ÖYKÜLERLE YOLCULUK
Merhaba;
Öykülerle Yolculuk isimli uzun hikayede amacım
okuyanın belli bir zaman diliminde farklı bir öykü diliyle hoşça vakit
geçirmesini sağlamaktı. Ancak Öykü Yolculuğunda ilerledikçe ortaya “taşı
toprağı altın” diye İstanbul’a hücum eden insan öykülerinden belli bir zaman
diliminde Anadolu’nun hikayesi ortaya çıktı ve Öykülerle Yolculuk başlangıç
temposunu hiç bozmadan Anadolu’nun hikayesine doğru yolculuğa devam etti.
Umarım bu kitabı okuyan edebiyat dostu arkadaşlarım
gereken katkıyı sunarak bu yolculuğun ileriki bölümlerinde yol arkadaşı olarak
yerlerini alırlar.
Neyse; “niye öykülerle yolculuk?” diye başladı? Önce
onu açıklamakla başlayacağım bu öykü yolculuğuna.
Bir süredir yaşadıklarımdan yola çıkarak görüp,
duyduklarımı öyküleştirirken bir şey fark ettim. Bütün insan öyküleri aslında
insanın yaşam sürecinde bıraktığı izler gibi. O izleri takip ederek insanın
kendine ulaşmak olanaklı. Yani ben öyle düşündüm.
“İnsanın kendine ulaşmak” derken muradım insan denen
mevhumu kendi çıplaklığı içinde görmek. Yani insanının özelikleri olan
bencillik, kıskançlık, kahramanlık, korkaklık, her şeye meraklı ve hiç
umursamazlık, rekabet, düşmanlık, aşk, sevgi, öldürme tutkusu, barış içinde
yaşama arzusu; yani kısacası insanın yaşarken kendini ifade ettiği bütün
davranışlarından arındırıp onu kendi gerçeğinde fark edebilmek.
“Peki bu olur mu? Böyle hedefe varılabilir mi?” diye
sordum kendime. Yaşayıp gördüklerimden, okuduklarımdan bütün insanların hemen
hepsinin ortak kaygılarla ortak davranış içinde olduklarını fark edince fark
edebildiğim insan öykülerinde gezinerek bunun pekala olacağını düşündüm. Çünkü
insan bütün dünya ülkelerinde çok küçük farklılıklarla benzer yaşam öyküleri
içinde savruluyor.
Buradan bakınca insan öyküleri tıpkı denizdeki
balıklar gibi yaşam denizinde tek tek veya sürüler halinde yaşayan insanı
anlatıyor.
Bunların kimi küçük balıklar gibi küçük küçük çok iz
bırakmayan hiç fark edilmeyen insan öyküleri; kimi de denizdeki balinalar gibi
insanın yaşam denizinde hemen fark edilen ve balinaların içinde yuttuğu küçük
balıkların olduğu gibi içinde küçük küçük yaşam öykülerinin izlerini taşıyan
farklı toplumsal nitelikli öykü guruplarına dönüşüyor. Ve bu öykü gurupları
giderek yaşam okyanusundaki insanların kümelendiği toplulukların öykülerine
dönüşüyor.
Yani birbirinden belli farklılıklarla ayrılan insan
kümlerinin kendi içinde benzerliği olan yaşamların öyküleri bunlar.
Dikkatli bakınca bunların arasındaki farkın sadece
toplumların bazen birbiriyle kesişen bazen birbirinden ayrılan insanlığın yaşam
öyküleri içinde saklı olduğu görülüyor.
Hepimizin bildiği gibi insanlık yazıyı bulduğu
binlerce yıldan beri bir şekilde toplumların yaşamını yazıya dökmüştür. Buna da
yazılı tarih adını vermişler. Bir de yazılı olmayan ve yazının olmadığı
geçmişten bu güne sürekli dilden anlatılan toplumların efsaneleşmiş yaşam
öyküleri vardır. Bunlar toplumların genel durumu hakkında bilgi veren resmi
tarih öğretisinden oldukça farklıdır. Aslında o öğretiyi besleyen de bu
öykülerdir. Bu öyküler dilden dile binlerce yıldır anlatıcılar vasıtasıyla
anlatılarak bize ulaşmıştır.
Şimdilik bilinen en eski yazılı kaynak Sümerlerin
günümüze ulaşan tabletleridir.
'Günümüze ulaşan' dedim. Çünkü ilk çağda 'Büyük
İskender'in yaptırdığı' İskenderiye'de MÖ 3. Yüzyılın başlarında Ptolemaios
hanedanı tarafından kurulmuş antik kütüphanede bulunan 'eski kaynakların
bildirdiği dokuz yüz bin cilde varan el yazması eserin arasında Sümer
tabletleri de vardı.’ Pek çok yazılı kaynak ve Sümer tabletleri sonraki dönemde
'kimin yakıp yıktığı çok değişik olarak anlatılır' yakılıp, yıkılmış. Geriye
kalanlardan ancak bir şekilde korunanlar günümüze ulaşabilmiştir. Ancak
onlardan Sümerleri tanıyabiliyoruz. Mısır'ın çok eski zamanlardan kalan
papirüslerden Mısır'ın firavunlarının tarihini öğrenebiliyoruz.
Ama örneğin Gılgameş destanını Gılgameşin
anlattıklarından öğreniyoruz. Dedekorkut'un dilden dile zamandan mekandan
bağımsız anlattığı masal ve öykülerde Ortaasya insanını Türklerin yaşamını
öğreniyoruz.
Yani buradan anlaşılacağı gibi; yazılı olmayan,
yazının olmadığı, yaygın kullanılmadığı yıllardan olan biteni ancak dilden dile
anlatılanlardan öğreniyoruz. İşte bu dilden dile anlatıcılar bana göre tarihin
ilk öykücüleridir.
Örneğin Homeros, örneğin Gılgameş gibi, Dedem Korkut
gibi. Yine çok eskilerden kalan Beydeba'nın çok bilinen eseri Kelile Dimne'de
insana ders veren ilk hayvan öykülerini öğreniyoruz.
Yani demem o ki; aslında öykülerle öykücülük
insanlığın tarihi kadar eskidir. Ve Kelile Dimne örneğinde olduğu gibi öykü
deyince sadece insanların yaşam öyküleri anlaşılmamalı. İnsanlığın yaşam
öykülerinin de içinde bulunduğu, hayvanların, bitkilerin yani tüm doğanın da
öyküleri vardır. Ve anlatıcılar bütün bunları harman edip anlata gelmişlerdir.
Günümüzde vahşi doğa veya geçmiş zaman belgeselleri
de bir yerde aynı işlevi yerine getirir. Yani insanın kendinin de var olduğu
dünyanın hikayesini öğrenmesini.
Aslında hepimiz toplumların geçmişten bu yana
yaşamlarını, sosyal kültürel seviyelerini; hatta ekonomik durumlarını 'Neyi
nasıl ürettiklerini? Ne yiyip içtiklerini? Ne alıp sattıklarını?'
düşmanlıkları, dostlukları yani insanlığın bütün öyküsünü o anlatılardan,
öykülerden, o öykülerde gezinerek duyup okuyup öğreniyoruz.
Buradan bakınca eski zamanlardaki öykü
anlatıcılarının aynı zamanda yaşadığı zamanlardaki en önde gelen dil ustaları
olduğu anlaşılır.
Biz bunlara masalcı, destancı, öykücü diyoruz. Dilden
dile bunların tanımı farklılık gösterse de 'örneğin Kürtler bu anlatıcılara
dengibej adını verir' hepsinin ortak yönü çok iyi anlatıcı olmalarıdır.
Dünya edebiyat tarihine baktığımız zaman
klasikleşmiş edebiyat eselerini yazanların da bir dil ustası olduğu kadar, aynı
zamanda dili kullanma yani anlatı ustası olduğunu görebiliyoruz.
Bunlara birkaç örnek verecek olursak 'örneğin Tolstoy
Savaş ve Barış'ta altı yüz küsur kahramanı eserinde buluşturmuş ve onlar
arasındaki ilişkiyi öylesine ustalıkla örmüş ki o kitabı okuyan o savaş
sahnelerini, Napolyon'a yenilen Rusya'yı Rus insanının trajedisini adeta
gözünün önünde canlandırabilir. Örneğin Mobidik'te insan Kaptan Ahab'la
birlikte balina avına katılmış hissini duyabiliyor, örneğin İnce Memed'te insan
Çukurova'nın yapış yapış yazını, Çukurova'yı, Çukurova insanıyla birlikte
yaşayabiliyor.
Bunlara dünya edebiyat
tarihinden Türkiye edebiyat tarihinden yüzlerce örnek verebiliriz.
Yani öykücülük, anlatıcılık böylesine önemli bir o kadar zevkli bir uğraşıdır.
Benim çocukluğumda Dudanım teyze vardı. Komşumuzdu. O
yıllar ilçede elektrik de yok. Geceleri erkekler kahveye kaçarken, kadınlar
çocuklarını alır bir tanıdık eve oturmaya gider veya oturmaya gelen misafiri
ağırlardı.
Bu gezmelere adı üzerinde 'oturmaya gitme' denirdi.
Oturmaya gidilen yerde veya oturmaya gelenlerle birlikte en çok yapılan şey
yüzük saklamaca veya masal anlatmaca olurdu. Çünkü o zamanki kadınlar şimdiki
kadınlarımız gibi paparazzi haberlerle donanmış; yani farklı yaşamlar hakkında
çok bilgili değildiler.
İşte biz de o yıllar anamız 'gece gezmesinden
bahsedince' "ne olur ana Dudanım teyzelere gidelim" derdik. Çünkü
mübarek kadın öyle güzel masal anlatırdı ki. Dilini öyle muazzam kullanıyordu
ki? O zaman farkında değildim; ama şimdi o yılları aklıma getirince Dudanım
teyzenin de dil yönünden çok zengin olduğunu ve masal anlatmaktan büyük zevk
aldığını düşünüyorum.
Çünkü masala başlarken öyle tatlı "bir varmış
bir yokmuş" deyişi vardı ki; mübarek kadın sanki o sıra ağzına çok tatlı
bir şey almış da 'o ağzına aldığı şeyin tadıyla' şapırdanıyormuş gibi olurdu.
Aynı masalı her keresinde değiştirerek anlatır; bu bizi hiç şaşırtmazken aynı
masalı dinliyor olmanın bıkkınlığını duymadan sanki yeni bir masal dinliyormuş
gibi zevkle dinlerdik.
Yani demem o ki anlatıcılık da çok hüner isteyen bir
şeydir. Anlatıcının diline egemen olması gerekir. Yoksa Kelile Dimne'yi doğru
ifade edemezse birçok kişi kendi yaşadığı bölgede iki farklı insanı 'örneğin
bizim orada Osman çavuşla Kel terziyi' anlayabilir.
Yıllar sonra Osman dayı bir sohbette Kel Terziden
bahsederken “döyüsün biri o” demişti. Ben de “hayırdır dayı? Niye sevmiyorsun?”
diye sorunca anlatmıştı. Kel Terzi bizim ilçeye yıllar önce gelmiş. İlçeye
aniden gelişi ve kendinden hiç söz etmeyişi nedeniyle dilden dile fısıltıyla
‘onun memleketinde birini öldürüp kaçıp geldiği’ söylenmeye başlanmış; ama
kimse bu söylentiyi ona sormamış. Adam iyi de terzi olunca, bir de muhabbet
adamı olunca ilçede kendini çabuk kabul ettirmiş.
Bir sohbette bunlar Osman dayıyla atışmışlar. Osman
dayı bunları anlatırken “deyusu taa o zamanlardan heç gözüm dutmadıydı” demiş
ve niye gözünün tutmadığını anlatmıştı. Onunla atıştıklarından bir iki hafta
sonra Osman dayı gece evinden çıkıp kahveye gideceği sırada; koca kapıdan
çıkarken biri kafasına bir sopa vurmuş. Tabi dayı bayılmış. Sonra birileri
gelip onu bulmuş hastaneye götürmüşler.
Bunları anlatınca “dayı kim vurmuş? Bulundu mu?”
dedim. Güldü “bulunur mu heç?” dedi. Ben “sen kimden şüpheleniyordun?” deyince
“kimden olcek. O Kel Terzi deyusundan” demişti. Benim “niye davacı olmadın?
“sorusuna “ula oğlum. Adam yılan gibi geldi içimize girdi. Nerden geldiği ne
olduğu belli değil. Şıkatçı olursam gece bi bıçak ata giderdi o deyus.
Korkumdan şıkatçı olamadım” demişti.
O bunları bile hoş bir anlatımla, fıkra anlatır gibi
anlatıyordu. En son “korkumdan şıkatçı olamadım” deyince gülüşmüştük. Aradan
yıllar geçmiş hiç unutamamıştı koca kapıdan çıkarken kafasına yediği sopayı.
Şimdi ikisi de rahmetli oldu.
Kel Terzinin yaşamıyla da ilgili bildiğim anılar var.
Bir gün denk gelirse onları anlatırım. Osman çavuş deyince bunlar aklıma geldi.
Tabi başka birçok anısı vardı onun. Çünkü Osman çavuş bizim ilçede yaşamış ve
çok bilinen bir kişiydi. Yurdum insanının yaşam öyküsü gibi yaşamının çok renkli
anları vardı. Çiftçilikten at arabacılığına, oradan bakkallığa kadar birçok
meslek yapmış, sohbetlerini herkese dinletmiş bir 'alem' kişiydi. Onun bakkalık
yaptığı yıllar tekel kibritine karşı özel sektörün çıkardığı 'kav' marka
kibritler vardı. Osman çavuş o yeni çıkan 'sanırım fiyatı biraz farklı olan
veya pek bilinmediği için tercih edilmeyen' kibriti öyle ustalıkla tanıtırdı
ki; o kibrite bizim oralarda kimse kav kibriti demez 'Osman çavuş' kibriti der
ve bakkala gidip kibrit alacak olan herkes "bana Osman çavuş kibriti
ver" derdi. Yani reklamcılıkta ve satıcılıkta müthiş beyne sahipti.
Örneğin; o yıllar soba alıp satıyordu. Sobaları başka
pazarlara götürüp sattığında ‘sobanın fiyatı diyelim 50 lira’ Osman dayı
sobanın fiyatını atmış lira der ve eski sobaları da 10 liraya geri aldığını
söylerdi. Adam eski sobasını getirirse sobayı gerçek fiyatından; ama eski
sobayı verince 10 lira daha ucuz aldığını sanırdı. Eski sobası olmayan da
şansına küssün. Çünkü o da sobayı 10 lira daha pahalı alırdı. Tabi Osman dayı
bu eski sobaları mal getirdiği kamyona yükler geri dönerken kendi deyimiyle
“gırık derelen birinin için attırıverirdi”.
O bunları anlatınca “dayı eski sobası olmayana 10
lira pahalı veriyorsun. Günah değil mi?” diye sorunca gülümseyerek “oğlum ticaretin
yarısı halal, yarısı harammış. Onla haram yerine denk geliyo. Hem onla da eski
sobalanı muhafaza edseymiş canım” derdi.
Onun bu yaptığını yıllar sonra beyaz eşya satıcıları
“getirin eski bilmem neyinizi şu kadar indirim yapalım” diye reklam yapardı.
Yani kasabamızın insanlarından Osman dayı olsun, Kel
Terzi olsun çok renkli kişiliği olanları vardı. Bunlar yaşam öyküleriyle
diğerlerinden hemen fark edilen insanlardı. Onun için bu öykü yolculuğunda
yerlerini aldılar.
Belki ilerde öykü yolculuğu sırasında onların ilginç
yaşamlarından başka örnekleri buraya taşırım.
Yalnız 'dikkat ederseniz' yukarıda Osman dayıyı tarif
ederken "yurdum insanının yaşam öyküsü gibi onun yaşamının da çok renkli
anlar vardır" diye yazmıştım.
Buradan anlatmak istediğim her insanın yaşamında
ilginç anlar vardır. İnsanın bütün yaşamı değil belki; ama yaşadığı süre içinde
unutamadığı ilginç anlar, ilginç bulup anlatacağı öyküleri vardır mutlaka.
Yalnız iyi bir anlatıcı olmak için anlatıcının veya öykücünün iyi gözlemci
olması baktığını görebilmesi; en önemlisi de hayal dünyasının geniş olması
gerekiyor. Ayrıca bu konuda yeteneğinin olması gerekiyor.
Benim kendime örnek aldığım birçok anlatıcı, yazarın
içinde belki en önde gelen yazdıklarını okurken onları yaşamış gibi olduğum
Yaşar Kemal'dir.
'Birçokları onu roman yazarı, yazar' olarak tanır;
ama o benim için çok büyük ozan, anlatıcı, destancıdır. Örneğin 'İnce Memedi'in
efsaneleşmesini birçok okur gibi 'sanki öyle biri yaşamışçasına' ben de gerçek
sanıp kabullendim.
Sonraki yıllar birçok kez gittiğim Adana'ya varmadan
Toroslarda mola verilen yerlerdeki dağların doruklarına '"acaba İnce
Memed'i görebilirmiyim?" diye' bakındığımı biliyorum. Yine Toroslardan
sallanınca Anavarza'yı, İskenderun'a giderken yanından geçtiğimiz yılanlı
kaleyi daha birçok yeri Yaşar Kemal'in yazdıklarından aklımda kalanlarla
baktığımı hatırlıyorum.
Yani onun yazdıkları beni öylesine etkilemişti. Belki
onun etkisi veya diğer okuduğum kitaplardaki yazarak anlatılanları 'sanki o
sırada oralarda yaşamışım gibi bir duyguya kapıldığımdan' belki onları
yazanlara özendiğim için içinden geçtiğim atmış dört yılın aklımda iz
bırakanlarından hiç unutamadığım yaşanmışlıklardan görüp bildiklerimi,
gözlemlerimi okuduklarımın da katkısıyla öyküleştirmeyi seçtim.
Birçok denemem oldu. Onları yazmaya devam ediyorum.
Yine yaşadıklarımdan yola çıkarak anlatmayı seçip bu öykü yolculuğuna çıktım.
Bu yolculuk süresince kendi yaşadıklarımla birlikte
başka yaşam öykülerinde insanlara dokunmayı, insanlara insanları, onların acı
tatlı yaşadıklarını anlatmayı, ‘yukarıda da yazdığım gibi’ bu öykülerden
insanın gerçeğine ulaşmaya çalışacağım.
'Bunu başarabilir miyim? Ne ölçüde başarabilirim?'
bilmiyorum; ama ben öyküleri yazarak anlatmaktan çok büyük keyif alıyorum.
Onun için yaşam öykülerini yazarak anlatmayı bir
yerde 'sanki çok mecburmuşum gibi' kendime iş edindim.
Yaşadığım sağlık sorunlarının verdiği zorlukları bu
şekilde aşıp yaşamıma bir anlam katmanın, yaşama sımsıkı tutunmanın yolunu
burada gördüm.
En büyük dileğim son nefesimi verene kadar yaşamı
fark edebilmek, yaşananların farkına varabilmek ve son yolculuğa çıkma anına
kadar aklıma gelen her şeyi 'okunsun okunmasın' yazarak anlatmaktır.
Öykü yolculuğuna çıkarken bu açıklamayı gerekli
gördüm.
Sözlü anlatıcıların deyimiyle 'sür'çü lisan ettimse
affola'.
Yolculuk vakti geldi. Daha önce iki sayfadaki
açıklama yaptığım yazılarımdaki öykü yolculuğuna bugün buradan başladım. Çok
önce hazırlandığım ‘öykülerde insanlara dokunarak yürümek’ biçiminde özetlenecek
düşüncemi süren sağlık sorunlarım nedeniyle hep ertelemiştim. Ama anlaşılan
sağlık benim için hep sorun olarak devam edip gidecek. Bir yerden de başlamam
gerekiyor. Kısmet Süreyya Paşa hastanesinden yürümek imiş…
‘Bu yolculuk ne? Neyin yolculuğu? Yolcu Kim? Yolculuk
nereye? Ne kadar süreli bir yolculuk?’ gibi okuyanın kafasında belirecek
soruların cevabını ben de bilmiyorum. Yolculuk sürecince bunu belirlemeye
çalışacağım.
Bu öykü yolculuğunu ilk kez facebook sayfamda
paylaşırken yolculuğun yolculuk olabilmesi için bir de yol arkadaşının olması
gerektiğini; yoksa tek kişilik yolculuğun tat vermeyebileceğini yazmış
öykülerimi okuyanlardan bu yolculuğu benimseyen bir yol arkadaşım olabileceğini
yazmıştım.
Reşat Keser isimli edebiyat tutkunu sayfa arkadaşım
yaptığı yorumlarla bu yolculuğa renk katacağını düşündüğüm için onun yol
boyunca arkadaşım olmasını diledim.
Herkes veya herhangi bir yolculuğa çıkan herkes
bile/bilir; Kişinin yanında onu anlayan, zaman zaman onun yerine geçerek yükünü
paylaşabilecek arkadaş ve arkadaşlar varsa bu yolculuklardan zevk alınır.
Gidilecek yer varsa oraya keyifle varılır. Hedef sonsuzdaysa yolda hiç
sıkılınmaz.
Yani ben öyle düşünüyorum. O arkadaşım da öyle
düşünmüş ‘ben kendimi Kör Kadı kabul ediyorum’ demiş. Ben de ‘merhaba Kör Kadı
hazırsan çıkalım yola’ dedim. Son mesajında zaten hazır olduğunu yazmış. Bugün
birlikte herkese ‘merhaba’ dedik, çıktık yola.
Bu yolda anlatıcı benim. Yol arkadaşım da beni bana
anlatan yer yer eleştiren kılavuzum olacak.
Herkes, daha doğrusu kitap okuyanlar, dinlemesini
bilenler bilir. Anlatıcı ama yazarak, ama sözle bir anlatıya başlarken bir
başlangıç yapar. Örneğin ‘o gün, o sırada, bir akşam vakti, yağmur yağıyordu,
kadın ağlıyordu vb klasik başlangıçlardan biriyle anlatıya başlar.
Bizim bu öykü yolculuğu da ‘o geceden önceki gündü’
diye başladı.
O geceden önceki gündü. Bizimki her zaman olduğu gibi
erkenden kalktı. Hep yaptığı gibi nefesini kontrol etti. ‘Fena değildi’. Önce
notbukunu açıp internet bağlantısı yaptı. Mesajlara baktı. Sayfada geriye doğru
gezindi.
Her şey hep önceki günlerde olduğu gibiydi.
Sayfa arkadaşları kendilerine göre gündemi okuyan
birçok paylaşımda bulunmuştu. Hep olduğu gibi sayfasında ‘günaydın’
paylaşımları vardı. Önce günaydınları cevapladı. Buna önem verirdi.
Aslında sayfa arkadaşlarından şahsen tanıdığı çok
azdı. Dört yüze yakın sayfa arkadaşı ve eklendiği sayfalardaki binlerce kişiyi
o sayfalardan tanıyordu. Radikal blogdaki köşesinde de otuz dört bin okuru
olmuştu. O hep bunlarla övünür buna da çok önem verirdi. Onlarla beyninde
kurduğu dostluklar sayesinde kendini hiç yalnız hissetmezdi.
Halbuki bütün insanlar gibi o da yapayalnızdı. Bunun
da farkındaydı. O arkadaşlarını yolda belde görse yanlarından geçerken onların
onu veya onun onları hiç tanımayacağını biliyordu.
Ama o “olsun. Ben içimde onlarla öyle bir dünya
kurdum ki. O dünyada onlarla birlikte gezinmekten öylesine keyifliyim ki. Bunu
hiçbir şeye değişmem” derdi.
‘Kime öyle derdi?’ diye aklınıza gelmiştir. O kişi
benim. Ben tam altmış yıl onun dert babalığını yaptım. O anlattı ben dinledim.
Öyle despottu ki benim kendimi ifade etmeme hiç olanak tanımadı. Yani ‘ben’
onun içindeki öykücü kişiliğiyim.
“Hoppala hiç insanın içinde başka bir kişilik olur
mu?” demeyin. Olur. Aslında bütün insanlar çok kişiliklidir. İçindeki
kişilikleri yalnız o insan bilir. Hoşuna gideni veya işine geleni öne çıkarır,
ötekileri saklar. Bütün insanlar böyleymiş. Ben iyi Frued okuruyum. Bunu onda
öğrendim, doğru olduğuna aklım yattı.
Siz de geçin aynanın karşısına sorun kendinize “kaç
kişiyim?” diye. Korkmayın o anda sizi kimse duymuyor. ‘Kişinin kendi içine neyi
itiraf etti? Kendini neyle suçladı? Neyle övündü?’ Bunu ancak kişinin kendisi
bilir. Bu bizim değil felsefenin konusu. Şöyle bir değindik.
Herkesin içinde bir mahkemesi varmış. Bu bütün
insanlar için geçerlidir. En adisinden en kalitelisine kadar bütün insanlarda
geçerlidir. Zaten bütün insanların kimseye itiraf edemediği yalnızca kendi
bildiği ‘ne aşağılık? Ne sapkın yönleri var kim bilir?’
Bunu Halim’in ninesi de biliyormuş. Halim’e ‘insan
kendiyle mahkimileşmeli. O mahkimenin insana kestiği ceza gabir azabından bile
böyüktür. O cezaya vicdan azabı mı ne deyola. Allah heç bi guluna vicdan azabı
vermesin’ diye kişinin kendiyle yüzleşmesini tarif eder.
Nereden nereye? Öykü yolculuğu böyle bir şey olacak.
İnsanlarda insan öykülerinde gezineceğiz.
Bu anlatıyı takip edenler dilerse bu yolculuğa o anda
anlatılana uygun küçük öyküleriyle katılabilir. Öyle olursa o öyküleri de kendi
öykülerimizde yaşatırız. Bu çorbada tuzları olmuş olur. Benim düşündüğüm
yolculuk böyle bir yolculuk.
‘Nerde kalmıştık?’
Hatırladım. Bizimki sayfalardaki günaydınlara (sanki
kendine yapılmış gibi) tek tek cevapladı. Paylaşımlarda dolaştı. Bazılarına
yorumla katıldı. Bu sırada haber saati de gelmişti. Televizyonu açtı. Bir
kulağı bir gözü tv.de diğer gözü sayfada gibi her zamanki vaziyetini aldı.
Aklına iki gün sonraki resim sergisi geldi. Çok
eskilerden tanıdığı bir arkadaşının resimleriyle karma resim sergisine
katıldığı ve isteyenin katılabileceği yönünde çağrı yaptığı sergiydi. Oraya
gitmeyi düşündü. Herkes davetli ya o haydi haydi davetli sayılırdı. Çünkü o
arkadaşı çok eskilerden de olsa ve uzun süredir hiç görüşmeseler de kendince
hep iç dünyasında yaşattığı, değer verdiği bir arkadaşıydı.
Yine aklına bir süre önce aynı semtte davet edildiği
resim sergisi geldi. O daveti şahsen almıştı. Davet eden feysbuktan tanıdığı
ama sanki kırk yıllık tanış gibi sempati duyduğu bir kişiydi. O sıra o sergiye
gelme olanağı olmadığı için o arkadaşına katılamayacağını iletmişti. Aslında o
sergiye katılmayı çok istemişti. Çünkü Yaşar Kemal de davetliydi. Onunla
tanışma olanağı vardı. Onu kaçırmıştı. Oysa en büyük düşü Yaşar Kemal’le
tanışmaktı. Kısmet olmadı.
Zaten hep böyledir. Bir insan bir şeyi çok ister
ister. Tam o istediği olacaktır; sudan bir sebeple isteğinin gerçekleşmesini
kaçırır.
Bunu bu yazıları okuyan herkes bilir. ‘Kim bilir?
Onların da çok isteyip, tam gerçekleşecekken çok basit sebeple kaçırdığı ve sonradan
çok yandığı andığı anları vardır?’
Yalnız bizimki hiç keşke demeyi veya dönüp geriye
bakıp yanmayı sevmez. O anları hemen öykü haline getirir başka yaşamlara yamar.
Bu şekilde unutur. O şekilde bu yaşa gelebildi. Yoksa çok kişinin çoktan pes
edeceği dayanması çok zor anlar yaşadı.
Gören yaşını hep yanlış ‘daha genç’ tahmin eder. Yani
kaporta oldukça düzgün sayılır da ‘motor gidik’. Ne kadar ‘gidik’ bunu da ancak
o bilir tabi. Bana göre ‘rektefe’ bile yapılsa işi zor. O sıra bunlar aklından
geçti.
Eşi o sıra kahvaltı hazırlıyordu. Ona sergiden
bahsetti ‘sen de gelirmisin?’ dedi. Eşi kaç gündür ‘evi yerleştireceğim’ diye
yorgundu. Zaten o önce gelmiş “ben kızın evi düzenleyeyim. Sen sonra gel. Şimdi
beraber gidersek rahatsız olursun” demiş ve öyle olmuştu.
Aklına ‘o gidemediği’ resim sergisine davet eden
arkadaşı geldi. Onu davet etmeyi düşündü. Ona telefonla ulaşıp eski tanıdığı
arkadaşının sergisinden bahsedip birlikte gitmeyi bu arada yüz yüze tanışmayı
önerdi. O arkadaşı zaten ona ‘buraya gelince mutlaka görüşelim’ demişti. İkisi
de bu sergiyi tanışma fırsatı saymayı düşündüğü için arkadaşı daveti kabul etti
ve açılış saati için randevulaştılar. Facebooktan tanıdığı bu arkadaşının büyük
bir nezaket içinde birlikte sergiye gitmeyi kabul etmesi hoşuna gitmişti.
O sırada işe gitmek için kalkan kızına arkadaşını
anlattı ve ‘yarından sonra bir sergi var. İzin alıp bizimle gelirmisin?’ diye
sordu. Kızı ‘annem gelmiyor mu?’ diye sordu. Sanırım annesini arkadaşından
kıskanmıştı. Sanki babası kıskanılacak biriymiş gibi? Kızına güldü; ‘o
yorgunmuş gelemeyecek. Yol için kılavuz sen olacaksın’ dedi.
Kızı ‘tamam baba, izin almaya çalışırım’ deyince
kılavuz işini halletmiş oldu. Ondan sonraki saatler hep aynı geçti.
Ertesi gün de aynı başladı. Ama bizimki kendini iyi
hissetmiyordu. Öğleye kadar bekledi. Ertesi günkü hava durumunu öğrendi.
Öğleden sonra kendini yokladı. Üç dört gün dışarı çıkamayacaktı. Dolayısıyla
sergiye gitme işi yattı.
Önce o arkadaşını aradı. Durumu anlattı. Sergiye
gidemeyeceği için özür diledi. Sonra buluşma konusunda anlaştılar. Kızını
arayıp ‘izin alma sergiye gitmiyoruz’ dedi. Kızı her zamanki paniğine kapılmış
‘bişi mi oldu?’ diye soruyordu. Ona bir şey olmadığına ikna etti. Ama hafiften
rahatsızlanmıştı.
Zaten en büyük sorunu buydu. Onu ondan çok sevdiğini
zannedenleri üzmemek… Aslında bu zorluğu herkes yaşar. Bu ilginin yanlışlığını
bu yolculukta öykü kahramanlarıyla yaşayacağız.
Kızını da ikna edince artık hastalığının seyrini
rahat gözlemleyebilirdi. Öyle de yaptı. O gün de öyle geçti.
O gece rahatsızlığı arttı. O içinden sabırla ‘sabah
bir hastaneye gitmeli’ diyordu. Kızının ikide bir ‘rahatsızsan hastaneye
gidelim’ diye ısrarına hep olmazlandı. Çünkü bu hastalık bir günün, iki günün
hastalığı değil ki. Yıllardır hep hasta. Her rahatsızlanışında apar topar
hastaneye gitmek çok zor. Sonra o da her hasta gibi kendini doktora gide gele
uzman doktor olarak görüyordu. Yani her insanın bilgisiz fikir üretmesini o da
hastalığı konusunda yapıyordu.
Neyse saatler geçti. Gecenin dördü. Artık ‘pes’ dedi.
Durum kötü. Acilen hastaneye gitmesi gerekiyor. Önce kızını kaldırdı. Son bir
gayretle ‘hastaneye gidelim’ dedi. Bu
sırada eşi de kalkmıştı.
İkisi de huyunu biliyordu. Çok zor durumda olmasa
asla bu saatte “gidelim” demez. Onun için her ikisi de telaşla kalktı. Önceden
düşünülerek telefonu alınan Kapitol taksiye telefon edildi. Onu ve kendilerini
hazırladılar. Gerçekten çok rahatsızdı. Taksi hemen geldi. Karısı ve kızı
koluna girdi. Birlikte zar zor taksiye bindiler. Kızı şoföre ‘acele Haydarpaşa
Hastanesi’ dedi. Ve taksi yürüdü.
Kızı taksiciye ‘Haydarpaşa hastanesine gidelim’
deyince şaşırdı. Çünkü o Haydarpaşa deyince tren garını biliyordu. Geçmişte
İstanbul’a ilk kez 1964 te Kuleli sınavı için gelmişti. O zaman yanında dayısı
vardı. Trenle geldikleri için Haydarpaşa’da inmişlerdi.
O ilk kez geldiği Haydarpaşa’da sahile inen
merdivenlerden defalarca inip çıkmış. Sahile indiğinde geriye dönüp gar
çıkışına uzun uzun bakmıştı. O çıkışı filmlerde gördüğü için çok
heyecanlanmıştı. Dayısı o sıra sinemacılık yapıyordu. En son yanına gittiğinde
‘sinemadaki filmlerden burada çekilen çok film var’ diye açıklama yapmış, ikisi
birlikte epey bir süre gar kapısından filmlerde gördükleri artistlerin
çıkmasını beklemişti.
Kızı şoföre Haydarpaşa hastanesi deyince aklın bunlar
gelmişti. Ama bu sırada nefes alması da giderek zorlaşıyordu. Bizimkinin kafa
geçmişe böyle gidip gelirken taksi acilin önünde durdu. Taksinin önünde oturan
kızı telaşla inip onun kapısını açtı. Eşi de öbür kapıdan inip gelmişti.
O zorlukla taksiden inerken kızı taksi parasını
ödedi, sonra annesiyle birlikte onun koluna girip acil kapısına yöneldiler. Ona
bu acil kapıları tanıdık geliyordu. Hastanelere gide gele alışmıştı. Kapıdan
içeri girdiler. Kızı telaşla ne tarafa gideceklerini anlamaya çalışırken bir
görevli tekerlekli sandalye ile koşup geldi.
Herhalde bizimkinin kapıdan girişte görüntüsü alarm
veriyordu. Görevli onu arabaya bindirip hızla arabayı bir yere doğru itti.
Arkasında kızı ve karısı yetişmeye çalışırken bizimki
‘saltanat başladı yine’ diye mırıldanıyordu. Acildeki bu tür karşılamalar için
‘saltanat’ ifadesini kullanırdı. Gerçekten acillerde en itibarlı veya en fazla
önemsenen hastalar onun rahatsızlığında olanlardı. Acillerde gördüğü ilgiyi hayatının hiçbir
alanında görmüyordu. Bu yalnız onun için değil herkes için böyleydi. O öyle
düşünüyordu.
Onun kafası böyle düşüncelerle gidip gelirken görevli
hızla onu kırmızı ışıkların yandığı bir yere getirdi.
Orada çok güzel gözleri olan güzel bir bayan doktorla
yakışlıklı gençten bir doktor karşıladı onu. Diğer görevlilerle birlikte
arabadan indirip sedyeye yatırdılar. Bu sırada güzel gözlü güzel bayan doktor
‘aman dikkat amcayı üzmeyin’ diye görevlileri uyardı.
Sedyeye yatarken doktorun ‘aman dikkat amcayı
üzmeyin’ dediğini duyunca ‘amca’ lafına bozuldu. Bir şey diyecekti sustu. Gerçi
biraz yaşlıydı, ama kendine ‘abi’ denince daha mutlu oluyordu.
O bunları düşünürken burnuna oksijen maskesi
taktılar. Gençten doktor sol koluna damardan bir şey verirken güzel gözlü bayan
doktor sağ bileğinden kan alıyordu. Bizimki içinden ‘kan gazı’ dedi.
Çünkü kan gazı için kan bilekten atar damardan
alınıyordu. Kalbe giden kandaki gazın niteliğinin ölçümü… Bunu Denizli’de
Pamukkale Üniversitesindeki doktorundan öğrenmişti.
Her şey çok hızlı oluyordu. Az sonra güzel bayan doktor
elinde bir şeylerle geldi. Maskeymiş. Onu yüzüne taktılar. Bir şeylerle
bağladılar. Birden ağzı burnu kulakları oksijenle dolmaya başladı. Onu
oksijenle boğsalıyorlardı.
Bunu ilk kez yaşıyordu. Bir hoş olmuştu. Güzel bayan
doktor ‘amca bu bir süre takılı kalacak. Rahatsızlık olursa işaret et’ dedi.
Yine ‘amca’ demişti. Bizimki ‘amca deme be ya’ dedi; ama içinden. Geri
yaslandı.
Kükreyerek gelen oksijenin tadına varmaya
çalışıyordu. Bu sırada bilekte kan almaya devam ediyorlardı. Yedi kere kan gazı
içi kan aldılar.
Oksijenle boğsalama çok uzun sürmüştü. Kızına gözüyle
‘kaç saat geçti?’ diye sordu. O iki saat diye işaret ederken gençten yakışıklı
doktor geldi maskeyi çözdü. ‘Nasılsın amca’ dedi. Bizimki artık amcalığı
kabullenmişti. ‘Öncekine göre daha iyiyim’ dedi.
Daha önceki acile gidip gelişlerinden farklı işlem
yapılmış onca oksijen yutturulmuştu; ama oralarda bir prednolle damar yolu
açılışında duyduğu rahatlık yoktu. Buna şaşırmıştı. İçinden ‘yavaş yavaş
açılırım’ diye düşünüyordu.
Güzel gözlü bayan doktor ortadan kaybolmuştu. Sanırım
mesai değişiklik saatiydi. Şimdi başı türbanlı bir doktor gelmişti. Ondan biraz
uzak durup bir şeyler söylüyordu.
Deminki bayan doktorla bunun ilgisini karşılaştırdı.
Bu doktor da ilgi gösteriyordu; ama herhalde bizimkini erkekten saydığı için
biraz mesafeliydi.
Bunu düşünüp ‘Eee tabi ne kadar yaşlansam da
görüntümle yine erkekten sayılırım’ diye içinden güldü.
O bunları düşünüp içinden gülerken gençten doktor
daha gitmemişti. Yanına geldi “amca sana yoğun bakım arıyoruz. Bir gece orada
kalsan iyi olacak” dedi. Bizimki eve gitmeyi düşünürken yoğun bakım lafını
duyunca irkildi. “Mutlaka gitmem gerekiyor mu?” dedi. Doktor “amca gitsen iyi
olur. Geldiğinde durumun çok kötüydü. Daha düzelmedin, git” dedi. Bizimki
‘gıypıtmak için’ “Özele de
gönderilebilirmiyim?” dedi. Doktor ‘tabi’ deyince “ama ben para ödemem” dedi.
Doktor yoğun bakımlarda para ödenmediğini söyleyince kaçacak yeri kalmamıştı.
Bu sırada doktor “sen gidebilirsen bir de Süreyya
paşaya git. Orası araştırma hastanesi senin için iyi olur” dedi. Bizimki “sağ
ol giderim” dedi; ardından “doktor bey ben yoğun bakıma gitmek istemiyorum”
dedi.
İstanbul’a gezmek için gelmişti. Yoğun bakımlarda
uğraşmak istemiyordu. Doktor “o zaman kağıt imzalaman gerekir” deyince durumun ciddiyetini
biraz anladı. Doktora “doktor bey sence yoğun bakıma gitsem iyi mi olur?” diye
sordu. Doktor tüm sevecenliğiyle “amca
ben ne diyorum. Senin durum çok ciddi” dedi ve durumunu açıkladı.
Bizimki geldiğinde alınan ilk kan gazında kandaki
karbondioksit oranı 90 çıkmış. Yani kanda oksijen yüzde on kalmış. O da
gitseymiş karbondioksit zehirlenmesiyle ‘mortmuş.’ Telaş ondanmış.
Karbondioksit boğsamasıyla yüzde 64 de düşürülmüş. Bu durum da normal değilmiş.
Bu ani çıkışın ve hızlı düşüşün araştırılması lazımmış. Doktor bunları söyledi
“bir fırsat yaratıp Süreyya paşaya mutlak git” dedi.
Bizimki deminden beri nazlandığı için utanmıştı. Ama
bu durumlardan ‘git gellerden’ çok yorgundu. Arada bir “ne olacaksa olsun” bile
diyordu. Doktorun bu ayrıntılı açıklaması üzerine yoğun bakıma gitmeyi kabul
etti. Kendisi için bir yoğun bakım bulunması için beklemeye başladı.
Bu sırada kızı ve eşi de yanına gelmişti. Kızına “sen
anneni bir taksiye bindir eve gönder. Benimle sen gelirsin. Oradan işine
gidersin. Annen dinlensin. Sonra ben çağırınca gelir” dedi. Hem kızı hem eşi
“olmaz biz burada kalalım” dedi.
Yine mantıksız davranışları başlamıştı. Güya
fedakarlık yapıp burada kalacaklardı. Ama onların bu fedakarlığı onun işime
yaramıyordu ki. Birinin dinç olması lazımdı ki işe yarasın.
Birden sertleşti. “Ben ne diyorsam o olacak. Annen
eve gidecek. Sen benimle geleceksin. Gerekirse onu çağıracağım” dedi. İkisi de
içlerinden “yine canlandı” diye geçirmişti. Ama başka türlü de anlamıyorlardı
ki. Kızı eşini eve gitmesi için taksiye bindirip geldi.
Kızına baktı. ‘Az önce biraz bağırınca kırıldı mı?’
diye. Kırılmamıştı. Ama yine açıklama gereği duydu. Kızını yanına çağırdı.
“Eğil bir öpeyim” dedi. Kızı sarılıp öperken “canım siz beni çok sevdiğiniz
için öyle davranıyorsunuz; ama doğrusu benim dediğim. Kırılmadın değil mi?
Annen kırıldı mı?” dedi. Kızı ‘”babacım sen haklısın. Annem de giderken öyle
dedi” diye cevap verdi.
Davranışı biraz sert olmuştu; ama haklıydı.
Onu iyi tanıyan kızı ve eşi onun için adeta ‘sen
nasılsa elimize düşersin’ psikolojisiyle “yine canlandı” diye söylendiler. Ama
biraz düşününce ona hak vermişlerdi. Kızının söylediklerinden o anlaşılıyordu.
Bizimki içinden yazdığım şekilde düşündüğü için
kızına “kırıldın mı? Annen kırıldı mı?” diye sormuş kızı “doğrusu birimizin
dinlenmesi” deyince bizimki rahatlamıştı. Kızıyla birlikte kendini
götürecekleri yoğun bakım için beklemeye başladı.
O gençten doktor gülerek geldi. “Amca şansın varmış.
Seni Süreyya paşaya gönderiyoruz. Orada bir güzel bakın” dedi. Bizimki “çok sağ
ol doktor bey. Az önce nazlanmam için özür dilerim” dedi. Doktor “ben seni
anladım” der gibi sırtını sıvazlayıp gitti. Onunda mesaisi bitmişti.
Belki daha önce bitmişti de güzel kızının hatırına
onunla bir süre ilgilenmişti. Doktor giderken bizimki bunları düşünüyordu.
Kızına elini uzatıp sıktı.
Daha önce anlattım mı bilmiyorum. Bizimkinin hepi
topu iki kızı var. Kendini evlat fakiri görür daha çok çocuk yapmadıklarına çok
pişman olurdu. Karısı da onun düşüncesindeydi. İkisi de ‘keşke üç dört çocuk
yapsaydık’ diye yakınırlardı. Çünkü kardeşlik dayanışmadır diye düşünüyorlardı.
Allah etmesin onlara bir şey olsa iki kardeş bir
başına kalacaklardı. Gerçi hala, teyze, amca, dayı hatta babaanne, dede hısım
akraba çok var da kardeş gibi olmuyor onlar. Öyle düşünüyorlardı. Bizimki hele
tek çocukta kalanlara ‘o çocuğu yapayalnız bıraktılar diye’ çok kızardı.
Kızlarını da çok severdi. Öyle ki her an beyninde
onlarla beraber olurdu. Onlar da babalarını hiç üzmemişlerdi. İki kardeş
arasında on üç ay olduğu halde biri küçük kardeşliği öteki de ablalığı çok
benimsemişlerdi. Büyük ona çok benziyordu. Sanki onun karbon kağıdı konmuş
kopyası gibi bir eksiğiyle aynısıydı. Küçük kızsa çok kırılgan, çok naifti… O
küçük kızı için ‘teknoloji olanak sağlasa da seni küçültüp gömlek cebimde
taşısam’ derdi. Ona bakışı çok farklıydı. Büyük kızının ise her yerde kendini
kurtaracağını düşünürdü.
Kızının elini sıkarken bunları düşünüyordu. O sırada
112 ekibi geldi. “Amca hadi bakalım gidiyoruz” dedi. Görevliler amcalarını
tekerlekli sandalyeye oturttular. Yanında kızı Ambulansa götürüp itinayla
bindirdiler. Burnuna oksijeni takıp arabasını sağlama aldılar. Kızı öne bindi.
Bizimkinin yanına hafif kır saçlı beyaz yüzlü göçmen tipli bir doktor oturdu.
Ambulans Haydarpaşadan Süreyya paşaya yürüdü.
Ambulans biraz yavaş giderken, birden sirenini açıp
hızlandı. Gezmek için geldiği İstanbul caddelerinde böyle ambulans içinde siren
sesleriyle yolculuk yapacağını hiç düşünmemişti. Sirenlik bir hali olduğunu da
düşünmüyordu.
Ani siren çalmaya başladığında irkilmişti. Aklına
‘acaba durumum çok mu kötü?’ diye bir soru geldi. Sonra içinden ‘amma aptalsın
ha’ diye böyle düşündüğü için güldü.
Doktora baktı. Sakin oturuyordu. Ona “Acilde mi
görevlisiniz?” diye çok anlamsız bir soru yöneltti. Sonradan sorunun anlamsız
olduğunu fark etmişti. Doktor bu anlamsız soruya “evet” dedi.
Bizimki bu kısa cevabı alınca doktorun aynı kendisi
gibi ‘muhabbetine doyulmayan’ laf ketumu olduğunu fark edince içinden ‘arkadaş
bizden’ diye geçirdi. Ondan sonra ikisi de arada bir bakışsa da hiç
konuşmadılar.
Bizimki siren sesini dinlemeyi seçti. O sırada
içinden ‘yolda gidenler veya sireni duyanlar içinde bir şey var sanıyordur’
diye geçiriyordu. Geldiği şehirde evi işlek bir cadde üzerindeydi. O evde
gecede gündüzde benzeri siren seslerini duyduklarında eşiyle birlikte içinde
çok hasta biri var diye üzülüp ‘Allah kurtarsın’ derlerdi. Bu aklına gelmişti.
Aslında çok değil iki üç saat önce can alıp can
veriyordu; ama şimdi biraz dirilince kendini çok hastadan saymıyordu. Çünkü
yıllardır öyle anlar yaşamıştı ki; hiçbir şeye umursamamasına şaşırmamak
gerekiyordu.
Bir kere kalbi durmuş. Birçok olağanüstü koşul hep
birlikte denk geldiği için yaşama geri dönmüştü. Bunları yaşadıktan sonra ölüm
bile onun için çok sıradanlaşmıştı artık.
Bizimki böyle gelmişten geçmişten düşünürken siren
sesi sustu. Ambulans yavaşladı bir yerde durdu. O saate kadar hiç konuşmayan
doktor “geldik” dedi. Bizimki doktora gülümserken içinden “ağzından ikinci
kelime çıktı” diye gülüyordu.
O sırada ambulansın kapısı açıldı. Öndeki görevli,
doktor, kızı ve hastaneden gelen görevli bağlı olan arabasını çözüp itinayla
aşağı indirdiler. Görevli arabayı binaya sokup hızla bir yere sürdü.
Yanında kızı ve doktor bir yere geldiler. Geldikleri
yerde onun gibi arabada gelen birçok hasta vardı. Doktor elindeki kağıtları
bilgisayarın başında oturan bir bayana verip onun hakkında bilgi verdi. Sonra
yanına gelip “geçmiş olsun beyefendi” deyip gitti.
Amcalıktan beyefendiliğe terfi edince doktora
gülümsedi. Ama doktor hızla ayrıldığı için onun gülümsemesi ağzında kalmıştı. O
sıra orada duran gençten bir görevli onun neye gülümsediğini bilmediği için “oo
amca bakıyorum neşen yerinde” dedi. Bizimki ona başını sallarken gülümsemesi
için içinden ‘Kime niyet? Kime kısmet?’ diye geçirdi. Çünkü doktora olan
gülümsemesi o görevliye nasip olmuştu.
Kızı yanında beklemeye başladı. Kendini hiç iyi
hissetmiyordu. İçinden” iyi ki buraya geldik” dedi. Hastanede olmak ona bir
güvence veriyordu. Kızı sık sık eğilip “nasılsın babacığım” dedikçe ona iyi
olduğunu söylüyor, iyi olduğunu kanıtlamak için gülümsüyordu. “Biraz sıkıntım”
var dese kızının çok panikleyeceğini bildiği için öyle davranıyordu.
Bu sırada bulundukları yere sürekli arabalarda yeni
hastalar geliyordu. İçlerinde daha kötü durumda olanlar vardı. Bir görevli
yanına gelip “amca daha aciller var. Onları yerleştirelim size de bir yer
ayarlayacağız” dedi. Sonra “isterseniz burada durmayın” dedi. Onun arabasını
arkasından iterek, kızı yanında bir yere götürüp bıraktı. “Burada bekleyin”
dedi. O görevlinin dediği gibi beklemeye başladılar.
Nice sonra acilde “oo! Amca bakıyom neşen yerinde”
diyen görevli yanlarına geldi. “Amca sana özel bir yer ayarlıyorum” dedi. Bunu derken bir gözü de kızındaydı. Bizimki
buna bozulur gibi oldu. “Hop! Hop! Önüne bak” diyecekti. Kendinin Haydarpaşa’da
güzel gözlü doktoru içinden beğendiği akına geldi. İçinden “oğlum güzele
bakılır” dedi. Kızına baktı. Allah için kızı gözüne çok güzel geldi. Hem o genç
çok sulu da davranmıyordu ki. Böyle düşünüp sakinleşti.
O genç bir ara kayboldu. Sonra yine geldi. “Amca sana
burada çok güzel bir yer ayarladım” dedi. Bizimki “sağol oğlum” derken bir
görevli geldi “hadi amca gidiyoruz” dedi ve arabasını sürdü. Bizimki o gence
“teşekkür ederim” dedi. O da “değmez amca görevimiz” derken kızına son bir
bakış attı. Bizimkine öyle gelmişti. Görmezden geldi.
Arabayı süren görevliyle asansöre geldiler.
Hastaların geçiş üstünlüğü vardı herhalde. İlk gelen asansöre kızı yanında
arabasıyla bindi. Altıncı kata gelince asansörden çıktılar. Kalacağı odaya
geldiler.
Odada dört yatak vardı. Üçünde hasta vardı. İkisinin
yanında refakatçileri vardı. Kapıdan girişte sağdaki yataktaki az genç biri
vardı. Girişte soldaki yatak boştu. Onun için hazırlıyorlardı. Arabasını bir
kenara çektiler. O odadaki herkese sesli selam verip, geçmiş olsun dedi.
Refakatçisi olamayan genç ‘sağol’ diye cevap verdi. Onun hizasında cam
kenarından ses gelmedi. Soldaki tarafta cam kenarından efendiden bir bey ve
hanımı kibarca ‘sağol’ dediler.
Bizimki bu kısa sürede oda arkadaşları ve
refakatçileri hakkında belirli görüş sahibi olmuştu. Bu tür gözlemlerde pek
yanıldığı görülmemişti. Sağdaki genç için içinden “buranın Ramazan’ı bu” dedi.
Bu tespiti yalnız eşi anlardı.
Birçok konuda anlaşamadıkları olsa da aslında eşiyle
aralarında müthiş bir elektrik vardı. Tek kelimelik, tek işaretlik öyle ortak
yanları vardı ki. Bunlar onların evliliklerinin harcı, güzelliğiydi. Bu Ramazan
konusu da bunlardan biri…
Belki bilirsiniz. İnsan karakterlerinin en
belirginleştiği yerler böylesi hanelerdir. Buna hapishane, meyhane, tımarhane,
kerhane gibi değişik; insanların zorunlu veya keyfi uğrak yeri olan haneleri
erkekler için asker koğuşlarını, çeşitli ihtiyaç kuyruklarını da
ekleyebilirsiniz.
Ayrıca kadınların kendi aralarında toplandıkları
değişik ad altında günler; köy ve kasabada ‘dulluk’ diye tabir edilen güneşli
yerlerde özellikle kadınların toplandığı yerler, kahvehaneler, köy odaları diye
uzatmak da olasıdır. Bütün bu yerlerde değişik insan öyküleri yaşanır veya
anlatılır.
Öyle ki buralardaki öykülerden yola çıkıp dünyanın
değişik yerlerinde insanların toplaştığı belirli yerlere ulaşılıp gözlenebilse
oralarda yaşanan veya anlatılan insan öyküleriyle çok benzeştiği yanlar
gözlenecektir.
Çünkü insanların ‘üç aşağı beş yukarı’ bütün
özellikleri evrenseldir. Örneğin bir ölüme duyulan acı, yalancı bir kişinin
psikolojisi, korku, beğeni, bencillik, özveri gibi ne kadar aklınıza insan
özelliği gelirse bunların hepsi çok az farklarla evrenseldir. Bu yanlarıyla
yaşadıkları öyküler de evrenseldir.
Edebi eserlerin kimilerinin her dilde basılıp
beğenilmesi bundandır. Çünkü o eserler anlatılarıyla insanların bu evrensel
yanlarına değindiği için bütün dillerde beğenilir. Çocuk hikayeleri olarak öne
çıkanlar, yaşam öyküleri olarak öne çıkanlar hep insanın ortak yanlarını en iyi
anlatanlardır. Donkişot’un evrenselliği bundandır. Çok bilinen olduğu için onun
adı aklıma geldi.
Bizimki okuduğu kitaplarda hep bu yanları gözlerdi.
Kitap okuyan herkesin katılacağı yan. Bu öykü yolculuğuna çıkarken de birlikte
kurgulamaya çalıştığımız veya çalışacağımız insanların bu evrensel yanlarını
öne çıkaran öyküler olacak. Bizimki onun için böylesi hanelerde çevresini
gözlerken her gördüğü kişinin fark edebileceği yanlarını göremeye çalışır.
Tıpkı ‘Al gözüm seyreyle Salih’ teki Salih gibi.
Çok önemsediği öykücü-yazar Yaşar Kemal’in bu
öyküsündeki Salih’i çok sevmişti. Onun gördüğü gibi görmek, onun fark ettiği
fark etmek yaşamanın anlamı diye düşünürdü hep.
Şimdi burada da benzeri duygularla etrafa
bakınıyordu. Aslında durumu hala pekiyi değildi. Bu sırada yatak hazırlanmıştı.
Görevli ve kızının yardımıyla yatağa çıkıp uzandı. Yatak ayarlanabilir
yataklardandı. Görevli yatağını ayarlarken “Nasıl? İyi mi?” diye sordu. Rahat
pozisyona gelince bizimki “sağ ol iyi” deyince görevli ‘”geçmiş olsun” deyip
çıktı.
Hapishanede ‘Allah kurtarsın’ denir. Yani her yerin
kuralı ayrıdır. Görevli “geçmiş olsun” deyince bizimkinin aklına bu geldi.
“Deliler için ne deniyor acaba?” diye aklına geldiği sırada doktor geldi.
Doktor efendiden sakin, beyaz yüzlü renkli gözlü
biriydi. Ama bizimki doktorun sakinliğinde yanıldığını az sonra anladı. Doktor
ona hastalığının hikayesini sormaya başladı. Bu şekilde onu tanıyacaktı.
Bazı hastalar doktorun hastayı tanımak için bu
soruları sormasına “bu doktor bi boktan anlamıyor. Anlasa sormazdı. Falan
doktor hiç sormadan bildi valla” gibi düşüncelere kapılır.
Halbuki bütün doktorlar sormadan hastayı anlayamaz.
Bazısı çaktırmadan, muhabbet ediyormuş gibi yaparak hastanın ağzından laf alır.
Bazısı da bu doktor gibi imtihan eder gibi sorarak öğrenir. Bizimkine göre
doğru olan bu doktorun yaptığı.
Doktorun tavrını beğendiği için hemen ‘bilinçli hasta
olarak’ (kendini bilinçli hasta görürdü; ama yanıldığını bu hastanede öğrenince
bir daha içinden bile bilinçli hastayım demedi, yani haddini öğrendi) sorulara
cevap vermeye başladı. “Evde oksijen makinem var. Ama devletin verdiği daha iyi
oluyormuş” gibi bir laf edince doktor biraz şaşırdı. “Sizin evde oksijen
makineniz mi var?” diye sordu. Bizimki “evet” deyince Doktor “tarif edermisiniz
makinenizi” dedi.
Bizimki evdeki oksijen tüpünü oksijen makinesi olarak
tarif etmeye çalışıyordu, ama tüp kısmını atlayıp ona takılan cam kavanozdan
tarife başlıyordu.
O tarif ettikçe doktor bir şey anlamadığı için soruyu
tekrar ediyor o da benzeri cevaplar veriyordu. O sakin doktor kızmaya
başlamıştı. Soldaki cam kenarındaki hasta perdeyi aralayınca orada oksijen
tüpünü gördü. Doktora “şu karşıdaki gibi” deyince Doktor patladı “siz deminden
beri oksijen tüpüne oksijen makinesi mi diyordunuz? Tarif ettiğini o muydu?”
deyince bizimki gafını anladı; ama nafile doktor kafasına “bununla da işimiz
zor” diye not etmişti bir kere.
Bizimkine öyle gelmişti, ama yapacak bir şey yoktu,
sustu. Doktor yeterli notları alıp “geçmiş olsun” deyip gitti.
Bizim bilinçli hasta ‘mort’ olmuştu. Ama ben
sevinmiştim. “Yıllardır beni hep baskılayıp durması, hep çokbilmiş geçinmesi
değilmiş ne haber?” dedim. İçindeki kişiliklerden birinin kendiyle dalga
geçmesi ona koymuştu, ama gerçek buydu.
Haddini bilmezsen senin haddini bildirecek mutlaka
biri çıkar. Bu onun için de, herkes için de böyledir. Hele bilmeden fikir beyan
edenler hep hadleri bildirilerek yaşar giderler. Hadlerini öğrenirlerse mesele
yok. Yoksa kişiliği kaybolmuş yalama olarak onun bunu eğlencesi olup yaşarlar.
Tercih herkesin kendinin…
Bizimki ne kadar despot olsa da haddini bilmeye çaba
gösterir. Bu onun onca olumsuz yanının yanında olumlu yanlarındandır. Öyküyü kişiselleştiriyormuşuz
gibi gelmesin. Bizimki dediğim aslında benzer özellikte olan herkestir.
Doktor gittikten sonra burnuna oksijen maskesini
takıp geriye doğru yattı. Kızı “nasılsın babacığım?” diye sorunca kısık bir
sesle “iyiyim, ama çok uykusuzum” dedi.
Gerçekten dünden beri nerdeyse gözünü kırpmamıştı.
Hastalığın yanında uykusuzluğun verdiği yorgunlukla sonunda çok bitkin
düşmüştü. Gözlerini kapadı. Odada diğer hastalar da benzer vaziyette uyukluyor
gibiydi.
Sadece ‘buranın Ramazan’ı’ diye gördüğü hasta ayakta
gidip geliyor; arada bir yatıyor sonra yine kalkıp odada veya koridorda
dolaşıyordu. Yani hep hareket halindeydi. Bizimki o bitkinlikte onun bu gidip
gelmelerini fark etmişti. Görmezden gelip yine gözlerini kapadı.
Bu sırada sadece oksijen kavanozlarında oksijenin
suyu hareket ettirirken çıkardığı ses vardı. İçinden o sesi çıkarmaya çalıştı.
‘lrlrlrlrlrlrl’ diye içinden geçirdi. Sesi tutturamamıştı. ‘lırrrrrrrr’ diye
geçirdi yine olmamıştı.
Aklına Sankristçe geldi. 56 harflik bir dil kesin bu
sesi tanımlayan bir kelime üretir diye düşündü. O tarif edemediği ses aslında
bundan sonra da uzunca süre kulaklarında hep çınlayacak yazacağı öykülerin
adeta fon müziği olacaktı. Bu aklına gelince gayri ihtiyari gülümsedi.
Gözlerini açtı. Kızıyla göz göze geldi. Kızı şaşkın
bakıyordu. Ona “aklıma bir şey geldi de” diye açıkladı. Kızı babası kafayı
yiyor telaşıyla “iyisin değil mi?” dedi. Kızının endişesini fark etmişti.
“Merak etme iyiyim. Uyumaya çalışırken aklıma bir şey geldi” dedi. Bu sözleri
çok bitkin söylemişti. Gözlerini yumdu. Uyumaya çalıştı.
Hastafendi dediğim bizimki. Buraya kadar öyküyü
‘bizimki’ diyerek onun ağzından yazarak geldik. Ama bu format artık öykü
yolculuğuna uymuyor. Ta başından yazdığım gibi bu yolculuğun anlatıcısı benim.
Yol arkadaşım da kendimde özdeşleştirdiğim dostum Kör Kadı.
Ben onun öykücü kişiliği olarak özgürlüğüme
kavuştuğumdan günden beri sürekli geçmişe yönelik yaşanılanlardan öyküler yazma
çabasındayım. Bu yolculuk gündeme geldiğinde de onun içindeki öykücü olarak
‘anlatıcı ben olacaksam varım’ dedim. Kabul etti, yola çıktık.
Bu yolculuğun buraya kadar bölümünü öyle uygun
düştüğü için bizimkinin ağzından anlattım. Ama artık onun da bu öykü
yolculuğunun diğer kahramanları gibi benden ayrılıp yerini alması, gerektiğinde
ortaya çıkması gerekiyordu. Ve ona da bir isim gerekiyordu. Ben ona
‘Hastafendi’ adını koydum. ‘Niye bu adı koydum? rastgele mi? Yoksa o adın da
bir öyküsü var mı?’ gibi sorular süreç içinde bir şekilde cevabını, ama ilgili
oldukları öykü ve öyküleri içinde bulacak. Sanırım bu kadar açıklamam yeter.
Dönelim Hastafendi adını verdiğim kişiye.
Hastafendi bu sırada gözlerini kapayıp oksijen
kavanozundaki sesi dinlerken içinden o sesi benzetmeye çalışıyordu. O bunu
yaparken geldiğimizde ‘buranın Ramazanı’ dediğimiz gençten kişi de bir gözü
bizde gidip geliyordu.
Hastafendi’nin kızı da refakatçi koltuğunda geri
doğru yaslanıp gözlerini kapamıştı. O da babasıyla birlikte uykusuz ve
yorgundu. Ama o hep bir ceylanın ürkek tedirginliğinde davranış içinde olurdu.
Burada da arada bir gözünü açıp babasına bakıyor; belli ki içinden babasına bir
şey olmaması için dua ediyor o sırada gözlerinden aynı tedirginlik okunuyordu.
Her hareketinden babasını çok sevdiği belliydi.
Buranın Ramazan’ına gelince…
Hastafendi’nin ona ‘buranın Ramazan’ı’ deyişi
rastgele değildi. Yaklaşık sekiz sene önce kaldığı şehirde yine böyle acilden
yatarlı bölüme kaldırılmıştı. Oradaki hasta odasında yan yana beş yatak vardı.
Bizimki orada kaldığı sürece o yataklar dolup boşaldı. Bir ara aynı anda odada
Ramazan adında üç hasta oldu.
Bunlardan ilki hep ayakta gezen Ramazan adındaki
kişiydi. İkincisi çok ilginç öyküleri olan çalgıcı Ramazan’dı. Onun yanında
refakatçi olarak tombiş karısı vardı. Üçüncü kişi ise memleketinde ‘Ramazan
efe’ diye tanınan yaşlı görmüş geçirmiş bir ihtiyardı. Onun refakatçısı da
oğluydu.
O ihtiyarın anlattığı ilginç yaşanmışlıkları vardı.
Bunların içinde onun nasıl efe olduğunu anlatan ‘beş kuruşa efelik’ başlıklı
bir öyküsünü yazmıştım. Paylaştığım yerlerde okuyanlar hatırlayacaktır.
Bu Ramazanlardan sürekli ayakta gezinen Ramazan
aslında temiz bir kişilikti. Kendi ifadesine göre ‘karısından boşanmış, üç de
kızı vardı’. Yine kendi ifadesine göre kızlarına “hastaneye ziyaretime
gelmeyin” demiş. Onun ziyaretçisi ve refakatçısı yoktu. Kendisi orada hastalara
yerine göre refakat ediyordu.
Arada bir telefonla konuşup veya konuyormuş gibi
yapıp birlerine “gelmeyin ben çok iyiyim, yakında çıkacağım” diyordu.
Bakın nereden nereye? Onlar yedi sekiz yıl sonra bu
öykü yolculuğunda yerlerini aldılar. Belki zaman içinde tekrar aynı kimlikle
veya aynı kişilik, ama başka kimliklerle yine bu yolculukta da yer alacaklar.
Zaten Ramazan Efe’nin anlattıklarından o sıralar bir
uzun öykü yazmayı düşünmüştüm. Ama sürekli Hastafendi’yle birlikte oradan oraya
savrulunca denk düşmedi yazamadım. Ama bir gün mutlaka yazacağım.
Çünkü Ramazan Efe Tatar Ramazan’ın yedi düvele nam
saldığı bir dönemde dam çavuşuna ‘beş kuruşluk haracı vermemek için’ rest
çekince efeliği ilan edilmiş bir yiğitti. Yaşamı belli bir zaman dilimine denk
geldiği için çok ilginç ve hoş bir yaşam öyküsü var.
Burada ayakta sürekli dolaşan hasta oradaki
refakatçisi ve arayıp soranı olmayan o Ramazan’ı hatırlatınca aklıma bunlar
geldi. Onun ilk iki gün anlattıklarına bakınca Hastafendi’nin yanılmadığı
anlaşıldı.
Çünkü bu da aynı oradaki Ramazan gibi evlenip
boşanmıştı. Yalnız bunun çocuğu yoktu. On beş gündür burada olduğu halde hiç
ziyaretçisi gelmemiş. Kendi anlattığına göre kendisi onlara gelmeyin demiş.
O Ramazanla benzer şekilde bu da telefonda sürekli birilerine
iyi olduğunu yakında çıkacağını ve gelmelerine gerek olmadığını söylüyordu.
Tavırları göstermişti ki; bu da aslında temiz bir insandı. Biraz daha sağlıklı
olduğu için diğer hastalara yardıma koşan bir kişilikti. Birkaç kez bizim
Hastafendi’ye de yardımcı oldu.
Bu şekilde buranın Ramazan’nını size tanıtmış oldum.
Adını da ‘Hurşit’ koydum. ‘Hurşit kim?’ derseniz, ‘hiç öylesine bir isim’.
Hurşit’le kısa sürede samimiyeti ilerlettim. Bende
pazarcı bir kişilik intibası uyandırmıştı. O esnaf olduğunu ve Kadıköy’de
dükkanı olduğunu; tekstil ürünü sattığını söyledi. O böyle söyleyince gözümün
önüne pazarda ‘gel gel ne alırsan bir lira’ veya ‘beş lira’ diye bağırışı
geldi. Yanılmamıştım.
Hurşit’in hemen önünde cam kenarındaki arkadaş
perdeleri çektiği için hala sır gibiydi. Onun tarafından arada bir oksijen
fokurtusu geliyordu.
Buradan anlaşılacağı gibi her hastanın bazı özel
durumlarında rahatsız olmaması için perdeler var. Ama o hasta perdesini öyle
çekmişti ki; bulunduğu yer adeta özel oda gibi olmuştu. Odanın tek televizyonu
da onun önüne denk geldiği için ‘alın size televizyonlu özel oda.’ Hemen
yanlarında arkasında ‘koç’ yazılı bir hasta arabası ve yanında hastafendi’nin
doktora oksijen makinesi diye tanımlamaya çalıştığı oksijen tüpü vardı.
Onun hemen yanında Hastafendi’den tarafta olan efendi
görünüşlü hasta sanki taburcu olacak gibiydi. Yanılmamıştım. Hastafendi’ye
‘geçmiş olsun’ dedikten bir süre sonra eşi dışarı bir yere gitti geldi. Eşine
‘işlemler bitti gidiyoruz’ dedi. Zaten hazır gibiydiler. Ellerinde bir valiz
odadaki herkesle vedalaşıp gittiler.
Böylece odada Hastafendi dahil üç hasta kalmıştı.
Hurşit onlar çıkınca o boşalan yatak için “az sonra o yatağa gelen olur. Burası
hiç boş kalmıyor” diye tecrübesiyle görüş bildirdi.
Benim gözüm o perdeleri çekili hastadaydı. Az sonra
eşi perdeyi araladı. Elinde tuvalete gidemeyen hastaların kullandığı ‘ördek’
diye tabir edilen şeyle bizim yanımızdan çıkıp gitti. Sanırım tuvalete ördeği
boşaltmaya gidiyordu. Kadının geçerken Hastafendi’ye ve kızına bakışlarından
sanki onlara bir şey söyleyecek gibiydi. Her halinden çok yorgun olduğu
anlaşılıyordu.
“Eeee ne demişler? Yatana da zor, bakana da daha
zor”. Bu söz bütün hasta yakınlarının hastanın yanına geçmiş olsuna gelenlerin
diline adeta pelesenktir. Bilen bilir hastanelerde yatılı hastaların çoğunun
bir de ‘refakatçisi’ yani hastaya yardım için bir yakını olur.
Hastanelerde hastaların ayrı refakatçilerin ayrı bir
dünyası vardır. Hastalar hastalık derecesine göre hastalığın sıkıntılarını
yaşarken bazılarının canı tatlı olur. Her şeye mızmızlanırlar. Bazıları daha
sabırlı olur yaşadıklarını pek belli etmezler. Bazıları da ne yaşarsa yaşasın
hiç kimseye belli etmeden yaşadıklarının sıkıntı ve sorunlarını yalnız
kendileri yaşarlar.
Ancak refakatçilerin kendi aralarında durumu pek
farklılık göstermez. İçlerinde çok ağır veya çok mızmız hastalara bakanlar
arada bir hastadan uzak bir yerde kendilerini dinleyen bulunca durumlarından, yaşadıklarından
haklı olarak “çok zor, günlerdir biz de onunla birlikte aynı çileyi çekiyoruz”
benzeri yakınırlar.
Bu refakatçilerin hemen hepsinin ortak özelliğidir.
‘Hizmeti, bakımı zor olanların’ şikayeti yine anlaşılabilir. Ama adeta ayakta
tedavi gören konumda olup da refakatçisine fazla sıkıntı vermeyen hastaların
refakatçileri veya refakatçiye hiç gerek duymayan ‘ancak onları tanıyan
birilerinin hastasını hasta hasta bırakıp gitti demesinden çekinen’ hastaların
refakatçi yakınları veya bol sohbet olanağı bulduğu ve düzenli ayağına yemek
geldiği için refakatçiliği adeta iş edinerek yapanlar dahil hemen hepsi ‘hiç
tanışmadıkları halde’ ilk gördükleri yerde birbirlerine önce “Allah kurtarsın
kardeş. Senin de işin de zor” diye kışkırtıcı ifadeyle lafa girip kendi
sıkıntılarını ‘övündüğü veya yakındığı belirsiz abartıcı ifadelerle’
yaşadıklarını anlatma yarışına girerler…
Hastafediyle hastanelerde yatılı kaldığımız sıralarda
refakatçilerin bu durumlarını gözlemeyi adeta iş edindim. O kadınların hallerini
‘altın gününe gelmiş’ kadınlara benzetirim hep. Hasta odası kadınlara aitse
eğer oradan yükselen konuşmalar bazen çığlık şeklinde bütün koridoru sarar.
Onların bu sohbetlerinin farkında olmayanlar sanki biri ölmüş de onun feryadı
yükselmiş gibi odalarından dışarı fırlar. Bazen gerçekte biri ölünce benzeri
çığlıklar da yükselir.
Ama refakatçi kadınların kendi aralarındaki sohbet
sırasında attıkları şuh kahkaha çığlıklarıyla, ölen biri için atılan acı çığlık
farklı olur. Bunu herkes fark edemez.
Ben insanları gözlemeyi iş edindiğim için bu
çığlıkların farkını ayırt edebildiğimden atılan her çığlıkta telaşlanmam. Ölüm
çığlıklarındaki o acıyı duysam bile çok telaşlanmam. Çünkü ölümü bizzat kendi
yaşamış ve birçok ölüme tanık olmuş birçok ölüyü yakından tanık olmuş bir kişi
olan hastafendinin öykücü kişiliği olarak benim için ölüm yaşamın normal ve
kaçınılmaz bir yanıdır. Göre yaşaya bunu kabullendim.
Siz şimdi “böyle öykücülük mü olur? İnsanın içini
karartıyorsun” diye peşin hükümlü olmayın. Bu yolculuk süresince yaşamlardan
yola çıkarak anlatılanları okudukça neyi niçin anlattığımı okuyarak fark
edeceksiniz.
Çünkü bu öykü yolculuğunu asıl amacı insandan yola
çıkıp, öykülerde insanları olabildiği kadar çırılçıplak hale getirip onları
insanın evrenselliğinde buluşturmak.
Buraya refakatçi kadınları anlatırken geldik. Erkek
refakatçiler da var tabi. Onlar da konuşacak birini veya tanıdığı başka bir
erkek hastayı buldu mu sohbeti kahve sohbetlerine dönüştürürler. Yani hiç
anlamı olamayan, genelde belden aşağı nitelikte konuşmalar. Ancak onlar
kadınlar kadar yaygaracı olmadıkları için sohbetlerinde sanki ciddi bir şey
konuşuyormuş gibi gözükürler.
Cam kenarında perdelerini çekmiş hastanın yanındaki
bayan elinde ördekle yanımızdan geçerken Hastafendinin kızına bakışı böyle
ayrıntılara girmeme neden oldu.
Çünkü yalnız hastanelerde değil hayatın her alanında
birlikte olunan kişilerin ne kadar yoldaş, yol arkadaşı veya ne kadar zoru
görünce ve işine gelince dönüverecek sizi satacak kimlikte olduğunu
‘olduğumuzu’ bu öykü yolculuğu süresince öykülerde sorgulayıp okuduğunu
anlamasını bilene fark ettirmeye çalışacağım.
Bu düşüncelerle burada şimdiye kadar gördüklerimden yola çıkarak refakat
ve refakatçilere değindim.
Neyse bu ben yazdıklarımı hatırlarken o kadın
elindeki ördeği tuvalete boşaltıp geri geldi. Yine gözü Hastafendi’nin
kızındaydı. Sanırım bir fırsat bulup konuşmak için, göz göze geldiği
Hastafendinin kızına ‘geçmiş olsun’ deyip cam kenarında perdeyle kapalı bölüme
girdi. Ama o kadın bu sohbet düşüncesinde yanılmıştı. Çünkü Hastafendinin kızı
az tanıdığı kişilere lafı dirhemle satanlardandı. Bu aklıma geldi.
O sırada Hurşit o hastadan tarafa yürümüştü. O hasta
Hurşit’i sanki yeni görmüş gibi ‘valla geçen hafta taburcu ettiler. Durumumu
iyi görmediğim için tedavimin devamını istedim. Hastaneye de 1500 lira
bağışlayınca başhekim kabul etti. Bana burada tedaviye devam ediyorlar’ gibi
bir şeyler söylüyordu.
O Hurşit’e bunları söylerken ‘sana söylüyorum kızım,
sen anla gelinim’ der gibi bize kendinin özel bir durumu olduğunu, tv.nin
kullanımının kendine ait olduğunu, kumandaya talip olmamamızı anlatmaya
çalıştığını fark ettim. Çünkü o da, Hurşit de epeydir birlikte buradaydılar.
Durumunu Hurşit’e anlatmak istese şimdiye kadar elli kere anlatırdı.
Bu nedenle ben öyle anlamıştım. Bir süre sonra
televizyonu kafasına göre zaplayıp, kafasına göre açıp kapattığını gözledikçe
yanılmadığımı anladım. Ama umursamadım. Çünkü Hastafedi böyle yerlerde tv.
izlemeyi pek sevmez. Zaten genelde hep belgesel izler. Haberlere şöyle göz
gezdirirdi o kadar. Eh o arkadaş da arada bir haberleri zaplarsa görünenlerle
yetinirdi.
Ben de içimden öykü yolcuğu için böyle ilginç, farklı
bir karakter çıkınca sevinmiştim bile.
Aklımdan bunları geçirirken kapıdan görevlinin ittiği
bir hasta arabası arabanın yanında bir bayan, üç dalyan gibi genç, bir de orta
yaşlı bir bey gözüktü. Hastanın arabayı bir süre önce boşalan yatağın yanına
getirdiler. Bu sırada iki görevli telaşla yatağı hazırladı ve hastayı itinayla
yatağa yatırdılar. Ben gözümü onlara dikmiştim. ‘Hastanın oğluymuş’ o
gençlerden biri benim “geçmiş olsun” dileğime cevap verirken hastanın babaları
olduğunu ve yoğun bakımdan getirdiklerini söyledi.
O sırada yatan hasta sanki durumu çok ağır bir
görüntü içindeydi. Ama çok da çalımlıydı. Söylenenlerden yanında gelen bayanın
hanımı, o üç gencin oğlu olduğunu orta
yaşlı beyin de yakını olduğunu anladım.
Hasta hanımına ve oğullarına sürekli talimat verip
bir şeyler istiyordu. Gerek hanımı gerekse oğulları büyük bir saygı içinde onun
talimatlarını yerine getirmeye çalışıyordu. Oğullarına yatağı doğrultmalarını
söyleyince telaşla yatağını doğrultuyorlardı ki; bu sırada Hastafendi’yi
sorguya çeken doktor kapıda gözüktü.
Doktor sanırım o hastanın yanında üç genci ve o orta
yaşlı adamı görünce biraz şaşırmış ve ürkmüş gibiydi veya bana öyle gelmişti.
Çünkü hastanelerde doktorlara yönelik saldırılar
aklıma gelmişti. Öyle ya şu anda hasta ters bir şey yaşasa oğulları ve
yanlarındaki beyin o şaşkınlıkla tepkisi farklı olabilirdi.
İçimden “tabi hasta yakınları hiç sınırlama olmadan
buralara kadar sokulursa olabilir tabi” dedim.
Hastafendi de o üç genci görünce aklına iki kızı
olduğu gelmiş de biraz kıskanmış gibiydi. Çünkü evde arada bir eşine “oğlumuzu
senin yüzünden kaybettik” diye yarı şaka bir oğlu olmadığı için üzülüyormuş
gibi görüntü verirdi.
Hanımının başına kalktığı olayın asıl sorumlusu
kendisiydi. İşleri çok iyi gitmediği için hamile olan eşi “bir çocuk daha
bakamayız” deyince hiç düşünmeden eşinin kürtaj isteğini kabul etmiş, o sıra
kürtaj yasak olduğu için bir özel poliklinikte çocuğu aldırtmışlardı.
Kürtajı yapan doktor “çocuk erkekmiş” diye açıklama
yapmıştı. O sıra o söze önem vermeyen Hastafendi yıllar geçtikçe bir oğul
özlemi duyunca kendi kusurunu unutup karısına yarı şaka sitem ederdi. Sanırım
şimdi yine aklına o aldırılan çocuk gelmişti.
Benim aklımdan bunlar geçerken doktor o hastaya
“geçmiş olsun” dedi. Oğullarının babalarıyla ilgili verdiği bilgiyi dinledikten
sonra hastaya “Ne iş yapıyordun?” dedi. Hasta “ben berberlik yaptım doktor bey”
diye cevap verince doktor “sigarayı çok mu içtin?” diye sordu. Hasta doktorun
bu sorusu üzerine sanki biraz canlanmış gibi doğruldu sol elini açıp sağ eliyle
sol eline vurarak “ben yaktım, müşteriler yaktı. Valla doktor bey fosur fosur
içtik ciğarayı” dedi. Orta Anadolu’da bir şehirde berberlik yaptığını
söylemişti.
Berberin doktora berberlik yaptığını söylerken “ben
yaktım, müşteriler yaktı. Valla doktor bey fosur fosur içtik ciğarayı” dediği
an onun tavrı, anlatırken kullandığı kelimeler, o kelimeleri telaffuzu bana çok
tanış gelmişti. Sanki ben de onun müşterisiydim. Onun ‘fosur fosur ciğara’
içtikleri içinde ben de vardım.
Orta Anadolu’da kışlar karlı olur ve sert geçer.
Karlı bir gün berber dükkanında suratı sabunlu bir müşteri, müşteri bekleme
sıralarında da berberin geceden kalmış mahmurlukla arkadaşları oturmuş. Berber
bir yandan elindeki usturayı gılağılarken bir yandan arkadaşlarıyla laflıyor.
Tabi berberde muhabbet bol… Çaylar da gelmiş.
Dışarıda lapa lapa kar yağıyor. Soba da hafiften yanıyor. Üzerindeki demlik
hışırdamaya başlamış. Berber, çırağına “oğlum bardakları boşalana çay
doldursana” diyor. Önündeki bankın üzerinde duran kül tablasında külü uzamış
gitmiş sigarasından bir nefes çektikten sonra keskinleşmiş usturayı sabunlu
bekleyen müşterinin yüzünde gezdirirken lafına kaldığı yerden devam ediyor. O
sıra dükkanın içi içilen sigara dumanıyla sisli gibi. Sigara içen de, içmeyen
de hepimiz duman altı durumdayız.
Berbere bakarken bunlar aklımdan geçerken geçmiş
yıllarda tanıdığım berberler ve onların benzer görüntüleri gözümde canlandı. O
görüntülere dalıp gittim.
O sıralar Hastafendi hasta değildi. Genç oldukça
yakışıklı ve kendine güvenli lafı dinlenir biriydi. Ben de o sıra onun içindeki
öykücü kişiliği olarak onun baskısıyla sessizce onun gördüğü, yaşadığı
ilginçlikleri bir fırsat bulunca öyküleştirmek için onun beyninin içinde kayda
geçiriyordum.
Hastafendi’nin yaşadığı ilçenin bildiğimiz en eski
berberi ‘sağır berber’ diye tanınan Mustafali amca daha o yıllar bile yaşlı
biriydi. Hastafendi’nin de uzaktan akrabası olurdu. O yıllar ilçede doktor olsa
bile diş doktoru yok. Mustafali amca diş de çekerdi.
Ama öyle morfin falan yok. Kerpetenle, dayanabilirsen
dayan. Ayrıca sarılık hastalığına yakalananlardan ustura ile kan bile alır;
kimine sülük yapıştırırdı. O kan alınınca sarılık geçer diye düşünülürdü her
halde.
Hastafendi o yıllar küçük bir oğlan. Babası sağır
berber amcaya saç tıraşına götürür. Berber amca biraz yoldurarak da olsa üç
numarayla saçlarını tıraş ederdi. Bunları hatırladım.
Hastafendi sonraları büyüdükçe berberini değiştirdi.
İlçedeki sonradan berberlik yapanların hemen hepsi Sağır Berber Musatafali
amcanın çırağıydı. İlçede sonra çoğalan terziler de Kel Terzinin çırağıydı.
Sağır Berberi hatırlayıp o yıllara gidince Kel Terziyi hatırlayıp anmamak
olmaz. Çünkü o da farklı, özgün bir kişilikti. İlçede çoğu kişinin bilmediği
belki bilip de unuttuğu bir geçmişi vardı.
Hele Osman Çavuşu karanlıkta kıstırıp kafasına
sopayla vurup bayıltışını çoğu kişi bilmez. Çünkü bilenlerin çoğu öldü. Ben bu
anıyı Bakkallık yapan Osman Çavuş dayıdan duymuştum. Onun at arabacılığı
yaptığı yıllarda yaşadığı bir anıydı.
Bilen bilir. Kamyonların henüz piyasaya tek tük
çıktığı; üç beş kişide var olan traktörlerin de öyle kıyılıp da her işe
koşulmadığı yıllarda özellikle ilçelerde hatta kimi küçük şehirlerde taşıma işi
at arabalarıyla yapılırmış. İnşaatlar için gerekli olan taş, kum benzeri
malzeme at arabalarıyla çekilirmiş. Hatta o arabalar birçok yerde bir yerden
bir yere giderken insanların kendilerini ailesini veya eşini dostunu taşıma
aracı gibi kullanılır, gelinlerin çeyizleri hatta kendileri baba evinden o at
arabalarıyla getirilmiş.
Hastafendi o yıllara ucu ucuna yetişmişti. Çok
küçüktü. İlçeye o yılların ulaşım olanağına göre uzak bir köyde babasının asker
arkadaşının oğlunun düğünü vardı. O köye akrabaları olan cambazın Enver’in at
arabasına ailece doluşup o düğüne gitmişlerdi. Hatta bir gün önce gitmişler
Cambazın Enver’in köyünde dede dostu olan Hacı Arabın evinde misafir
olmuşlardı.
Misafir kalınan evin olduğu köyün özelliği sulak
çayırları ve orada yayılan kaz sürüleriydi. O ilçenin sadece o köyünde kaz
beslenirdi.
Oradan düğün olan köye gidilmişti. O köydeki düğünde
gece yakılan maşalayı ve gençlerin o maşala etrafında çıkardığı oyunu
Hastafendi anasının yanında izlemişti. Ertesi günü gelini köyün sırtındaki
tepeden at üzerinde dolaştırmışlardı.
Haliyle ben ve o yolculuğu hiç unutmadık. Ben bunları
daha o yıllarda görüp hafızaya kaydediyordum. Denk düşerse o hatırladığım
yaşanmışlıkları bu öykü yolculuğunda yazarım.
Nerden nereye. Eee öykü yolculuğu böyle gezinerek,
yolculuğu izleyenleri de anılarında gezdirerek devam edip gidecek.
Neyse Sağır Berber Mustafali amcanın çırakları içinde
sonradan en gözde olan berber Berber Baki’ydi. Aynı buradaki hastanın anlattığı
ve benim gözümde canlandırdığım berber dükkanı gibi Berber Baki’nin dükkanı hep
dolu olurdu. Bir iki kişi tıraş olacaksa diğerleri Berber Baki’nin muhabbetine
gelirdi.
Kışları bizim ilçe de soğuk ve karlıdır. Hava soğuk
olunca da berber dükkanına gelen kimsenin dışarı soğuğa çıkası gelmezdi.
Aslında berber dükkanının dibinde kahve de vardı. Ama
bir yandan sigarayı fosurdatıp, diğer yandan Berber Baki’nin muhabbetini
dinlemek çok keyifli oluyordu. Hele bir de çay varsa muhabbetin araçları tamam
olurdu.
Çay, sigara ve sıcacık bir dükkan ve tatlı muhabbeti
kim bırakır gider ki? Sigara dumanıyla
göz gözü görmeyen dükkana dışarıdan gelenler “ne oğlum bu duman? Tilki mi
çıkarıyorsunuz?” diye takılıp boş bulduğu yerde yerini alırdı.
Aslında yaz günleri de o dükkan hep doluydu. İlçenin
ekabir, yiyip içen takımı onun dostuydu. Tabi bizim Hastafendi de onların
arasındaydı. Gerçi o sıralar çok gençti; ama o oldum bittim kendinden çok
büyüklerle dostluk eder. Onlar da onu sevip sayardı. Bu vesile ile Berber
Baki’nin ekabir dostları arasına girmişti. Hep birlikte bazı geceler kafa
çektikleri de olmuştu. O sırada yaşanmışlıkları sonra yeri gelirse yazarım.
Hastafendi ilçeye gelince tıraş olsun olmasın o
dükkana mutlaka uğrardı. Aslında o oraya muhabbetten ziyade aynanın üstüne
yapıştırılmış müşteri resimlerine bakınmak için giderdi. Hemen hepsi tanıdık,
çoğu ölmüş kişilerdi. O resimlere bakarken o insanları tanıdığı anlara dalıp
giderdi. Bu benim için iyi olurdu tabi. O resimlerden çıkan öyküleri bir gün
özgür kalınca yazmak için hafızaya alırdım.
Buradaki hasta olan berbere bakınırken aklımdan
bunlar geçince bu hasta sanki yakınımmış gibi gelmişti. Doktor onunla ilgili
notları aldıktan sonra yapılacak tedaviyi kısaca anlatıp “geçmiş olsun” dedi
gitti.
Berber eşi, oğulları ve orta yaşlı tanıdıkla baş başa
kalınca yine huysuzluğa başladı. Görüldüğü kadarıyla çok kötü durumda değildi.
Aslında Hastafendi berberden çok daha kötü
durumdaydı. Siz bakmayın onun böyle etrafıyla ilgilenip kendiyle dalga
geçmesine. O her zaman böyledir. İçinden çıkılmayacak zor durumlara düştüğü
zamanlarda, hastalıkla savaşırkenki en kötü anlarda bile hep etrafıyla ilgili
ve kendiyle dalga geçen biridir.
Öyle olmasa belki kafayı yerdi. Çünkü öyle şeyler
yaşadı ki. Ben de onunla birlikte yaşadığım için o anları yazsam valla her biri
abartısız kitap olur. Ama o yaşananlar bu yolculuğun konusu değil. Yeri gelince
kimilerine belki değinip geçeriz. Çünkü bu yolculuk herkesin yaşamışlığına
dokunan bir yolculuk olacak.
Herkes bu öykülerde bir şekilde yerini alacak,
anılarını tazeleyip o anılarda yaşadığı kendi öykülerinde gezinecek. Yolculuğa
bizimle başlayan veya sonradan katılan herkes okuyarak bunları fark edecektir.
Ben Hastafendiyle ilgili bunları düşünürken yemek
saati geldi. Yemek buralarda hep saatinde gelir. Hastalar da bu saatlere
alıştığından yemek saati yaklaşınca kıpırdanmalar başlar. Buralarda kala kala
bunları öğrendik.
Koridorda araba tıkırtıları başlayınca Hurşit ‘yemek
geliyor’ dedi. Bu sırada berber hala çalımlıydı, eşine ve çocuklarına talimat
yağdırıyordu. Sanırım hemen yanındaki hastaya özenip o da perdesini çektirdi.
Oğlu dışarı çıktı elinde ördekle geldi.
Yalnız zamanlamayı iyi yapmamışlardı. Tam yemek
saatinde ördek ne kadar alışkın olunsa da hoş karşılanmaz. Perdenin öte yanında
sanırım ördeğe idrarını dolduruyordu. Yanlarında gelen yakını berberin bu
davranışına kızmış gibiydi. Yanımızdan geçerken “Şişenin dibini bulucem diye
vurdu rakıyı vurdu rakıyı. Şimdi sanki sebep oğlanlarıymış gibi onlara çalım
satıyor” diye söylenerek dışarı çıktı.
Yemekleri getiren görevli hastaların refakatçilerıne
“hastaların yemeklerini alın” diye seslendi. Refakatçi olup yemek alacak
olanların da refakatçi kartlarını göstermelerini istedi.
Hastafedi gözlerini araladı. Kızı “baba yemek alayım
mı?” dedi. Çok halsizdi. Kızına ‘olur’ der gibi başını salladı. Kızı onun
yemeğini alıp getirdi önünde ki sehpaya koydu. Sehpayı tam onun önüne gelecek
şekilde koydu. Hastafendi yemeklere baktı. Canı hiç yemek istemiyordu. Kızına
“sen ne yiyeceksin?” dedi. Kızı “ay baba ben yerim bir şeyler. Şimdi senin
yemen lazım” deyince bir lokma ekmek koparıp ağzına götürdü. Kaşığı eline alıp
yemekten bir kaşık aldı, ağzına götürdü. Ama çok halsizdi, lokma ağzında büyüdükçe
büyüyordu. O lokmayı çiğnedi, çiğnedi sonra suyla zor zahmet yuttu. Kafasını
yeniden yastığa koydu.
Üzüntüyle bakan kızının elini tuttu “uykusuz olduğum
için canım istemiyor” dedi. Bu sırada perdeleri çekili yerlerde ve Hurşit
hummalı bir karın doyurma faaliyetine girmişti. Gelen seslerden onun dışında
herkesin iştahla yemek yediği anlaşılıyordu. İçinden “Ee! Can boğazdan
gelirmiş” dedi.
Kızı o yemek yemeyince çok üzülmüştü. Gözünün
kuyruğuyla bakınca bunu fark etti. Yine elini kızına uzatıp onun elini tuttu,
cansız bir şekilde sıkmaya çalıştı. Kızının elleri küçücüktü. Adeta avucunda
kaybolmuştu. Ne zaman kızının elini tutsa içinden hep ‘teknoloji çok gelişse de
ışınla bunu küçültüp gömlek cebimde taşısam, sonra gerektiğinde büyütsem’ diye
geçirirdi. Şimdi de aynı şey aklına geldi gülümsedi. Kızı da babasının ne
düşündüğünü fark etmiş, gülümsüyordu.
Kızına “yardım et de tuvalete gideyim” dedi. Kızı
telaşla “baba halin yok ördek getireyim istersen” deyince kızına “olmaz
tuvalete gideceğim. Sen bana bir araba getir” dedi. Hiçbir zaman ördek
kullanmayı tercih etmez, ona sanki ayıpmış gibi gelirdi. Çok halsiz olduğu iki
kişiyle zor götürüldüğü halde tuvalete giderdi. İçinden “zaten millete yük
oluyorum. Bir de pisliğimi taşıtmayayım” derdi.
Hele şimdi kızını hiç kıyamadığı için tuvalete gitmek
istemişti. Kızının getirdiği arabaya kızı ve Hurşit’in yardımıyla bindi.
Tuvalete on metre kala kızına “sen burada kal” dedi. Kendi arabayı tuvaletin
önüne kadar götürdü. Orada kızının ilerde endişeli bakışları arasında arabadan
inip tuvalete girdi. Şansından alafranga tuvalet boştu. İşini görüp çıktı. O
sırada yanına gelen kızının yardımıyla arabaya bindi. Kızıyla birlikte koğuşa
geldiler. Yine Hurşit de yardım etti. Arabadan inip yatağına yatırdılar. Kızına
“ben uyuyacağım, sen de kantine in bir şeyler ye” dedi. Kızının “uf baba ben
yerim. Sen nasılsın?” diye gösterdiği tepkiye gülümsedi.
Kızı hep böyleydi. Gözlerini yumdu oksijen
kavanozunda suyun çıkardığı sesi dinlemeye başladı. ‘Lırlrlrlrlr’ diye içinden
sesi tekrar ederken uyumuştu.
Bu sırada camdan taraftaki berberden ve kendine özel
bir bölüm yaratmış hastanın tarafında hastalar ve refakatçileri yemeklerini
yiyordu. Hastafendinin kızı babasının ‘bandakladığı’ yemeği kapatmış tekrar
kendi koltuğuna oturmuştu. O da uykusuzluktan çok halsizleşmişti. Karnı da
acıkmıştı. Ama babası bir şey yemediği için kafasını ona takmıştı. “Acaba
babası çok mu hastaydı?” Bu düşünce ve endişelerle o da gözlerini kapadı.
Aklındaki soruya cevap bulmaya çalışıyordu. Babasının durumunu anlaması
olanaksızdı. Sorsa ondan doğru bir cevap da alamayacağını biliyordu.
Aklına doktora gidip sormak geldi. Bu düşünceyle
kalktı. Babasının gözleri kapalıydı. ‘Uyuyor’ diye düşünüp doktora babasının
durumunu sormak için odadan çıktı. Bu sırada hastafendi oksijen kavanozundaki
suyun sesine dalmış oda arkadaşı berberi ve öteki hastayı düşünüyordu. Berberi
görüp tanımıştı. Ama onun hemen yanında perdeleri çekili hastayı henüz
görmemişti. Onun Hurşit’e söylediklerini duyunca onu temelli merak ediyordu.
“Acaba kim? Nasıl bir hasta?” diye düşünürken o taraftan sesler geldi. Berberin
hanımıyla o hastanın hanımı birbirine nereli oldukları sorarak tanışmaya
çalışıyorlardı. Söylediklerinden her ikisinin İstanbul’a en fazla göç veren
illerden birinden hemşeri oldukları anlaşılıyordu. Hurşit de Ordu’lu olduğunu
söylemişti.
Hastafendi bunları duyunca İstanbul’un kalabalığı
aklına geldi. O kalabalıklar hep aynı endişe veya umutlarla bir yerlerden,
yurtlarından kopup gelmişlerdi bu şehre. Milyonlarca insan, milyonlarca
birbirine benzer veya çok az farklarla ayrışan yaşam öyküleri.
O İstanbul’a ilk olarak askeri lise imtihanı için 64
de gelmişti. O yıllar İstanbul’un nüfusu bir buçuk milyon civarındaydı.
Öğrendiğine göre o yıllar günlük olarak nüfus iki yüz kırk kişi artıyormuş. O
yıllara ilişkin bildikleri bunlardı. 1971 de tekrar gelmişti. O yıllar
İstanbul’un nüfusu iki milyona yakındı. İstanbul’a her gün katılan nüfus
hızlanmıştı.
Şimdi sanırım on altı milyon. Ve bu kalabalıkların on
beş milyona yakını hep dışarıdan gelip yerleşen insanlar. Ötekiler de yani
doğma büyüme olup kendilerini İstanbullu kabul edenler bile aslında hep bir
yerlerden gelmişti. Çünkü İstanbul’u kuranlar Bizanslılardı. Bir tv programında
izlemişti. Birine ‘aslen nerelisin?’ sorusunun sorulduğu tek şehir
İstanbul’muş. Gerçekten çok uzun yıllar İzmir’de kalmıştı. Orası da dışarıdan
göç alarak büyüyen bir ildi. Ama hemen hiç kimse kimseye “aslen nerelisin?”
diye sormaz ve bu soruyu sorma gereğini duymazdı.
Bunlar aklına geldi. Bu odadan bu hastaneden gelip
geçen onca hastanın hemen hemen tamamının bu şehre bir yerlerden geldiği aklına
geldi. Gözlerini aralayıp duvarlara baktı. Sanki o insanların görüntüleri
duvarda belirmişti. Bu düşünceyle duvarlara hayretle bakarken gülümsedi.
Tam bu sırada doktora babasının durumunu sorup gelen
kızı babasının gülümsediğini görünce sevindi. Zaten doktor da ona “babanız coah
hastası. Onun daha iyi olmasını beklemeyin. Mevcut durumunu koruduğu sürece
fazla sorun yaşamaz. Onun bu gerçeği kabul etmesi lazım. Yani durumunda bir
tehlike yok” demişti.
Doktorun bu soğuk da olsa gerçeği anlatan cevabıyla
babasının kötü durumda olmadığını öğrenen kızı babasını gülümser görünce
“doktordan geliyorum. Durumun kötü değilmiş. Doktor baban durumunu kabullenirse
daha rahat eder dedi” diyerek doktora gittiğini söyledi.
Hastafendi kızının bu sözlerini duyunca az önce
düşündüklerini unuttu “aferin beni rahatlattın” dedi. Kız anlatımındaki
soğukluğu fark etmişti. Ona sarıldı “yanlış anlama babişko. Senin durumunu sorunca
bunları doktor söyledi” deyip öpüyordu. Hastafendi kızını öperken “canımın içi;
ben sen ne söylediysen onu anladım” diye onunla dalga geçiyordu.
Onlar böyle muhabbet içindeyken aşçılar boşları alıp
gitti. O sırada içeri giren bir hemşirenin “burası ne olmuş böyle herkes
perdeleri çekmiş. Açın perdeleri ilaç saati” diye biraz öfkeli sesiyle
irkildiler. Sanırım hemşire haremlik selamlık görüntüsünde rahatsız olmuştu.
Hemşirenin bağırışıyla cam kenarındaki hem berberin
hem öteki hastanın refakatçileri perdeleri çekti. Perdeler çekilince Hastafendi
“hah şöyle ya. İçimiz kararmıştı” diye mırıldandı. Onun bu mırıltısını duyan
hemşire gülümsedi. Sonra öteki iki hastaya ve refakatçilerine “işiniz bitince
perdeleri açın da hastalara kasvet çökmesin” dedi. Her iki hastanın
refakatçileri perdeleri “hastanın ihtiyacını karşılamak için” çektiklerini
söylemeye çalışırken hemşirenin son sözü üzerine sustular.
Perdeler çekilince odanın büyüklüğü ve balkon ortaya
çıkmıştı. Balkona bakan pencerelerden gözüken manzara hava hafif sisli de olsa
oldukça güzeldi. Hemşire öteki hastalara doktorun önerdiği tedaviyi yaparken
balkona doğru bakan Hastafendinin yanına gelen Hurşit “balkon adalara bakıyor.
Hava iyi olunca şahane manzarası var” diye açıklama yaptı. Perdeler çekilince
sanırım o da kasvetlenip yatmıştı. Hemşirenin uyarısıyla perdelerin açılması
onu da canlandırmıştı. Halinden öyle anlaşılıyordu.
Hemşire diğer iki hastaya uygulanacak olan ilaç ve
serumu uygulayıp Hastafendiye geldi. Gündüz damar yolu açılmıştı. Ona da serum
takıp, gerekli iğneleri yaptı, Hurşit’e de tedavisini uygulayıp gitti.
Bu sırada Hastafendi gözünü o merak ettiği hastaya
dikmişti. O hasta siyah saçlı, tokur kafalı kütülek biriydi. Görüntü olarak
hastaya benzemiyordu. Coah hastalarında insanı şaşırtan bir özellik. İlk
bakışta hasta gibi değillerdir. Ama akciğer tükendiği için hemen hepsi
‘alacanlı’ yaşarlar; ama bu pek belli olmaz.
O hastanın eşinin hemşerileri olan berberin eşiyle
konuşmalarından anlaşıldığı kadarıyla emekli öğretmenmiş. İki oğulları varmış.
Kadın gündüzleri, oğulları da gece bekleşiyorlarmış.
Hastafendi bunları duyunca öğretmenin öğretmenlik
yaptığı günler gözünde canlandı. İçinden ‘bu iyi voleybol oynuyordur’ diye
geçirdi.
Geçmişte tanıdığı özelikle köylerde öğretmenlik yapan
tanıdıkları aklına geldi. Onların okulun bahçesindeki voleybol sahasında köyün
gençleriyle vakit geçirmek için voleybol oynayışı gözünde canlandı. Arada bir
futbol maçı yapsalar da genelde hep voleybol oynarlardı. Bu maçlar duruma göre
lokumuna veya gazozuna ama oldukça iddialı olurdu. Yenilenle bol bol dalga
geçilmesi de oyunun ’bonusu’ olurdu.
Tanıdığı öğretmenlerden biri vardı. Gençlerden oluşan
beş kişilik voleybol takımına karşı tek başına maç çıkartır, onları genelde
yenerdi.
Emekli öğretmen olan hastaya bakarken bunlar aklına
geldi. İnsanların birçok yanlarıyla çok benzeştiğini bunun en kolay doğrulanacağı alanın
İstanbul’da yaşayan insanların yaşam öykülerinde gezinmek olduğunu düşündü.
Aklına geçtiğimiz yıl Ortaköy’de tanıştığı bey geldi.
Seksenini geçen yaşına rağmen oldukça dinç Ortaköy’ün yerlisi olduğunu söyleyen
bey kısa sohbetlerinde çok iyi anlatıcı olduğunu kanıtlamıştı. Bir bankta
otururken yanındaki kişiye nasıl lakerda yaptığını anlatırken, hiç lakerda
yemeyen Hastafendinin canı Lakerda çekmişti.
O sırada o beye “sizinle daha iyi tanışıp sohbet
etmek istiyorum. Sizden Ortaköy’ün, İstanbul’un bildiğiniz geçmişini öğrenmek
istiyorum” deyince o bey büyük ilgiyle “bundan memnun olacağını” söylemişti.
Ama bizim Hastafendinin her işi genelde hep lafta
kalıyordu. O sırada hastalığı artınca kaldığı şehre dönmek zorunda kalmış, o
beyle düşündüğü sohbeti yapamamıştı. İstanbul’a bu gelişinde o beyi arayıp
yarım kalan sohbetlerine mutlaka devam etmeyi kararlaştırmıştı. Ama hastalanıp
buraya tedavi için gelince o kararı yine aksamıştı. ‘Öykü yolculuğu’ diye başlattığı çalışma için
buradan taburcu olunca o beyi mutlaka arayıp bulacaktı. Şimdi buradaki
insanları tanımaya çalıştıkça bunlar aklından geçiyordu.
Bu düşüncelerle günler geçerken o hastayı daha
yakından tanıma olanağını bulmuştu. Buraya geldiğinin üçüncü günü hafta
sonuydu. O sırada berberin oğulları babalarının ısrarına dayanamamış başhekimi
nasıl ikna ettilerse babaları için özel oda bulmuşlar ve oraya taşınmışlar,
onun yattığı yatak henüz boştu.
O gün günlük muayenesini yapan doktor öğretmene
‘sizin için psikiyatristen randevu aldık. Öğleden sonra ona muayene olacaksın’
demişti. Söylendiği gibi öğleden sonra öğretmen oğluyla beraber psikiyatriste
gidip geldi. Onun niçin psikiyatriste sevk edildiği akşamüzeri doktorun gelip
açıklamasıyla anlaşılmıştı.
Doktor ona “psikiyatristin de söylediği gibi
sorununuz biraz psikolojik. Burada size yapılacak tedavi yapıldı. Sizin
durumunuzu bu hafta sonu da takip edeceğiz. Sizi muhtemelen Pazartesi günü
taburcu ederiz. Artık bundan sonra tedaviye evde kendiniz devam edeceksiniz.
Size verdiğimiz oksijen makinesini her gece sabaha kadar kullanacaksınız. Sabah
iki saat, akşamüzeri iki saat yine makineye bağlı kalacaksınız. Buna uyduğunuz
takdirde sorunsuz hayatınıza devam edersiniz. Sizin iyileşmeniz bu kadar. Bunu
kabul etmeniz lazım.” diye ayrıntılı açıklama yapınca öğretmenin durumunu,
yaşadığı sıkıntıların nedenini anlayan Hastafendi çok üzülmüş; öğretmen
hakkındaki ön yargısı için utanmıştı.
İki gün önceydi. Hastafendinin hanımı kızından
refakatçi nöbetini almıştı. Refakatçiliğe alışkın olduğu her halinden belliydi.
Burada da evdeki gibi her şeyi izah ederek işe başladı. Yıllardır Hastafendi
onun bu huyuna alışmış onu sessizce dinlerdi. Eşi her zaman yaptığı gibi her
şeyi ayrıntılı açıklayarak, getirdiği şeyleri dolaba yerleştirmeye başladı.
Meyveyi de ortak buzdolabına yerleştirirken ‘bizimkileri şu kısma koydum’ diye
açıkladığı sırada hastalığın yorgunluğunu atamamış olan Hastafendi eşine
sinirlenip ‘mal mı bölüşücez yav koy bir yere’ dedi.
O sırada berberin eşi de buzdolabının
yanındaydı. Hastafendinin eşine ‘mal mı
bölüşücez yav koy bir yere’ dediğini duyunca şaşırmış gibi ‘aaa bizim oğlan mal mı bölüşücez dedi’ diye
şaşkınlığını dile getirdi. Onun ‘aaa bizim oğlan mal mı bölüşücez dedi’ derken
çıkardığı ses tonu da Hastafendiye çok tanıdık gelmiş ve şaşırtmıştı. Sanırım
ikisi de birbirine çok tanıdık gelmişti. Tavırlarından bu anlaşılıyordu.
Gerçekten kadının ‘aaa bizim oğlan mal mı bölüşcez
dedi’ derken çıkardığı ses Hastafendiye kendi ilçesinde ve o civarda tanıdığı
birçok kadını hatırlatmış, kadının yüzü o anda çok tanıdık gelmişti. Berberin
eşinin bakışından onun da benzer duygular içinde olduğu anlaşılıyordu. Bir ses,
şive ve o sesin tınısı her iki insanın yaşadıkları yer arasındaki yüzlerce
kilometreye varan mesafeleri adeta yutmuş iki insanı aynı duygu ve düşüncede
birleştirmişti.
Hastafendi içinden ‘türküler de öyle değil mi? Bir
Erzurum bir Erzincan türküsü hatta çok farklı şivesi olsa da bir Karadeniz
türküsü de insanlarda aynı benzer etkiyi yapmıyor mu? Yaslarımızda,
sevinçlerimizdeki ses de aynı acı ve neşeyi vermiyor mu?’ diye düşünüp berberin
eşine gülümserken; yüzündeki şaşkın ifade henüz geçmeyen berberin eşi de sanki
aynı şeyleri düşünüyordu.
O sırada Hastafendinin gülümsediğini gören eşi ‘ooo
bakıyorum iyisin’ demişti. Hastafendi eşine ‘belli mi oluyor?’ derken berberin
eşi karışmış kafasıyla elindekini dolaba koyup eşinin yanına gitmişti. O andan
sonra berberle aynı odada kaldığı iki gün boyunca berberin eşi hep tanıdığı
biri gibi, bir yakını hemşerisi gibi geliyordu.
Zaten berber de geldiğinde doktorun sorusuna ‘ben
yaktım, müşteriler yaktı. Fosur fosur içtik ciğarayı’ derken çok tanıdık
gelmişti.
Hastafendi arada bir bunları düşünerek vakit
geçirmeye çalışıyordu. Ben de benzer duygular içinde geçmiş yaşanmışlıkları
aklımdan geçiriyordum. O sıra sürekli ayakta dolaşan Hurşit gözüme ilişti. ‘Bu
geçmişte ilçemize gelen seyyar yırtımcılara ne kadar benziyor?’ diye aklımdan
geçirdim.
O yıllar henüz konfeksiyon yoktu. Onun yerine ilçede
bir iki manifaturacı vardı. Ayrıca ilçenin pazarı olduğu gün çevre ilçelerden
ve ilden gelip pazar yerine ‘yayınan’ yırtımcılar vardı. O sıralar ulaşım da
çok fazla yoktu. Pazarcılar genelde bir gün önceden gelir ilçedeki hanlarda
veya kahvelerde sabahlardı. O pazarcıları, kaldıkları hanları, sabahladıkları
kahveleri o sıradaki muhabbetlerini bu öykü yolculuğunun bir yerinde mutlaka
anlatmak isterim. Çünkü çok ilginç yaşanmışlıkları var.
Neyse işte o pazarcılarla gelip yayınan kadın ve
erkekler için parça kumaş satanlara yırtımcı denirdi. Ama siz kumaş deyince
hemen Altın Yıldız vb. marka elbiselik kumaş zannetmeyin. O yıllar kadınlar
için Sümerbank işi veya ‘Nazilli basması denilen entarilik’ yani elbiselik
kumaş satılırdı. Yine erkekler için de Sümerbank malı elbiselik kumaş veya
‘şayak’ denilen kalın elbiselik kumaşlar satılırdı.
Daha iyi elbiselik kumaşlar manifaturacılarda olurdu.
Elbise ‘dikinecek’ olan kimse yırtımcıya veya manifaturacıya yanında elbiseyi
dikecek terziyle giderdi. Terzi orada kumaşından, içine konacak telasına,
pamuğuna, dikilecek düğmesine kadar ne gidecekse söylerdi. O söylendiği şekilde
yırtımcının veya manifaturacının hazırladığı elbiselik terziye teslim edilir;
terzi daha önce aldığı ölçüye göre iki üç provada elbiseyi dikip teslim ederdi.
Hele bayram arifesi elbise diktirmeye kalkıldı mı, o
zaman zamanında yetişip bayram günü giymek için terzide yatıp kalkılır o sırada
birlikte sigara çay içerken sohbetler gırla gider, duruma göre arife gecesi
terzide sabahlandığı bile olurdu.
Yani o yıllar özellikle küçük yerlerde elbise sahibi
olmak bu merasime tabiydi. Şimdiyse işler kolay. Girersin mağazaya parana göre
alır çıkarsın elbiseyi. Çok çok bir pantolon paçası yaptırırsın hepsi o.
Ama o yıllar elbise diktirirken adeta ritüele dönen
anlattığım veya anlatamadığım anılar ilerde o kişinin hep yaşadığı hatıralar ve
güzellikler veya sıkıntılar olarak belleğine yazılır, yaşamanın acı veya tatlı
tadına varılırdı.
Şimdiyse her şey tatsız tuzsuz yapay… Hele kadınlar.
O yıllar onların elbise diktirmesi de tam merasim olurdu. Tabi bunlar küçük
yerleşim yerleri, kasaba ve köyler için. Gerçi o yıllar büyük şehirler de
benzer özellikteydi. Çünkü oraların nüfusu şimdiki gibi alıp başını gitmemiş,
henüz oralara köylerden göç akını başlamamıştı.
Her şey sonraları özellikle ellilerin başında
başladı. Hele altmışlardan sonra hızla artarak günümüze gelindi. Bu öyle hızlı
oldu ki! Para kazanma hırsı, ekmek kavgası, bir yer edinme hırsı adeta
insanların belleğini silip geçmişle bağlarını kopardı. Çoğu kişi yakın
geçmişindeki birçok yaşanmışlıkları unuttu. Birisi anlatırsa veya bir yerde
okursa o zaman belki hatırlıyor veya şimdiki yaşamın sıkıntılarını aklına getirmemek
için hatırlamak istemiyor.
Oysa o yılardaki yaşamlar hilesizdi. İnsanın
güzelliklerini yansıtır çok basit şeyler bile insanı mutlu ederdi. Çünkü
yaşamın her yönü adeta kolektifti. Acılar, mutluluklar birlikte yaşanır,
birlikte paylaşılırdı. Çocuk oyunları bile öyleydi. Tek başına oyun oynamayı
bilmezlerdi ki. Çocuğun oyun için en az bir arkadaşı olacaktı. Mahalleler
vardı. Mahalle arkadaşlıkları oluşur; oyun araçları birlikte hazırlanır,
birlikte paylaşarak oyuna katılınırdı.
Şimdiki tek başına oyunların getirdiği yalnızlık,
ilişkilerdeki yapaylık, bireyselleşme, soysuzlaşma, doyumsuzluk; bir yerlere
gelebilmek, bir şey kazanabilmek için her şeyinden, bütün değerlerinden
vazgeçme açgözlülüğü henüz o yıllar yoktu. Herkes birbirinin yardımına koşar
acıyı ve sevinci ‘mahsuscuktan’ değil gerçekten paylaşırdı.
Örneğin gelin olacak kızların ‘urba görme’
merasimleri olurdu. Evlenecek kızın evleneceği kişiye veya ailesine bütün yükü
o alınan urbalar ve bir iki takı olurdu. O ‘urbalar’ yani elbiseler da hazır
satılmazdı.
Gelin olacak kız varsa kardeşi, yeğeni annesi ve
oğlanın annesi, kardeşleri, halası, teyzesi hep birlik yırtımcıya veya
manifaturacıya gider orada kızın bütün bir ömür giyeceği ‘entarilerin’ yani
elbiselerin kumaşları kestirilip alınırdı. Buna gelinlik de dahildi. Onların
hepsinin ederi şimdinin bir gelinliğine, bir nişan elbisesine ancak denk gelir.
Bu urba görme veya düğün işi mevsimine göre ürün
kaldırıldığı aya denk getirilir veya borçlanma için ürün kaldırma zamanına
tarih atılırdı. Örneğin ‘pancar parası alınca veya anason parası, afyon parası,
tütün parasını alınca veya pamuktan dönünce’ gibi…
Tabi kimi kasaba ve küçük şehirlerde de ödemenin
belirlendiği anlar ayrıydı. Ama hemen herkesin durumu aynı olduğu için ‘kimin
ne zaman düğün yapacağı veya borcunu ne zaman ödeyeceği üç aşağı beş yukarı
belliydi.’ Tabi bu durum memur olanlar ve esnaf için değişirdi.
Ama o yıllar urba görme merasimi hemen herkes için
benzer şekilde olurdu. Urbalar görülünce o yerin kadın terzisi ‘keten kesme’
merasimine çağrılırdı. O gün gelin olacak kızın evine gelen terzi kızın
ölçüsünü alır, sonra elbiselik kumaşlar üzerinde gelin yürütülür, terzi
kumaşlardan birini kesmek için başına geçerdi. Ama o sıra ‘kör olası makas’
kumaşı bir türlü kesmezdi tabi. ‘Terzi bahşiş istiyor’ denir, terziye bahşişi
ödenirdi, ama makas yine kesmezdi.
Çünkü konuklara çerez ikram edilmesi lazım…
‘Konuklara çerez ikram edilir, varsa çay veya şerbet içilir, o sıra bir leğen
veya sini getirilip ortaya konurdu. O leğeni veya siniyi kim darbuka gibi
çalacaksa o buyur edilirdi, ama o hemen geçmezdi leğenin veya sininin başına.
Nazlanırdı biraz. Ama içinden ‘ısrar etseler de çalsam, söylesem’ diye
geçirirdi.
O sırada orada olan kadınların tecrübeli ‘biraz da
cazgır’ olanı ‘kim çalacaksa?’ siniyi ve leğeni onun önüne kor ‘gız hadi
nazlanma. Çal birez de gurtları gırdıram’ derdi. Artık onun bu sözüne nazlanma
olmaz çalgıcılık yapacak önüne alırdı leğen veya siniyi başlardı çalmaya
‘dıppıdı dıbıdan, dıppıdı dıbıdan’ diye.
Sıra oynayacaklara gelirdi. Haliyle ilk olarak gelin
olacak kız kaldırılırdı. O da tek başına oynamaya utandığı için arkadaşlarını
ısrarla kaldırır, başlarlardı birlikte oynamaya. Sonra öteki kadınlar
‘nazlanmacı veya birbirini asılmacı’ kalkar, velhasıl herkes kalkıp oynardı.
Böylece ‘keten kesme’ merasimi tamamlanınca terzi usulen kumaşın birinde makası
gezdirirdi, o kadar.
Sonra terzi evine gittiğinde de elbiselerin hepsini
‘gelinlik dahil’ orada aldığı ölçüye göre dikerdi.
Ancak gelin kızımız evlendikten sonra çoluk çocuk
sahibi olunca vücut ölçüleri değişirdi haliyle. O zaman da aynı elbiseler hiç
giyilmeden terziye yeni vücut ölçüsüne göre düzeltilmesi için getirilirdi.
Bütün bu süreçler evlenen kadının, yakınlarının sosyal aktivitelerinden
sayılırdı.
O yıllarda şimdilerin baloları bilinmezdi. Düğünler
de yöresel özellikleri taşır; hep ahenk içinde en az üç gün sürerdi. Düğüne
hemen herkes davet edilir; her gelen davetli davul ve zurna eşliğinde
karşılanırdı.
Düğün sahibi gelen konuklarına mutlaka yemek
ikramında bulunur; bu yemeklerin başyemeği etli keşkek olurdu. Bunun için köyün
gençleri yine davul zurna eşliğinde keşkek dövmeye gider, köyün ortaklaşa
kullandığı taş dibekte keşkek döverlerdi. Bu sırada düğün sahibi gençlere horoz
ikram ederdi.
O düğünlerde daha çok bir iki davetli birlikte
kınalanmış koç veya koyun veya keçiyi hediye olarak getirir veya bir zarf içine
konan para düğün sahibine verilirdi. Sonraları ‘sanırım’ koyun koç pahalı
geldiğinden günün tercihine ve her davetlinin gücüne göre hediye getirilir
oldu. Bu hediyeler daha çok geline veya damada para asarak olmaya başladı. Bu
şekilde düğün yapanın masrafına katkı sağlamaya çalışılıyordu. Bu düğünlerde
‘yani davullu zurnalı üç gün süren düğünlerde’ her yerin töresine göre
güzellikler katılır, oyunlar çıkarılırdı. O düğünlerde kına dolaştırma, kına
gecesi, gelinin çeyizlerinin serilmesi, sonra o çeyizlerin ve gelinin
eşyalarının oğlan evine getirilmesi de hep merasimle olurdu. Sonra oğlan
evinden kız evine kınalı koç gönderilir; kız evi o koçla konuklarına yemek
ikram ederdi.
Aslında o yılların düğünleri öyle bir iki cümleyle
geçiştirilecek ritüeller değil. Burada kısaca değindim. Denk gelirse bu öykü
yolculuğunda farklı yörelerdeki geçmişte yapılan o düğünlerden, hatta cenaze
merasimlerinden; o sırada mutluluk ve acının paylaşımları sırasında kimi
yaşanmışlıklardan örnekler anlatıp onları öykülerle yaşatmaya çalışacağım.
Neyse; o sırada Hurşit’e bakarken bunlar aklıma
gelmişti. Sabah gelen doktor ona ‘seni bugün taburcu ederiz’ demiş, sigara
içmemesini tembihlemiş, kullanacağı ilaçları da tarif etmişti. O andan beri
Hurşit sanki tahliyesi gelmiş mahkum veya teskeresi gelmiş asker gibi çok
sevinçliydi. Zaten ‘kıpırdaktı’. Taburcu haberiyle daha ‘kıpır kıpır’ olmuş
öyle odada gelip gidiyordu.
Berber dün akşam öğretmenin kumandayı çok oynayıp,
sürekli kanal değiştirişine kızıp sert bir şekilde ‘kapa şu televizyonu yav’
deyince aradaki hemşerilik samimiyeti de şıpıdak kesilmiş dünden beri odada bir
sessizlik, bir sinir harbi vardı. Evvelsi gün berberin eşinin ‘aaa bizim oğlan
mal mı bölüşcez dedi’ derken yarattığı hoşluk çoktan kaybolmuştu.
Odadaki havadan rahatsız olan Hastafendi eşine “beni
biraz dolaştır” dedi. Eşinin yardımıyla yataktan indi. Bastonunu eline aldı
koluna giren eşinin yardımıyla yavaş yavaş odadan koridora çıktılar.
Odadan biraz uzaklaşınca eşi usulca “berberin
çocukları öyle babasına özel oda arıyor” dedi. Hastafendi bu habere sevinmiş
ama inanamamıştı. Eşine “sen nereden biliyorsun?” dedi. Eşi “sen uyurken öyle
gidip geliyorlardı” deyince Hastafendi “hadi hayırlısı inşallah hallederler de
rahatlarız biraz” dedi.
Birlikte ziyaretçilerin bekleme yerine oturdular.
Orada epey oturdular. Sonra kalkıp odaya döndüler.
O sırada Hurşit’in yanında iki şık bayan vardı.
Hurşit “ablamgil beni çıkarmaya gelmiş” dedi. Hastafendi ve eşi onlara “hoş
geldiniz” dediler. Hurşit’in ‘ablam’ dediği sürekli konuşup Huşit’i eleştiriyor
“sen o sigarayı bırakmaz, en kısa zamanda buraya gelirsin” diye mütemadi
konuşuyordu. Yanındaki kızıymış. O da annesiyle birlikte Hurşit’e takılıyordu.
Zavallı Hurşit günler sonra tam taburcu olacağı gün
gelen ablasıyla, yeğeninin ‘cengildemesine’ biraz bozulsa da belli etmeden
gülümseyerek cevap vermeye çalışıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder