26 Eylül 2016 Pazartesi

EHTİYARLAR DERTLEŞİYORDUİ


Rıfkı efendi geçtiğimiz gün karşılaşmıştı onunla.

Eski bir dostuydu… Haliyle bu karşılaşma çok mutlu etmişti onu.

Siz de bilirsiniz; insan eskidikçe eskilere bir fazla değer verir oluyor. Sanırım dostu da bu karşılaşmadan mutlu olmuştu. O öyle sanıyordu; ama dostunun bakışları biraz donuktu.
Rıfkı efendi dostunun bu donuk haline biraz şaşırsa da yine “Ooo! Nereden böyle?” diye sordu.

Dostu onu iki eliyle elini tutup “sorma” der gibi baktı.

Rıfkı efendi onun bir sıkıntısı olduğunu ve dertleşmek için birini aradığını fark etti. Etrafa bakındı; hemen ileride gölgelikte boş bir bank vardı. Dostunun elini bırakmadan “gel; şöyle oturalım” dedi.

Birlikte yürüyüp banka oturdular. Dostu hala elini tutuyordu.

Rıfkı efendi “Nasılsın? Epeydir gözükmedin; nerelerdeydin?” deyince dostu sanki bu soruyu bekliyormuş gibi başladı anlatmaya.

Hastalanmış, ameliyat olmuş; uzunca süre yatmış. Bunları anlattı; sonra “çok şükür şimdi iyiyim; ama” dedi.

‘Aması’ çocuklarıymış. Öyle şer şör değillermiş. Çok da iyi okumuşlar.

Bunları anlatırken nefes almakta zorlanıyordu. Burada durakladı.

Rıfkı efendi “geçmiş olsun ameliyat olduğunu bilmiyordum. Çok şükür kurtulmuşsun işte. Çocukların da güzel okumuş, yaramazlıkları da yokmuş. Şükret birader; daha neye sıkılıyorsun?” dedi.

Dostu ‘sen öyle zannet’ der gibi baktı. Sonra “Anlaşamıyorum; çok istediğim halde anlaşamıyorum. Büyüdükçe çok yabancı oldular bize” dedi.

Rıfkı efendi güldü. “Çocuklarıyla anlaşamayan yalnız sen misin? Herkesin aynı derdi var” dedi; ama dostuna da hak verdi. Çünkü hemen her ana-baba bundan şikayetçiydi.  Anlaşamamak,  daha doğrusu aile içinde gittikçe derinleşen iletişim kopukluğu.

Geçenlerde çocukların teyzesi eski deyimiyle küçük baldızı aramıştı Rıfkı efendiyi. Telefonda barut gibiydi. “Bir daha onları aramıycam. ‘Ne olurlarsa olsunlar?’ umurumda değil. Ne bunların saygısızlığı?”  diye başlayıp, uzun uzun dert yanmıştı.

Telefonu açmadıklarını; hiç arayıp sormadıklarını halbuki onları ne kadar çok sevdiğini; ancak ama son kez aradığında telefonu yine açmadıkları için çok kırıldığını söylüyordu.

Rıfkı efendi dinledi dinledi. Haklı olduğunu söyledi.

O öyle söyleyince baldızı biraz rahatlamıştı.

Gerçekten özellikle internetin yaygınlaşmasıyla bu sıkıntı giderek herkeste artmıştı. Hemen herkes iletişimi internet ve cep telefonu ile yapıyordu. Bir de “kuzen” modası çıkmıştı. Soruyorsun ‘kim?’ diye “kuzenim” diye cevap veriyor. Ama ‘neyin? Teyzenin çocuğu mu?’ yoksa ‘amca, dayı veya halanın çocuğu mu?’ Bunu bir kerede öğrenemiyorsun.

‘Teyzemin, halamın, amcamın veya dayımın çocuğu demek çok mu zor? Çok mu çağdışı?’ Anlamak zor.

Bir yapaylık, bir sahtelik…

Hal hatır sormalarda verilen cevap aynı.

Bir başka arkadaşa bunu dert yanınca arkadaşı “birader şimdi herkes internette” demiş; sonra “sen bilmiyorsun; şimdi ‘akıllı telefon’ denen aletler var. Millet kendi yakınlarına hiç göstermedikleri dostluğu muhabbeti elinde o aletle hiç tanımadıkları insanlara gösterip onlarla sahte dostluk gösterileriyle kırılıp geçiyor. Kimin söylediği? Niçin söylediği umurlarında olmadan sevgi, dostluk dolu sözleri paylaşıp hiç tanımadıklarına iltifat yağdırıyorlar” diye anlatmıştı.

Şimdi herkes; tabi gençler de yatıp kalkıp o aletlerle kendilerine yarattıkları sanal dünyadan başını kaldırıp da yanı başında sevgisini, dostluğunu bekleyenleri görmezden geliyor; seslerini duymaya bile muhtaç kalmış olan ana babalarına bir telefon açıp da onların o hasretliği gidermesini hiç umursamıyormuş.

O bunları öğrenince çok üzülmüştü…  

Dostuyla konuşurken bunlar aklına geldi; ama onun derdini deşip daha fazla üzmemek için bunları anlatmadı ona.

Sadece çok önemsediği için “kitap okuma alışkanlığımız olmadığı için zaten yüz elli, iki yüz kelime ile konuşup anlaşıyoruz. Bu gidişle taş devri insanları gibi işaretle anlaşmaya başlayacağız. İnsanın şimdiki bu duruma bile şükredesi geliyor” dedi. 

Sonra “Bak hala uzun uzun sohbet edip dertleşecek dostluklarımız var” diyerek teselliye çalıştı dostunu.

Ama aslında aynı dert onda da vardı. Çok sevdiği iki kızıyla bir araya gelemiyordu. Şöyle telefonda bile ağız tadıyla konuşamıyordu. Onlar için de çok üzülüyordu. Bu gidişle yapayalnız kalacaklardı.

Şimdi şıkır şıkır kurdukları arkadaşlık ilişkileri yarın herkes kendi yaşam derdine düşünce kaybolup gidecek; bir bilemedin en çok iki veya üç arkadaşıyla bu ilişkilerini anca sürdürecekti.

İnsanlığın binlerce yıllık deneyimi sonucu belirlediği “mutluluklar paylaştıkça çoğalır, dertler paylaştıkça azalır” ilkesini yaşayacak paylaşacak çok az kimseleri olacaktı. İnsanlığın kültürünün ürettiği folklorik hayat giderek kayboluyordu. Düğünlerin, bayramların tadı tuzu kalmamıştı. Çocuklar onlardan bihaber büyüyordu.

Şimdi belki ihtiyaç duymuyorlardı bunlara. Ama bir gün mutlaka etraflarında kendilerine yakın dost akraba arayacaklardı. Fakat geçmişte o dostlarını kaybettikleri için bulmakta zorlanacaklardı.

Bunu kızlarına söylediğimde “babişko sen yaşlanıyorsun galiba” diyerek onun bu sözlerini yaşlılığıma veriyorlardı. 

Dostuma bunları anlattı. Uzun uzun dertleştiler. Çocuklarının, ilerde doğacak torunlarının yalnızlığa düşmeden birlikte yaşamanın yollarını bulmalarını dilemekten başka çareleri olmadığını söylediler.

Bir süre daha sohbet ettikten sonra vedalaşırken “inşallah biz yanılıyoruzdur” dileğiyle dostu kendi kaygılarıyla; Rıfkı efendi de ‘dostuyla konuşurken hatırladığı’ kendi kaygılarıyla ‘herkes kendi yönünde’ yürüyüp gittiler

                          

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder