındaki o acıyı duysam bile çok telaşlanmam. Çünkü ölümü bizzat kendi yaşamış ve birçok ölüme tanık olmuş birçok ölüyü yakından tanık olmuş bir kişi olan hastafendinin öykücü kişiliği olarak benim için ölüm yaşamın normal ve kaçınılmaz bir yanıdır. Göre yaşaya bunu kabullendim. 

Siz şimdi “böyle öykücülük mü olur? İnsanın içini karartıyorsun” diye peşin hükümlü olmayın. Bu yolculuk süresince yaşamlardan yola çıkarak anlatılanları okudukça neyi niçin anlattığımı okuyarak fark edeceksiniz.

Çünkü bu öykü yolculuğunu asıl amacı insandan yola çıkıp, öykülerde insanları olabildiği kadar çırılçıplak hale getirip onları insanın evrenselliğinde buluşturmak.

Buraya refakatçi kadınları anlatırken geldik. Erkek refakatçiler da var tabi. Onlar da konuşacak birini veya tanıdığı başka bir erkek hastayı buldu mu sohbeti kahve sohbetlerine dönüştürürler. Yani hiç anlamı olamayan, genelde belden aşağı nitelikte konuşmalar. Ancak onlar kadınlar kadar yaygaracı olmadıkları için sohbetlerinde sanki ciddi bir şey konuşuyormuş gibi gözükürler.

Cam kenarında perdelerini çekmiş hastanın yanındaki bayan elinde ördekle yanımızdan geçerken Hastafendinin kızına bakışı böyle ayrıntılara girmeme neden oldu.

Çünkü yalnız hastanelerde değil hayatın her alanında birlikte olunan kişilerin ne kadar yoldaş, yol arkadaşı veya ne kadar zoru görünce ve işine gelince dönüverecek sizi satacak kimlikte olduğunu ‘olduğumuzu’ bu öykü yolculuğu süresince öykülerde sorgulayıp okuduğunu anlamasını bilene fark ettirmeye çalışacağım.  Bu düşüncelerle burada şimdiye kadar gördüklerimden yola çıkarak refakat ve refakatçilere değindim.

Neyse bu ben yazdıklarımı hatırlarken o kadın elindeki ördeği tuvalete boşaltıp geri geldi. Yine gözü Hastafendi’nin kızındaydı. Sanırım bir fırsat bulup konuşmak için, göz göze geldiği Hastafendinin kızına ‘geçmiş olsun’ deyip cam kenarında perdeyle kapalı bölüme girdi. Ama o kadın bu sohbet düşüncesinde yanılmıştı. Çünkü Hastafendinin kızı az tanıdığı kişilere lafı dirhemle satanlardandı.  Bu aklıma geldi.

O sırada Hurşit o hastadan tarafa yürümüştü. O hasta Hurşit’i sanki yeni görmüş gibi ‘valla geçen hafta taburcu ettiler. Durumumu iyi görmediğim için tedavimin devamını istedim. Hastaneye de 1500 lira bağışlayınca başhekim kabul etti. Bana burada tedaviye devam ediyorlar’ gibi bir şeyler söylüyordu.

O Hurşit’e bunları söylerken ‘sana söylüyorum kızım, sen anla gelinim’ der gibi bize kendinin özel bir durumu olduğunu, tv.nin kullanımının kendine ait olduğunu, kumandaya talip olmamamızı anlatmaya çalıştığını fark ettim. Çünkü o da, Hurşit de epeydir birlikte buradaydılar. Durumunu Hurşit’e anlatmak istese şimdiye kadar elli kere anlatırdı.

Bu nedenle ben öyle anlamıştım. Bir süre sonra televizyonu kafasına göre zaplayıp, kafasına göre açıp kapattığını gözledikçe yanılmadığımı anladım. Ama umursamadım. Çünkü Hastafedi böyle yerlerde tv. izlemeyi pek sevmez. Zaten genelde hep belgesel izler. Haberlere şöyle göz gezdirirdi o kadar. Eh o arkadaş da arada bir haberleri zaplarsa görünenlerle yetinirdi.

Ben de içimden öykü yolcuğu için böyle ilginç, farklı bir karakter çıkınca sevinmiştim bile.

Aklımdan bunları geçirirken kapıdan görevlinin ittiği bir hasta arabası arabanın yanında bir bayan, üç dalyan gibi genç, bir de orta yaşlı bir bey gözüktü. Hastanın arabayı bir süre önce boşalan yatağın yanına getirdiler. Bu sırada iki görevli telaşla yatağı hazırladı ve hastayı itinayla yatağa yatırdılar. Ben gözümü onlara dikmiştim. ‘Hastanın oğluymuş’ o gençlerden biri benim “geçmiş olsun” dileğime cevap verirken hastanın babaları olduğunu ve yoğun bakımdan getirdiklerini söyledi.

O sırada yatan hasta sanki durumu çok ağır bir görüntü içindeydi. Ama çok da çalımlıydı. Söylenenlerden yanında gelen bayanın hanımı,  o üç gencin oğlu olduğunu orta yaşlı beyin de yakını olduğunu anladım.

Hasta hanımına ve oğullarına sürekli talimat verip bir şeyler istiyordu. Gerek hanımı gerekse oğulları büyük bir saygı içinde onun talimatlarını yerine getirmeye çalışıyordu. Oğullarına yatağı doğrultmalarını söyleyince telaşla yatağını doğrultuyorlardı ki; bu sırada Hastafendi’yi sorguya çeken doktor kapıda gözüktü.

Doktor sanırım o hastanın yanında üç genci ve o orta yaşlı adamı görünce biraz şaşırmış ve ürkmüş gibiydi veya bana öyle gelmişti.

Çünkü hastanelerde doktorlara yönelik saldırılar aklıma gelmişti. Öyle ya şu anda hasta ters bir şey yaşasa oğulları ve yanlarındaki beyin o şaşkınlıkla tepkisi farklı olabilirdi.

İçimden “tabi hasta yakınları hiç sınırlama olmadan buralara kadar sokulursa olabilir tabi” dedim.

Hastafendi de o üç genci görünce aklına iki kızı olduğu gelmiş de biraz kıskanmış gibiydi. Çünkü evde arada bir eşine “oğlumuzu senin yüzünden kaybettik” diye yarı şaka bir oğlu olmadığı için üzülüyormuş gibi görüntü verirdi.

Hanımının başına kalktığı olayın asıl sorumlusu kendisiydi. İşleri çok iyi gitmediği için hamile olan eşi “bir çocuk daha bakamayız” deyince hiç düşünmeden eşinin kürtaj isteğini kabul etmiş, o sıra kürtaj yasak olduğu için bir özel poliklinikte çocuğu aldırtmışlardı.

Kürtajı yapan doktor “çocuk erkekmiş” diye açıklama yapmıştı. O sıra o söze önem vermeyen Hastafendi yıllar geçtikçe bir oğul özlemi duyunca kendi kusurunu unutup karısına yarı şaka sitem ederdi. Sanırım şimdi yine aklına o aldırılan çocuk gelmişti.

Benim aklımdan bunlar geçerken doktor o hastaya “geçmiş olsun” dedi. Oğullarının babalarıyla ilgili verdiği bilgiyi dinledikten sonra hastaya “Ne iş yapıyordun?” dedi. Hasta “ben berberlik yaptım doktor bey” diye cevap verince doktor “sigarayı çok mu içtin?” diye sordu. Hasta doktorun bu sorusu üzerine sanki biraz canlanmış gibi doğruldu sol elini açıp sağ eliyle sol eline vurarak “ben yaktım, müşteriler yaktı. Valla doktor bey fosur fosur içtik ciğarayı” dedi. Orta Anadolu’da bir şehirde berberlik yaptığını söylemişti.

Berberin doktora berberlik yaptığını söylerken “ben yaktım, müşteriler yaktı. Valla doktor bey fosur fosur içtik ciğarayı” dediği an onun tavrı, anlatırken kullandığı kelimeler, o kelimeleri telaffuzu bana çok tanış gelmişti. Sanki ben de onun müşterisiydim. Onun ‘fosur fosur ciğara’ içtikleri içinde ben de vardım.

Orta Anadolu’da kışlar karlı olur ve sert geçer. Karlı bir gün berber dükkanında suratı sabunlu bir müşteri, müşteri bekleme sıralarında da berberin geceden kalmış mahmurlukla arkadaşları oturmuş. Berber bir yandan elindeki usturayı gılağılarken bir yandan arkadaşlarıyla laflıyor.

Tabi berberde muhabbet bol… Çaylar da gelmiş. Dışarıda lapa lapa kar yağıyor. Soba da hafiften yanıyor. Üzerindeki demlik hışırdamaya başlamış. Berber, çırağına “oğlum bardakları boşalana çay doldursana” diyor. Önündeki bankın üzerinde duran kül tablasında külü uzamış gitmiş sigarasından bir nefes çektikten sonra keskinleşmiş usturayı sabunlu bekleyen müşterinin yüzünde gezdirirken lafına kaldığı yerden devam ediyor. O sıra dükkanın içi içilen sigara dumanıyla sisli gibi. Sigara içen de, içmeyen de hepimiz duman altı durumdayız.

Berbere bakarken bunlar aklımdan geçerken geçmiş yıllarda tanıdığım berberler ve onların benzer görüntüleri gözümde canlandı. O görüntülere dalıp gittim.

O sıralar Hastafendi hasta değildi. Genç oldukça yakışıklı ve kendine güvenli lafı dinlenir biriydi. Ben de o sıra onun içindeki öykücü kişiliği olarak onun baskısıyla sessizce onun gördüğü, yaşadığı ilginçlikleri bir fırsat bulunca öyküleştirmek için onun beyninin içinde kayda geçiriyordum.

Hastafendi’nin yaşadığı ilçenin bildiğimiz en eski berberi ‘sağır berber’ diye tanınan Mustafali amca daha o yıllar bile yaşlı biriydi. Hastafendi’nin de uzaktan akrabası olurdu. O yıllar ilçede doktor olsa bile diş doktoru yok. Mustafali amca diş de çekerdi.

Ama öyle morfin falan yok. Kerpetenle, dayanabilirsen dayan. Ayrıca sarılık hastalığına yakalananlardan ustura ile kan bile alır; kimine sülük yapıştırırdı. O kan alınınca sarılık geçer diye düşünülürdü her halde.

Hastafendi o yıllar küçük bir oğlan. Babası sağır berber amcaya saç tıraşına götürür. Berber amca biraz yoldurarak da olsa üç numarayla saçlarını tıraş ederdi. Bunları hatırladım.

Hastafendi sonraları büyüdükçe berberini değiştirdi. İlçedeki sonradan berberlik yapanların hemen hepsi Sağır Berber Musatafali amcanın çırağıydı. İlçede sonra çoğalan terziler de Kel Terzinin çırağıydı. Sağır Berberi hatırlayıp o yıllara gidince Kel Terziyi hatırlayıp anmamak olmaz. Çünkü o da farklı, özgün bir kişilikti. İlçede çoğu kişinin bilmediği belki bilip de unuttuğu bir geçmişi vardı.

Hele Osman Çavuşu karanlıkta kıstırıp kafasına sopayla vurup bayıltışını çoğu kişi bilmez. Çünkü bilenlerin çoğu öldü. Ben bu anıyı Bakkallık yapan Osman Çavuş dayıdan duymuştum. Onun at arabacılığı yaptığı yıllarda yaşadığı bir anıydı.

Bilen bilir. Kamyonların henüz piyasaya tek tük çıktığı; üç beş kişide var olan traktörlerin de öyle kıyılıp da her işe koşulmadığı yıllarda özellikle ilçelerde hatta kimi küçük şehirlerde taşıma işi at arabalarıyla yapılırmış. İnşaatlar için gerekli olan taş, kum benzeri malzeme at arabalarıyla çekilirmiş. Hatta o arabalar birçok yerde bir yerden bir yere giderken insanların kendilerini ailesini veya eşini dostunu taşıma aracı gibi kullanılır, gelinlerin çeyizleri hatta kendileri baba evinden o at arabalarıyla getirilmiş.

Hastafendi o yıllara ucu ucuna yetişmişti. Çok küçüktü. İlçeye o yılların ulaşım olanağına göre uzak bir köyde babasının asker arkadaşının oğlunun düğünü vardı. O köye akrabaları olan cambazın Enver’in at arabasına ailece doluşup o düğüne gitmişlerdi. Hatta bir gün önce gitmişler Cambazın Enver’in köyünde dede dostu olan Hacı Arabın evinde misafir olmuşlardı.

Misafir kalınan evin olduğu köyün özelliği sulak çayırları ve orada yayılan kaz sürüleriydi. O ilçenin sadece o köyünde kaz beslenirdi.

Oradan düğün olan köye gidilmişti. O köydeki düğünde gece yakılan maşalayı ve gençlerin o maşala etrafında çıkardığı oyunu Hastafendi anasının yanında izlemişti. Ertesi günü gelini köyün sırtındaki tepeden at üzerinde dolaştırmışlardı.

Haliyle ben ve o yolculuğu hiç unutmadık. Ben bunları daha o yıllarda görüp hafızaya kaydediyordum. Denk düşerse o hatırladığım yaşanmışlıkları bu öykü yolculuğunda yazarım.

Nerden nereye. Eee öykü yolculuğu böyle gezinerek, yolculuğu izleyenleri de anılarında gezdirerek devam edip gidecek.

Neyse Sağır Berber Mustafali amcanın çırakları içinde sonradan en gözde olan berber Berber Baki’ydi. Aynı buradaki hastanın anlattığı ve benim gözümde canlandırdığım berber dükkanı gibi Berber Baki’nin dükkanı hep dolu olurdu. Bir iki kişi tıraş olacaksa diğerleri Berber Baki’nin muhabbetine gelirdi.

Kışları bizim ilçe de soğuk ve karlıdır. Hava soğuk olunca da berber dükkanına gelen kimsenin dışarı soğuğa çıkası gelmezdi.

Aslında berber dükkanının dibinde kahve de vardı. Ama bir yandan sigarayı fosurdatıp, diğer yandan Berber Baki’nin muhabbetini dinlemek çok keyifli oluyordu. Hele bir de çay varsa muhabbetin araçları tamam olurdu.

Çay, sigara ve sıcacık bir dükkan ve tatlı muhabbeti kim bırakır gider ki?  Sigara dumanıyla göz gözü görmeyen dükkana dışarıdan gelenler “ne oğlum bu duman? Tilki mi çıkarıyorsunuz?” diye takılıp boş bulduğu yerde yerini alırdı.

Aslında yaz günleri de o dükkan hep doluydu. İlçenin ekabir, yiyip içen takımı onun dostuydu. Tabi bizim Hastafendi de onların arasındaydı. Gerçi o sıralar çok gençti; ama o oldum bittim kendinden çok büyüklerle dostluk eder. Onlar da onu sevip sayardı. Bu vesile ile Berber Baki’nin ekabir dostları arasına girmişti. Hep birlikte bazı geceler kafa çektikleri de olmuştu. O sırada yaşanmışlıkları sonra yeri gelirse yazarım.

Hastafendi ilçeye gelince tıraş olsun olmasın o dükkana mutlaka uğrardı. Aslında o oraya muhabbetten ziyade aynanın üstüne yapıştırılmış müşteri resimlerine bakınmak için giderdi. Hemen hepsi tanıdık, çoğu ölmüş kişilerdi. O resimlere bakarken o insanları tanıdığı anlara dalıp giderdi. Bu benim için iyi olurdu tabi. O resimlerden çıkan öyküleri bir gün özgür kalınca yazmak için hafızaya alırdım.

Buradaki hasta olan berbere bakınırken aklımdan bunlar geçince bu hasta sanki yakınımmış gibi gelmişti. Doktor onunla ilgili notları aldıktan sonra yapılacak tedaviyi kısaca anlatıp “geçmiş olsun” dedi gitti.

Berber eşi, oğulları ve orta yaşlı tanıdıkla baş başa kalınca yine huysuzluğa başladı. Görüldüğü kadarıyla çok kötü durumda değildi.

Aslında Hastafendi berberden çok daha kötü durumdaydı. Siz bakmayın onun böyle etrafıyla ilgilenip kendiyle dalga geçmesine. O her zaman böyledir. İçinden çıkılmayacak zor durumlara düştüğü zamanlarda, hastalıkla savaşırkenki en kötü anlarda bile hep etrafıyla ilgili ve kendiyle dalga geçen biridir.

Öyle olmasa belki kafayı yerdi. Çünkü öyle şeyler yaşadı ki. Ben de onunla birlikte yaşadığım için o anları yazsam valla her biri abartısız kitap olur. Ama o yaşananlar bu yolculuğun konusu değil. Yeri gelince kimilerine belki değinip geçeriz. Çünkü bu yolculuk herkesin yaşamışlığına dokunan bir yolculuk olacak.

Herkes bu öykülerde bir şekilde yerini alacak, anılarını tazeleyip o anılarda yaşadığı kendi öykülerinde gezinecek. Yolculuğa bizimle başlayan veya sonradan katılan herkes okuyarak bunları fark edecektir.

Ben Hastafendiyle ilgili bunları düşünürken yemek saati geldi. Yemek buralarda hep saatinde gelir. Hastalar da bu saatlere alıştığından yemek saati yaklaşınca kıpırdanmalar başlar. Buralarda kala kala bunları öğrendik.

Koridorda araba tıkırtıları başlayınca Hurşit ‘yemek geliyor’ dedi. Bu sırada berber hala çalımlıydı, eşine ve çocuklarına talimat yağdırıyordu. Sanırım hemen yanındaki hastaya özenip o da perdesini çektirdi. Oğlu dışarı çıktı elinde ördekle geldi.

Yalnız zamanlamayı iyi yapmamışlardı. Tam yemek saatinde ördek ne kadar alışkın olunsa da hoş karşılanmaz. Perdenin öte yanında sanırım ördeğe idrarını dolduruyordu. Yanlarında gelen yakını berberin bu davranışına kızmış gibiydi. Yanımızdan geçerken “Şişenin dibini bulucem diye vurdu rakıyı vurdu rakıyı. Şimdi sanki sebep oğlanlarıymış gibi onlara çalım satıyor” diye söylenerek dışarı çıktı.

Yemekleri getiren görevli hastaların refakatçilerıne “hastaların yemeklerini alın” diye seslendi. Refakatçi olup yemek alacak olanların da refakatçi kartlarını göstermelerini istedi.

Hastafedi gözlerini araladı. Kızı “baba yemek alayım mı?” dedi. Çok halsizdi. Kızına ‘olur’ der gibi başını salladı. Kızı onun yemeğini alıp getirdi önünde ki sehpaya koydu. Sehpayı tam onun önüne gelecek şekilde koydu. Hastafendi yemeklere baktı. Canı hiç yemek istemiyordu. Kızına “sen ne yiyeceksin?” dedi. Kızı “ay baba ben yerim bir şeyler. Şimdi senin yemen lazım” deyince bir lokma ekmek koparıp ağzına götürdü. Kaşığı eline alıp yemekten bir kaşık aldı, ağzına götürdü. Ama çok halsizdi, lokma ağzında büyüdükçe büyüyordu. O lokmayı çiğnedi, çiğnedi sonra suyla zor zahmet yuttu. Kafasını yeniden yastığa koydu.

Üzüntüyle bakan kızının elini tuttu “uykusuz olduğum için canım istemiyor” dedi. Bu sırada perdeleri çekili yerlerde ve Hurşit hummalı bir karın doyurma faaliyetine girmişti. Gelen seslerden onun dışında herkesin iştahla yemek yediği anlaşılıyordu. İçinden “Ee! Can boğazdan gelirmiş” dedi.

Kızı o yemek yemeyince çok üzülmüştü. Gözünün kuyruğuyla bakınca bunu fark etti. Yine elini kızına uzatıp onun elini tuttu, cansız bir şekilde sıkmaya çalıştı. Kızının elleri küçücüktü. Adeta avucunda kaybolmuştu. Ne zaman kızının elini tutsa içinden hep ‘teknoloji çok gelişse de ışınla bunu küçültüp gömlek cebimde taşısam, sonra gerektiğinde büyütsem’ diye geçirirdi. Şimdi de aynı şey aklına geldi gülümsedi. Kızı da babasının ne düşündüğünü fark etmiş, gülümsüyordu.

Kızına “yardım et de tuvalete gideyim” dedi. Kızı telaşla “baba halin yok ördek getireyim istersen” deyince kızına “olmaz tuvalete gideceğim. Sen bana bir araba getir” dedi. Hiçbir zaman ördek kullanmayı tercih etmez, ona sanki ayıpmış gibi gelirdi. Çok halsiz olduğu iki kişiyle zor götürüldüğü halde tuvalete giderdi. İçinden “zaten millete yük oluyorum. Bir de pisliğimi taşıtmayayım” derdi.

Hele şimdi kızını hiç kıyamadığı için tuvalete gitmek istemişti. Kızının getirdiği arabaya kızı ve Hurşit’in yardımıyla bindi. Tuvalete on metre kala kızına “sen burada kal” dedi. Kendi arabayı tuvaletin önüne kadar götürdü. Orada kızının ilerde endişeli bakışları arasında arabadan inip tuvalete girdi. Şansından alafranga tuvalet boştu. İşini görüp çıktı. O sırada yanına gelen kızının yardımıyla arabaya bindi. Kızıyla birlikte koğuşa geldiler. Yine Hurşit de yardım etti. Arabadan inip yatağına yatırdılar. Kızına “ben uyuyacağım, sen de kantine in bir şeyler ye” dedi. Kızının “uf baba ben yerim. Sen nasılsın?” diye gösterdiği tepkiye gülümsedi.

Kızı hep böyleydi. Gözlerini yumdu oksijen kavanozunda suyun çıkardığı sesi dinlemeye başladı. ‘Lırlrlrlrlr’ diye içinden sesi tekrar ederken uyumuştu.

Bu sırada camdan taraftaki berberden ve kendine özel bir bölüm yaratmış hastanın tarafında hastalar ve refakatçileri yemeklerini yiyordu. Hastafendinin kızı babasının ‘bandakladığı’ yemeği kapatmış tekrar kendi koltuğuna oturmuştu. O da uykusuzluktan çok halsizleşmişti. Karnı da acıkmıştı. Ama babası bir şey yemediği için kafasını ona takmıştı. “Acaba babası çok mu hastaydı?” Bu düşünce ve endişelerle o da gözlerini kapadı. Aklındaki soruya cevap bulmaya çalışıyordu. Babasının durumunu anlaması olanaksızdı. Sorsa ondan doğru bir cevap da alamayacağını biliyordu.

Aklına doktora gidip sormak geldi. Bu düşünceyle kalktı. Babasının gözleri kapalıydı. ‘Uyuyor’ diye düşünüp doktora babasının durumunu sormak için odadan çıktı. Bu sırada hastafendi oksijen kavanozundaki suyun sesine dalmış oda arkadaşı berberi ve öteki hastayı düşünüyordu. Berberi görüp tanımıştı. Ama onun hemen yanında perdeleri çekili hastayı henüz görmemişti. Onun Hurşit’e söylediklerini duyunca onu temelli merak ediyordu. “Acaba kim? Nasıl bir hasta?” diye düşünürken o taraftan sesler geldi. Berberin hanımıyla o hastanın hanımı birbirine nereli oldukları sorarak tanışmaya çalışıyorlardı. Söylediklerinden her ikisinin İstanbul’a en fazla göç veren illerden birinden hemşeri oldukları anlaşılıyordu. Hurşit de Ordu’lu olduğunu söylemişti.

Hastafendi bunları duyunca İstanbul’un kalabalığı aklına geldi. O kalabalıklar hep aynı endişe veya umutlarla bir yerlerden, yurtlarından kopup gelmişlerdi bu şehre. Milyonlarca insan, milyonlarca birbirine benzer veya çok az farklarla ayrışan yaşam öyküleri.

O İstanbul’a ilk olarak askeri lise imtihanı için 64 de gelmişti. O yıllar İstanbul’un nüfusu bir buçuk milyon civarındaydı. Öğrendiğine göre o yıllar günlük olarak nüfus iki yüz kırk kişi artıyormuş. O yıllara ilişkin bildikleri bunlardı. 1971 de tekrar gelmişti. O yıllar İstanbul’un nüfusu iki milyona yakındı. İstanbul’a her gün katılan nüfus hızlanmıştı.

Şimdi sanırım on altı milyon. Ve bu kalabalıkların on beş milyona yakını hep dışarıdan gelip yerleşen insanlar. Ötekiler de yani doğma büyüme olup kendilerini İstanbullu kabul edenler bile aslında hep bir yerlerden gelmişti. Çünkü İstanbul’u kuranlar Bizanslılardı. Bir tv programında izlemişti. Birine ‘aslen nerelisin?’ sorusunun sorulduğu tek şehir İstanbul’muş. Gerçekten çok uzun yıllar İzmir’de kalmıştı. Orası da dışarıdan göç alarak büyüyen bir ildi. Ama hemen hiç kimse kimseye “aslen nerelisin?” diye sormaz ve bu soruyu sorma gereğini duymazdı.

Bunlar aklına geldi. Bu odadan bu hastaneden gelip geçen onca hastanın hemen hemen tamamının bu şehre bir yerlerden geldiği aklına geldi. Gözlerini aralayıp duvarlara baktı. Sanki o insanların görüntüleri duvarda belirmişti. Bu düşünceyle duvarlara hayretle bakarken gülümsedi.

Tam bu sırada doktora babasının durumunu sorup gelen kızı babasının gülümsediğini görünce sevindi. Zaten doktor da ona “babanız coah hastası. Onun daha iyi olmasını beklemeyin. Mevcut durumunu koruduğu sürece fazla sorun yaşamaz. Onun bu gerçeği kabul etmesi lazım. Yani durumunda bir tehlike yok” demişti.

Doktorun bu soğuk da olsa gerçeği anlatan cevabıyla babasının kötü durumda olmadığını öğrenen kızı babasını gülümser görünce “doktordan geliyorum. Durumun kötü değilmiş. Doktor baban durumunu kabullenirse daha rahat eder dedi” diyerek doktora gittiğini söyledi.

Hastafendi kızının bu sözlerini duyunca az önce düşündüklerini unuttu “aferin beni rahatlattın” dedi. Kız anlatımındaki soğukluğu fark etmişti. Ona sarıldı “yanlış anlama babişko. Senin durumunu sorunca bunları doktor söyledi” deyip öpüyordu. Hastafendi kızını öperken “canımın içi; ben sen ne söylediysen onu anladım” diye onunla dalga geçiyordu.

Onlar böyle muhabbet içindeyken aşçılar boşları alıp gitti. O sırada içeri giren bir hemşirenin “burası ne olmuş böyle herkes perdeleri çekmiş. Açın perdeleri ilaç saati” diye biraz öfkeli sesiyle irkildiler. Sanırım hemşire haremlik selamlık görüntüsünde rahatsız olmuştu.

Hemşirenin bağırışıyla cam kenarındaki hem berberin hem öteki hastanın refakatçileri perdeleri çekti. Perdeler çekilince Hastafendi “hah şöyle ya. İçimiz kararmıştı” diye mırıldandı. Onun bu mırıltısını duyan hemşire gülümsedi. Sonra öteki iki hastaya ve refakatçilerine “işiniz bitince perdeleri açın da hastalara kasvet çökmesin” dedi. Her iki hastanın refakatçileri perdeleri “hastanın ihtiyacını karşılamak için” çektiklerini söylemeye çalışırken hemşirenin son sözü üzerine sustular.

Perdeler çekilince odanın büyüklüğü ve balkon ortaya çıkmıştı. Balkona bakan pencerelerden gözüken manzara hava hafif sisli de olsa oldukça güzeldi. Hemşire öteki hastalara doktorun önerdiği tedaviyi yaparken balkona doğru bakan Hastafendinin yanına gelen Hurşit “balkon adalara bakıyor. Hava iyi olunca şahane manzarası var” diye açıklama yaptı. Perdeler çekilince sanırım o da kasvetlenip yatmıştı. Hemşirenin uyarısıyla perdelerin açılması onu da canlandırmıştı. Halinden öyle anlaşılıyordu.

Hemşire diğer iki hastaya uygulanacak olan ilaç ve serumu uygulayıp Hastafendiye geldi. Gündüz damar yolu açılmıştı. Ona da serum takıp, gerekli iğneleri yaptı, Hurşit’e de tedavisini uygulayıp gitti.

Bu sırada Hastafendi gözünü o merak ettiği hastaya dikmişti. O hasta siyah saçlı, tokur kafalı kütülek biriydi. Görüntü olarak hastaya benzemiyordu. Coah hastalarında insanı şaşırtan bir özellik. İlk bakışta hasta gibi değillerdir. Ama akciğer tükendiği için hemen hepsi ‘alacanlı’ yaşarlar; ama bu pek belli olmaz.

O hastanın eşinin hemşerileri olan berberin eşiyle konuşmalarından anlaşıldığı kadarıyla emekli öğretmenmiş. İki oğulları varmış. Kadın gündüzleri, oğulları da gece bekleşiyorlarmış.

Hastafendi bunları duyunca öğretmenin öğretmenlik yaptığı günler gözünde canlandı. İçinden ‘bu iyi voleybol oynuyordur’ diye geçirdi.

Geçmişte tanıdığı özelikle köylerde öğretmenlik yapan tanıdıkları aklına geldi. Onların okulun bahçesindeki voleybol sahasında köyün gençleriyle vakit geçirmek için voleybol oynayışı gözünde canlandı. Arada bir futbol maçı yapsalar da genelde hep voleybol oynarlardı. Bu maçlar duruma göre lokumuna veya gazozuna ama oldukça iddialı olurdu. Yenilenle bol bol dalga geçilmesi de oyunun ’bonusu’ olurdu.

Tanıdığı öğretmenlerden biri vardı. Gençlerden oluşan beş kişilik voleybol takımına karşı tek başına maç çıkartır, onları genelde yenerdi.

Emekli öğretmen olan hastaya bakarken bunlar aklına geldi. İnsanların birçok yanlarıyla çok benzeştiğini  bunun en kolay doğrulanacağı alanın İstanbul’da yaşayan insanların yaşam öykülerinde gezinmek olduğunu düşündü.

Aklına geçtiğimiz yıl Ortaköy’de tanıştığı bey geldi. Seksenini geçen yaşına rağmen oldukça dinç Ortaköy’ün yerlisi olduğunu söyleyen bey kısa sohbetlerinde çok iyi anlatıcı olduğunu kanıtlamıştı. Bir bankta otururken yanındaki kişiye nasıl lakerda yaptığını anlatırken, hiç lakerda yemeyen Hastafendinin canı Lakerda çekmişti.

O sırada o beye “sizinle daha iyi tanışıp sohbet etmek istiyorum. Sizden Ortaköy’ün, İstanbul’un bildiğiniz geçmişini öğrenmek istiyorum” deyince o bey büyük ilgiyle “bundan memnun olacağını” söylemişti.

Ama bizim Hastafendinin her işi genelde hep lafta kalıyordu. O sırada hastalığı artınca kaldığı şehre dönmek zorunda kalmış, o beyle düşündüğü sohbeti yapamamıştı. İstanbul’a bu gelişinde o beyi arayıp yarım kalan sohbetlerine mutlaka devam etmeyi kararlaştırmıştı. Ama hastalanıp buraya tedavi için gelince o kararı yine aksamıştı.  ‘Öykü yolculuğu’ diye başlattığı çalışma için buradan taburcu olunca o beyi mutlaka arayıp bulacaktı. Şimdi buradaki insanları tanımaya çalıştıkça bunlar aklından geçiyordu.

Bu düşüncelerle günler geçerken o hastayı daha yakından tanıma olanağını bulmuştu. Buraya geldiğinin üçüncü günü hafta sonuydu. O sırada berberin oğulları babalarının ısrarına dayanamamış başhekimi nasıl ikna ettilerse babaları için özel oda bulmuşlar ve oraya taşınmışlar, onun yattığı yatak henüz boştu.

O gün günlük muayenesini yapan doktor öğretmene ‘sizin için psikiyatristen randevu aldık. Öğleden sonra ona muayene olacaksın’ demişti. Söylendiği gibi öğleden sonra öğretmen oğluyla beraber psikiyatriste gidip geldi. Onun niçin psikiyatriste sevk edildiği akşamüzeri doktorun gelip açıklamasıyla anlaşılmıştı.

Doktor ona “psikiyatristin de söylediği gibi sorununuz biraz psikolojik. Burada size yapılacak tedavi yapıldı. Sizin durumunuzu bu hafta sonu da takip edeceğiz. Sizi muhtemelen Pazartesi günü taburcu ederiz. Artık bundan sonra tedaviye evde kendiniz devam edeceksiniz. Size verdiğimiz oksijen makinesini her gece sabaha kadar kullanacaksınız. Sabah iki saat, akşamüzeri iki saat yine makineye bağlı kalacaksınız. Buna uyduğunuz takdirde sorunsuz hayatınıza devam edersiniz. Sizin iyileşmeniz bu kadar. Bunu kabul etmeniz lazım.” diye ayrıntılı açıklama yapınca öğretmenin durumunu, yaşadığı sıkıntıların nedenini anlayan Hastafendi çok üzülmüş; öğretmen hakkındaki ön yargısı için utanmıştı.

İki gün önceydi. Hastafendinin hanımı kızından refakatçi nöbetini almıştı. Refakatçiliğe alışkın olduğu her halinden belliydi. Burada da evdeki gibi her şeyi izah ederek işe başladı. Yıllardır Hastafendi onun bu huyuna alışmış onu sessizce dinlerdi. Eşi her zaman yaptığı gibi her şeyi ayrıntılı açıklayarak, getirdiği şeyleri dolaba yerleştirmeye başladı. Meyveyi de ortak buzdolabına yerleştirirken ‘bizimkileri şu kısma koydum’ diye açıkladığı sırada hastalığın yorgunluğunu atamamış olan Hastafendi eşine sinirlenip ‘mal mı bölüşücez yav koy bir yere’ dedi.

O sırada berberin eşi de buzdolabının yanındaydı.  Hastafendinin eşine ‘mal mı bölüşücez yav koy bir yere’ dediğini duyunca şaşırmış gibi  ‘aaa bizim oğlan mal mı bölüşücez dedi’ diye şaşkınlığını dile getirdi. Onun ‘aaa bizim oğlan mal mı bölüşücez dedi’ derken çıkardığı ses tonu da Hastafendiye çok tanıdık gelmiş ve şaşırtmıştı. Sanırım ikisi de birbirine çok tanıdık gelmişti. Tavırlarından bu anlaşılıyordu.

Gerçekten kadının ‘aaa bizim oğlan mal mı bölüşcez dedi’ derken çıkardığı ses Hastafendiye kendi ilçesinde ve o civarda tanıdığı birçok kadını hatırlatmış, kadının yüzü o anda çok tanıdık gelmişti. Berberin eşinin bakışından onun da benzer duygular içinde olduğu anlaşılıyordu. Bir ses, şive ve o sesin tınısı her iki insanın yaşadıkları yer arasındaki yüzlerce kilometreye varan mesafeleri adeta yutmuş iki insanı aynı duygu ve düşüncede birleştirmişti.

Hastafendi içinden ‘türküler de öyle değil mi? Bir Erzurum bir Erzincan türküsü hatta çok farklı şivesi olsa da bir Karadeniz türküsü de insanlarda aynı benzer etkiyi yapmıyor mu? Yaslarımızda, sevinçlerimizdeki ses de aynı acı ve neşeyi vermiyor mu?’ diye düşünüp berberin eşine gülümserken; yüzündeki şaşkın ifade henüz geçmeyen berberin eşi de sanki aynı şeyleri düşünüyordu.

O sırada Hastafendinin gülümsediğini gören eşi ‘ooo bakıyorum iyisin’ demişti. Hastafendi eşine ‘belli mi oluyor?’ derken berberin eşi karışmış kafasıyla elindekini dolaba koyup eşinin yanına gitmişti. O andan sonra berberle aynı odada kaldığı iki gün boyunca berberin eşi hep tanıdığı biri gibi, bir yakını hemşerisi gibi geliyordu.

Zaten berber de geldiğinde doktorun sorusuna ‘ben yaktım, müşteriler yaktı. Fosur fosur içtik ciğarayı’ derken çok tanıdık gelmişti.

Hastafendi arada bir bunları düşünerek vakit geçirmeye çalışıyordu. Ben de benzer duygular içinde geçmiş yaşanmışlıkları aklımdan geçiriyordum. O sıra sürekli ayakta dolaşan Hurşit gözüme ilişti. ‘Bu geçmişte ilçemize gelen seyyar yırtımcılara ne kadar benziyor?’ diye aklımdan geçirdim.

O yıllar henüz konfeksiyon yoktu. Onun yerine ilçede bir iki manifaturacı vardı. Ayrıca ilçenin pazarı olduğu gün çevre ilçelerden ve ilden gelip pazar yerine ‘yayınan’ yırtımcılar vardı. O sıralar ulaşım da çok fazla yoktu. Pazarcılar genelde bir gün önceden gelir ilçedeki hanlarda veya kahvelerde sabahlardı. O pazarcıları, kaldıkları hanları, sabahladıkları kahveleri o sıradaki muhabbetlerini bu öykü yolculuğunun bir yerinde mutlaka anlatmak isterim. Çünkü çok ilginç yaşanmışlıkları var.

Neyse işte o pazarcılarla gelip yayınan kadın ve erkekler için parça kumaş satanlara yırtımcı denirdi. Ama siz kumaş deyince hemen Altın Yıldız vb. marka elbiselik kumaş zannetmeyin. O yıllar kadınlar için Sümerbank işi veya ‘Nazilli basması denilen entarilik’ yani elbiselik kumaş satılırdı. Yine erkekler için de Sümerbank malı elbiselik kumaş veya ‘şayak’ denilen kalın elbiselik kumaşlar satılırdı.

Daha iyi elbiselik kumaşlar manifaturacılarda olurdu. Elbise ‘dikinecek’ olan kimse yırtımcıya veya manifaturacıya yanında elbiseyi dikecek terziyle giderdi. Terzi orada kumaşından, içine konacak telasına, pamuğuna, dikilecek düğmesine kadar ne gidecekse söylerdi. O söylendiği şekilde yırtımcının veya manifaturacının hazırladığı elbiselik terziye teslim edilir; terzi daha önce aldığı ölçüye göre iki üç provada elbiseyi dikip teslim ederdi.

Hele bayram arifesi elbise diktirmeye kalkıldı mı, o zaman zamanında yetişip bayram günü giymek için terzide yatıp kalkılır o sırada birlikte sigara çay içerken sohbetler gırla gider, duruma göre arife gecesi terzide sabahlandığı bile olurdu.

Yani o yıllar özellikle küçük yerlerde elbise sahibi olmak bu merasime tabiydi. Şimdiyse işler kolay. Girersin mağazaya parana göre alır çıkarsın elbiseyi. Çok çok bir pantolon paçası yaptırırsın hepsi o.

Ama o yıllar elbise diktirirken adeta ritüele dönen anlattığım veya anlatamadığım anılar ilerde o kişinin hep yaşadığı hatıralar ve güzellikler veya sıkıntılar olarak belleğine yazılır, yaşamanın acı veya tatlı tadına varılırdı.

Şimdiyse her şey tatsız tuzsuz yapay… Hele kadınlar. O yıllar onların elbise diktirmesi de tam merasim olurdu. Tabi bunlar küçük yerleşim yerleri, kasaba ve köyler için. Gerçi o yıllar büyük şehirler de benzer özellikteydi. Çünkü oraların nüfusu şimdiki gibi alıp başını gitmemiş, henüz oralara köylerden göç akını başlamamıştı.

Her şey sonraları özellikle ellilerin başında başladı. Hele altmışlardan sonra hızla artarak günümüze gelindi. Bu öyle hızlı oldu ki! Para kazanma hırsı, ekmek kavgası, bir yer edinme hırsı adeta insanların belleğini silip geçmişle bağlarını kopardı. Çoğu kişi yakın geçmişindeki birçok yaşanmışlıkları unuttu. Birisi anlatırsa veya bir yerde okursa o zaman belki hatırlıyor veya şimdiki yaşamın sıkıntılarını aklına getirmemek için hatırlamak istemiyor.

Oysa o yılardaki yaşamlar hilesizdi. İnsanın güzelliklerini yansıtır çok basit şeyler bile insanı mutlu ederdi. Çünkü yaşamın her yönü adeta kolektifti. Acılar, mutluluklar birlikte yaşanır, birlikte paylaşılırdı. Çocuk oyunları bile öyleydi. Tek başına oyun oynamayı bilmezlerdi ki. Çocuğun oyun için en az bir arkadaşı olacaktı. Mahalleler vardı. Mahalle arkadaşlıkları oluşur; oyun araçları birlikte hazırlanır, birlikte paylaşarak oyuna katılınırdı.

Şimdiki tek başına oyunların getirdiği yalnızlık, ilişkilerdeki yapaylık, bireyselleşme, soysuzlaşma, doyumsuzluk; bir yerlere gelebilmek, bir şey kazanabilmek için her şeyinden, bütün değerlerinden vazgeçme açgözlülüğü henüz o yıllar yoktu. Herkes birbirinin yardımına koşar acıyı ve sevinci ‘mahsuscuktan’ değil gerçekten paylaşırdı.

Örneğin gelin olacak kızların ‘urba görme’ merasimleri olurdu. Evlenecek kızın evleneceği kişiye veya ailesine bütün yükü o alınan urbalar ve bir iki takı olurdu. O ‘urbalar’ yani elbiseler da hazır satılmazdı.

Gelin olacak kız varsa kardeşi, yeğeni annesi ve oğlanın annesi, kardeşleri, halası, teyzesi hep birlik yırtımcıya veya manifaturacıya gider orada kızın bütün bir ömür giyeceği ‘entarilerin’ yani elbiselerin kumaşları kestirilip alınırdı. Buna gelinlik de dahildi. Onların hepsinin ederi şimdinin bir gelinliğine, bir nişan elbisesine ancak denk gelir.

Bu urba görme veya düğün işi mevsimine göre ürün kaldırıldığı aya denk getirilir veya borçlanma için ürün kaldırma zamanına tarih atılırdı. Örneğin ‘pancar parası alınca veya anason parası, afyon parası, tütün parasını alınca veya pamuktan dönünce’ gibi…

Tabi kimi kasaba ve küçük şehirlerde de ödemenin belirlendiği anlar ayrıydı. Ama hemen herkesin durumu aynı olduğu için ‘kimin ne zaman düğün yapacağı veya borcunu ne zaman ödeyeceği üç aşağı beş yukarı belliydi.’ Tabi bu durum memur olanlar ve esnaf için değişirdi.

Ama o yıllar urba görme merasimi hemen herkes için benzer şekilde olurdu. Urbalar görülünce o yerin kadın terzisi ‘keten kesme’ merasimine çağrılırdı. O gün gelin olacak kızın evine gelen terzi kızın ölçüsünü alır, sonra elbiselik kumaşlar üzerinde gelin yürütülür, terzi kumaşlardan birini kesmek için başına geçerdi. Ama o sıra ‘kör olası makas’ kumaşı bir türlü kesmezdi tabi. ‘Terzi bahşiş istiyor’ denir, terziye bahşişi ödenirdi, ama makas yine kesmezdi.

Çünkü konuklara çerez ikram edilmesi lazım… ‘Konuklara çerez ikram edilir, varsa çay veya şerbet içilir, o sıra bir leğen veya sini getirilip ortaya konurdu. O leğeni veya siniyi kim darbuka gibi çalacaksa o buyur edilirdi, ama o hemen geçmezdi leğenin veya sininin başına. Nazlanırdı biraz. Ama içinden ‘ısrar etseler de çalsam, söylesem’ diye geçirirdi.

O sırada orada olan kadınların tecrübeli ‘biraz da cazgır’ olanı ‘kim çalacaksa?’ siniyi ve leğeni onun önüne kor ‘gız hadi nazlanma. Çal birez de gurtları gırdıram’ derdi. Artık onun bu sözüne nazlanma olmaz çalgıcılık yapacak önüne alırdı leğen veya siniyi başlardı çalmaya ‘dıppıdı dıbıdan, dıppıdı dıbıdan’ diye.

Sıra oynayacaklara gelirdi. Haliyle ilk olarak gelin olacak kız kaldırılırdı. O da tek başına oynamaya utandığı için arkadaşlarını ısrarla kaldırır, başlarlardı birlikte oynamaya. Sonra öteki kadınlar ‘nazlanmacı veya birbirini asılmacı’ kalkar, velhasıl herkes kalkıp oynardı. Böylece ‘keten kesme’ merasimi tamamlanınca terzi usulen kumaşın birinde makası gezdirirdi, o kadar.

Sonra terzi evine gittiğinde de elbiselerin hepsini ‘gelinlik dahil’ orada aldığı ölçüye göre dikerdi.

Ancak gelin kızımız evlendikten sonra çoluk çocuk sahibi olunca vücut ölçüleri değişirdi haliyle. O zaman da aynı elbiseler hiç giyilmeden terziye yeni vücut ölçüsüne göre düzeltilmesi için getirilirdi. Bütün bu süreçler evlenen kadının, yakınlarının sosyal aktivitelerinden sayılırdı. 

O yıllarda şimdilerin baloları bilinmezdi. Düğünler de yöresel özellikleri taşır; hep ahenk içinde en az üç gün sürerdi. Düğüne hemen herkes davet edilir; her gelen davetli davul ve zurna eşliğinde karşılanırdı.

Düğün sahibi gelen konuklarına mutlaka yemek ikramında bulunur; bu yemeklerin başyemeği etli keşkek olurdu. Bunun için köyün gençleri yine davul zurna eşliğinde keşkek dövmeye gider, köyün ortaklaşa kullandığı taş dibekte keşkek döverlerdi. Bu sırada düğün sahibi gençlere horoz ikram ederdi.

O düğünlerde daha çok bir iki davetli birlikte kınalanmış koç veya koyun veya keçiyi hediye olarak getirir veya bir zarf içine konan para düğün sahibine verilirdi. Sonraları ‘sanırım’ koyun koç pahalı geldiğinden günün tercihine ve her davetlinin gücüne göre hediye getirilir oldu. Bu hediyeler daha çok geline veya damada para asarak olmaya başladı. Bu şekilde düğün yapanın masrafına katkı sağlamaya çalışılıyordu. Bu düğünlerde ‘yani davullu zurnalı üç gün süren düğünlerde’ her yerin töresine göre güzellikler katılır, oyunlar çıkarılırdı. O düğünlerde kına dolaştırma, kına gecesi, gelinin çeyizlerinin serilmesi, sonra o çeyizlerin ve gelinin eşyalarının oğlan evine getirilmesi de hep merasimle olurdu. Sonra oğlan evinden kız evine kınalı koç gönderilir; kız evi o koçla konuklarına yemek ikram ederdi.

Aslında o yılların düğünleri öyle bir iki cümleyle geçiştirilecek ritüeller değil. Burada kısaca değindim. Denk gelirse bu öykü yolculuğunda farklı yörelerdeki geçmişte yapılan o düğünlerden, hatta cenaze merasimlerinden; o sırada mutluluk ve acının paylaşımları sırasında kimi yaşanmışlıklardan örnekler anlatıp onları öykülerle yaşatmaya çalışacağım.

Neyse; o sırada Hurşit’e bakarken bunlar aklıma gelmişti. Sabah gelen doktor ona ‘seni bugün taburcu ederiz’ demiş, sigara içmemesini tembihlemiş, kullanacağı ilaçları da tarif etmişti. O andan beri Hurşit sanki tahliyesi gelmiş mahkum veya teskeresi gelmiş asker gibi çok sevinçliydi. Zaten ‘kıpırdaktı’. Taburcu haberiyle daha ‘kıpır kıpır’ olmuş öyle odada gelip gidiyordu.

Berber dün akşam öğretmenin kumandayı çok oynayıp, sürekli kanal değiştirişine kızıp sert bir şekilde ‘kapa şu televizyonu yav’ deyince aradaki hemşerilik samimiyeti de şıpıdak kesilmiş dünden beri odada bir sessizlik, bir sinir harbi vardı. Evvelsi gün berberin eşinin ‘aaa bizim oğlan mal mı bölüşcez dedi’ derken yarattığı hoşluk çoktan kaybolmuştu.

Odadaki havadan rahatsız olan Hastafendi eşine “beni biraz dolaştır” dedi. Eşinin yardımıyla yataktan indi. Bastonunu eline aldı koluna giren eşinin yardımıyla yavaş yavaş odadan koridora çıktılar.

Odadan biraz uzaklaşınca eşi usulca “berberin çocukları öyle babasına özel oda arıyor” dedi. Hastafendi bu habere sevinmiş ama inanamamıştı. Eşine “sen nereden biliyorsun?” dedi. Eşi “sen uyurken öyle gidip geliyorlardı” deyince Hastafendi “hadi hayırlısı inşallah hallederler de rahatlarız biraz” dedi.

Birlikte ziyaretçilerin bekleme yerine oturdular. Orada epey oturdular. Sonra kalkıp odaya döndüler.

O sırada Hurşit’in yanında iki şık bayan vardı. Hurşit “ablamgil beni çıkarmaya gelmiş” dedi. Hastafendi ve eşi onlara “hoş geldiniz” dediler. Hurşit’in ‘ablam’ dediği sürekli konuşup Huşit’i eleştiriyor “sen o sigarayı bırakmaz, en kısa zamanda buraya gelirsin” diye mütemadi konuşuyordu. Yanındaki kızıymış. O da annesiyle birlikte Hurşit’e takılıyordu.

Zavallı Hurşit günler sonra tam taburcu olacağı gün gelen ablasıyla, yeğeninin ‘cengildemesine’ biraz bozulsa da belli etmeden gülümseyerek cevap vermeye çalışıyordu.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder