3 Eylül 2016 Cumartesi

ÖYKÜLERLE YOLCULUK-BİRİNCİ KİTAP-Üçüncü bölüm




Gerçekten etrafınıza bakın tek tek veya gurup olarak gezmeler yeni yeni gündeme gelmeye başladı. O geziler de genelde bilinçsiz, gezilecek yer konusunda bilgisiz çok ürkek oluyordu.

Yani yaşadığımız yerlerin toplum olarak farkına varmaya yeni yeni başladık. En bilinçlimizden en cahilimize kadar durum pek değişmiyor.

Bilinçli olarak gördüğünü düşündüğümüz birine o bildikleri konusunda kalabalık bir kitleye veya çok daha dar dostlar arasında görüşünü anlatması istenince o kişinin ne komik durumlara düştüğünü bunları yaşayan herkes çok iyi bilir.

Nereden nereye. Melih Beyle görüşme bunları düşündürmüştü. Hastafendi orada gördüğü efendiden birine ‘Kadıköy iskelesine nasıl gidileceğini?’ sordu. O beyefendiden kişi “caddeyi takip edin. Oradan sola aşağı doğru caddede yürüyün. O yol sizi Kadıköy iskelesine götürür” deyince Hastafendi sanki çok kolay bir şeyi bilememenin utangaçlığıyla “afedersiniz” deyip yürüdü.

Biraz ilerleyince durup derin derin nefes alarak nefesini ayarladı. Parmağına taktığı kandaki oksijeni ölçer doksan gösteriyordu. İçinden “bu nefesle iskeleyi bulurum” deyip yavaş yavaş etrafını izleyerek yürüdü. Zaten hızlı yürümesine olanak yoktu ki. Ama o bunu bilerek etrafı izlemek istiyormuş gibi bir poz takınıp aşağı doğru inen dar sokak benzeri caddede yürümeye başladı.

Etrafındaki evlere, işyerlerine, oralarda kırk yıllık tanış gibi fıkır fıkır kaynayan insanlara bakarken bir yandan da ellilerden iz bulmaya çalışıyordu. İçinde “bu evlerin en eskisi en fazla kırk elli yıllık, yani ellilerden önce yoktur” diye geçiriyor gördüğü insanların içinde de o yıllardan kalan insanlar olmadığını görüp ‘zor bir işe soyundum’ diye düşünüyordu.

Öyle ya karanlıkta iğne arar gibi bir şey. Çünkü biz geçmişimize çok değer veren, geçmişle ilgili bir kayıt düşmeye meraklı, ilgili bir toplum değiliz.

Ellilerden ulaşımla ilgili bilgi ararım diye başvurduğu Nakliyatçılar Derneğindeki bayan bile ona internete başvurmasını söylemişti. Sanki internet bilgileri vahiyle oluşuyormuş gibi… Yazılı bir kayıt yoksa internete o bilgi nasıl girer ki?

Hastafendi bu düşüncelerle yürürken yorulduğunu fark etti. Hemen önünde deri giyim eşyası satan dükkanın önünde bir tabure gördü. Yanında gençten biri dikiliyordu. Sanırım dükkanın sahibi veya tezgahtarıydı. Hastafendi ona tabureyi işaret edip “oturabilir miyim?’ Yoruldum da” dedi. Zaten bu kadar sözü söylerken nefes nefese kalmıştı. Delikanlı izin vermese de oturacaktı, yoksa düşüp bayılacaktı. Delikanlı “tabi amca buyur otur” derken Hastafendi çoktan oturmuştu. Bu sırada burnundan derin derin nefes alıp oksijen durumunu dengelemeye çalışıyordu.  Epey bir süre sonra cebinden oksijen ölçerini çıkardı. Oksijen 87 gösteriyordu. Biraz rahatlamıştı.

Etrafına bakınmaya başladı. Aklında hep ellili yıllar vardı. Sokağa bakarken o yılları gözünde canlandırmaya çalıştı.

O sıra bu dükkanlar yokmuştur tabi. Belki şu karşı birahanenin olduğu yerde geniş kapıları, önünde avlusu olan, avludaki ağaçların dallarının sokağa sarktığı bir ev vardı. Hemen yanı boşluktu. O boşlukta mahallenin çocukları oynuyordu. O geniş kapılı evin ötesinde ve karşısında tek ve ayrık bahçeli evler sıralanmıştı. Belki evlerin cumbası bile vardı.

Yukarıda Moda caddesinde de benzer evler sıralanmıştı.

Motorlu vasıta yok gibi bir şeydi. Ulaşım payton ve at arabalarıyla sağlanıyordu. Bu sokaklarda at arabalarının ve insanların, tabi genelde erkeklerin dolaştığını düşünüp, gözünde canlandırdı. Kuşkusuz insan kıyafetleri de çok farklıydı. Şu karşıdaki birahanede olduğu gibi kadın erkek bir arada kahkaha atan insan manzaralarına rastlanmazdı tabi. Zaten sokak içinde birahane ve içkili yer de yoktu muhakkak.

Hastafendinin bunlar aklından geçerken ‘taşı toprağı altın’ deyip Anadolu’dan İstanbul’a hücum eden, genelde trenle ilk olarak Haydarpaşa’ya gelen insanların buralara kadar çıkmadığını düşündü.

Ama adı gibi biliyordu ki o insanlar ilk önce mutlaka Kadıköy’de bir yerlere geliyor sonra oralarda gidecekleri iş bulacakları yerler için adres arıyor veya kendinden önce gelen veya bir şekilde tanışı olup İstanbul’da oturanlarla buluşuyordu.

İşte o yer, o yerler neresiydi. Hastafendi o yerleri bir bulabilse oradan sonrası sanki ona kolay gibi geliyordu.

Bunları düşünürken kafasına ağrılar girmişti. Biraz daha oturdu. Kalktı, aşağı sahile doğru inişe devam etti. Zaten karşıdan Sahildeki meydanın ucu ve deniz gözükmüştü.

Epey yürümüştü. Baktı, insanların oturacağı oturaklar olan bir yere gelmişti. Bu yer ona tanıdık geldi. Eskilerden tanıdığı bir öğretmen arkadaşıyla hemen karşıdaki simit sarayının önünde buluşmuşlar sonra birlikte buraya gelip oturmuşlardı. Hastafendi sanki hep oralardaymış gibi bir poz takındı. Baktı bir kişilik yer olan bir yer görüp oraya yöneldi. Oradaki kişiye selam verip yanına oturdu.  O kişi selamını alırken alıcı gözle Hastafendiye bakıyordu.

Çakır gözlü, hafif kır saçlı beyaz yüzlü biriydi. Boynundaki kravata bakınca sanki emekli öğretmen gibi görüntü veriyordu. O sıcakta gri bir kravat takmış, üzerine de gri bir yelek giymişti.

Hastafendi öğretmenlerdeki kravat takma alışkanlığını biliyordu. Kayın pederi de öğretmendi. Emekli olduktan sonra bile kravatını hiç çıkarmamıştı. Kravatsız olmak sanki onda çıplak olmak gibi bir his uyandırıyormuş. Bir sohbetlerinde kayın pederi öyle demişti. Öleli epey oluyordu.

Yanında oturan bey onu hatırlattığı için Hastafendi ona gülümseyerek baktı. Ona “öğretmensiniz değil mi?” demeye hazırlanıyordu, o bey daha erken davrandı “astımsınız sanırım” dedi. Hastafendinin hevesi kursağında kalmış gibi önce yutkundu, sonra “coah efendim. Hastalığım coah” dedi.

Sonra hastalığının seviyesini anlattı. “Keşke astım olsaydım. Hiç olmazsa onun tedavisi var” dedi. Adam onun anlattıklarını ilgiyle dinledikten sonra “çok geçmiş olsun beyefendi. Benim oğlan da çok sigara içiyor. Burada olup sizi dinleseydi keşke. Biz ne söylesek laf anlamıyor” diye dert yandı.

Hastafendi içindeki merakı yenmek için “afedersiniz siz öğretmen misiniz?” deyince adam gülümsedi. “Evet nerden anladın?” dedi. Hastafendi kravatı işaret edip, “sanırım bütün öğretmenlerde bu alışkanlık var. Benim kayınpeder de ölünceye kadar kravatı hiç çıkarmadı” dedi.

Adam derin bir iç geçirip “doğru bu alışkanlık biz eski öğretmenlerde hep var” dedi. Akşehir öğretmen okulu mezunuymuş. Hastafendinin küçük erkek kardeşi de o okuldan mezundu. Yıllarını karşılaştılar. Bu öğretmen kardeşinden çok önce önce mezun olmuş. Hastafendi “kardeşim de o okuldan mezun” deyince adamla bir fazla samimi oldular. Hastafendi buralarda niye dolaştığını, hastalığını, hastanede yatarken vefatına şahit olduğu birinin yaşam öyküsünün izini sürmek için çabaladığını, onun İstanbul’a ilk geldiği ellili yılların İstanbul’undan izler aradığını anlattı.

Sohbet epey ilerlemişti. O adam İstanbul’a büyük oğlu üniversiteyi kazanınca tayinini isteyip geldiğini söyledi. Onun geldiği yıl yetmiş sekizdi. O yılları hastafendi de biliyordu. Ama yine o yılları konuştular. Oğlu İstanbul Üniversitesinde okumuş. Okula ilk başladığı yıl üniversiteye bomba konmuş. Öğretmen “üniversiteye bomba konduğunu, ölenler olduğunu duyunca yüreğim kalktı. Çünkü bizim oğlan da solcuydu” dedi. Kendi çocuğu aklına geldiği için yüreği kalkmıştı, ama ölen çocuklara da çok yanmıştı. “Ne yapacaksın, böyle bir şey olunca haliyle ilk akla kendi çocuğun geliyor. Bu bencillik, ama insani bir duygu” dedi.

Konuşması Hastafendiye çok sıcak gelmişti. Sohbete devam edecekti, ama nefessizlik sıkıştırmaya başlamıştı. Eve gidip oksijen tüpüne bir süre bağlanması gerekiyordu. Adama bunu söyleyip, gitmek için izin istedi. “Oğlunuza selamımı söyleyin, bir an önce sigarayı bıraksın. Ben bırakalı on yılı geçiyor, ama bırakmak için çok geç kalmışım. Yani hemen bıraksın, yarın çok geç olabilir” dedi. Adam saygıyla ayağa kalktı, sanki eski dostmuş gibi öpüştüler. Adam “çok sağ olun, sizin öğüdünüzü oğluma söyleyeceğim” dedi.

Hastafendi oradan ayrıldı yavaş yavaş aşağı caddeye indi. Kaldırımdan devam edecekti. Dolmuş durakları çok uzaktaydı. Karşıya geçerek otobüs duraklarındaki oturaklarda dinlenerek dolmuş durağına gitmek işine geldiği için karşıya geçti. Biraz yürüdükten sonra ilk duraktan itibaren yolculara ayrılan oturaklara otura otura ilerledi. İlk dolmuşa binip evine geldi. Çok yorulmuştu, ama eşine yorulduğunu söylemedi. Çünkü “yoruldum” dese alacağı cevap ‘otura koymuyorsun’ olacaktı.

‘Otura koymak’ söylemesi ne kadar kolay. Hastafendi gibi yürüme, çıkıp dolaşma, bir şeyler yapma özlemi çeken bütün yaşamı boyunca hep hareketli olan; ama şimdi yürüyenlere nerdeyse kıskanarak bakan birinin ‘otura koyması’ yani ‘hareketsiz kalması’ ne büyük işkenceydi. Bunu anlatmak, anlaştırmak o kadar zordu ki. Onun için hastalığını görüp ona istirahat tavsiye edenlere o sadece başını sallıyor veya “olur” diyordu.

Eve geldiğinde de hiç sızlanmadan oturdu. “Ne yaptın? Görüşebildin mi?” diye soran eşine “görüştüm, çok da yararlı oldu” dedi. Sonra yatak odasına gidip yatağa uzandı ve oksijen tüpünü açtı. Oksijenin kavanozda suda çıkardığı lıkırtı sesini dinlerken uyumuştu.

O hafta boyunca hep evde dinlenerek, yazarak, okuyarak vakit geçirdi. Pazartesi gelince yine ‘yolu eline aldı’. Kendine “bugün nereye gidiyorsun? Böyle yalnız olmaz, ben de geleyim” diyen eşine “Dolmuşla Üsküdar’a inip biraz dolaşıp geleceğim” dedi. Eşinin “bir şey olursa ara. Neredeysen telefonla bildir yemek yaptıktan sonra ben de geleyim” demesine kafa sallayıp, bastonu eline alıp çıktı.

Kapının önünde telefonu, gözlüğü, oksijen ölçeri ‘aldım mı?’ diye yoklandı. Hepsini almıştı. Parası da vardı. Ayrıca kredi kartını da almıştı. Ekstra çıkartacaktı. Eşine “hadi hoşça kal” deyip sokağa çıktı.

Biraz yürüdü. Yukarıda simitçi tezgahındaki kanapeye oturdu. Soluklanırken Moda’ya nasıl gideceğinin muhasebesini yapıyordu. Dolmuşla Kadıköy’e inip oradan önce yaptığı gibi taksiye binmeyi düşündü. Giderken yorulursa gelirken zorluk çekecekti. Bu düşünceyle yakındaki taksi durağından telefonla taksi çağırdı. Gelen taksiye binip “Moda’ya gidelim” dedi. Taksi yürüdü. Şoför “amca nefes darlığı mı var?” dedi.

Böylece sohbet başlamıştı. Hastafendi şoföre Moda’ya niye gittiğini, elli yılarda yaşamış biriyle konuşacağını anlattı. Sonra şoföre “ellilerde yaşamış tanıdığın şoför var mı?” diye sordu. İyi ki sormuştu… Meğer o taksinin durağında seksen yaşında gençliğinde kamyon şoförlüğü de yapmış biri varmış. Şoför bunu anlatınca Hastafendi ‘gökte ararken yerde bulmuş gibi oldu’. Şoföre o yaşlı şoförle nasıl tanışacağını sordu. Gerekli bilgiyi aldı. Bu sırada Moda’ya gelmişlerdi. Hastafendi o keyifle taksinin ücretini verip taksiden indi.

Doğru Yeni Moda eczanesine geldi. Melih Bey aynı kibarlığıyla karşıladı. ‘Hoş beşten’ sonra Melih Bey biraz ezilerek “kusura bakmayın, beceremedim” deyip ses cihazını geri iade etti. Halinden beceremediğine gerçekten üzüldüğü anlaşılıyordu. Sanırım becerememesi çok az tanıdığı birinin verdiği ses cihazına sesini kaydetmenin verdiği ürküntüydü veya konuyu anlamamıştı. Ama ne olursa olsun; bu sonuca göre Hastafendi amacına ulaşamamış oluyordu. Orada fazla oturmanın gereksizliğini düşünüp izin istedi. Ama aklında bu yere gelip Yeni Moda ile ilgili ayrıntıları öğrenme düşüncesi kalmıştı. Bir gün mutlaka bu amaçla buraya tekrar gelecekti.

Bu düşüncelerle Melih beyden izin isteyip kalktı. Eczaneden dışarı çıkınca ona Melih Beyi öneren arkadaşa telefon etti. Onunla Bahariye’de Nazım Hikmet Sanat Merkezi önünde buluşmak üzere randevulaştı. Sora sora o sanat merkezinin önüne gitti. O arkadaşla orada bir yere oturup sohbet etti. Sohbetten ziyade geçmiş yaşanmışlıkların kritiğini yaptılar. Ondan izin isteyip ayrıldı.

Hastafendinin canı çok sıkılmıştı. İki haftadır, ondan önce de bir hafta beklemeyi sayarsak üç haftadır umutla beklediği bir şey sonunda hiç de umduğu gibi sona ermemişti. Bu süreçte tek olumlu olan taksi şoföründen öğrendiği yaşlı taksi şoförü bilgisiydi. İçinden ‘inşallah ondan aradığım bilgileri alabilirim’ diye geçirerek yürüdü.

Yavaş yavaş aşağıdaki parka doğru inmeye başladı. Yine etrafını gözlüyordu. Yolda üç kez dükkanların önünde bulduğu tabureye oturup soluklandı. Yine Simit Sarayının önüne geldi. İlerde karşıda İş Bankası vardı. Onu geçince Ziraat Bankası olduğunu biliyordu. Önce oraya gidip kredi kartının ekstrasını çıkarmayı düşündü. Sonra yine karşıya geçip otobüs duraklarındaki oturaklara otura otura gidip eve giden dolmuşa binecekti.

Karşıya geçti. İş Bankasını geçip caddeye çıktı, Ziraat Bankasının önüne geldi. Bankamatikler kalabalıktı. Sıraya girdi. Çok rüzgar vardı. Denizden esen güçlü lodos bankanın kenarında cereyan oluşturuyordu. Hastafendi yukarıdan inerken terlemişti. Bir de cereyanda kalırsa çok kötü olacaktı. Kuyruktakilere sırada olduğunu söyleyip sığınacak bir yer aradı. Hemen orada bankamatiğin önünde naylon tentene arkasında simitçiyi gördü. Oraya gidip simitçiden izin isteyip tentenin sotasına oturdu.

Bir gözü matikte, simitçiyle laflamaya başladı…

Simitçi şapkasını hafif yana külhanca eğmiş yaşlı biriydi. Yüzü tıraşlıydı. İnce kaytan bıyıkları vardı. Şapkasının altından kırlaşmış kıvırcık saçları çıkmıştı. Bakışından, Hastafendi oturmak için izin isteyince “otur bakalım” diye küstahça cevap verişinden bitirim biri olduğu anlaşılıyordu.

Hastafendi gözü matikte konuşmak için simitçiye “dayı nerelisin?” dedi. Dayı kısaca “Sivaslıyım” deyip sustu. Hastafendi dayının küstahlığına bozulmuştu, ama üstünde durmadı. “Dayı İstanbul’a ne zaman geldin?” dedi. Dayı aynı küstahlıkla “ben İstanbul’a geldiğimde sen daha doğmamıştın” deyince Hastafendi gevrek bir kahkaha attı. “Deme dayı yav, demek genç gösteriyom!” dedi. Dayının “senin yaşın kaç?” sorusuna Hastafendi “altmış üç” diye cevap verince dayı “yok ya hiç göstermiyon. Ben elli sekizde geldim. Demek sen sekiz yaşındaymışın, ama hiç göstermiyon” diye tekrar etti. Hastafendi “sağol dayı kaporta sağlam da motor gidik” dedi; birlikte gülüştüler.

Hastafendi matik sırasına falan boş verdi. Yeni Moda Eczanesinden moral bozuk dönerken elli sekizde İstanbul’a en fazla göç veren şehir Sivas’tan gelen biriyle karşılaşmıştı. Ona İstanbul’a niye geldiğini, ilk geldiğinde nereye gittiğini sordu. Dayı gayet sakin “bana bizim muhtar akıl verdi. Oğlum Haydar sen buralarda aç kalırsın. Git İstanbul’a kendini kurtar dedi. İlk olarak aha şu arkada Ferhat’ın kahve vardı. Oraya geldim. Zaten o yıllar İstanbul’a ilk gelen aradığı kişiyi ve adresi o kahvede bulurdu” dedi. Bunu öğrenen Hastafendi (Arşimed’in tesadüfen hamamda suyun kaldırma kuvvetini keşfedince ‘buldum, buldum’ diye yarı çıplak sokağa fırlaması gibi) İstanbul’a ellilerde Anadolu’dan gelenlerin ilk uğrak yeri olan Ferhat’ın kahveyi bilen tanıyan biriyle karşı karşıya olunca içinden “buldum. İstanbul’a göçün anahtarını buldum” deyip fırlamak geldi.

Haydar dayı “aha şurda Ferhat’ın kahve vardı. İstanbul’a ayak basan soluğu orda alırdı. Buralar böyle değildi. Aha şu caddenin ötesi denizdi. O meydan falan yoktu. Kıyıda kayıkçı iskeleleri vardı. O kayıklar Haydarpaşa’dan trenle gelenleri taşırdı buraya. Onlar da sanki elleriyle koymuş gibi bulurlardı Ferhat’ın kahveyi. Demek ki tarif eden sağlam tarif ederdi” dedi, soluklandı. Sonra Hastafendiye “sen niye sorarsın bunları? Gazteci falan mısın?” dedi. Hastafendi “yok dayı. Gazetecilik kim? Ben kimim? ‘Görmüyor musun?’ soluk bile zor alıyorum” deyince Haydar dayı da bıyık altından bir ince gülüş atıp “hani ben öylesine sordum canım. Çok meraklı sordun da” dedi.

Hastafendi Haydar dayıya ‘bitamam’ merakının nedeninin ne olduğunu, Temur Efendiyi, onun ölümü ve hastanedeki ölmeden önceki vakur duruşunu, ağrılarını kimseye hissettirmeden kendinin yaşamaya çalıştığını falan hep anlattı. “İşte ben o Temur Efendinin izini sürüyorum. Onun seksen yıllık ömür sürecinde İstanbul’a göçü, o süreçte neler yaşanmışı anlamak istiyorum. Eğer onu anlayabilirsem öykü olarak kurgulamaya çalışacağım. Ben amatör bir yazarım. Ömrümün kalan kısmını yazarak, geride bir hatıra bırakmak için çabalıyorum, hepsi bu” diye ayrıntılı anlattı.

Ama baya yorulmuştu. Cebinden parmakta oksijen ölçeri çıkardı 78 gösteriyordu. Haydar dayı bir şey diyecekti. Onu eliyle susturdu. Derin derin nefes almaya çalışıyordu. Epey bir süre sonra nefesi düzeldi. Aleti parmağına taktı 85 gösteriyordu. Biraz daha derin nefes aldı, sonra Haydar dayıya “buyur dayı sözünü kestim kusura bakma. Nefesim biraz sıkışmıştı da onu ayarladım” deyince Haydar dayı güldü. “yani ayar gayar meselesi ha” dedi. Hastafendi “öyle bir şey” diye cevap verdi.

Haydar dayı “aman yeğen sen konuşma da ben anlatayım bildiklerimi. Şimdi üstümde kalacaksın, sen sus dinle” dedi, Sonra “şaka yaptım yeğen” dedikten sonra başladı anlatmaya. “Ferhat’ın kahvesi panayır yeri gibi her gün dolup taşardı. Hemşeri arayanlar, iş arayanlar, yatıp kalkacak yer arayanlar hep oraya doluşurdu. Kahve genişti. Geniş bahçesi de vardı. Her taraf dolu masa sandalye… Tabi şimdikiler gibi değil, hepsi tahtadan. Aç olanların karınları doyurulurdu orada. Her taraftan insan… Ama en çok bizim o taraftan. ‘Taşı toprağı altın’ deyip hücum etmiş İstanbul’a’ dedikten sonra gevrek gevrek güldü. “O işi İstanbul’un taşı toprağı altın işini essah sananlar bile vardı aralarında” dedi.

Hastafendi dayanamadı “sen ne diye geldin? Sen de mi? İstanbul’un taşı toprağı altın diyenlerdendin?” diye sorunca Haydar dayı “yok yeğen, önce de dedim ya; bana muhtar git İstanbul’a dedi. Ben çok haşarıydım. Elde avuçta bir şey yok, ama bileğim sağlamdı” derken yumruğunu sıkıp bileğini gösterdi. Kırarmış kılları kapladığı bilekleri ve yumruğu gerçekten heybetliydi. “Git oğlum. Sen burda başına iş alacaksın, çek git İstanbul’a” dedi. Köy bütçesinden, biraz da cebinden harçlık tedarik edip buraya daha önce gelen bir tanıdığa yazdığı mektubu elime verdi. Ferhat’ın kahveyi de adamakıllı tarif etti. “Bana İstanbul’da tutun sakın sallanıp geri gelme” diye sıkı sıkı tembihledi. Ben öylecene geldim İstanbul’a’ diye ayrıntılı anlattı.

Hastafendi “İstanbul’da tutunabildin mi bari?” deyince Haydar dayı bıyık altından bıçkın bir gülüşle “hele dinle, sıra oraya da gelecek. Az sabırlı ol yeğen” dedi.

Sohbet koyulaşmıştı.

Haydar Dayı “yeğen dinlemeye nefesin yetecekse anlatayım, yoksa sonra buyur gel. Ben buradayım” dedi. Hastafendi gerçekten yorulmuştu. Haydar dayının bu samimi önerisini kabul etti. Sonra buluşmak üzere sözleşip, oradan ayrıldı. Baktı matik boştu. Gitti orada işini gördü. Yine nefes nefese kalmıştı. Etrafına bakındı hiç oturacak yer yoktu. Tekrar Haydar Dayının yanında soluklanmayı düşündü. Ayıp olacak diye vazgeçti. Son bir gayretle karşıya geçti, ilerdeki ilk otobüs durağındaki oturaklara kendini zor attı.

Oturduğu yerde harıl harıl nefes almaya çalışıyordu. Bir ara tıkanır gibi oldu. İçinden “eyvah yine kan gazı mı yükseldi?” diye geçirdi. Etrafına bakındı yardım isteyecek kimse yoktu. Çaresiz orada soluğunu düzene sokmaya çalıştı. Parmaktaki oksijen ölçerle sık sık kandaki oksijen durumunu ölçüyordu. Neden sonra alet 89 gösterdi. Zaten rahatlamıştı. Haydar Dayıyla konuşurken, sonra buraya gelirken gerçekten çok yorulmuştu. Oturak da gölgedeydi. Oturağa yayıldı; başladı düşünmeye. Haydar Dayının anlattıklarından yola çıkarak oturduğu yerin deniz olduğunu düşledi.

Aklına Temur Efendi geldi. Bir an kendini onun yerine koydu.

Askerliği Polatlı’da yaptığını varsaydı. Polatlı Topçu Tugayında kademede… Belki en az ilkokul mezunuydu ve çavuş olmuştu. Kademe çavuşu. Arkadaşları vardı tabi. İçlerinde İstanbullu daha doğrusu Üsküdarlı Birol vardı. Birol bitirim bir çocuktu. Hepsi kademede şofördü veya şoförlük eğitimi alıyordu. Birol askere gelmeden önce Kadıköy-Üsküdar hattında dolmuş şoförüydü. Ellili yıllar. İstanbul’da belli merkezlerde dolmuşlar işlemeye başlamıştı. Ama hala at arabacılığı devam ediyordu. Kısa mesafelerde paytonlar çalışıyordu. Ama onlar daha çok zengin işiydi. İşte Birol Kadıköy’ün o hengamesinde dayısının dolmuşunda çalışmıştı. Tabi mavin olarak… Henüz ehliyeti yoktu, ama direksiyonu sağlamdı. Bu Orta Anadolu çocuğuna yani Temur’a kanı kaynamıştı. Temur ince uzun, bileği sağlam hep suskun; ama sımsıcak dost bakışlı biriydi. Birol kısa sürede ona araba kullanmasını arabanın bildiği tüm inceliklerini öğretmişti. Temur askerdeki ilk ehliyet imtihanında Birol'le birlikte ehliyeti almıştı. Yani Temur’da direksiyonu sağlam bir şoför olmuştu.

İşte o sıralar konuşmuşlardı İstanbul işini. Birol ona ısrarla İstanbul’a gelmesini, ona iş ayarlayacağını söylemişti. Birlikte teskere almışlar; Birol İstanbul’a Temur da kendi memleketine ‘Orta Anadolu’daki siz deyin Sivas ben diyeyim Kırşehir’e’ dönmüştü. Köyüne geldiğinde aklı fikri Birol'de; onun “sen gel İstanbul’a iş bulacağım’ diye vaadinde kalmıştı. Köyde öylesine dolaşıp teskere almanın tadını çıkarırken bir gün anasına, babasına “ben İstanbul’a gideceğim” demişti. Ana babası hiç karşı koymamıştı. Çünkü tanıyıp bildikleri birçok insan İstanbul’a göçmüş geri dönmemişti. Gelen haberlerden hepsinin iş güç sahibi olduğu anlaşılıyordu. Onun için ailesi ona “hayırlısı neyse o olsun, git şansını dene oğlum” demişlerdi. O da ailesinin verdiği destek üzerine üstüne yetecek kadar para alıp askere de götürdüğü tahta bavula giyim giyecek eşyalarını koyup, anasının hazırladığı yolluk çıkınını da alıp “ver elini İstanbul” deyip yola çıkmıştı.

Hastafendi durakta otururken bunlar aklına geldi. Haydarpaşa’dan Kadıköy’e kayıkla yolcu taşıyanları Yaşar Kemal’in Cumhuriyet Gazetesi için yaptığı röportajlarda okumuştu. Temur Efendinin yaşamını o yılları kurgulamak için epey bilgi toplaması gerektiğini yalnız Ferhat’ın kahveyle bu işin olmayacağını düşündü. Oturduğu yerde bunları düşünürken nefesi düzelmişti.  Oksijen ölçeri parmağına taktı, 89 gösteriyordu. Bu nefesle dolmuşa kadar gidebileceğini düşündü. Temur efendi konusuna devam ederken bu kayıkçılar ve Kadıköy konusunda olabildiğince bilgiyi toplamaya karar vardı. Ve bu düşüncelerle dolmuşlara doğru yürüdü.

Geçtiği duraklarda arada bir mola vererek evine gidecek dolmuşun durağına geldi. Dolmuş hareket etmek üzereydi. Soluyarak binince hemen orada oturan genç kalkıp yer verdi. Teşekkür ederek koltuğa oturan Hastafendinin aklı kafasında kurguladığı İstanbul’a gitmek için yola düşen Temur efendideydi.

Bu düşüncelerle dolmuşta oturanlara göz gezdirdi. İçinden “acaba bunlar nerelerden geldi ki?” diye geçirdi. Çünkü herkesin kabul ettiği gibi İstanbul’da oturanların nerdeyse onda dokuzu, belki daha fazlası İstanbul’a bir yerlerden gelmişti.

Başka illerde değil; ama İstanbul’da birbirini ilk gören veya tanışan kişilerin sohbetin hemen başlangıcında birbirlerine sordukları soruların başında “aslen nerelisin?” sorusu oluyordu. Hastafendi İstanbul’da kaldığı şu kısa sürede tanıştıklarına aynı soruyu yöneltmiş veya kendi aynı sorunun muhatabı olmuştu.

Dolmuştakilere bakarken içinden onların görüntü ve duyabildiği şivelerinden nereli olduğunu tahmin etmeye çalışıyordu. Ama hepsi genelde gençti. Görüntüleri Anadolu insanı gibi kavruk olsa da kılık kıyafeti konuşmaları biraz şehirli olmuştu.

Aklından onların analarını, babalarını, dedelerini, ninelerini geçirdi. İçinden ‘onlar bu İstanbul’a gelmek, burada tutunmak için ne çileler çekti kim bilir? Bu çocuklar bunların ne kadar farkındaki?’ diye geçirirken Temur efendinin çocukları geldi aklına.

Onların önce babalarının başında refakatçi kalmak için birbirlerine ısrarcı olurken sonra onun uyarısıyla babalarının başında ona sevgilerini göstermek için çırpınışlarını hatırladı. O çocuklar da öyleydi. Hepsi iş güç sahibi olmuştu; ama babalarının elinde tahta bavul veya bir çıkınla İstanbul macerasına atılıp, orada tutunup onları bu duruma getirmek için verdiği yaşamda var olma kavgasının hiç farkında değillerdi sanki. Babalarının “ölünce cenazemi köyüme defnedin” vasiyetindeki yıllarca hasret kaldığı memleket özleminin derinliğini kavrayamamış, kendi aralarında konuşurken sanki onu İstanbul’a defnetmek ister gibi bir tutum içindeydiler.

Hastafendi hiç üzerine vazife değilken veya belki kendini yaşama karşı sorumlu gördüğünden onlara “çocuklar babanızın vasiyetini yerine getirin; onun memleket özlemini dindirin. Ben çocuklarıma, yakınlarıma hep nerede ölürsem öleyim benim ilçemde Gökmen’in tarla diye isimlendirilen mezara gömün diye ısrarla vasiyet eder, söz alır. Sizin değil ‘belki ki siz sanırım buralarda doğdunuz’ onun memleket özlemi çok derinlerde saklıdır. Buna biz toprak çekiyor deriz. Gerçekten İnsan belli bir yaşa gelince onu doğduğu topraklar çağırır. Çoğu olanaksızlıktan veya toprağıyla bağını tümüyle kopardığından bu çağrıya uyamaz ve onun ıstırabını yaşar. Sizleri bilemem; ama babanızın kuşağının, ondan önceki kuşakların ve bir sonraki yani bizim kuşağın memleket özlemi çok derindir. Ancak toprağına girince diner. Yani ben öyle düşünüyorum. Size de babanızın vasiyetini yerine getirmenizi öneriyorum” diye uzun uzun buna benzer şeyler söylemişti.

Efendi çocuklardı… Hiç Hastafendiye “amca” veya “beyefendi sen kim oluyorsun da bizim işimize karışıyorsun?” dememişler; sessizce “haklısın amca düşünemedik, öyle yapmalıyız” diye olumlu tepki vermişlerdi.

Dolmuştaki oturanlara bakarken bunlar aklına geldi. Gözünün önünde elinde bavulu tren istasyonuna varan Temur efendinin hayali varken birden ineceği durağı geçtiğini fark etti. Telaşla “Bir dakika beyefendi ben burada ineyim” dedi. Ayakta duran gencin yardımıyla dolmuştan indi.

Bu sırada şoföre “aman yavaş, yürüme” diye ikaz ediyordu. Çünkü bir iki kez indiği araba ayağı yere basmadan yürüyüvermiş o da yere kapaklanıp düşmüştü. O günden beri inerken şoförlere mutlaka ikaz ederdi.

Neyse dolmuştan inip evine giden sokağa girdi. Sokak oldukça uzun iki tarafı ağaçlarla kaplıydı. Sanki gezintiye çıkmış gibi yavaş yavaş evin yolunu tuttu. Taa köşeye kadar gitti. Orada Simitçi vardı. Simit tezgahının hemen yanındaki oturma bankı onun eve varmadan veya evden çıkınca mola yeriydi.

Gide gele bu simitçiyle de tanışmıştı. Bu simitçinin ailesi de Tokat’tan gelip yerleşmişti. Evi çok uzakta Üsküdar’ın tepelerinde bir yerdeydi. Bu köşeyi sanırım belediyeden izinle almıştı. Hemen karşıda okul vardı. O da okul saatlerinde bu tezgahı açıyor sonra kilitleyip gidiyordu. Şimdi de okul dağıldığı için tezgahı kitleyip gitmişti.

Hastafendi orada otururken karşıdaki okula sağında solundaki sıralanan evlere bakıyordu… Evlerin yaşını tahmin etmeye çalıştı. İnşaat bilgisi olduğu için doğruya yakın tahmin edebilirdi. Görünen evlerin en yaşlısının kırk kırk beş yıllık olduğuydu.

Yani anlaşılan elli seneden yukarı düşününce buralarda ev falan yoktu. Zaten Süreyyapaşa’daki oda arkadaşı Bingöllüde benzer şeyler söylemişti. İski’den emekliymiş. Bu semtin su alt yapısında çalışmış. “O evlerin çoğuna biz su verdik” demişti. Oradan bakınca da evlerin yaşını doğru tahmin ettiğini düşündü.

Bu sırada aklına gelen Bingöllüyü ve torununu düşündü. İçinden “o da taburcu olmuştur” diye geçirdi. Adamın yedi evladı, onca torunu vardı. Hastafendiyle kaldığı sekiz dokuz günlük sürede ziyaretine hiç biri gelmemiş, refakatçi olarak da yalnız o torunu kalmıştı.

Torun cevval bir çocuktu. Çok saygılı. İnce dalan. Dedesine çay yapsın, diğer hastalara ve bu arada Hastafendiye de mutlaka sorar, çay isteyenlere saygıyla götürür verirdi. Dedesi çok içiyordu sanırım. O da bunu bildiği için ve çayı sevdiğinden sürekli çay demliyordu. Yürürken kedi gibi veya ava çıkmış kaplan gibi basıyordu ayaklarını. Adımları geniş ve sessiz…

Diyaloga hiç gelmiyordu. Herhangi bir konuda bir şey söylesen verdiği cevap genelde “sıkıntı yok” tu. Bu kısa cümleyi adeta diline pelesenk edinmişti. Arada bir “boş ver bişey olmaz” diyordu. Bir de eren evliyalarla çok ilgiliydi.

Odadaki tv.de dinci kanallardaki filmdeki veya dizilerdeki ‘bunlar herhalde tekrar tekrar veriliyordu ki’ bütün diyalogları ezbere biliyor oyunculardan önce söylüyordu. Guruplara eskortluk yani koruma görevi veren kuruluşlarda günü birlik iş çıkınca gidip çalışıyordu. Yani belli bir işi yoktu. Eğitim de almamıştı. Tipik bir gecekondu genciydi. Aklı fikri İSFAK’ın Pakistan’a göndereceği güvenlik eleman kadrosunda yer alabilmekti. Hastafendiye bir sohbetinde bunu anlatmış “amca iki bin beş yüz dolar veriyorlarmış. Beş yüzünü yesem iki bin dolar her ay biriktirip gelsem nasıl olur?” diye sormuştu.

Pakistan’da güvenlik olarak gitmek… ‘Kime güvenlik? Kimin için güvenlik?’ orası belli değilmiş.

Hastafendi o delikanlıdan bunları duyup, oraya gitme hevesini duyunca içi acımıştı. Sanki çocuk bazı terörist guruplara yem olacak gibi gelmişti. Fiziği de müsaitti. Dedesine “ya bu çocuğun Pakistan’da ne işi var? Burada dosdoğru bir iş bulamıyor musunuz? Bu kadar İski’de çalışmışsın. Hiç çevren yok mu?” deyince dedesi “Sıkıntı yok. Boşver, bişey olmaz” deyip elini salmıştı.

Hastafendinin aklına Bingöllü onun torununa karşı umursamaz tavrı takıldı. On üç, on dört yaşında ailenin işlediği bir suçu cinayeti üstlenip hapise girmek. Çocuk yaşta başlayan hapisane günlerinde yaşadıkları sanırım onu duyarsızlaştırmış, herkese her şeye öfkeli hale getirmişti. Yedi çocuktan yalnızca bir kızı o da sanırım babası taburcu olacak diye gelmişti. O sırada Hastafendinin hanımına anlatmış babasını. Her gün içtiğini, kırıp döktüğünü anasına çok eziyet ettiğini anlatmış. Sanırım evlat olarak ilgisizliklerine bunu sebep göstermişti.

Yedi çocuk onca torun. Günlerdir refakatçi olarak başında bekleyen bir torun. O torunun geleceğiyle ilgili olarak “sıkıntı yok, boş ver bişey olmaz” diye umursamayan bir dede. Her gün içki içen dedesine canla başla hizmet eden, onunla çok iyi anlaşan bütün dünyası din diye anlatılanlarla kitlenmiş bir torun.

Sanırım bunu açıklamak sosyologların işi olmalı. Ben sadece gördüklerimi anlatmaya çalışıyorum. Zaten Hastafendi de benim gibi düşünüp işin içinden çıkamayınca O da ‘boş vermeyi’ düşünmüştü; ama hep çevresiyle, orada gördükleriyle ilgili olduğu için ‘boş veremiyordu’.

Çünkü özellikle son zamanda artan bilinçsiz, din diye dayatılan eğilim, bunun sonucunda tv haberlerine yansıyan katliam haberleri, o haberlere konu olan ellerinde öldürdükleri insanların kafası sallanan yüzü peçeli insanlar. Görüntüden hepsinin çok genç olduğu anlaşılıyordu. Onlar da aynı bu torun gibi beyni bir yere kitlenmiş insan öldürmeyi din adına Allah adına yaptıklarına inandırılmıştı. Görüntülerden yaptıklarıyla adeta gurur duyar halleri vardı.

Hastafendinin aklına bu torunun da aynı kayıtsızlıkla aynı cinayetleri işleyebilecek kadar soğukkanlı hali geldi, içi ürperdi. Çocuğun çok saygılı halini düşünce içi acıdı. Sanki o çocuk ailesi tarafından bir uçurumdan aşağı itiliyormuş gibi gelmişti.

Bunlar aklına gelirken etrafı gözlemeye devam etti. Kafası gidip geliyordu. Yine Bingöllüyü düşündü. Onun yaşı Temur efendiden küçüktü. Belki hapisliği sırasında İstanbul’a nakli çıkınca ailesi peşinden gelmişti. Belki daha sonra gelmişlerdi.

Yıllarca kendine, ailesine, dünyaya öfke duyarak geçen bir yaşam… Bunun sonucu yedi çocuğunun yedisiyle de ilgisiz bir baba.

Belki kendince haklıydı. Onu daha çocukken hapishaneye iten sorumsuz bir babanın, ailenin oğluydu. Onlar onu umursamışmıydı ki? O kendi çocuklarını umursasın. Kendini böyle avutuyordu belki.

Kimbilir böyle kaç yaşam vardı? Çocuklarını ‘saldım çayıra mevlam kayıra’ mantığıyla ilgili. Böyle sorumsuzluğun ürünü bir nesilden ne hayır beklenirdi ki? Hastafendi bunları kendine de soruyordu. ‘Acaba kendisi çocuklarıyla ne kadar ilgiliydi?’ Çocukları aklına geldi, içi sıkıldı. Çünkü ekonomik sıkıntılara düşünce o da ‘kısa bir süre olsa da’ ilgisiz kalmıştı çocuklarına. Bunlar aklına gelince içine bungunluk geldi.

Öfkeyle kalktı. Bu kez öfkesi kendineydi. Temur Efendinin yaşamını sorgularken kendi yaşamını sorgulamaya başlayınca unutmak istediği yaşadıkları aklına gelmişti. O yıllarca ne yaşadıysa hiç kimseye anlatmamış, hep içine atarak unutmaya çalışmıştı. Çünkü başkalarının onu hiç anlamayacağını, anlatırsa ancak dedikodu malzemesi olacağını düşünmüştü. En nefret ettiği de birilerinin dedikodu malzemesi olmak veya dedikodusunu yapmaktı.

Hep kaçmıştı dedikodudan, fiskostan. Seksen öncesi o siyasi dönemde bile dedikodu kazanının nasıl kaynadığını, en bilinçli olduklarını iddia eden insanların bile dedikodudan, fiskostan ne kadar hoşlandıklarını yaşayarak görmüş o ortamlardan hep kaçmıştı.

Sosyologlar dedikodunun ‘sosyal ihtiyaç’ olduğunu iddia etse de o hep iğrenç bulmuştu dedikoduyu. Adı üstünde ‘dedi kodu’ O ortama giren kişiye sorsa ‘kim dedi? Kim kodu?’ Vereceği cevap bellidir. ‘benden duymuş olma ama falancadan duymuştum’ Soruya devam et ‘o falanca nerden duymuş?’ Cevap yine aynı ‘ o da kolancadan duymuş’ Yani dipsiz bir kuyu. Git git aslını bulamazsın. Eleştiri olsa adam gibi gelinir, kaynakları gösterilerek eleştirilir. Ama bunun yapıldığını hiç görmemişti.

Bu düşünce ve öfkeyle evin kapısına geldi. Zili çaldı. Eşi kapıyı açınca aynı öfkeyle içeri girdi. Eşi şaşırmıştı. “Ne o bir şey mi oldu?” diye sorunca “yok bişey sen işine bak” deyip doğru odasına girdi. Yatağa uzanıp oksijen maskesini taktı. Arkasından gelen eşine işaretle oksijeni açmasını söyledi. Eşi oksijeni açınca derin derin solumaya başladı. Onun bu hallerini gören eşi dışarı çıkarken “yine geliciler gelmiş buna” diye sokurdanıyordu. Eşinin arkasından söylenecekti. Kapıdaki kabalığı aklına geldi, sustu. Az sonra uyumuştu.

Burnunda bir şeyler fark edip irkilerek uyandı. Baktı karısı düşen oksijen hortumunu burnuna takmaya çalışıyordu. Gülümseyince eşi “hey heyler gitti mi?” dedi. Hastafendi kapıdan girerken yaptığı tersliği hatırlamıştı. Gülümsedi ‘boş ver’ der gibi elini salladı, sonra eşine “kızgınlığım sana değildi, aklıma bir şey geldi. Ona canım sıkıldı” dedi. Eşi “ben anlamıştım zaten. Sen bu yazma işine ara ver. O seni çok yoruyor. Deminden beri bakıyorum, öyle bir şeyler sayıklıyorsun. Sanki kabus görüyor gibiydin” dedi.

Hastafendi eşinin bu sözlerine hiç tepki göstermedi. Çünkü eşinin haklı olduğunu biliyordu. Gerçekten günlerdir Öykü Yolculuğuyla oradaki karakterlerle yatıp kalkıyordu. Aklında hep o insanlar, onların yaşam öyküleri vardı.

Hiç bilmediği, ancak tahmin edebildiği öyküleri kurgulamaya çalışıyordu. Bu da haliyle onu çok yoruyordu, ama bırakamazdı ki. Yazmak onun için adeta bir yaşam biçimi olmuştu.

Yazmak, yazmak. Sayfalarca yazıyor, notlar alıyordu. Zaten bunların çoğunu gece yatakta düşünerek kafasında oluşturuyordu. Eşi uykuya dalıp hafiften horlamaya başlayınca Hastafendi o horultuyu fon müziği yapıp sürekli aklında kuruyor, ‘unutmayayım diye’ bazen usulca kalkıp aklındakileri laptopa kaydedip geliyordu.

Aylardır rüyası, düşü, düşüncesi hep öykülerdi. Yazdıklarının belli bir yönü, özelliği yoktu. Yaklaşık yüz elli öykü, iki roman, iki uzun hikaye denemesi, onca politik yazı veya yorum. Sanki bir yerlerden görevlendirilmiş gibi işi gücü bunlar olmuştu. Eşi “yoruluyorsun” dese de bu çok tatlı bir yorgunluktu. Ömrünü yazarak tüketmeyi kafasına koymuştu ve hala yazacak çok öyküsü vardı.

Eşinin sözleri üzerine aklından bunları geçirdi. Eşi yemek hazırlamak için gidince yine geldiği dolmuşa döndü. Haydar dayı aklına geldi. Onun verdiği ipucu ‘Ferhat’ın kahve’ hem Temur Efendinin hem de İstanbul’un ellili yılları için, daha doğrusu İstanbul’daki yaşamları anlayabilmek için çok işine yarayacaktı.

Ellili yıllarda Anadolu’dan gelen herkesin ilk uğradığı, adres aldığı, hemşerileriyle buluştuğu; her şeyden önemlisi Anadolu’nun bozkırından denizler içinde bir büyük şehre gelmenin, o farklılığı görmenin şokunu atlatmalarına yardımcı olan bir sıcak, tanıdık bir mekan gibiydi Ferhat’ın kahve. Daha doğrusu Hastafendi öyle hayal edip kurgulamayı düşünmüştü Ferhat’ın kahveyi.

Bu sırada eşi seslenip yemeğin hazır olduğunu söyledi. Hastafendi suçlu suçlu kalkıp elini yüzünü yıkayıp masaya oturdu.

O gün ev çok sessizdi. Fazlaca bir şey konuşmadan yemekleri yediler. Yemekten sonra eşi ona birlikte alışveriş merkezine gitmeyi önerdi. Ama Hastafendinin gündüzden bu yana tadı yoktu. “Siz kızla gidip gelin, ben dışarı çıkmayacağım” dedi. Ses tonundan ısrarın anlamsız olduğu anlaşılıyordu. Kız işten gelince eşi ona “baban bugün hiç tadı yok. Gel birlikte dolaşalım, o kafasını dinlesin” dedi.

Kız “ne oldu babama hastamı yoksa?” derken her zamanki paniğin içindeydi. Annesi gülerek “yok hasta falan değil. Sabahleyin yine o eczaneye gitti. Dönüşte ateş gibiydi” derken gözü eşindeydi.

Hastafendi eve geldiği sırada öfkeli halini anlatacak diye eşine ters ters baktı, “yok kızım, annene bakma sen. Biraz keyfim yok hepsi o. Hadi siz annenle gidip dolaşıp gelin de ben biraz bir şeyler yazayım” deyince kızı “ay baba. Öykü öykü derken kendini çok yoruyorsun. Biraz ara ver Allah aşkına” dedi. Bu sırada eşi hazırlanmaya başlamıştı. Hastafendi “tamam kızım yormam kendimi. Ben biraz oksijen alayım” deyip yattığı odaya geçti.

Oksijen almak onun kaçamağıydı. Çünkü ‘oksijen alayım’ dediğinde akan sular durur, kimse  ‘dur’ falan demezdi.

Bu şekilde eşinin laf çarpıtmalarından kurtulmuştu. Odasına geçip yatağa uzandı oksijen hortumunu da burnuna taktı. Bu sırada arkasından gelen eşi oksijeni açtı.

Bu sanki eşinin göreviydi. Her zaman oksijen maskesini burnuna takar oksijeni açması için eşini beklerdi. Şimdi de eşi gelip görevini yapmıştı. Sonra gelip yanağından öpüp “fazla yorma kendini” dedi. Hastafendi eşinin burnundan tutup sıkmıştı. Böylece eve geldiği sırada başlayan soğukluk sona ermiş, barış sağlanmıştı.

O derin derin oksijen alırken kızı ve eşi hazırlandı “çok geç kalmayız” deyip alışveriş merkezine gittiler.

Hastafendi oksijen kavanozunda suyun fokurtusunu dinlerken aklına yine Temur efendinin elinde tahta bavulu ve çıkınıyla tren istasyonunda tren bekleyişi geldi.

O yıllarda şimdiki gibi hızlı tren veya motorlu trenler yok tabi. İs çıkararak çığlık çığlığa ilerleyen kara trenler oflaya puflaya yolcuları menzillerine ulaştırma gayreti içinde.

‘Kapının ardı’ gurbet diyen, bir köyden bir köye gelin gönderen anaların kendilerini yerden yere attığı bir halkın ekmek için, nafaka için hiç bilmedikleri, sadece adını duydukları bir şehre ‘eski payitahta’ ulaşmak için ‘ulam ulam’ yollara düşmelerini doğru anlamak gerekiyordu.

Gerçi bu halk; yani Anadolu Halkının yollara düşme geleneği eskiden de vardı, ama yıllardır yaşadıkları yerlerde yaşayıp gidiyordu. Hangi akıl onların aklına düşürmüşse ‘İstanbul’un taşı toprağı altın’ sözünü inanmışlardı bir kere o söze. Daha doğrusu inanmak isteyip de yola düşmüşlerdi.

Meşhur ‘Kara tren’ türküsü belki henüz o yıllar yakılmamıştı. Raylarda uzayıp giden vagonlarda Anadolu’dan İstanbul’a umut taşıyan trenlerde kompartımanlar tıklım tıklım olması gerekiyordu.

Belki gurbet Türküleri de o akından, İstanbul’a akından sonra yakılmıştı ‘kim bilir?’.

Ama en yanık Türkülerdi onlar. Hele içlerinde bir tanesi var ki; ‘yarim İstanbul’u mesken mi tuttun? Gördün güzelleri beni unuttun’ diye başlayan. Yürek dayanmazdı ona.

Giden, belki de hiç geri dönmeyen veya dönüşü geciken yarinin arkasından burcu burcu hasret kokan ve sitem dolu bu türkü yıllardır dillerden hiç düşmedi.

Hastafendinin bunlar aklına gelince yine mahzunlaşmıştı. Kim bilir belki onu da bırakıp giden bir sevdiği vardı da o aklına düşmüştü.

Tren yolları aklına geldi. Trenlerin geçtiği yol üzerindeki köyler, o köylerde yaşayan insanlar.

Hastafendi gençlik yıllarında tren yolculuklarını çok severdi. ‘Fırsat buldu mu?’ mutlaka tren yolculuğuna çıkardı.

Aslında bu tren yolculukların başlangıçta bir amacı vardı tabi…

Çocukluktan çok sevdiği bir kız vardı. Hani ‘çocukluk aşkı derler ya’ işte öyle bir şey. Zaten Hastafendi “aşk” deyince “insan bir kere aşık olur. Ötekiler aşk değil; olsa olsa sevgi veya hoşlanmadır. Ve gerçek aşk çocukluk aşkıdır. Çünkü ötekilerde ortalama insanın riyası, ikiyüzlülüğü gizlidir; güvenilemez” derdi. Tabi bu durum insana göre değişir. Ama herkes bu satırları okuduktan sonra geri yaslanıp “doğru mu? Değil mi?” diye düşünmeden hüküm vermesin.

İşte Hastafendi o çocukluk aşkını görmek için trene atlar giderdi. Bahanesi de hazırdı çok sık yapılan o yolculukların. Soran olursa “o okulda okuyan kardeşimi görmeye” diyecekti. Yani kendi kendini öyle kandırırdı.

Ancak o kadar gidip gelmiş; onu görememişti. Son sınıf olduğu için köylerde staj yapıyormuş.

Kardeşi o yıl birinci sınıftı ve çok küçüktü. Belki kendine yedirememişti; kardeşine o kızı görmek istediğini söylemeye.

‘Neden öyle yapmıştı? Gerçekten o kızı görmek istiyor muydu? Yoksa öylesine sırf merak ettiği için mi gidiyordu? Veya ‘belki beni unutmuştur kaygısı mı vardı?’ bilemem. O sorunun cevabını bugün kendi bile veremiyordu; ama yüreğinin bir yerlerinde buruk bir pişmanlık belki o günlerdeki o bohem yaklaşımının pişmanlığıydı. Bunun cevabını kendi bile bilemiyorsa; başka kim bilebilirdi ki?      

Ama onun özelliğiydi bu; yani kendi kendine boş vermişliği; yani amacını hep gizlemesi. “Belki bugün görürüm” umuduyla trene atlayıp gidip de ‘göremeyince’ kardeşine o kızı görmek için geldiğini söyletmeyen; “tekrar gelsem görebilir miyim? Bir sor ona” dedirtmeyen…

Neyse ne, ne? İşte o sıralar edindiği tren yolculuğunu giderek çok sever olmuştu.

Trenlerde giderken gördüğü kasaba ve köyleri; oralardaki evleri, o evlerde yaşayan insanları düşünürdü.

Oralarda yaşanan hayatları hayal etmeyi çok severdi. O sırada aklına bin bir düşünce üşüşür, sanki o insanların hepsi tanıdık gelirdi ona.

‘Acaba?’ derdi. ‘Oralarda benim gibi özlem duyup da o özlemle sevdiğini görmeye gidip; vardığı yerde bulamayınca onu arayıp sormayı ar edinen; sonra için için yanan varmı ki?’ diye düşünür bir cevap bulamazdı.

Gençliği hep evinden uzaklarda geçmişti. Belki ondan, belki de içinde yaşayan; ama bir türlü kavuşmamış olduğu özlem gereği yolculuk, gurbet ona hep tatlı bir hüzün verir; duygusallaştırırdı.

İşte o sıralar hep umursamıyor gözüktüğü veya kendini öyle kandırdığı sevdiklerinin yanında olmanın özlemini çekerdi.

Onun gençlik yıllarında şimdiki iletişim ve ulaşım olanakları yoktu tabi. En bilinen iletişim olanağı telefondu. Onunla konuşmak da meseleydi yani.

O yıllar manyetolu telefon yılları. Telefonu bağlamakla görevli memur ‘Ankara sen aradan çık, Konya, Konya’ diye şehir isimlerini saya saya bağlantıyı sağlamaya çalışırdı.

O yıllarla ilgili hiç unutmadığı bir anısı vardı.

Henüz on sekizinde devrimci heyecanla düşmüştü yollara. Kaldığı kasabada o gün pazardı. Dönerciye gitmişti. O sıra dönercide bir pikapta ‘dağlar kızı Reyhan’ türküsü çalıyor, dönerci de neşeyle türküye tempo tutarak elindeki bıçakla döner kesiyordu.

Nasıl olduysa o sıra aklına anası babası düşmüş, telefonla konuşmak istemişti onlarla. Yemekten sonra hemen yandaki postaneye telefonu yazdırmış, postanede saatlerce bekledikten sonra telefonun bağlandığı söylenmişti.

O heyecanla telefonu eline alan Hastafendi telefondaki sese hasretle “babacım sizi çok özledim” diye başlayan konuşma yapmıştı. Oysa konuştuğu babası değilmiş. O sıra memleketinde teyzeoğlunun düğünü varmış. Postanedeki memur bakmış babası yok; o sıra bulduğu eniştesini telefona çağırmış. O da “ben baban değilim, eniştenim” dese anlaşılıp anlaşılmayacağı belli değil “söyle oğlum” deyip babası gibi onunla konuşmuştu.

Anası yıllar sonra o olayı anlatırken gülümser “sen hep böyle saftın, çabuk kanardın” diye onunla dalga geçerdi.

Hastafendinin aklına bunlar gelmişti.

Anası aklına geldiği için yine dalıp gitti; Temur efendi de anasıyla aynı yaştaydı. Belki bir iki yaş küçük. Onun askerden geldiği yıllarda Hastafendi de yeni doğmuş iki üç yaşlarında bir çocuktu.

Devir Demokrat Parti devri. Ülke büyük bir savaş tehlikesini yenice atlatmış, onun yorgunluğu vardı halkta; o yorgunluk ve sıkıntıyla sarılmışlardı Demokrat Parti’ye. Yokluk ve korku bunaltmıştı herkesi.

‘Alaman Harbi’ diye tanımlıyor, biliyordu halk İkinci Dünya Savaşını . Almanlar az sıkıştırmamıştı hükümeti “gel illa birlik olalım” diye.

Tabi şimdiki gibi gazeteler çok yaygın değildi. Hükümetin yanında yayın yapan Son Havadis ve CHP nin gazetesi Ulus en meşhurlarıydı. Ama onlar da köylere o da belki üç dört günlük, bir haftalıkken gelirdi. Radyo desen o da çok varlıklı evlerde bulunurdu.

Temur Efendinin köyünde radyo yalnız muhtarı evinde vardı. Muhtar daha önce CHP liyken şimdi hızlı Demokratçı olmuştu.

Zaten hep öyleydi. O günün Demokratlarının hemen hepsi dünün Altık Okçularıydı. Yıllarca orada particilik yapanlar bakmışlar orda ekmek kalmadı, ekmek artık muhalif olmakta hızla Demokratçı olmuşlardı.

Hele savaş yıllarında. Her türlü karaborsacılığı yapan onlar olmasına rağmen en çok sızlanan hükümet aleyhine propoganda yapan kah “Almanlardan yana olalım” diyen kah İngilizci Rusçu olanlar da onlardı.

Ama kurt politikacı hiç tınmamış, hem Almanları hem İngilizleri, hem Rusları bu arada arada bir devreye giren ABD’yi de idare etmesini bilmiş ülkesini savaşın tam sınırında tutmuştu.

Tabi o sıra uyguladığı bu politika gereği ekonomik yönden sanki savaştaymış gibi aldığı önlemlerle her şeyi halka aynı eşitlikte dağıtmaya, sıkıntıyı herkesle paylaşmaya çok çalışmıştı ama şimdi sıkı Demokratçı geçinenler o sıra fırsatçılıkla epey yükü tutmuştu.

Herkesin gözü İstanbul’daydı...

Sonraki yıllar da bu savaş sırasında çekilen sıkıntıları anlatılan hikayeler hep İstanbul’u, Ankara’yı, İzmir’i anlatsa da asıl sıkıntıyı çeken her zaman olduğu gibi Anadolu insanı, kırsal kesim insanı olmuştu.

Laf lafı açıyor, laf kapıyı açıyor misali. Hastafendinin aklına babasını ziyarete gelen arkadaşı ve onun anlattıkları geldi.

Bir öğle vaktiydi. Balkonda babasıyla, anasıyla oturan Hastafendi birlikte sohbet ederken kapının tak tak vurulduğunu duydular.

‘Kim o diye?’ seslendiklerinde yaşlı bir ses ‘çavuş orda mı?’ diye soruyordu. Sonra kapıyı açıp merdivene gelince siması belirdi.

Hastafendi “buyur amca” derken babası da tanımış “O hoş geldin arkıdaş ya” demişti. O ‘hoş gelen’ arkadaş merdivenden çıkıp gelirken Hastafendinin babasına bakarken az ağlamaklı olmuş “çavuşla helallaşmıya geliyon” demişti.

Buyur ettiler. İki eski arkadaş konuşurken öğrenmişti. O gelen misafir Hastafendiye “sen biliyon mu? Bubandan bi tokat alıcem var. Onu almıya geldim” demişti gülerek. Sonra babasıyla birlikte anlatmışlardı.

O yıllar askere gidecek yaşa gelen veya yaklaşan gençleri olası bir savaşa hazır tutmak için her gün askerlik şubesinde toplayıp talim yaptırırlarmış. O sırada görevli olan çavuş Hastafedinin babasına o arkadaşa bir tokat atmasını söylemiş. Hastafendinin babası önce olmazlanmış.

‘Öyle ya durduğu yerde arkadaşa niye tokat atsın ki?’ Ama onbaşı ısrar edince önce ona yavaşça vurmuş. Çavuş Hastafendinin babasına “öyle tokat atılmaz, böyle atılır” diye şiddetli bir tokat akşedince Hastafendinin babasının yüzünde şimşekler çakmış. O da ikinci tokatı yememek için arkadaşına çok şiddetli bir tokat atmış. Babasının arkadaşı burada araya girip “emme gözlemden ateş çıkarttın valla. O tokadı hala unudameyon” demişti gülerek.

Hastafendinin aklına bunlar gelince aklı yine Temur Efendiye gitmişti. Tabi Temur efendi Alman Harbinin başında altı yedi yaşlarındaydı. Onun köyünde de belki ağabeyi askerlik şubesine çağrılmış talim ettirilmişti.

O sıra küçük bir çocuk olan Temur Efendi ağabeyinin her gün askerlik şubesine gidip gelişini anlamaya çalışıyordu. Belki onun ağabeyine birine tokat attıran veya birini ağabeyine tokat attıran bir çavuş vardı.

Zaten bu hep böyledir. Özellikle aydınlanmamış birine yetki verirsen ilk yapacağı iş yetkisinin gücünü tanımak veya tartmaktır. Hele askerde bu yetkiyi çok sorumsuzca kullanan o kadar çok kişi vardır ki. 

Birçok, özellikle orta yaş ve üzeri erkeğin ‘ne askerlik anıları vardır kim bilir?’ Öyle kafasına sinmiştir ki o öyküler, yaşanmışlıklar. Bir anlatmaya başlasın sanki o yılları yaşar gibi anlat anlat bitiremez.

Hastafendinin babasının da çok askerlik anısı, dedesinin esirlik ve kuvvayı milliye yılları çok anısı vardı. Hastafendi o yılları onlardan dinleye dinleye kendi yaşamış gibi olmuştu adeta.

Hele babasının ikinci savaşı sırasında yaptığı askerlik görevi sırasında anlattıkları aslında içler acısıydı. Ama Hastafendi o yılları kısaca kara mizah içerikli ‘Torbadaki Tavuk’ adlı öyküyle anlatmaya çalışmıştı.

İnönü’nün niye fellik fellik savaştan kaçtığının, kaçındığının öyküsü o yıllardaki askerlik anılarında gizlidir.

Öyle ki askerin giyecek ayakkabısı, elbisesi yokmuş. Bırakın tüfeği şunu bunu; ayağında doğru dürüst ayakkabısı yokken gideceği her yere ‘tatbikat var’ adı altında yayan gidermiş. Yemek için çıkan karavana arpa, yulaf lapasında bir de mevsiminde kapuskadan başka bir şey yokmuş.

Yıkanmaya yıkanmaya bit almış yürümüş. Meşhur (bitli piyade) deyimi o yıllara aittir.

Hal böyle olunca sayıca asker sayısını artırıp kuru kalabalıkla Alman’ın İngiliz’in gözünü korkutmaktan başka çare kalmamış. Babasının anlattığına göre Ankara’dan Kastamonu’ya oradan İnebolu’ya kadar aylarca dağlarda dolaşmışlar. Ellerindeki silahlar kurtuluş savaşından kalmaymış. Taburda araç olarak sadece tabur komutanına ait at varmış.

O kalabalık asker birlikleri oradan oraya taşınmış durmuş. Sanki herhangi bir harbe hazırmış gibi görüntü verilmiş.

Babasının dediği gibi o kadar olanaksızlıklar içinde olsalar da ‘gerçi iş başa düşünce Alaman, İngiliz’ tanımazlarmış ya. Neyse baştaki eski asker kurt politikacı İnönü büyük bir maharetle Türkiye’yi o savaşın dışında tutmuş.

Savaş sonrası muhalefete düştüğü yıllarda yaptığı yurt gezisinde ‘bizi aç bıraktın’ diyen yeni yetme birine “evet sizi aç bıraktım, ama öksüz bırakmadım” diye söylediği söz bugün bile bilinir.

O yıllardan şimdi yatıp kalkıp “Suriye’ye saldıralım” diye yırtınan politikacıların yönettiği bir Türkiye’ye geldik. Hiçbiri bu savaş ‘yurttaşa kaça mal olur? Kaç can gider? Kaç çocuk öksüz? Kaç ana baba evlatsız kalır?’ işin orasında değiller. Sadece kendi iktidarlarının devamı umurlarında…

Lafa geldi mi? Yatıp kalkıp o yıllara, o yıllarda çekilen sıkıntılara gönderme yapıyorlar. Tabi halk hele yeni yetişen genç nüfus yaşanan gerçeklerin farkında değil. Söylenenlere inanıp savaş kışkırtıcı politikalara öylesine bön bön bakıyorlar.

Hastafendinin bunlar aklına gelince yine canı sıkılmıştı. Aklına Temur Efendiyi getirmeye çalıştı. Onu tren istasyonuna giderken bırakmıştı.

Şimdi istasyonda tren bekliyordu. Az önce biletini almıştı. O beklediği yer etraftaki üç dört köye yakındı. İstasyonda komşu köyden olan iki üç kişi vardı. Onların önünde de tahta bavullar vardı. Hepsi gelecek treni bekliyordu.

Temur efendinin aklı asker arkadaşı Birol'deydi. ‘Ona gerçekten sahip çıkacak mı? İstanbul’da ehliyeti işe yarayıp iş bulabilecek mi?’ bunları düşünürken dalmıştı. Birden trenin çığlıyla irkildi. Tren henüz gözükmemişti, ama çığlığı duyulmuştu.

İstasyon köyüne yakın olduğu için hep bu tren çığlıklarıyla büyümüştü.

Hele gece duyduğu çığlıklar onu rüyasında alır götürürdü bir yerlere. Askere giderken ardında onu uğurlamaya gelen ağabeyi, anası, babasını ve küçük kardeşini bırakmış; onların gözünün önündeki silüetleri trenin çığlığıyla silinip gitmişti.

Şimdi tren beklerken uzaktan duyduğu trenin çığlığı ona bunları düşündürmüştü.

Az sonra ‘yol yorgunu gibi’ oflaya puflaya gelen kara tren de buhar çıkara çıkara gözükmüş geliyordu. Belli ki hızını kesmiş yavaş geliyordu. Geldi geldi lokomotif Temur Efendiyi geçip az ilerde durdu. Her yer trenden çıkan islimin buharına boğulmuştu. Adeta göz gözü görmüyordu.

Askerde onu uğurlamaya gelen ana babası, ağabeyi şimdi yoktu. Gelmesini istememişti onların. Sanki köyden hiç ayrılmıyor da şehre gidip gelecekmiş gibi çıkmıştı evden.

Çünkü burcu burcu ayrılık kokan el sallamalar ona hoşluk vermiyordu. Öyle söylemişti onlara ve hepsiyle evde vedalaşmıştı. Zaten istasyon köyün hemen altındaydı. ‘Ben giderim’ demişti onlara. Onlar da çaresiz Temur Efendinin inat huyunu bildiklerinden bir de Anadolu insanı olarak hasretliklere alışkınlıklarından kabullenmişlerdi.

Hasretliği nasıl kabullenmesinler ki. Yıllar önceden bu yana olan savaşlarda evden çıkıp da geri dönmeyi başaran o kadar az insan vardı ki. O kadar çok insan da gidip dönmemişti. Bütün bu yaşanmışlıklar Anadolu insanın duygularını adeta nasırlaştırmıştı.

Temur efendiyi de ‘aynı nasırlaşmış duygularla’ onun “siz gelmeyin” demesine ‘bu giden nereye gidiyor? Ne zaman döner? Döner mi acaba?’ demeden “eh” deyip evden uğurlamışlardı. Ama şimdi içine bir gariplik çöken Temur efendi dönüp dönüp arkasına bakıyordu ‘acaba bir uğurlamaya gelen var mı?’ diye.

Gelen olmayacağı, kimsenin onu uğurlamaya gelmeyeceği aklına gelince tahta bavulunu alıp önünde duran ilk vagonun kapısını açıp trene bindi.

Koridorda biraz ilerlemişti ki bir kompartımanda bir kişinin oturduğunu gördü. Boş kompartıman bulma sevinciyle içeri girdi. O kişiye selam verdi. Tahta bavulunu güzelce yerleştirdi, geçip o adamın karşısına camın kenarına oturdu.

O adam gülümseyerek selamını almıştı. Temur Efendi “tren boşmuş” deyince karşısındaki adam çokbilmiş gibi “hele bekle yeğen ilerde oturacak yer bulamazlar. Sen yerine iyi sahap ol” dedi. Temur Efendi adamı dinlerken tren yürümüştü.

Temur efendinin gözü köyünden tarafa bağlara kaymış bakıyordu. Karşısındaki adam “eyi bak yeğen, eyi bak bi daha ya görüsün ya görmesin” dedi. Temur Efendi adama dönüp “niye görmeyecekmişim ki? İş bulup çalışıp para kazanacağım. Sonra da köyüme geri döneceğim” deyince adam hafiften gülümsemiş “sen hiç İstanbola gidip geri dönen gördün mü hiç?” demişti. Temur efendi “İstanbol’a giddiğimi nasıl anladın ki?” deyince adam gülümseyerek tahta bavulu işaret etmiş “Tahta bavulla yolculuk bu yönde ancak ya askere İstanbola olur. Herkes akın akın oraya gidiyor. Bu tren hep dolu gider boş döner. Niye? Çünküm giden geri gelmiyor da ondan. Gidenin gelirse ancak ölüsü dönüyor” demişti.

Gerçekten adamın dediği gibi olmuş; elinde bir tahta bavulla İstanbul yoluna düşen Temur efendinin ‘o da eğer çocukları vasiyetine uyduysa’ ölüsü bir tahta tabut içinde memleketine geri dönmüştü.

Bunlar aklına gelince Hastafendinin içini bir yalnızlık, bir hiçlik çöktü. O sıkıntıyla kalktı markete giden eşini ve kızını beklemeye başladı. İçini gurbette ölüp kalıp ölüsünün buralarda kalma korkusu çökmüştü.

Bu korkusunu dağıtmak için böyle durumlarda hep yaptığı gibi eline kızının kitaplığından bir roman aldı. Murathan Mungana ait ‘Kaf Dağının Önü’ başlıklı kitap. Onu okumaya başladı.

Ama bir türlü kendini kitaba veremiyordu. Çünkü aklı hala trende adamın Temur efendiye “Tahta bavulla yolculuk bu yönde ancak ya askere İstanbola olur. Herkes akın akın oraya gidiyor. Bu tren hep dolu gider boş döner. Niye? Çünküm giden geri gelmiyor da ondan. Gidenin gelirse ancak ölüsü dönüyor” dediği yerdeydi.

Kalktı salon gibi kullandıkları yerden koridora doğru gidip gelmeye başladı. Aslında oda soğuktu, ama ona bir sıcaklık basmış, hafiften terlemişti.

Gitti salon olarak kullandıkları odanın penceresini ve yattıkları odanın penceresini açtı. Salondaki pencerenin önüne gelip dışarıdan gelen serinliğe doğru birkaç kez derin nefes aldı. Ama nefesi sıkışmış, bu arada hafif üşümüştü.

Pencereden çekildi. Ne yapacağına, nereye gideceğine karar veremiyordu. Eşi ve kızıyla markete gitmediğine pişman oldu. Onlara telefon etti. Ne zaman geleceklerini sordu. Eşi “daha yeni geldik. Biraz sonra geliriz” deyince sıkıntıyla telefonu kapatıp odasına gitti. Oksijen maskesini takıp ikiye ayarladı ve yatağa uzandı.

Aklı trendeydi…

Zaten o sırada tren de epey ilerlemiş dört beş durak geçmişti. O duraklarda da trene yeni binenler olmuştu. Bu yeni binenlerden onların kompartımanına gelenlerle kompartıman adamakıllı dolmuştu. Temur efendi içinden ‘adam haklıymış’ diye geçirdi. Gözü hala pencerede hızla geri giden bağ bahçelerdeki ağaçlara dalmış bakıyordu. Kompartımanda gürültü artınca irkildi. Karşılıklı her iki taraf da oturanlardan başka hemen kapının dışında koridorun da dolduğunu fark etti.

İlk istasyonda inip tuvalete gitmeyi düşünmüştü. Çünkü çok sıkışmıştı. Ama inip de dönüşte yerinden olmak da vardı. Bu sıkıntıyla karşısında oturan adama baktı. “Gelen istasyonda insem yerime göz kulak olur musun? Çok sıkıştım da” dedi. Adam gülümseyerek “in gardaş in. Elbet yerine sahap olurum. Bu iş sırayla ben enince sen de benim yerime sahap olursun” dedi.

Temur efendi adamın bu sırıtık halinden çok memnun değildi. Ama çaresiz buna İstanbul’a kadar katlanacaktı. Kompartımanda oturan diğer kişiler öylesine kendileriyle ilgiliydi ki; onların ne konuştuğunu hiçbiri merak edip umursamamış, karşı karşıya veya yan yana kıyasıya bir muhabbete girmişlerdi. İlk kez birbirini gördükleri kesin olan bu insanlar arasında muhabbetin tek konusu İstanbul’du. Herkes birbirine ilk kez gidecekleri bir şehir hakkında soru soruyor, bilgi almaya çalışıyordu.

Kapıya en yakın yerde oturan İstanbul’dan yeni geldiğini söylemişti. Kendine merakla yöneltilen sorulara cevap vermeye çalışıyordu. İstanbul’a geçen yıl gitmiş. İnşaatta çalışıyormuş. Patronu Ardeşenliymiş. Anasının öldüğüne dair telgraf gelince izin alıp gelmiş. Adam helal süt emmiş biriymiş. Ama izin verirken “bak anam öldü deyi yalan söyleyip izin alıyorsan külahları değişiriz ha” diye tehditten de geri kalmamış.

Ama adam haklıymış. Dümenden böyle yalan söyleyerek izin alıp başka yerlerde iş bakmaya giden çok oluyormuş. Şantiyede yatıp kalktıkları için öyle bir başlarına gidip iş arayıp dönmek zor oluyormuş da ondan bazıları “anam öldü, bubam öldü” deyip iki üç gün izin alır İstanbul’un başka yerlerinde iş aramaya gidermiş.

Onu dinleyenler hayretle ağzına bakıyor, söylediklerini anlamaya çalışıyordu. İçlerinden biri “akşam gidip iş arasa ya” deyince İstanbul’a geçen yıl giden kişi ağız dolusu güldü sonra “sen diyon gardaş? Akşam iş aramaya nereye gidip nere dönecek? İstanbul öyle böyük ki; bir mahalleden öte mahalleye anca bi günde gidilir” deyince onu diyenler hep bir ağızdan “vışşş!!” çekip hayretlerini dile getirdiler. Onların böyle hayrete düştüğünü gören adam ballandıra ballandıra İstanbul’u anlatmaya devam ediyordu.

Bu sırada Temur efendi konuşulanları kulağıyla duysa da hiç ilgilenmeyip camdan dışarı bakıyordu. Aklı ilk gelecek istasyonda inip ‘hacet’ gidermeye takılıydı.

Onun bu ilgisiz hali ballandıra ballandıra İstanbul’u anlatan kişinin dikkatini çekmişti. Temur efendi kendini dinlemediği için biraz da kızmıştı. Ona “hey gardaş. Sen neye gatılmıyon muhabbete, yoksam bizi güççük mü görüyon?” diye seslendi. Önce bu soruyu duymayan Temur efendi adam sorusunu tekrar edince fark edip o adama dönerek “anlamadım; bana mı diyorsun sen?” diye sordu.

Adam onun buz gibi halinden, konuşmasındaki farklılıktan ürkmüş onu memur falan zannetmişti. Korkuyla “yok efendim. Çok dalgınsınız da ondan şey eddiydim” derken az önceki ukalaca soran halinden eser kalmamıştı. Onun bu Temur efendiden ürken hali diğerlerine de geçmiş hepsi ona saygıyla bakıyorlardı.

Halbuki Temur efendinin her zamanki haliydi bu kayıtsızlığı. Bir de askerliğin son dört ayında komutan şoförlüğü yapınca kendine bir güven gelmiş, biraz farklılaşmıştı ‘hepsi bu.’ Ama onun bu farklılığını yol arkadaşları başka türlü yorumlamıştı anlaşılan.

Adamın son söylediklerinden “çok dalgınsınız da ondan şey eddiydim” kısmını anlayıp ona “neyi şey eddiydin?” diye sordu.

Adam onun bu sorusu üzerine temelli ürküp cevap vermekten kaçınınca yeniden cama döndü. O adamın cakası da böylece bozulmuş, kompartımanı bir sessizlik kaplamıştı. O sırada karşısındaki adam da konuşulanları hep duyduğu halde hiç lafa girmemişti.

Bu sırada tren yeni bir istasyona giriyordu. İstasyon büyükçe bir yerdi. Neresi olduğunu okuyamamışlardı; ama onun için neresi olduğu önemli değildi. Çok da sıkışmış olduğu için hızla kalktı. Karşısındaki adama “yerime göz kulak olun” deyip aşağıya işini görmek için indi.

O gidince trendeki sıkkın hava dağılmış herkes birbirine “kim bu ya?” diye sorup öğrenmeye çalışıyordu. O sırada Temur efendinin “yerime göz kulak olun” dediği adam çok mühim birini tanıyormuş edasıyla kompartımandakilere “komutan bu. İstanbol’a tayini çıkmış” diye sallama bilgi verince herkes daha bir irkilmiş; bir komutanla aynı kompartımanda yolculuk etmenin hem gururunu, hem de sıkıntısını duyuyordu.

Bu sırada koridordan onun yerini boş görüp oturmak için kompartımana girene kompartımandaki herkes elbirlik “orası komutanın” diye ikaz etti.

Böylece trenin koridorunda “trende bir komutan varmış” sözü hızla yayıldı. ‘Komutan kim? Neyin komutanı?’ kimse işin orasıyla ilgili değildi. Bu sırada diğer kompartımanlarda da herkes bu habere bir kulp takıp farklı bir şekilde birbirine aktarıyordu.

Trende yolculuk edenlerin tamamına yakını erkek, daha çok genç yaşta erkekti. Hepsinin askerlik anıları tazeydi. İçlerinde arkadaşları Kore’ye gidenler vardı. Onlar askerlik muhabbetinde daha baskın çıkıyordu.

Bu şekilde koridorlarda, kompartımanlarda herkes İstanbul’u boş vermiş, sıkı bir askerlik yarenliğine girişmişti. Bu sırada kimse kimseyi dinlemiyordu. Herkes önce kendi anısını dinletmeye çalışıyordu. Böylece trene bir vağıltı çökmüştü.

Temur efendinin tabi bu olanlardan haberi yoktu. O sırada umumi tuvalette sıra gelmesini bekliyordu. Sırası gelince tuvalete girdi. İşini görüyordu ki trenin düdüğü acı acı ötmeye başlayınca çaresiz işini acele gördü, yine aceleyle taharetlenip kalktı. Giyindi trene doğru koştu. Çünkü bu sırada lokomotif harekete geçmek üzere hafif hafif rayda ilerliyordu. Koştu açık olan kapıdan trene atladı. Bu sırada arkasında “dur geliyoz” sesleri duyuluyordu.

Tren az sonra hızlandı. Bu sırada o kompartımanını bulup kapıdan içeri girmişti. Onun içeri girmesiyle birlikte sesler kesildi kompartıman süt liman oldu.

Bu sessizlik dikkatini çekti; ama bir mana veremedi. Geçip yerine oturdu. Bu sırada İstanbul’a ne zaman varacağını merak ediyordu; ama huyu gereği kimseye bir şey sormaz, öğrenmek istediği şeyi zamana bırakırdı.

Köyde de hep sessiz bir genç olarak tanınırdı. Kolay kolay kimseye şaka yapmazdı. Onun bu ketum halinden dolayı kimse de ona şaka yapmazdı. Bu yüzden samimi olduğu fazla arkadaşı yoktu.

Köy yerinde samimi olsan ne olacak ki? Herkes kendi işinde kaydında…

Köyde gençlerin buluştuğu kahve benzeri yer de yoktu. Yetişkin olanlar kışları zengin ahırlarının hemen yanında bir odada buluşup sohbet eder, daha yetişkinler de çoktan evlenmiş çoluk çocuğa karışmış olurlardı. Yazları ise bağda, bahçede buluşan gençler kendi aralarında eğlence çıkarırdı. İçlerinde saz çalıp söyleyen çoktu.

Ama Temur efendi pek oralara takılmazdı. Askerde de öyleydi. Hep sessiz kendi halinde… O bu sessizliğiyle istemeden hep ilgi odağı oluyordu. Askerde de arkadaşları hep ona yakınlaşmaya çalışmış, bunu en iyi Üsküdarlı Birol başarmıştı. Aslında o da sessiz biraz başına buyruk biriydi. Belki bu özellikleri onları birbirine yakılaştırmıştı.

Ağızlarından kerpetenle laf alınan iki arkadaş bir devriye nöbetine birlikte düşünce el mecbur o nöbet sırasında dolaşırken birbiriyle konuşmak zorunda kalmış arkadaşlıkları böyle başlamıştı. Ama ikisi de birbirinden hoşlanmış, bir süre sonra ayrılmaz ikili olmuşlardı.

Ondan sonra da yukarıda yazdığım gibi Birol Temur efendinin direksiyonu iyileştirmesinde çok yardımcı olmuştu. Kademedeki bu sıkı arkadaşlık sonucu Temur efendi sağlam diresiyona sahip, aynı zamanda motordan da anlayan komple şoför olmuştu.

Onun iyi şoförlüğün yanı sıra hep ciddi hali nedeniyle askerliğinin bitmesine dört ay kala komutan şoförü teskere alınca onu yerine komutan şoförlüğüne vermişlerdi.

Koskoca tugay komutanın şoförlüğü az buz şey değildi. Bu yüzden birçok komutanı ona yağ çekmeye bile başlamıştı.

Yani o her yerde az konuşan biriydi. İnce uzun boyu, çıkık şakak kemikleri, uzun kirpikleri, hafif renkli gözleri, hafif sarışın saçlarıyla yakışıklı biriydi. Başında kasketinin altında asker kesimli saçları karşısındaki adamın “komutan o” palavrasına denklik sağlıyordu.

O herkesin kendisine ilgiyle baktığının farkında değil yine camdan dışarı bakmaya başladı. Bu sırada kapının yanındaki adamın fısıltıyla “Allahtan bi mani çıkmazsa, hayırlısıyla yarın akşama İstanbol’a varırız” dediğini duydu.

Canı sıkılmıştı. Trene kuşluk vakti binmişti. Demek ki geceyi saymazsa bugün akşama kadar ve yarın akşama kadar bu adamların gevezeliklerini dinleyecekti. O sıkıntıyla cebinden sigarasını çıkardı.

Sigarası subaylara orduda verilen cinsten subay sigarasıydı. Komutan şoförlüğü sırasında sigara içmeyen bir astsubaydan satın aldığı dört beş paketten biriydi elindeki paket. O paketin içinden bir sigara çıkarıp çakmağıyla yaktı.

Onun subay sigarasını yaktığını gören herkes Temur efendinin subay olduğuna kesin inanmış saygıyla ona bakıyorlardı. O sırada onun için “komutan o” diye palavradan sallayan adam bile kendi yalanının doğru olduğunu düşünerek onu subay zannedip daha saygılı bir tavır takınmıştı.

Tabi bunlardan Temur efendinin haberi yoktu. O yarın akşama kadar nasıl vakit geçireceğinin sıkıntısıyla sigarasından bir duman çekip öfkeyle üflerken kafasını trenin penceresine dayayıp camdan dışarı bakmaya başladı.

Hastafendinin aklında Temur efendi uyumuş kalmış, rüyasında bunları görüyordu. Birinin burnuna doğru üfürmesiyle uyandı. İlk anda Temur efendi sigarasını yüzüne üflüyormuş gibi gelmişti. Gözlerini açınca kızının yüzüne doğru eğilmiş hafiften ıslık çalar gibi üflediğini fark etti.

Nedense kızlarına hiç dayanamazdı. O sırada eşi de kapıda gözüktü. Kızı gülümseyerek “baba rüyanda neler görüyordun yine. Yüzün şekilden şekle giriyordu” deyince güldü. Doğrulup kızının yanaklarına iki öpücük kondurdu. Bu sırada çok mutluydu…

Neşesi gelmişti. Az önce uyurken gördüğü rüyayı, Temur efendiyi falan o an için unutmuştu.

Her zaman böyleydi. Kızları yanında olduğu zaman dünyayı unuturdu. Hemen kalktı. Bu sırada eşi elinde liste “gel bak neler aldık?” demiş, elindeki listeyi okumak için sıraya girmişti.

Kızının elinden asılmasıyla yataktan çıktı, onların peşi sıra salona geçti.

Ev çok küçüktü. Salon olarak kullanılan kısımda evin küçüklüğüne denk düşüyordu. Kızına da yetip artıyordu zaten. Ablası zaten yurtdışındaydı. Arada bir gelip kalacaktı. Onlar da nasıl olsa bugün var yarın yoktu.

Kızıyla el ele salonda yerini aldı. En büyük zevki onunla koltuğa oturup ayaklarını sehpaya uzatıp, sohbet etmekti.

Eşi de karşı kırmızı uzun koltukta yerini almıştı. O da orayı kendine yer tutmuştu. Elinde de alışveriş listesi vardı. Kendi evlerinde de hep böyleydi. Alışverişten gelince aldıklarını tek tek okur. Yazar kasadan çıkan rakamları tek tek toplayıp ‘toplamada hata var mı? Listedekiler doğru mu yazılmış?’ kontrol eder; aldıklarını tek tek sayarken eşinin kendini dinlemesini isterdi. Çünkü toplamayı birlikte yapmayı çok seviyordu

Bu eşinin takıntı haline gelmiş alışkanlığıydı. Benzeri başka takıntıları da vardı. Örneğin ‘perde pileleri denk mi çekilmiş? Her gün kullandıkları tabaklarının sayısı denk mi? Salonda ortadaki masanın üzerindekilerin simetrisi bozulmuş mu?’ gibi takıntılar. Bu liste kontrolü bu takıntılardan sadece biriydi. Ona önceleri eşinin bu liste okumasını dinlemek zor geliyor, dinlemek istemiyordu. Ama eşi sabırla onu bu liste okuma dahil bütün takıntılarına alıştırmıştı. Bunlar şimdi aralarındaki ilişki yönünden hoşluk bile oluyordu.

Hele eşinin simetri takıntısı veya mutfakta kullandıklarının sayısı takıntısı onun için eğlence bile oluyordu. Özellikle eşi dediğini yapmayınca “bak mutfaktan bir eşyayı saklarım ha” diye tehdit ederdi. Çünkü öyle bir şey olunca eşinin tabak, kaşık, çatal ne varsa hepsini tek tek elden geçirip sayması gerekiyordu. Hayret hepsinin sayısını bilirdi. Onun için o “bak saklarım ha” deyince eşi hemen onun dediğini yapardı.

Tabi bunlar hiç olmayacak istekler değildi. Hastafendi biraz tembeldi o kadar.

Neyse; işte eşi şimdi elinde liste onun kendine kulak vermesini bekliyordu. O da bunu bildiği için eli kızının elinde eşine “oku ben hazırım” dedi.

Eşi listeyi ‘neyi neden aldığını, o aldığı şeyin başka fiyatlı olanı veya markalı olanı var mı? Onları niye almayıp, onu tercih ettiğini’ açıklamalı listeyi okuyup bitirdi.

Kızı bu sırada bir eşine, bir babasına bakıp gülüyordu. Eşi listeyi okuyup bitirmişti; ama işlem bitmemişti henüz. Aldıklarını mutfakta yerlerine yerleştirirken sıra onları tek tek göstermeye gelmişti.

Hastafendi eşi listeyi okuyup bitirince kızının elini bırakıp eşinin peşinden mutfağa gitmek için ayağa kalkmıştı. Eşi önde o ve kızı arkada mutfağa gittiler. Eşi poşetten aldıklarını tek tek çıkarıp göstererek yerlerine yerleştiriyordu. Kızı “ay valla filimsiniz ha” deyince o kızının yanağından bir makas alıp “ne haber? Evlilik böyle bir şey… Zaman içinde karşılıklı hoşluk yaratmak ve birbirini kabullenmek… Yoksa o yıllar nasıl geçiyor sanıyorsun ki?” dedi.

Eşinin işlemleri bitince kızıyla tekrar salona geçtiler. Eşi arkalarından elinde meyve tabakları geldi. Şimdi sıra birlikte meyve yemeye gelmişti. Bu sırada eşi gittikleri alışveriş merkezinde gördüğü ilginçlikleri anlatıyordu. Hastafendiye “sen de gelseydin ya” deyince eşine gülümsedi. Eşi bu gülümsemeye “tamam tamam yorgundun. Unuttum. Sen olunca ben daha mutlu oluyorum da ondan öyle dediydim” diye açıklama getirdi.

Hastafendide onlar alışveriş merkezine gittikleri sırada duyduğu sıkıntıdan eser kalmamıştı. Birlikte bir süre daha sohbet ettikten sonra ‘vakit geç oldu’ deyip yattılar.

Az önce uykudan kalktığı için uyku tutmamıştı, ama aklına Temur efendiyi getirmemeye çalışarak uyumaya çalıştı. Bir süre sonra hepsi uyumuştu.

Gece yine karışık birçok rüya görmüştü. Sabah uyandığında kızı da işe gitmek için kalkmıştı. Eşi geç kalkma huyunu burada da devam ettiriyordu. Zaten erken kalksa da yapacağı bir şey yoktu ki… Her zamanki gibi usulca kalktı. Sabah ilaçlarını alacaktı. Bir iki lokma bir şeyler yedi. Kızı da bu sırada hazırlanmıştı. Onu öptü. “Akşama görüşürüz babacığım” deyip çıktı.

İlaçlarını almıştı. Bir ara tekrar yatmayı aklından geçirdi. Sonra vazgeçti. Giyindi çıktı. Erkenden sahile inecekti. Kaç gündür geçmişte Kadıköy’de Haydarpaşa-Kadıköy, Haydarpaşa-Üsküdar arası kayıkçılık yapanlarla ilgili araştırma yapıyordu. O yıllar İstanbul’a göç edenlerin İstanbul’a geldiklerinde ilk tanıştığı kişiler arasında önce kayıkçıların olduğunu düşünmüştü. O yıllar özellikle trenle gelenlerin çoğunun o kayıklarla Kadıköy’e veya Üsküdar’a taşındığını öğrenmişti. Ayrıca o kayıkçıların yaşamlarında da çok ilginç ayrıntılar vardı.

Düşünsenize Anadolu’nun bozkırında denizle ilgili olmayan bir şehrin, Çankırı’nın bir köyünden insanlar Kadıköy’e gelip kayıkçılığa el koymuşlar. Kayıkçılık onlardan soruluyordu.

Onlarla ilgili ilk bildikleri yıllar önce okuduğu Yaşar Kemal’in ‘Bir Bulut Kaynıyor- Bu Diyar Baştanbaşa’ başlıklı Cumhuriyet gazetesindeki röportajlarını topladığı kitapta okuduklarıydı. Çoğu yüzme bilmeyen babadan oğla miras yoluyla geçen kayıkçılık zanaatı bu zanaatı uygulayan Anadolu’nun kavruk insanları.

Bunların hepsi Çankırı’nın Alpsarı köyündendi. Kayık ve kayıkçı sayısı sabit tutularak başlayan kayıkçılık zanaatını yapanlar ilk önceleri Rumlardan oluşuyormuş. Şirketi Hayriye ve İdare-İ Aziziye Devlet Demir yolları vapur işletmeciliğine başladıktan sonra Kadıköy-İstanbul arası kayıkçılık cazip meslek olmaktan çıkmış. Bu nedenle Rum kayıkçılar bu işi yapmaktan vazgeçmiş.

Bu sırada Bağdat demiryolu yapılıp Haydarpaşa demiryolunun başlangıç noktası olunca yeniden Haydarpaşa-Kadıköy, Haydarpaşa- Üsküdar hattında kayıkçılık tekrar gözde meslek halini almış. İşte bu sırada Çankırı’nın Alpsarı köyünden İstanbul’a göçenler bu mesleğe talip olmuşlar.

Kayıkçılık ilkeleri ilk zamanda olduğu gibi gedik usulü olarak devam etmiş. Sandalların da devreye girmesiyle hat sadece Kadıköy-Haydarpaşa hattı değil Kadıköy’den Üsküdar ve İstanbul’a da yolcu taşınmaya başlanmış. Kayıkların yerini sandal aldığı için kayıkçı gediği sandal gediğine dönüşmüş.

Başta da yazdığım gibi bu iş Çankırı’nın Alpsarı köylülerinin uhdesinde devam etmişti. Denizin olmadığı bir köyden gelenler için başta altı ay kayıkçılık ve yüzme kursu şart koşulduysa da sonradan yüzme kursu şartı kaldırılmış. Böylece hiç yüzme bilmeyen kayıkçıların kullandığı kayıklarla bu seferler yapılmıştı.

Kayıklarda kural gereği iki kayıkçı olurdu. En fazla dört yolcu alınırdı. Bu kurallara herkes titizlikle uyardı.

Alpsarılı kayıkçılarla ilgili en eski bilgi 1900 ün başlarındaki bilgilerdir. Bu konuda daha fazla bilgi sahibi olmak isteyen internette gezinip öğrenebilir.

Onun dikkatini çeken asıl mesleği leblebicilik olan bir şehrin köyünden İstanbul’a göç edenlerin kayıkçılığı meslek haline getirmesi ve uzun yıllar bir disiplinle bu mesleği babadan oğula miras yoluyla geçen bir zanaat olarak sürdürmeleriydi. İnternetteki bilgilerde kayıkçılığın 1963 yılına kadar devam ettiği kişi başına yirmi beş kuruş ücret alındığıydı. Dört kişi bindiğine göre her gidiş geliş dolu olduğu varsayılırsa bir seferde iki lira kazanılır akşama kadar artık kaç sefer yaparsa o paraya kanaat getirilirmiş.

Bunlar İstanbul’daki ilginç mesleklerdi. Örneğin hamallık da öyle… Siz ‘Hamallık’ deyip geçmeyin. Onun da sıkı kuralları vardı. Her isteyen şıppadak hamal olamazdı.

Eskiden hamallar meslektaşlarıyla birlikte loncalara ait yerlerde yaşarmış. Loncalar odalara bölünür, her odanın başında bir hamalbaşı bulunurmuş. Bu yerlerin kiraları ve üyelik aidatları loncalar tarafından doğrudan doğruya yevmiyelerinden kesilirmiş. Bu meslek de tıpkı kayıkçılık gibi babadan oğula geçermiş. Hamallık kurallarına uymayan ise ihraç edilirmiş. Çoğu mesleğini dürüstçe yaptığı için en kıymetli mallar hiç tereddüt etmeden onlara teslim edilirmiş. Bu hamalların içinde pazarlarda sebze ve meyve taşıyanlarına ise küfeci denirmiş.

Hanlarda, iskele ve limanlardaki hamallık yapanlar ‘arkalık’ adı verilen meşinden yapılmış içi samanla dolu semerleriyle yük taşırlarmış. Büyük fıçılar sırıkla taşınır, bu tip yük taşıyan hamallara sırık hamalı denirmiş. Sırık hamalları dört kişiden oluşur; dişbudak ağacından yapılmış uzun sırıkları omuzlarına alarak kısa, çabuk adımlarla yüklerini dengeleyerek yürürlermiş. Bunun için önceden kısa bir alıştırma yaparlarmış.

İstanbul yüzyıllardır ticaretin çok canlı yapıldığı bir merkez olduğu için hamallık mesleği bu şehirde yüzyıllardır yapılıyormuş. Dolayısıyla yıllara dayanan kuralları oluşmuş. Çok eskiden bu işi Ermeniler ve Türkler yaparmış. Cumhuriyetten sonra Anadolu’dan İstanbul’a göçle beraber hamallık daha çok Siirt ve Diyarbakırlı Kürtlerin eline geçmiş. Ama kurallar çok değişmemiş.

İstanbul’da geçmişte birçok hamal ve amele isyanı olmuş. Özellikle hamallık yaparken ağır yükün altında sakat kalanlar ve ölenler oluyormuş. O yıllarda yani cumhuriyetin ilk yıllarında bu hamal ölümleri ve sakat kalmalarına önlem alınmaya çalışılmış; İstanbul’da sırt hamallarından bir yurttaş öldüğü için sırt hamallığının ortadan kaldırılması için İç İşleri Bakanlığı sırt hamallığını yasaklamış; ancak hamallık, sırt hamallığı bir meslek olarak yapılmaya devam etmişti.

İstanbul’a göç devam ettikçe bu göçle gelenlerden hamallığı meslek olarak seçenler hep olmuş. Ancak hamal sayısı arttıkça çeşitli semtlerde yapılan hamallığa yazılı olmayan bir kural gereği sınırlama getirilmiş. Kişiler hamal olabilmek için bir nevi hava parası ödemek zorunda bırakılmıştı.

Bir süre sonra bu iş daha zorlaştırılmış, kurallar daha sıkılaştırılmış. Öyle ki bölgedeki yetkili ve etkili kişilerin belirledikleri hava parasını ödemeyene hamallık yaptırılmamış. Hamal taşımacılığı için mutlaka bir hamal bölüğüne üye olma şartı getirilmiş. Hamal semeri için çalıştığı semte göre neredeyse sermaye sayılabilecek para ödenmesi şart koşulmuş. Bu parayı ödemesine rağmen diğer şartları taşımadığı için bazıları hamal olamamışlar.

Hamallık mesleği İstanbul’un bütün semtlerinde icra edilirmiş. En kalabalık hamal Eminönü’de çalışırmış.

Öyle ki; bugün bile Eminönü’nde binlerce kişi hamallık yaparak hayatını kazanıyor. Bu insanların burada çalışabilmesi çok kolay değil. Bu iş için bir etek para ödemeleri gerekiyor. Çünkü hamallar, hamallık mesleğini icra edebilmesi için bölgedeki yetkili ve etkili kişilerin belirledikleri hava parasını vermek zorundadır.

Yük ve eşya taşıyabilmek için herhangi bir bölük üyesi olma şartı aranırken bir hamal semerinin hava parası 7-8 milyardan başlar hamallık yapılan yere göre değişir. Hamal mafyası bile oluşmuş. Herhangi bir hamal bölüğüne üye olmadan hamallık yapmaya kalkan olursa onlara karşı şiddet uygulanarak hamallık yapmaları engellenir.

Buradan da anlaşılacağı gibi o yıllar ‘taşı toprağı altın’ diye Anadolu’nun hücum ettiği İstanbul’da gelenleri yukarıda yazdığıma benzer sürprizler bekliyordu. Her iş alanı önceden gelenler tarafından tutulmuş, amelelik yapmak için bile birilerini görmek, avanta ödemek itiyat haline gelmişti.

 İstanbul’a gelenler kayıkçılık, hamallık, hamam keseciliği, inşaat ameleliği, o yıllar bol olan bağ ve bahçelerde ırgatlık, yeni yeni zanaat haline gelen kapıcılık vb. benzer çalışma alanlarında hep benzeri zorlukları aşmak zorundaydılar.

Bu işlerde çalışmak isteyenleri ilk karşılayanlar da Ferhat’ın kahveyi mesken tutmuştu. Haydar dayının anlattığına göre çok geniş olan kahvenin içine, yazları bahçeye konan masalar iş bulma büroları gibi çalışıyormuş.

Hastafendi kafasında günlerdir araştırma sonucu edindiği bu bilgilerle her zaman yaptığı gibi köşedeki simitçinin hemen yanındaki kanepede oturmuştu.

Simitçi onun sessizce gelip oturmasına alışmıştı. Hastafendinin dalgın olduğunu görünce tezgahının içini düzenlemeye başlamıştı.

Neden sonra o simitçiye “bana bir simit bir de gravyer verirmisin?” deyince simitçi gülümseyerek “günaydın amca yine dalgınsın bugün” deyip simidi ve peyniri peçeteye sarıp verdi. Hastafendi yanında hep bir şişe su bulundururdu. Sanırım içtiği ilaçlar ağzını kurutuyordu. Simitle peyniri alınca suyu da yanına koydu. Kendine ‘günaydın’ diyen simitçiye “günaydın” diye cevap verdi. Simitçinin “yine bugün dalgınsın amca” kısmını duymazlıktan gelmişti. Simitçi “hayırdır bugün erkencisin” deyince gülümseyerek “hanım evden kovdu” dedi.

Simitçi onu geliş gidiş tanımış, çok sohbet sevmediğini öğrenmişti. Onun için üstelemedi. Zaten o sıra çocuklar, gelip geçen birer ikişer simit almaya başlamıştı. Hastafendi simidini yiyip bitirince elindeki peçeteyi ağzına silip simitçinin yanındaki çöp sepetine attı. Sonra kalktı simitçiye “hadi hoşça kal” deyip ilerde Kadıköy dolmuşlarının geçtiği yola yürüdü.

O saat iş saati olduğu için dolmuşlar çok kalabalık oluyordu. Onun elinde baston olduğu için mutlaka bir yer veren olurdu. Bunu bildiği için dolmuşların kalabalık olmasına aldırış etmeden önüne duran ilk dolmuşa bindi. Dolmuş tıklım tıklım doluydu. Ama beklediği gibi hemen yanında oturan genç kalkıp “buyur amca” dedi. Hastafendi ‘amca’ dendiğinde aslında kızardı, ama amcalık buralarda işe yaradığı için memnun olmuştu. Gence teşekkür edip boşalan koltuğa oturdu.

Sahile inince orada geçmişte deniz olan parkta deniz kenarındaki kanepelere oturup kendince o yıllar İstanbul’a trenle gelip kayıklarla Kadıköy’e gelenleri kafasında kurmayı düşünüyordu. Bu sırada hep yaptığı gibi içinden dolmuştakilerin memleketlerini, İstanbul’a ailelerinin ne zaman geldiğini tahmin etmeye çalışıyordu. 

Ama dolmuşta ona bu konuda fikir verebilecek kimse yok gibiydi. Hepsi genç genç insanlardı. Dolmuşta tek yaşlı kendisiydi. Diğer yolcuların ona “amca bu saatte ne işin vardı. Ha evinde oturaydın ya” der gibi baktıklarını düşünüp rahatsız oldu. Yanındaki yolcuya baktı. Göz göze gelince selamlaştılar.

O da gençten işçi görünüşlü biriydi. “Hayırdır amca erkenden” deyince Hastafendi az önceki düşüncesinde ne kadar haklı olduğunu düşünüp bu soruya biraz kızdı, ama belli etmedi. Sadece “ihtiyarlık amcam… Bu saatte biz doktordan başka nereye gideriz ki? Üstünüze afiyet biraz rahatsızım da” dedi.

İşçiye benzeyen genç “geçmiş olsun amca. Nefes darlığı var galiba” deyince içinden ‘la havla’ çekip sohbeti kısa kesmek için “var amcam var. Bir o olsa iyi ya. Amcanda daha ne marifetler var da burası konuşma yeri değil” dedi.

Genç sanırım onun kızdırdığını fark etti. Başka hiç soru sormadı. Zaten iki durak sonra indi. Ama inerken ona dönüp gülümseyerek “amca sana Allah kolaylıklar versin” demeyi de ihmal etmedi. Sanırım “ne kızdın amca? BMC kamyon gibi hırlayıp tıslıyordun da ondan öyle dedim. Yoksa senin işin zor olduğunu anlamak için Arif olmak gerekmez” demek istemişti. Hastafendi de aynen öyle anladı, gencin arkasından “gül bakalım gül. Benim yaşa gel de o zaman göreyim” diye mırıldanıyordu.

Sanırım yüksek sesle mırıldanmıştı ki ayakta olanlar dahil etrafındaki yolcular kikirdedi. Yandan birisi “amca yaş kaç?” deyince içinden ‘al bakalım başına belayı meraklı turşu. Yanındakine merakla bakınca sonunda böyle milletin oyuncağı olursun’ diye geçiriyordu.

Soruyu soran gence “altmış üç yaşındayım delikanlı az mı?” dedi. Delikanlı “oo amca valla o kadar göstermiyorsun. Helal olsun” diye cevap verdi.

Bu söz biraz koltuklarını kabartmıştı. “Sağ ol delikanlı görüntü fena değildir de içimiz eskidi” dedi. Sohbet bu şekilde uzayıp gidecekti belki, ama o soruyu soran genç de gelen durakta indi. İnerken ona gülümseyerek “olsun amca yine iyisin maşallah” deyip indi.

Hastafendi bu gençten gıcık almamıştı. Çünkü ne de olsa genç bulup övmüştü onu. Hastalığın boyutu ne olursa olsun içindeki yaşama heyecanıyla kendini genç hissediyordu. Ta ki ayağa kalkıp adım atana kadar. O zaman yaşlılığı ve işe yaramazlığı kafasına dank ediyordu.

O gencin ‘olsun amca yine iyisin maşallah’ deyişinin verdiği keyfi tadarken dolmuş son durağa gelmişti. Tabi orada ayağa kalkıp dolmuştan oflayarak inerken o keyiften eser kalmamıştı.

Çünkü son zamanda bel ağrıları yine başlamıştı. Bu ağrılar ona yaklaşık beş yıl önce yaşadığı narkozsuz omirilik çimentolama operasyonunu hatırlatıyor aklına ‘yine mi aynı operasyon söz konusu olacak?’ sorusu gelince canı sıkılıyordu.

Korkusu o ameliyatta duyduğu acılar değildi. Asıl korkusu o operasyon sonunda sakat kalma tehlikesindendi.

İlk operasyonda iki saat boyunca onca acıya aldırmadan direnmiş, içinden hep ‘ya kalkıp yürümeyi, ya da sedyede ölmeyi’ dilemişti.

Onun için şimdi duyduğu bel ağrıları onu çok korkutuyordu. Bel ağrısıyla az önce yaşadığı keyifli anı çoktan unutmuştu. Yakındaki ilk otobüs durağına kendini attı. Orada biraz soluklanıp daha sonra deniz kenarındaki kanepelere gidecekti.

Bu sırada gözü yine etraftaydı. Kadıköy henüz yeni hareketleniyordu. Telefondaki saate baktı, sekiz buçuğu gösteriyordu.  “Allah Allah” dedi. Bu kadar erken yola düştüğüne şaşırmıştı. Etrafta gelen otobüslerden inip vapurlara koşanlar, vapurlardan inip otobüslere koşanlarla tam bir koşuşturma alıp yürümüştü.

Onun bu koşuşturanlara bakarken beyni dönmüştü. Cebinden oksijen ölçeri çıkarıp parmağına taktı. Seksen sekizi gösterince içinden “iyi bu beni deniz kenarına kadar götürür” diye geçirip ayağa kalktı ve deniz kenarına doğru yürüdü. Orası da sakindi. Bakındı hemen ilerde ağacın dibinde bir kanepe gördü. Gidip oraya kuruldu. Elindeki hiç eksik etmediği su şişesinden bir iki yudum alıp denizi seyretmeye başladı. Hava güneşliydi. Deniz de oldukça durgundu. Sadece gelip giden vapurların oluşturduğu dalgalar kabarıp gelip kenara vuruyordu.

İçinden oturduğu yerin de deniz olduğu geçti. Geriye doğru baktı. Haydar dayının dediğine göre bu meydan olduğu gibi denizdi. Kayıkçı iskeleleri de o geride caddenin hemen yanında sıralanmıştı. Kendi kendine gülümsedi. “Yüzme bilmediğim halde denizin içindeyim” diye aklından geçiriyordu.

O sırada kendinden oldukça yaşlı bir bey selam verip oturdu. O da selamı aldı, ama içinden ‘be herif o kadar boş yer vardı gelip beni buldun’ diye söyleniyordu.

Yanına oturan sanki onun içinden söylendiğini duymuş gibi gülümseyerek “etrafta çok boş kanepe var. Ama insan bir başına sıkılıyor. Onun için gelip yanına oturdum. Sanırım seni de evden kovaladılar” dedi.

Yaşlı adamın hoş hali konuşmasındaki sıcaklık onun tepkisini yumuşatmıştı. Adamın en son “sanırım seni de evden kovaladılar” sözüne gülümseyerek “yok dayı ben kendim kaçtım. Hanımın haberi bile olmadı” dedi.

Dayı “ha hanım kovmuş, ha habersiz kaçmışın. Ne fark eder. Sen de benim gibi deniz kenarına gelip kendini dinlemek istemişsin” deyince irkildi. Gerçekten buraya bu saatte kendini dinlemek için gelmişti. Temur efendi, kayıkçılar hepsi onun kendini dinlemesini sağlayan, onun iç dünyasında yarattığı bir dünyanın insanları değil miydi? Günlerdir Temur efendinin izini niye takip ediyordu ki?

O dayının sözleriyle içinden bunları geçirdi sonra dönüp ona “haklısın galiba. Farkında değildim, ama siz söyleyince fark ettim. Gerçekten buraya kendimi, içimdekileri dinlemek için geldim” dedi.

Onun bu sözlerini dikkatle dinleyen ‘dayı’ kendini tanıttı. Yetmiş sekiz yaşındaymış. Evliymiş. Çocuklarını çoktan yuvadan uçurmuş. Hala sevdiği bir eşi varmış. Aslında her yere onunla gidermiş.

Ama yine de ondan ayrı böyle bir kenara çekilip kendini dinlemeyi çok severmiş. Eşi uzunca süredir hastaymış. Onu rahtsız etmeden birçok sabah erkenden buraya gelir denizi seyreder sonra da evine dönermiş.

Burada deniz kenarında İstanbul’a ilk geldiği anları düşünmek ona ayrı bir hoşluk veriyormuş.

O dayı bunları söyleyince Hastafendi heyecanlanmıştı. “Afedersiniz. İstanbul’a ilk geldiğim günler dediniz. İstanbul’a ne zaman geldiniz?” deyince adam derin bir geçirip “Bin dokuz yüz elli sekiz yılıydı” dedi. “İlk o zaman denizi gördüm” diye devam etti.

Onun bu sözleri Hastafendiyi daha heyecanlandırmıştı. Etrafına bakınıp “sanırım buralar denizdi o yıllar. Öyle değil mi?” diye sordu. ‘Dayı’ başını salladı “doğru dedin. Buralar hep denizdi” dedikten sonra geriye dönüp karşıdaki binaları işaret etti. “Deniz o binalara kadar gidiyordu. Bu meydan falan hep denizdi” dedi.

Kastamonuluymuş. Kastamonu’nun bir köyündenmiş.. Babası onu okutmak için çok uğraşmış. Onun en çok öğretmen olmasını istiyormuş. Aslında haşarı bir çocuk da değilmiş, ama aklı derslere fazla ermiyormuş. Babası baktı olmayacak ilk mektepten sonra onu yanına almış.

Babası iyi duvar ustasıymış. Kerpiç ev yapmakta üstüne yokmuş. Onun yanında çalışırken askerliği gelince askere gitmiş. Askerliği yapıp köye döndüğü sırada köyde her yerde bir İstanbul yarenliği gidiyormuş. O askerlik sonrası bir iki hafta gezip dinlendikten sonra babası ona “İstanbul’a git” demiş.

Babasının İstanbul’da asker arkadaşı varmış. O babasına haber gönderip “İstanbul’a gelmesini İstanbul’da inşaat işinin alıp yürüdüğünü. Çok ustaya ihtiyaç olduğunu” diyesiymiş. Babası kendisi köyünü kıyıp o arkadaşının çağrısına uymadığına çok pişmanmış. “Şimdi bizden geçti, ama sen git oğlum gurtar kendinü” demiş. O da baba sözü dinleyip elinde babasının arkadaşına yazdığı mektup ve adresi “ver elini İstanbul” deyip düşmüş yola.

Hastafendi onu dinlerken gözünün önüne Haydar dayı geldi. Onu da aynı sözlerle muhtar İstanbul’a gidip kendini kurtarmasını söyleyince o da “ver elini” deyip İstanbul yollarına düşmüş.

“Ver elini İstanbul”…

Hastafendi gülümseyerek ona “Dayı ‘ver elini İstanbul demişsin. Peki İstanbul elini verdi mi sana?” diye sordu.

‘Dayı’ hafiften bir kahkaha attı. “Yeğen yanına otururken seni pek sosur bulmuşdum. Ama sen baya sohbet adamıymışsın” dedikten sonra “nerde!! İstanbul adama elini verir gibi yapar kolunu gapar. İşde bana bak. Geliş o geliş. Bi anam babam öldüğünde giddim köye. O gün bugündür kolum İstanbul’un elinde hala kurtaramadım. Amma ölünce kurtarıcam kolumu” dedi.

Hastafendinin “nasıl kurtaracaksın?” diye baktığını fark edip “çocuklara tembih ettim. Ne zaman hakkın rahmetine kavuşursam beni köyüme götürüp gömecekler” deyince hastafendinin aklına yine Temur efendi gelmişti. “Acaba çocukları babasının vasiyetine uyup onu köyüne götürdüler mi?” diye aklından geçiriyordu.

‘Dayı’ “ne o hemşerim bir den durgunlaştın” deyince o “yok dayı aklıma bir şey geldiydi de. Eee sonra?” dedi.

O “ne sonrası hepsi bu” deyince Hastafendi “ver elini İstanbul deyince ne oldu? Onu sordum” dedi.

‘Dayı’ “ha o mu? Nolcak canım? Bindim trene lakıdık lukuduk sallana sallana geldim. Elimde zaten adres varıdı. Haydarpaşaya gelince bir kayığa atladım. Geldim Kadıköy’e” dedi.

Geriye döndü. Karşıda meydanın yukarısında bir yeri işaret ederek “orda bir kahve vardı. Ferhat’ın kahve. Sorarak orayı buldum. Babamın asker arkadaşı zaten Kadıköy’lü. Akşamları o kahveye uğrar, oradan işçi alırmış. Kahveci de onu tanıyormuş. Akşama kadar bekledim. Babamın arkadaşı gelince gösterdiler. Verdim mektubu. Beni göre kapa aldı. Bi hoşbeş derken aldı beni evine götürdü. Ondan sonra onun yanında, başka yerlerde çalıştım. Kendime de Üsküdar’da iki katlı bir ev yaptım yukarıda. İşde öyle geçinip gidiyoruz” dedi.

Dayı “Üsküdar’da kendime iki katlı ev yaptık yukarıda. Geçinip gidiyoruz” deyip susunca Hastafendi “eee sonra” dedi.

Dayı şöyle bir bakıp “ne sonrası yiğen. Öyle işte hepsi bu” deyince hastafendi “dayı valla senin sohbetine doyum olmaz” deyince dayı biraz bozulmuştu; ama gülümseyerek “şimdi ne demek oluyo bu?” diye sordu.

Hastafendi bu soru üzerine gülümsedi ve “ne olacak? O kadar yılı iki cümlede bitirdin. Bunu ‘benim diyen insan’ başaramazdı. Özetin özetiyle hallettin” deyince dayı “sen niye merak ediyorsun benim hayatı? Gazeteci falan mısın?” diye sordu.

 Dayı Hastafendiye bakmaya devam ediyordu. Onun böyle kendine dikkatli baktığını gören Hastafendi “ne şaşırdın dayı?” deyince yaşlı adam gülümseyerek “hakikaten gazetecimisin diye baktım. Gerçi hiç benzemiyorsun, ama belli olmaz tabi” dedi.

Bunu duyan Hastafendi “niyeymiş o? Şimdi benden gazeteci olmaz mı?” deyince dayı ağız dolusu güldü “sabah sabah kalkıp yanına geldiğime değdi. Seninle iyi vakit geçireceğiz” dedi.

Bu iltifat üzerine Hastafendi “sağol dayı. Aslında ben de sohbeti çok sevmem. Ama durduğum yerde başıma iş aldım. Onun için dolaşıyorum buralarda” dedi ve ‘onunla niye sohbeti sürdürmeye? Onu niye dinlemeye çalıştığını?’ anlattı.

Hele Temur efendinden bahsedince; onun ölümünü gördüğünü, çocuklarını, onun “beni memlekete gömün” diye vasiyetini duyunca yerinde biraz daha yayıldı “anlatayım dinle öyleyse. Bu çorbada benim de tuzum olsun” dedi. Ve anlatmaya başladı.

Tren Haydarpaşa’da durunca etrafına ‘şöyle’ bir bakınmış. Trende gelirken ona yanaşıp önce hoş beş edip samimi olan, sonra “İstanbul’da sana iş bulmada yardımcı olayım” diyen o çakır gözlü adamı görünce baka kalmış. Çünkü o adam trenden inen yirmi yirmibeş kişiyi asker gibi sıralayıp peşine takmış geliyormuş.

Dayının kendine baktığını görünce onu görmezden gelip o sıraya dizdiği adamlarla yanından gelip geçmiş.

Dayı bunu anlatınca soluklandı; sonra “meğer adam simsarmış” dedi.

Hastafendinin “o da neymiş” gibi sorarak baktığını görünce gülümsedi. “Yeğen bu simsarlar trenlerde kompartımanları dolaşır İstanbul’a iş için giden, ama tanıdık kimi kimsesi olmayanları tespit eder sonra onlara ‘ben size iş bulurum’ deyip isimlerini yazarmış. Onları önceden danışıp anlaştığı mütahitlere götürüp pazarlarmış. Ve işçi başına da bir ücret alırmış. Ama işçilerden de ayrıca yevmiye başına ‘size iş buldum’ diye ücret alırmış. Tabi garipler yol bilmez, iz bilmez. Gelip inşaat şantiyesine teslim edildikleri için her denene uyarmış” diye uzunca anlattı.

Bunları dinleyen Hastafendinin aklına Temur efendinin kompartımanındaki karşısında şapkası önüne eğik adamla, oradakilere inşaatta çalıştığını söyleyen adam geldi. İçinden “belli ki onlar da simsardı” diye geçirdi.

Böylece kendi hayal dünyasının kurgusuyla dayının anlattığını örtüştürmüştü. İçinden “onlarla sonra ilgilenirim” deyip dayıya anlatmaya devam etmesi için bakıyordu.

Dayı Hastafendinin bir an duraklayıp bir şeyler düşündüğünü fark etse de üzerinde durmayıp anlatmaya devam etti.

“Yani yeğen senin anlayacağın o yıllar işler böyle yürüyordu. Birileri çalışıyor, birileri de hiç çalışmadan kurnazlık yapıp o çalışanların sırtından para kazanıyordu. Gerçi şimdi de işler böyle yürüyor ya” dedikten sonra ona “sen televizyon izlemiyor musun? Hani o çıkıp ‘ben de o işçilerin içinden geldim. İnşaatlarda çok çalıştım’ deyip bunu şimdi yaptıracağı büyük konutlarda reklam için söyleyen bilmemne oğulları var ya; sermayeyi hep o simsarlıklardan tuttular. O zaman her simsar önce kendi hemşerilerine dadanırdı. Yani ilk ekibi onlardan kurardı. Sonra başka yerlerden gelenlere el atardı. Bu yüzden bu simsarlar arasında az savaş olmadı. Az insan ölmedi bu kavgalarda. Neyse benim onlarla hiç ilgim olmadı. Elimde tahta bavulum koynumda babamın yazdığı mektup trenden indim. Garın dışına çıkınca denizi gördüm. Şaşırmadım desem yalan olur. Çok şaşırdım. Hiç böyle kalabalık su görmemiştim. Bu kadar su nerden toplaştı deyi çok hayret ettim. Sonra babamın asker arkadaşının tarif ettiği gibi oradaki kayıkların yanına gittim. Kadıköy’e gideceğimi söyledim. Yanaşan kayıktaki kayıkçı ‘gel hemşerim ben oraya gideyrim’ deyince bindim o kayığa. Üç kişi daha bindi. Kayıkçı kayık paralarını toplayıp, asıldı küreklere. Geldik Kadıköy’e. Kayıktan indim. Etrafıma bakındım adres soracağım. Biri bana yanaştı ‘ne bakınaysun hemşerum’ dedi. Ona ‘Ferhat’ın kahveye gideceğim, onu bakınırım’ dedim. Bana ‘sen işçumusun?’ diye sorunca ‘hayır ustayım’ dedim. Ben öyle deyince adam bana şöyle bir baktı. ‘Hiç te benzemeysun ama, hiç te pelli olmaz. Kepenek altunda yiğit yatarumuş’ deyip bana kahveyi tarif etti. ‘Ha şuradan şoyle git. Dön sağa. Biraz daha git. Sonra sola dön’ dedi. Sonra bana ‘ne bakınaysun? İşde orda kahve karşındadur da!’ deyince ben tarifi anlamış gibi ‘sağ ol’ deyip yürüdüm.

Ama bir şey anlamamıştım. O arkamdan ‘anlamaduysan bi daha anlatayum’ dediyse de ben sağ ol deyip yürüdüm. Epey gittim. Geriye baktım o arkadaş gözükmüyordu. Orada bir faytoncu vardı, ona yanaşıp Ferhat’ın kahveyi sordum. O güzelce tarif etti. O tarif üzerine gittim kahveyi buldum.

Kahvenin çok bahçesi vardı. Bahçede tahta masa ve sandalyeler vardı. Oralarda tek tük de oturanlar vardı.

Kahvenin içi ise çok genişti. Her tarafta tahta masa ve sandalyelerde dolu insan oturmuş. Vağıl vuğul bir gürültü. Herhalde sohbet ediyorlardı. İçerisi sigara dumanıyla dolu göz gözü görmez haldeydi.

Ben içeri girince hiç kimse benle oralı olmadı. Bakındım çay ocağının yanında bir masada pala bıyıklı biri nargile içiyor. İçimden ‘herhalde patron bu’ deyip yanına gittim. Çünkü babamın asker arkadaşı kahvenin patronuna gidip kendini sormamızı istemişti.

Adamın yanına gidip selam verdim. Adam nargile tokurdadırken bana gözüyle ‘ne var?’ der gibi işaret edince koynumdaki mektubu çıkarıp verdim. Adam mektuba şöyle bir baktı ‘ha sen Remzi ustaya geldin öyle mi?’ dedi. Ben hiçbir şey demeden öyle şaşkın bakıyorum. Ama adamın tavrı değişmişti sanki. Bana ‘yeğen Remzi Usta akşama gelir. Sen bavulu ocağın içine koy. Gez dolaş, akşama gel. Korkma bavula bir şey olmaz. Remzi ustanın misafiri benim de misafirim sayılır’ deyince rahatladım. Bavulu çay ocağına bıraktım.

O bana ‘sen şimdi in deniz kenarına. Hava fena sayılmaz. Tanı bakalım etrafı’ dedi sonra gülümseyerek ‘ama kaybolma ha’ dedi” dedikten sonra dayı biraz soluklandı.

“Yeğen senin merakın beni de ateşledi. Sanki o günleri yeniden yaşıyor gibi oldum” dedi.

Bu sırada Hastafendi de adamın anlattıklarını sanki bilgisayara kayıt eder gibi kafasına yazıyordu. Adamın anlattığı simsarlara kafayı takmıştı. Gerçekten İstanbul’la ilgili yaptığı bütün araştırmalarda karşısına hep bu simsarlar çıkıyordu. İnşaatta öyle, kayıkçılıkta öyle, hamallıkta öyle kahvecilikte öyle, o yıllarda paytonculukta, sonraları dolmuş ve taksicilikte öyle, hallerde öyle; hep birileri suyun başını tutup avantadan kazanıyordu.

Öyle ki bu suyun başını tutanlar siyasi hayatımızı da belirleyenler oluyordu. Çünkü hepsi de farklı farklı partilerin delegesi veya belli yerlerinden görevli insanlardı aynı zamanda. Ve bunlar farklı partilerde olsalar da, kendi aralarında sürekli çatışsalar da ortak menfaatleri söz konusu olunca hemen biraraya gelebiliyordu. Bu da en çok büyük şehirlerde rant paylaşımında görülüyordu.

Hastafendinin aklından bunlar geçerken dayı da epey soluklanmıştı. Hasafendiye “nasıl? Sana bir faydam dokunacak mı? İstersen devam edeyim” deyince Hastafendi uykudan uyanır gibi oldu. Dayının ne dediğini önce anlamamıştı. Anlayınca gülümseyerek “çok sağ ol dayı. Devam edersen ben de zevkle dinlerim” dedi.

Dayı anlatmaya devam etti.

Akşama kadar deniz kenarında oyalanmış. Bunu anlatırken “sana bir şey diyeyim mi?” dedikten sonra denizin nasıl temiz olduğunu anlattı. Öyle ki içinde yüzen balıklar görünüyormuş. O sıra oltasıyla balık avlayanlar varmış. “Hepsinin önünde içi balık dolu balık sepeti vardı” dedi.

Onlara ve denize bakarak vakit geçirirken karnı acıkınca hemen orada balık kızartıp satan birinden ekmek içine balık koydurup yemiş.

“Ömrü hayatımda ilk kez balık yiyordum. Sonraları da balık yemeye alıştık, ama o balıkçıdan yediğim ekmek arası balığın tadını hiçbir zaman bulamadım” dedi.

Akşama kadar o şekilde oralarda oyalandıktan sonra tekrar kahveye gelmiş. Sabah gördüğü adamın elinde hala nargile varmış. Onun yanına gidince adam “yeğen Remzi usta daha gelmedi. Az bekle. Gelmeyecek olursa ben seni gece evine götürürüm. Çünkü ben de orada oturuyorum. Asker arkadaşlığı kardeşten ileridir” demiş.

O da adamın ilerisine bir sandalye çekip oturmuş. Çünkü bütün masalar tıklım tıklım doluymuş. Kendine bir çay söylemiş. İçerken o adamın ilerde ayakta duran birine el edip “Remzi usta” diye seslendiğini duymuş. O sırada o adam da duyup nargile içen adama doğru gelince nargile içen adam dayıyı işaret edip bir şeyler söylemiş. Remzi usta bunun üzerine gülümseyerek dayının yanına gelmiş. Çok yakınlık göstererek “hoş geldin yeğenim” diye sarılıp öpmüş.”O kadar çağırdım. Baban akılsızlık edip gelmedi. İyi ki sen geldin” demiş.

Ona “hadi bakalım eve gidelim.

Bugün bende kal. Sana sonra kalacak yer ayarlarım” deyince dayı da çay ocağındaki bavulunu alıp Remzi Ustanın peşinde onun evine gelmiş.

“Hanımı da anam olsun çok muhterem bir kadındı. İkisi de hakkın rahmetine kavuştu. Ama şu an neye sahipsem hep Remzi ustanın sayesindedir. Nur içinde yatsınlar” dedi.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder