Rıfkı efendi geçtiğimiz gün karşılaşmıştı onunla.
Eski bir dostuydu… Haliyle bu karşılaşma çok mutlu
etmişti onu.
Siz de bilirsiniz; insan eskidikçe eskilere bir fazla
değer verir oluyor. Sanırım dostu da bu karşılaşmadan mutlu olmuştu. O öyle
sanıyordu; ama dostunun bakışları biraz donuktu.
Rıfkı efendi dostunun bu donuk haline biraz şaşırsa da
yine “Ooo! Nereden böyle?” diye sordu.
Dostu onu iki eliyle elini tutup “sorma” der gibi baktı.
Rıfkı efendi onun bir sıkıntısı olduğunu ve dertleşmek
için birini aradığını fark etti. Etrafa bakındı; hemen ileride gölgelikte boş
bir bank vardı. Dostunun elini bırakmadan “gel; şöyle oturalım” dedi.
Birlikte yürüyüp banka oturdular. Dostu hala elini
tutuyordu.
Rıfkı efendi “Nasılsın? Epeydir gözükmedin;
nerelerdeydin?” deyince dostu sanki bu soruyu bekliyormuş gibi başladı
anlatmaya.
Hastalanmış, ameliyat olmuş; uzunca süre yatmış. Bunları
anlattı; sonra “çok şükür şimdi iyiyim; ama” dedi.
‘Aması’ çocuklarıymış. Öyle şer şör değillermiş. Çok da
iyi okumuşlar.
Bunları anlatırken nefes almakta zorlanıyordu. Burada
durakladı.
Rıfkı efendi “geçmiş olsun ameliyat olduğunu bilmiyordum.
Çok şükür kurtulmuşsun işte. Çocukların da güzel okumuş, yaramazlıkları da
yokmuş. Şükret birader; daha neye sıkılıyorsun?” dedi.
Dostu ‘sen öyle zannet’ der gibi baktı. Sonra
“Anlaşamıyorum; çok istediğim halde anlaşamıyorum. Büyüdükçe çok yabancı
oldular bize” dedi.
Rıfkı efendi güldü. “Çocuklarıyla anlaşamayan yalnız sen
misin? Herkesin aynı derdi var” dedi; ama dostuna da hak verdi. Çünkü hemen her
ana-baba bundan şikayetçiydi.
Anlaşamamak, daha doğrusu aile içinde gittikçe derinleşen iletişim kopukluğu.
Geçenlerde çocukların teyzesi eski deyimiyle küçük
baldızı aramıştı Rıfkı efendiyi. Telefonda barut gibiydi. “Bir daha onları
aramıycam. ‘Ne olurlarsa olsunlar?’ umurumda değil. Ne bunların saygısızlığı?” diye başlayıp, uzun uzun dert yanmıştı.
Telefonu açmadıklarını; hiç arayıp sormadıklarını halbuki
onları ne kadar çok sevdiğini; ancak ama son kez aradığında telefonu yine
açmadıkları için çok kırıldığını söylüyordu.
Rıfkı efendi dinledi dinledi. Haklı olduğunu söyledi.
O öyle söyleyince baldızı biraz rahatlamıştı.
Gerçekten özellikle internetin yaygınlaşmasıyla bu
sıkıntı giderek herkeste artmıştı. Hemen herkes iletişimi internet ve cep telefonu ile
yapıyordu. Bir de “kuzen” modası çıkmıştı. Soruyorsun ‘kim?’ diye “kuzenim”
diye cevap veriyor. Ama ‘neyin? Teyzenin çocuğu mu?’ yoksa ‘amca, dayı veya
halanın çocuğu mu?’ Bunu bir kerede öğrenemiyorsun.
‘Teyzemin, halamın, amcamın veya dayımın çocuğu demek çok
mu zor? Çok mu çağdışı?’ Anlamak zor.
Bir yapaylık, bir sahtelik…
Hal hatır sormalarda verilen cevap aynı.
Bir başka arkadaşa bunu dert yanınca arkadaşı “birader
şimdi herkes internette” demiş; sonra “sen bilmiyorsun; şimdi ‘akıllı telefon’
denen aletler var. Millet kendi yakınlarına hiç göstermedikleri dostluğu muhabbeti
elinde o aletle hiç tanımadıkları insanlara gösterip onlarla sahte dostluk
gösterileriyle kırılıp geçiyor. Kimin söylediği? Niçin söylediği umurlarında
olmadan sevgi, dostluk dolu sözleri paylaşıp hiç tanımadıklarına iltifat
yağdırıyorlar” diye anlatmıştı.
Şimdi herkes; tabi gençler de yatıp kalkıp o aletlerle
kendilerine yarattıkları sanal dünyadan başını kaldırıp da yanı başında
sevgisini, dostluğunu bekleyenleri görmezden geliyor; seslerini duymaya bile
muhtaç kalmış olan ana babalarına bir telefon açıp da onların o hasretliği
gidermesini hiç umursamıyormuş.
O bunları öğrenince çok üzülmüştü…
Dostuyla konuşurken bunlar aklına geldi; ama onun derdini
deşip daha fazla üzmemek için bunları anlatmadı ona.
Sadece çok önemsediği için “kitap okuma alışkanlığımız
olmadığı için zaten yüz elli, iki yüz kelime ile konuşup anlaşıyoruz. Bu
gidişle taş devri insanları gibi işaretle anlaşmaya başlayacağız. İnsanın
şimdiki bu duruma bile şükredesi geliyor” dedi.
Sonra “Bak hala uzun uzun sohbet edip dertleşecek
dostluklarımız var” diyerek teselliye çalıştı dostunu.
Ama aslında aynı dert onda da vardı. Çok sevdiği iki
kızıyla bir araya gelemiyordu. Şöyle telefonda bile ağız tadıyla konuşamıyordu. Onlar
için de çok üzülüyordu. Bu gidişle yapayalnız kalacaklardı.
Şimdi şıkır şıkır kurdukları arkadaşlık ilişkileri yarın
herkes kendi yaşam derdine düşünce kaybolup gidecek; bir bilemedin en çok iki
veya üç arkadaşıyla bu ilişkilerini anca sürdürecekti.
İnsanlığın binlerce yıllık deneyimi sonucu belirlediği
“mutluluklar paylaştıkça çoğalır, dertler paylaştıkça azalır” ilkesini
yaşayacak paylaşacak çok az kimseleri olacaktı. İnsanlığın kültürünün ürettiği
folklorik hayat giderek kayboluyordu. Düğünlerin, bayramların tadı tuzu
kalmamıştı. Çocuklar onlardan bihaber büyüyordu.
Şimdi belki ihtiyaç duymuyorlardı bunlara. Ama bir gün
mutlaka etraflarında kendilerine yakın dost akraba arayacaklardı. Fakat geçmişte
o dostlarını kaybettikleri için bulmakta zorlanacaklardı.
Bunu kızlarına söylediğimde “babişko sen yaşlanıyorsun
galiba” diyerek onun bu sözlerini yaşlılığıma veriyorlardı.
Dostuma bunları anlattı. Uzun uzun dertleştiler.
Çocuklarının, ilerde doğacak torunlarının yalnızlığa düşmeden birlikte
yaşamanın yollarını bulmalarını dilemekten başka çareleri olmadığını
söylediler.
Bir süre daha sohbet ettikten sonra vedalaşırken “inşallah biz yanılıyoruzdur” dileğiyle dostu kendi
kaygılarıyla; Rıfkı efendi de ‘dostuyla konuşurken hatırladığı’ kendi
kaygılarıyla ‘herkes kendi yönünde’ yürüyüp gittiler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder