Gerçekten etrafınıza bakın tek tek
veya gurup olarak gezmeler yeni yeni gündeme gelmeye başladı. O geziler de
genelde bilinçsiz, gezilecek yer konusunda bilgisiz çok ürkek oluyordu.
Yani yaşadığımız yerlerin toplum
olarak farkına varmaya yeni yeni başladık. En bilinçlimizden en cahilimize
kadar durum pek değişmiyor.
Bilinçli olarak gördüğünü
düşündüğümüz birine o bildikleri konusunda kalabalık bir kitleye veya çok daha
dar dostlar arasında görüşünü anlatması istenince o kişinin ne komik durumlara
düştüğünü bunları yaşayan herkes çok iyi bilir.
Nereden nereye. Melih Beyle görüşme
bunları düşündürmüştü. Hastafendi orada gördüğü efendiden birine ‘Kadıköy
iskelesine nasıl gidileceğini?’ sordu. O beyefendiden kişi “caddeyi takip edin.
Oradan sola aşağı doğru caddede yürüyün. O yol sizi Kadıköy iskelesine götürür”
deyince Hastafendi sanki çok kolay bir şeyi bilememenin utangaçlığıyla
“afedersiniz” deyip yürüdü.
Biraz ilerleyince durup derin derin
nefes alarak nefesini ayarladı. Parmağına taktığı kandaki oksijeni ölçer doksan
gösteriyordu. İçinden “bu nefesle iskeleyi bulurum” deyip yavaş yavaş etrafını
izleyerek yürüdü. Zaten hızlı yürümesine olanak yoktu ki. Ama o bunu bilerek
etrafı izlemek istiyormuş gibi bir poz takınıp aşağı doğru inen dar sokak
benzeri caddede yürümeye başladı.
Etrafındaki evlere, işyerlerine,
oralarda kırk yıllık tanış gibi fıkır fıkır kaynayan insanlara bakarken bir
yandan da ellilerden iz bulmaya çalışıyordu. İçinde “bu evlerin en eskisi en
fazla kırk elli yıllık, yani ellilerden önce yoktur” diye geçiriyor gördüğü
insanların içinde de o yıllardan kalan insanlar olmadığını görüp ‘zor bir işe
soyundum’ diye düşünüyordu.
Öyle ya karanlıkta iğne arar gibi
bir şey. Çünkü biz geçmişimize çok değer veren, geçmişle ilgili bir kayıt
düşmeye meraklı, ilgili bir toplum değiliz.
Ellilerden ulaşımla ilgili bilgi
ararım diye başvurduğu Nakliyatçılar Derneğindeki bayan bile ona internete
başvurmasını söylemişti. Sanki internet bilgileri vahiyle oluşuyormuş gibi…
Yazılı bir kayıt yoksa internete o bilgi nasıl girer ki?
Hastafendi bu düşüncelerle yürürken
yorulduğunu fark etti. Hemen önünde deri giyim eşyası satan dükkanın önünde bir
tabure gördü. Yanında gençten biri dikiliyordu. Sanırım dükkanın sahibi veya
tezgahtarıydı. Hastafendi ona tabureyi işaret edip “oturabilir miyim?’ Yoruldum
da” dedi. Zaten bu kadar sözü söylerken nefes nefese kalmıştı. Delikanlı izin
vermese de oturacaktı, yoksa düşüp bayılacaktı. Delikanlı “tabi amca buyur
otur” derken Hastafendi çoktan oturmuştu. Bu sırada burnundan derin derin nefes
alıp oksijen durumunu dengelemeye çalışıyordu.
Epey bir süre sonra cebinden oksijen ölçerini çıkardı. Oksijen 87
gösteriyordu. Biraz rahatlamıştı.
Etrafına bakınmaya başladı. Aklında
hep ellili yıllar vardı. Sokağa bakarken o yılları gözünde canlandırmaya
çalıştı.
O sıra bu dükkanlar yokmuştur tabi.
Belki şu karşı birahanenin olduğu yerde geniş kapıları, önünde avlusu olan, avludaki
ağaçların dallarının sokağa sarktığı bir ev vardı. Hemen yanı boşluktu. O
boşlukta mahallenin çocukları oynuyordu. O geniş kapılı evin ötesinde ve
karşısında tek ve ayrık bahçeli evler sıralanmıştı. Belki evlerin cumbası bile
vardı.
Yukarıda Moda caddesinde de benzer
evler sıralanmıştı.
Motorlu vasıta yok gibi bir şeydi.
Ulaşım payton ve at arabalarıyla sağlanıyordu. Bu sokaklarda at arabalarının ve
insanların, tabi genelde erkeklerin dolaştığını düşünüp, gözünde canlandırdı.
Kuşkusuz insan kıyafetleri de çok farklıydı. Şu karşıdaki birahanede olduğu
gibi kadın erkek bir arada kahkaha atan insan manzaralarına rastlanmazdı tabi.
Zaten sokak içinde birahane ve içkili yer de yoktu muhakkak.
Hastafendinin bunlar aklından
geçerken ‘taşı toprağı altın’ deyip Anadolu’dan İstanbul’a hücum eden, genelde
trenle ilk olarak Haydarpaşa’ya gelen insanların buralara kadar çıkmadığını
düşündü.
Ama adı gibi biliyordu ki o
insanlar ilk önce mutlaka Kadıköy’de bir yerlere geliyor sonra oralarda
gidecekleri iş bulacakları yerler için adres arıyor veya kendinden önce gelen
veya bir şekilde tanışı olup İstanbul’da oturanlarla buluşuyordu.
İşte o yer, o yerler neresiydi.
Hastafendi o yerleri bir bulabilse oradan sonrası sanki ona kolay gibi
geliyordu.
Bunları düşünürken kafasına ağrılar
girmişti. Biraz daha oturdu. Kalktı, aşağı sahile doğru inişe devam etti. Zaten
karşıdan Sahildeki meydanın ucu ve deniz gözükmüştü.
Epey yürümüştü. Baktı, insanların
oturacağı oturaklar olan bir yere gelmişti. Bu yer ona tanıdık geldi.
Eskilerden tanıdığı bir öğretmen arkadaşıyla hemen karşıdaki simit sarayının
önünde buluşmuşlar sonra birlikte buraya gelip oturmuşlardı. Hastafendi sanki
hep oralardaymış gibi bir poz takındı. Baktı bir kişilik yer olan bir yer görüp
oraya yöneldi. Oradaki kişiye selam verip yanına oturdu. O kişi selamını alırken alıcı gözle
Hastafendiye bakıyordu.
Çakır gözlü, hafif kır saçlı beyaz
yüzlü biriydi. Boynundaki kravata bakınca sanki emekli öğretmen gibi görüntü
veriyordu. O sıcakta gri bir kravat takmış, üzerine de gri bir yelek giymişti.
Hastafendi öğretmenlerdeki kravat
takma alışkanlığını biliyordu. Kayın pederi de öğretmendi. Emekli olduktan
sonra bile kravatını hiç çıkarmamıştı. Kravatsız olmak sanki onda çıplak olmak
gibi bir his uyandırıyormuş. Bir sohbetlerinde kayın pederi öyle demişti. Öleli
epey oluyordu.
Yanında oturan bey onu hatırlattığı
için Hastafendi ona gülümseyerek baktı. Ona “öğretmensiniz değil mi?” demeye
hazırlanıyordu, o bey daha erken davrandı “astımsınız sanırım” dedi. Hastafendinin
hevesi kursağında kalmış gibi önce yutkundu, sonra “coah efendim. Hastalığım
coah” dedi.
Sonra hastalığının seviyesini
anlattı. “Keşke astım olsaydım. Hiç olmazsa onun tedavisi var” dedi. Adam onun
anlattıklarını ilgiyle dinledikten sonra “çok geçmiş olsun beyefendi. Benim
oğlan da çok sigara içiyor. Burada olup sizi dinleseydi keşke. Biz ne söylesek
laf anlamıyor” diye dert yandı.
Hastafendi içindeki merakı yenmek
için “afedersiniz siz öğretmen misiniz?” deyince adam gülümsedi. “Evet nerden
anladın?” dedi. Hastafendi kravatı işaret edip, “sanırım bütün öğretmenlerde bu
alışkanlık var. Benim kayınpeder de ölünceye kadar kravatı hiç çıkarmadı” dedi.
Adam derin bir iç geçirip “doğru bu
alışkanlık biz eski öğretmenlerde hep var” dedi. Akşehir öğretmen okulu
mezunuymuş. Hastafendinin küçük erkek kardeşi de o okuldan mezundu. Yıllarını
karşılaştılar. Bu öğretmen kardeşinden çok önce önce mezun olmuş. Hastafendi
“kardeşim de o okuldan mezun” deyince adamla bir fazla samimi oldular.
Hastafendi buralarda niye dolaştığını, hastalığını, hastanede yatarken vefatına
şahit olduğu birinin yaşam öyküsünün izini sürmek için çabaladığını, onun
İstanbul’a ilk geldiği ellili yılların İstanbul’undan izler aradığını anlattı.
Sohbet epey ilerlemişti. O adam
İstanbul’a büyük oğlu üniversiteyi kazanınca tayinini isteyip geldiğini
söyledi. Onun geldiği yıl yetmiş sekizdi. O yılları hastafendi de biliyordu.
Ama yine o yılları konuştular. Oğlu İstanbul Üniversitesinde okumuş. Okula ilk
başladığı yıl üniversiteye bomba konmuş. Öğretmen “üniversiteye bomba
konduğunu, ölenler olduğunu duyunca yüreğim kalktı. Çünkü bizim oğlan da
solcuydu” dedi. Kendi çocuğu aklına geldiği için yüreği kalkmıştı, ama ölen
çocuklara da çok yanmıştı. “Ne yapacaksın, böyle bir şey olunca haliyle ilk
akla kendi çocuğun geliyor. Bu bencillik, ama insani bir duygu” dedi.
Konuşması Hastafendiye çok sıcak
gelmişti. Sohbete devam edecekti, ama nefessizlik sıkıştırmaya başlamıştı. Eve
gidip oksijen tüpüne bir süre bağlanması gerekiyordu. Adama bunu söyleyip,
gitmek için izin istedi. “Oğlunuza selamımı söyleyin, bir an önce sigarayı
bıraksın. Ben bırakalı on yılı geçiyor, ama bırakmak için çok geç kalmışım.
Yani hemen bıraksın, yarın çok geç olabilir” dedi. Adam saygıyla ayağa kalktı,
sanki eski dostmuş gibi öpüştüler. Adam “çok sağ olun, sizin öğüdünüzü oğluma
söyleyeceğim” dedi.
Hastafendi oradan ayrıldı yavaş
yavaş aşağı caddeye indi. Kaldırımdan devam edecekti. Dolmuş durakları çok
uzaktaydı. Karşıya geçerek otobüs duraklarındaki oturaklarda dinlenerek dolmuş
durağına gitmek işine geldiği için karşıya geçti. Biraz yürüdükten sonra ilk
duraktan itibaren yolculara ayrılan oturaklara otura otura ilerledi. İlk
dolmuşa binip evine geldi. Çok yorulmuştu, ama eşine yorulduğunu söylemedi.
Çünkü “yoruldum” dese alacağı cevap ‘otura koymuyorsun’ olacaktı.
‘Otura koymak’ söylemesi ne kadar
kolay. Hastafendi gibi yürüme, çıkıp dolaşma, bir şeyler yapma özlemi çeken
bütün yaşamı boyunca hep hareketli olan; ama şimdi yürüyenlere nerdeyse
kıskanarak bakan birinin ‘otura koyması’ yani ‘hareketsiz kalması’ ne büyük
işkenceydi. Bunu anlatmak, anlaştırmak o kadar zordu ki. Onun için hastalığını
görüp ona istirahat tavsiye edenlere o sadece başını sallıyor veya “olur”
diyordu.
Eve geldiğinde de hiç sızlanmadan
oturdu. “Ne yaptın? Görüşebildin mi?” diye soran eşine “görüştüm, çok da
yararlı oldu” dedi. Sonra yatak odasına gidip yatağa uzandı ve oksijen tüpünü
açtı. Oksijenin kavanozda suda çıkardığı lıkırtı sesini dinlerken uyumuştu.
O hafta boyunca hep evde
dinlenerek, yazarak, okuyarak vakit geçirdi. Pazartesi gelince yine ‘yolu eline
aldı’. Kendine “bugün nereye gidiyorsun? Böyle yalnız olmaz, ben de geleyim”
diyen eşine “Dolmuşla Üsküdar’a inip biraz dolaşıp geleceğim” dedi. Eşinin “bir
şey olursa ara. Neredeysen telefonla bildir yemek yaptıktan sonra ben de
geleyim” demesine kafa sallayıp, bastonu eline alıp çıktı.
Kapının önünde telefonu, gözlüğü,
oksijen ölçeri ‘aldım mı?’ diye yoklandı. Hepsini almıştı. Parası da vardı.
Ayrıca kredi kartını da almıştı. Ekstra çıkartacaktı. Eşine “hadi hoşça kal”
deyip sokağa çıktı.
Biraz yürüdü. Yukarıda simitçi
tezgahındaki kanapeye oturdu. Soluklanırken Moda’ya nasıl gideceğinin
muhasebesini yapıyordu. Dolmuşla Kadıköy’e inip oradan önce yaptığı gibi
taksiye binmeyi düşündü. Giderken yorulursa gelirken zorluk çekecekti. Bu
düşünceyle yakındaki taksi durağından telefonla taksi çağırdı. Gelen taksiye
binip “Moda’ya gidelim” dedi. Taksi yürüdü. Şoför “amca nefes darlığı mı var?”
dedi.
Böylece sohbet başlamıştı.
Hastafendi şoföre Moda’ya niye gittiğini, elli yılarda yaşamış biriyle
konuşacağını anlattı. Sonra şoföre “ellilerde yaşamış tanıdığın şoför var mı?”
diye sordu. İyi ki sormuştu… Meğer o taksinin durağında seksen yaşında
gençliğinde kamyon şoförlüğü de yapmış biri varmış. Şoför bunu anlatınca
Hastafendi ‘gökte ararken yerde bulmuş gibi oldu’. Şoföre o yaşlı şoförle nasıl
tanışacağını sordu. Gerekli bilgiyi aldı. Bu sırada Moda’ya gelmişlerdi.
Hastafendi o keyifle taksinin ücretini verip taksiden indi.
Doğru Yeni Moda eczanesine geldi.
Melih Bey aynı kibarlığıyla karşıladı. ‘Hoş beşten’ sonra Melih Bey biraz
ezilerek “kusura bakmayın, beceremedim” deyip ses cihazını geri iade etti.
Halinden beceremediğine gerçekten üzüldüğü anlaşılıyordu. Sanırım becerememesi
çok az tanıdığı birinin verdiği ses cihazına sesini kaydetmenin verdiği
ürküntüydü veya konuyu anlamamıştı. Ama ne olursa olsun; bu sonuca göre Hastafendi
amacına ulaşamamış oluyordu. Orada fazla oturmanın gereksizliğini düşünüp izin
istedi. Ama aklında bu yere gelip Yeni Moda ile ilgili ayrıntıları öğrenme
düşüncesi kalmıştı. Bir gün mutlaka bu amaçla buraya tekrar gelecekti.
Bu düşüncelerle Melih beyden izin
isteyip kalktı. Eczaneden dışarı çıkınca ona Melih Beyi öneren arkadaşa telefon
etti. Onunla Bahariye’de Nazım Hikmet Sanat Merkezi önünde buluşmak üzere
randevulaştı. Sora sora o sanat merkezinin önüne gitti. O arkadaşla orada bir
yere oturup sohbet etti. Sohbetten ziyade geçmiş yaşanmışlıkların kritiğini
yaptılar. Ondan izin isteyip ayrıldı.
Hastafendinin canı çok sıkılmıştı.
İki haftadır, ondan önce de bir hafta beklemeyi sayarsak üç haftadır umutla
beklediği bir şey sonunda hiç de umduğu gibi sona ermemişti. Bu süreçte tek
olumlu olan taksi şoföründen öğrendiği yaşlı taksi şoförü bilgisiydi. İçinden
‘inşallah ondan aradığım bilgileri alabilirim’ diye geçirerek yürüdü.
Yavaş yavaş aşağıdaki parka doğru
inmeye başladı. Yine etrafını gözlüyordu. Yolda üç kez dükkanların önünde
bulduğu tabureye oturup soluklandı. Yine Simit Sarayının önüne geldi. İlerde
karşıda İş Bankası vardı. Onu geçince Ziraat Bankası olduğunu biliyordu. Önce
oraya gidip kredi kartının ekstrasını çıkarmayı düşündü. Sonra yine karşıya
geçip otobüs duraklarındaki oturaklara otura otura gidip eve giden dolmuşa
binecekti.
Karşıya geçti. İş Bankasını geçip
caddeye çıktı, Ziraat Bankasının önüne geldi. Bankamatikler kalabalıktı. Sıraya
girdi. Çok rüzgar vardı. Denizden esen güçlü lodos bankanın kenarında cereyan
oluşturuyordu. Hastafendi yukarıdan inerken terlemişti. Bir de cereyanda
kalırsa çok kötü olacaktı. Kuyruktakilere sırada olduğunu söyleyip sığınacak
bir yer aradı. Hemen orada bankamatiğin önünde naylon tentene arkasında
simitçiyi gördü. Oraya gidip simitçiden izin isteyip tentenin sotasına oturdu.
Bir gözü matikte, simitçiyle
laflamaya başladı…
Simitçi şapkasını hafif yana
külhanca eğmiş yaşlı biriydi. Yüzü tıraşlıydı. İnce kaytan bıyıkları vardı.
Şapkasının altından kırlaşmış kıvırcık saçları çıkmıştı. Bakışından, Hastafendi
oturmak için izin isteyince “otur bakalım” diye küstahça cevap verişinden
bitirim biri olduğu anlaşılıyordu.
Hastafendi gözü matikte konuşmak
için simitçiye “dayı nerelisin?” dedi. Dayı kısaca “Sivaslıyım” deyip sustu.
Hastafendi dayının küstahlığına bozulmuştu, ama üstünde durmadı. “Dayı
İstanbul’a ne zaman geldin?” dedi. Dayı aynı küstahlıkla “ben İstanbul’a
geldiğimde sen daha doğmamıştın” deyince Hastafendi gevrek bir kahkaha attı.
“Deme dayı yav, demek genç gösteriyom!” dedi. Dayının “senin yaşın kaç?”
sorusuna Hastafendi “altmış üç” diye cevap verince dayı “yok ya hiç
göstermiyon. Ben elli sekizde geldim. Demek sen sekiz yaşındaymışın, ama hiç
göstermiyon” diye tekrar etti. Hastafendi “sağol dayı kaporta sağlam da motor
gidik” dedi; birlikte gülüştüler.
Hastafendi matik sırasına falan boş
verdi. Yeni Moda Eczanesinden moral bozuk dönerken elli sekizde İstanbul’a en
fazla göç veren şehir Sivas’tan gelen biriyle karşılaşmıştı. Ona İstanbul’a
niye geldiğini, ilk geldiğinde nereye gittiğini sordu. Dayı gayet sakin “bana
bizim muhtar akıl verdi. Oğlum Haydar sen buralarda aç kalırsın. Git İstanbul’a
kendini kurtar dedi. İlk olarak aha şu arkada Ferhat’ın kahve vardı. Oraya
geldim. Zaten o yıllar İstanbul’a ilk gelen aradığı kişiyi ve adresi o kahvede
bulurdu” dedi. Bunu öğrenen Hastafendi (Arşimed’in tesadüfen hamamda suyun
kaldırma kuvvetini keşfedince ‘buldum, buldum’ diye yarı çıplak sokağa
fırlaması gibi) İstanbul’a ellilerde Anadolu’dan gelenlerin ilk uğrak yeri olan
Ferhat’ın kahveyi bilen tanıyan biriyle karşı karşıya olunca içinden “buldum.
İstanbul’a göçün anahtarını buldum” deyip fırlamak geldi.
Haydar dayı “aha şurda Ferhat’ın
kahve vardı. İstanbul’a ayak basan soluğu orda alırdı. Buralar böyle değildi.
Aha şu caddenin ötesi denizdi. O meydan falan yoktu. Kıyıda kayıkçı iskeleleri
vardı. O kayıklar Haydarpaşa’dan trenle gelenleri taşırdı buraya. Onlar da
sanki elleriyle koymuş gibi bulurlardı Ferhat’ın kahveyi. Demek ki tarif eden
sağlam tarif ederdi” dedi, soluklandı. Sonra Hastafendiye “sen niye sorarsın
bunları? Gazteci falan mısın?” dedi. Hastafendi “yok dayı. Gazetecilik kim? Ben
kimim? ‘Görmüyor musun?’ soluk bile zor alıyorum” deyince Haydar dayı da bıyık
altından bir ince gülüş atıp “hani ben öylesine sordum canım. Çok meraklı
sordun da” dedi.
Hastafendi Haydar dayıya ‘bitamam’
merakının nedeninin ne olduğunu, Temur Efendiyi, onun ölümü ve hastanedeki
ölmeden önceki vakur duruşunu, ağrılarını kimseye hissettirmeden kendinin yaşamaya
çalıştığını falan hep anlattı. “İşte ben o Temur Efendinin izini sürüyorum.
Onun seksen yıllık ömür sürecinde İstanbul’a göçü, o süreçte neler yaşanmışı
anlamak istiyorum. Eğer onu anlayabilirsem öykü olarak kurgulamaya çalışacağım.
Ben amatör bir yazarım. Ömrümün kalan kısmını yazarak, geride bir hatıra
bırakmak için çabalıyorum, hepsi bu” diye ayrıntılı anlattı.
Ama baya yorulmuştu. Cebinden
parmakta oksijen ölçeri çıkardı 78 gösteriyordu. Haydar dayı bir şey diyecekti.
Onu eliyle susturdu. Derin derin nefes almaya çalışıyordu. Epey bir süre sonra
nefesi düzeldi. Aleti parmağına taktı 85 gösteriyordu. Biraz daha derin nefes
aldı, sonra Haydar dayıya “buyur dayı sözünü kestim kusura bakma. Nefesim biraz
sıkışmıştı da onu ayarladım” deyince Haydar dayı güldü. “yani ayar gayar
meselesi ha” dedi. Hastafendi “öyle bir şey” diye cevap verdi.
Haydar dayı “aman yeğen sen konuşma
da ben anlatayım bildiklerimi. Şimdi üstümde kalacaksın, sen sus dinle” dedi,
Sonra “şaka yaptım yeğen” dedikten sonra başladı anlatmaya. “Ferhat’ın kahvesi
panayır yeri gibi her gün dolup taşardı. Hemşeri arayanlar, iş arayanlar, yatıp
kalkacak yer arayanlar hep oraya doluşurdu. Kahve genişti. Geniş bahçesi de
vardı. Her taraf dolu masa sandalye… Tabi şimdikiler gibi değil, hepsi tahtadan.
Aç olanların karınları doyurulurdu orada. Her taraftan insan… Ama en çok bizim
o taraftan. ‘Taşı toprağı altın’ deyip hücum etmiş İstanbul’a’ dedikten sonra
gevrek gevrek güldü. “O işi İstanbul’un taşı toprağı altın işini essah sananlar
bile vardı aralarında” dedi.
Hastafendi dayanamadı “sen ne diye
geldin? Sen de mi? İstanbul’un taşı toprağı altın diyenlerdendin?” diye sorunca
Haydar dayı “yok yeğen, önce de dedim ya; bana muhtar git İstanbul’a dedi. Ben
çok haşarıydım. Elde avuçta bir şey yok, ama bileğim sağlamdı” derken yumruğunu
sıkıp bileğini gösterdi. Kırarmış kılları kapladığı bilekleri ve yumruğu
gerçekten heybetliydi. “Git oğlum. Sen burda başına iş alacaksın, çek git
İstanbul’a” dedi. Köy bütçesinden, biraz da cebinden harçlık tedarik edip
buraya daha önce gelen bir tanıdığa yazdığı mektubu elime verdi. Ferhat’ın
kahveyi de adamakıllı tarif etti. “Bana İstanbul’da tutun sakın sallanıp geri
gelme” diye sıkı sıkı tembihledi. Ben öylecene geldim İstanbul’a’ diye
ayrıntılı anlattı.
Hastafendi “İstanbul’da
tutunabildin mi bari?” deyince Haydar dayı bıyık altından bıçkın bir gülüşle
“hele dinle, sıra oraya da gelecek. Az sabırlı ol yeğen” dedi.
Sohbet koyulaşmıştı.
Haydar Dayı “yeğen dinlemeye
nefesin yetecekse anlatayım, yoksa sonra buyur gel. Ben buradayım” dedi.
Hastafendi gerçekten yorulmuştu. Haydar dayının bu samimi önerisini kabul etti.
Sonra buluşmak üzere sözleşip, oradan ayrıldı. Baktı matik boştu. Gitti orada
işini gördü. Yine nefes nefese kalmıştı. Etrafına bakındı hiç oturacak yer
yoktu. Tekrar Haydar Dayının yanında soluklanmayı düşündü. Ayıp olacak diye
vazgeçti. Son bir gayretle karşıya geçti, ilerdeki ilk otobüs durağındaki
oturaklara kendini zor attı.
Oturduğu yerde harıl harıl nefes
almaya çalışıyordu. Bir ara tıkanır gibi oldu. İçinden “eyvah yine kan gazı mı
yükseldi?” diye geçirdi. Etrafına bakındı yardım isteyecek kimse yoktu. Çaresiz
orada soluğunu düzene sokmaya çalıştı. Parmaktaki oksijen ölçerle sık sık
kandaki oksijen durumunu ölçüyordu. Neden sonra alet 89 gösterdi. Zaten
rahatlamıştı. Haydar Dayıyla konuşurken, sonra buraya gelirken gerçekten çok
yorulmuştu. Oturak da gölgedeydi. Oturağa yayıldı; başladı düşünmeye. Haydar
Dayının anlattıklarından yola çıkarak oturduğu yerin deniz olduğunu düşledi.
Aklına Temur Efendi geldi. Bir an
kendini onun yerine koydu.
Askerliği Polatlı’da yaptığını
varsaydı. Polatlı Topçu Tugayında kademede… Belki en az ilkokul mezunuydu ve
çavuş olmuştu. Kademe çavuşu. Arkadaşları vardı tabi. İçlerinde İstanbullu daha
doğrusu Üsküdarlı Birol vardı. Birol bitirim bir çocuktu. Hepsi kademede
şofördü veya şoförlük eğitimi alıyordu. Birol askere gelmeden önce
Kadıköy-Üsküdar hattında dolmuş şoförüydü. Ellili yıllar. İstanbul’da belli
merkezlerde dolmuşlar işlemeye başlamıştı. Ama hala at arabacılığı devam
ediyordu. Kısa mesafelerde paytonlar çalışıyordu. Ama onlar daha çok zengin
işiydi. İşte Birol Kadıköy’ün o hengamesinde dayısının dolmuşunda çalışmıştı.
Tabi mavin olarak… Henüz ehliyeti yoktu, ama direksiyonu sağlamdı. Bu Orta
Anadolu çocuğuna yani Temur’a kanı kaynamıştı. Temur ince uzun, bileği sağlam
hep suskun; ama sımsıcak dost bakışlı biriydi. Birol kısa sürede ona araba
kullanmasını arabanın bildiği tüm inceliklerini öğretmişti. Temur askerdeki ilk
ehliyet imtihanında Birol'le birlikte ehliyeti almıştı. Yani Temur’da
direksiyonu sağlam bir şoför olmuştu.
İşte o sıralar konuşmuşlardı
İstanbul işini. Birol ona ısrarla İstanbul’a gelmesini, ona iş ayarlayacağını
söylemişti. Birlikte teskere almışlar; Birol İstanbul’a Temur da kendi memleketine
‘Orta Anadolu’daki siz deyin Sivas ben diyeyim Kırşehir’e’ dönmüştü. Köyüne
geldiğinde aklı fikri Birol'de; onun “sen gel İstanbul’a iş bulacağım’ diye
vaadinde kalmıştı. Köyde öylesine dolaşıp teskere almanın tadını çıkarırken bir
gün anasına, babasına “ben İstanbul’a gideceğim” demişti. Ana babası hiç karşı
koymamıştı. Çünkü tanıyıp bildikleri birçok insan İstanbul’a göçmüş geri
dönmemişti. Gelen haberlerden hepsinin iş güç sahibi olduğu anlaşılıyordu. Onun
için ailesi ona “hayırlısı neyse o olsun, git şansını dene oğlum” demişlerdi. O
da ailesinin verdiği destek üzerine üstüne yetecek kadar para alıp askere de
götürdüğü tahta bavula giyim giyecek eşyalarını koyup, anasının hazırladığı
yolluk çıkınını da alıp “ver elini İstanbul” deyip yola çıkmıştı.
Hastafendi durakta otururken bunlar
aklına geldi. Haydarpaşa’dan Kadıköy’e kayıkla yolcu taşıyanları Yaşar Kemal’in
Cumhuriyet Gazetesi için yaptığı röportajlarda okumuştu. Temur Efendinin
yaşamını o yılları kurgulamak için epey bilgi toplaması gerektiğini yalnız
Ferhat’ın kahveyle bu işin olmayacağını düşündü. Oturduğu yerde bunları
düşünürken nefesi düzelmişti. Oksijen
ölçeri parmağına taktı, 89 gösteriyordu. Bu nefesle dolmuşa kadar
gidebileceğini düşündü. Temur efendi konusuna devam ederken bu kayıkçılar ve
Kadıköy konusunda olabildiğince bilgiyi toplamaya karar vardı. Ve bu
düşüncelerle dolmuşlara doğru yürüdü.
Geçtiği duraklarda arada bir mola
vererek evine gidecek dolmuşun durağına geldi. Dolmuş hareket etmek üzereydi.
Soluyarak binince hemen orada oturan genç kalkıp yer verdi. Teşekkür ederek
koltuğa oturan Hastafendinin aklı kafasında kurguladığı İstanbul’a gitmek için
yola düşen Temur efendideydi.
Bu düşüncelerle dolmuşta oturanlara
göz gezdirdi. İçinden “acaba bunlar nerelerden geldi ki?” diye geçirdi. Çünkü
herkesin kabul ettiği gibi İstanbul’da oturanların nerdeyse onda dokuzu, belki
daha fazlası İstanbul’a bir yerlerden gelmişti.
Başka illerde değil; ama
İstanbul’da birbirini ilk gören veya tanışan kişilerin sohbetin hemen
başlangıcında birbirlerine sordukları soruların başında “aslen nerelisin?”
sorusu oluyordu. Hastafendi İstanbul’da kaldığı şu kısa sürede tanıştıklarına
aynı soruyu yöneltmiş veya kendi aynı sorunun muhatabı olmuştu.
Dolmuştakilere bakarken içinden
onların görüntü ve duyabildiği şivelerinden nereli olduğunu tahmin etmeye
çalışıyordu. Ama hepsi genelde gençti. Görüntüleri Anadolu insanı gibi kavruk
olsa da kılık kıyafeti konuşmaları biraz şehirli olmuştu.
Aklından onların analarını,
babalarını, dedelerini, ninelerini geçirdi. İçinden ‘onlar bu İstanbul’a
gelmek, burada tutunmak için ne çileler çekti kim bilir? Bu çocuklar bunların
ne kadar farkındaki?’ diye geçirirken Temur efendinin çocukları geldi aklına.
Onların önce babalarının başında
refakatçi kalmak için birbirlerine ısrarcı olurken sonra onun uyarısıyla
babalarının başında ona sevgilerini göstermek için çırpınışlarını hatırladı. O
çocuklar da öyleydi. Hepsi iş güç sahibi olmuştu; ama babalarının elinde tahta
bavul veya bir çıkınla İstanbul macerasına atılıp, orada tutunup onları bu
duruma getirmek için verdiği yaşamda var olma kavgasının hiç farkında
değillerdi sanki. Babalarının “ölünce cenazemi köyüme defnedin” vasiyetindeki
yıllarca hasret kaldığı memleket özleminin derinliğini kavrayamamış, kendi
aralarında konuşurken sanki onu İstanbul’a defnetmek ister gibi bir tutum
içindeydiler.
Hastafendi hiç üzerine vazife
değilken veya belki kendini yaşama karşı sorumlu gördüğünden onlara “çocuklar
babanızın vasiyetini yerine getirin; onun memleket özlemini dindirin. Ben
çocuklarıma, yakınlarıma hep nerede ölürsem öleyim benim ilçemde Gökmen’in
tarla diye isimlendirilen mezara gömün diye ısrarla vasiyet eder, söz alır.
Sizin değil ‘belki ki siz sanırım buralarda doğdunuz’ onun memleket özlemi çok
derinlerde saklıdır. Buna biz toprak çekiyor deriz. Gerçekten İnsan belli bir
yaşa gelince onu doğduğu topraklar çağırır. Çoğu olanaksızlıktan veya
toprağıyla bağını tümüyle kopardığından bu çağrıya uyamaz ve onun ıstırabını
yaşar. Sizleri bilemem; ama babanızın kuşağının, ondan önceki kuşakların ve bir
sonraki yani bizim kuşağın memleket özlemi çok derindir. Ancak toprağına
girince diner. Yani ben öyle düşünüyorum. Size de babanızın vasiyetini yerine
getirmenizi öneriyorum” diye uzun uzun buna benzer şeyler söylemişti.
Efendi çocuklardı… Hiç Hastafendiye
“amca” veya “beyefendi sen kim oluyorsun da bizim işimize karışıyorsun?”
dememişler; sessizce “haklısın amca düşünemedik, öyle yapmalıyız” diye olumlu
tepki vermişlerdi.
Dolmuştaki oturanlara bakarken
bunlar aklına geldi. Gözünün önünde elinde bavulu tren istasyonuna varan Temur
efendinin hayali varken birden ineceği durağı geçtiğini fark etti. Telaşla “Bir
dakika beyefendi ben burada ineyim” dedi. Ayakta duran gencin yardımıyla
dolmuştan indi.
Bu sırada şoföre “aman yavaş,
yürüme” diye ikaz ediyordu. Çünkü bir iki kez indiği araba ayağı yere basmadan
yürüyüvermiş o da yere kapaklanıp düşmüştü. O günden beri inerken şoförlere
mutlaka ikaz ederdi.
Neyse dolmuştan inip evine giden
sokağa girdi. Sokak oldukça uzun iki tarafı ağaçlarla kaplıydı. Sanki gezintiye
çıkmış gibi yavaş yavaş evin yolunu tuttu. Taa köşeye kadar gitti. Orada
Simitçi vardı. Simit tezgahının hemen yanındaki oturma bankı onun eve varmadan
veya evden çıkınca mola yeriydi.
Gide gele bu simitçiyle de tanışmıştı.
Bu simitçinin ailesi de Tokat’tan gelip yerleşmişti. Evi çok uzakta Üsküdar’ın
tepelerinde bir yerdeydi. Bu köşeyi sanırım belediyeden izinle almıştı. Hemen
karşıda okul vardı. O da okul saatlerinde bu tezgahı açıyor sonra kilitleyip
gidiyordu. Şimdi de okul dağıldığı için tezgahı kitleyip gitmişti.
Hastafendi orada otururken
karşıdaki okula sağında solundaki sıralanan evlere bakıyordu… Evlerin yaşını
tahmin etmeye çalıştı. İnşaat bilgisi olduğu için doğruya yakın tahmin
edebilirdi. Görünen evlerin en yaşlısının kırk kırk beş yıllık olduğuydu.
Yani anlaşılan elli seneden yukarı
düşününce buralarda ev falan yoktu. Zaten Süreyyapaşa’daki oda arkadaşı
Bingöllüde benzer şeyler söylemişti. İski’den emekliymiş. Bu semtin su alt
yapısında çalışmış. “O evlerin çoğuna biz su verdik” demişti. Oradan bakınca da
evlerin yaşını doğru tahmin ettiğini düşündü.
Bu sırada aklına gelen Bingöllüyü
ve torununu düşündü. İçinden “o da taburcu olmuştur” diye geçirdi. Adamın yedi
evladı, onca torunu vardı. Hastafendiyle kaldığı sekiz dokuz günlük sürede
ziyaretine hiç biri gelmemiş, refakatçi olarak da yalnız o torunu kalmıştı.
Torun cevval bir çocuktu. Çok
saygılı. İnce dalan. Dedesine çay yapsın, diğer hastalara ve bu arada
Hastafendiye de mutlaka sorar, çay isteyenlere saygıyla götürür verirdi. Dedesi
çok içiyordu sanırım. O da bunu bildiği için ve çayı sevdiğinden sürekli çay
demliyordu. Yürürken kedi gibi veya ava çıkmış kaplan gibi basıyordu
ayaklarını. Adımları geniş ve sessiz…
Diyaloga hiç gelmiyordu. Herhangi
bir konuda bir şey söylesen verdiği cevap genelde “sıkıntı yok” tu. Bu kısa
cümleyi adeta diline pelesenk edinmişti. Arada bir “boş ver bişey olmaz”
diyordu. Bir de eren evliyalarla çok ilgiliydi.
Odadaki tv.de dinci kanallardaki
filmdeki veya dizilerdeki ‘bunlar herhalde tekrar tekrar veriliyordu ki’ bütün
diyalogları ezbere biliyor oyunculardan önce söylüyordu. Guruplara eskortluk
yani koruma görevi veren kuruluşlarda günü birlik iş çıkınca gidip çalışıyordu.
Yani belli bir işi yoktu. Eğitim de almamıştı. Tipik bir gecekondu genciydi.
Aklı fikri İSFAK’ın Pakistan’a göndereceği güvenlik eleman kadrosunda yer
alabilmekti. Hastafendiye bir sohbetinde bunu anlatmış “amca iki bin beş yüz
dolar veriyorlarmış. Beş yüzünü yesem iki bin dolar her ay biriktirip gelsem
nasıl olur?” diye sormuştu.
Pakistan’da güvenlik olarak gitmek…
‘Kime güvenlik? Kimin için güvenlik?’ orası belli değilmiş.
Hastafendi o delikanlıdan bunları
duyup, oraya gitme hevesini duyunca içi acımıştı. Sanki çocuk bazı terörist
guruplara yem olacak gibi gelmişti. Fiziği de müsaitti. Dedesine “ya bu çocuğun
Pakistan’da ne işi var? Burada dosdoğru bir iş bulamıyor musunuz? Bu kadar
İski’de çalışmışsın. Hiç çevren yok mu?” deyince dedesi “Sıkıntı yok. Boşver,
bişey olmaz” deyip elini salmıştı.
Hastafendinin aklına Bingöllü onun
torununa karşı umursamaz tavrı takıldı. On üç, on dört yaşında ailenin işlediği
bir suçu cinayeti üstlenip hapise girmek. Çocuk yaşta başlayan hapisane
günlerinde yaşadıkları sanırım onu duyarsızlaştırmış, herkese her şeye öfkeli
hale getirmişti. Yedi çocuktan yalnızca bir kızı o da sanırım babası taburcu
olacak diye gelmişti. O sırada Hastafendinin hanımına anlatmış babasını. Her
gün içtiğini, kırıp döktüğünü anasına çok eziyet ettiğini anlatmış. Sanırım
evlat olarak ilgisizliklerine bunu sebep göstermişti.
Yedi çocuk onca torun. Günlerdir
refakatçi olarak başında bekleyen bir torun. O torunun geleceğiyle ilgili
olarak “sıkıntı yok, boş ver bişey olmaz” diye umursamayan bir dede. Her gün
içki içen dedesine canla başla hizmet eden, onunla çok iyi anlaşan bütün
dünyası din diye anlatılanlarla kitlenmiş bir torun.
Sanırım bunu açıklamak
sosyologların işi olmalı. Ben sadece gördüklerimi anlatmaya çalışıyorum. Zaten
Hastafendi de benim gibi düşünüp işin içinden çıkamayınca O da ‘boş vermeyi’
düşünmüştü; ama hep çevresiyle, orada gördükleriyle ilgili olduğu için ‘boş
veremiyordu’.
Çünkü özellikle son zamanda artan
bilinçsiz, din diye dayatılan eğilim, bunun sonucunda tv haberlerine yansıyan
katliam haberleri, o haberlere konu olan ellerinde öldürdükleri insanların
kafası sallanan yüzü peçeli insanlar. Görüntüden hepsinin çok genç olduğu
anlaşılıyordu. Onlar da aynı bu torun gibi beyni bir yere kitlenmiş insan
öldürmeyi din adına Allah adına yaptıklarına inandırılmıştı. Görüntülerden
yaptıklarıyla adeta gurur duyar halleri vardı.
Hastafendinin aklına bu torunun da
aynı kayıtsızlıkla aynı cinayetleri işleyebilecek kadar soğukkanlı hali geldi,
içi ürperdi. Çocuğun çok saygılı halini düşünce içi acıdı. Sanki o çocuk ailesi
tarafından bir uçurumdan aşağı itiliyormuş gibi gelmişti.
Bunlar aklına gelirken etrafı
gözlemeye devam etti. Kafası gidip geliyordu. Yine Bingöllüyü düşündü. Onun
yaşı Temur efendiden küçüktü. Belki hapisliği sırasında İstanbul’a nakli
çıkınca ailesi peşinden gelmişti. Belki daha sonra gelmişlerdi.
Yıllarca kendine, ailesine, dünyaya
öfke duyarak geçen bir yaşam… Bunun sonucu yedi çocuğunun yedisiyle de ilgisiz
bir baba.
Belki kendince haklıydı. Onu daha
çocukken hapishaneye iten sorumsuz bir babanın, ailenin oğluydu. Onlar onu
umursamışmıydı ki? O kendi çocuklarını umursasın. Kendini böyle avutuyordu
belki.
Kimbilir böyle kaç yaşam vardı?
Çocuklarını ‘saldım çayıra mevlam kayıra’ mantığıyla ilgili. Böyle
sorumsuzluğun ürünü bir nesilden ne hayır beklenirdi ki? Hastafendi bunları
kendine de soruyordu. ‘Acaba kendisi çocuklarıyla ne kadar ilgiliydi?’
Çocukları aklına geldi, içi sıkıldı. Çünkü ekonomik sıkıntılara düşünce o da
‘kısa bir süre olsa da’ ilgisiz kalmıştı çocuklarına. Bunlar aklına gelince
içine bungunluk geldi.
Öfkeyle kalktı. Bu kez öfkesi
kendineydi. Temur Efendinin yaşamını sorgularken kendi yaşamını sorgulamaya
başlayınca unutmak istediği yaşadıkları aklına gelmişti. O yıllarca ne
yaşadıysa hiç kimseye anlatmamış, hep içine atarak unutmaya çalışmıştı. Çünkü
başkalarının onu hiç anlamayacağını, anlatırsa ancak dedikodu malzemesi
olacağını düşünmüştü. En nefret ettiği de birilerinin dedikodu malzemesi olmak
veya dedikodusunu yapmaktı.
Hep kaçmıştı dedikodudan,
fiskostan. Seksen öncesi o siyasi dönemde bile dedikodu kazanının nasıl
kaynadığını, en bilinçli olduklarını iddia eden insanların bile dedikodudan,
fiskostan ne kadar hoşlandıklarını yaşayarak görmüş o ortamlardan hep kaçmıştı.
Sosyologlar dedikodunun ‘sosyal
ihtiyaç’ olduğunu iddia etse de o hep iğrenç bulmuştu dedikoduyu. Adı üstünde
‘dedi kodu’ O ortama giren kişiye sorsa ‘kim dedi? Kim kodu?’ Vereceği cevap
bellidir. ‘benden duymuş olma ama falancadan duymuştum’ Soruya devam et ‘o
falanca nerden duymuş?’ Cevap yine aynı ‘ o da kolancadan duymuş’ Yani dipsiz
bir kuyu. Git git aslını bulamazsın. Eleştiri olsa adam gibi gelinir,
kaynakları gösterilerek eleştirilir. Ama bunun yapıldığını hiç görmemişti.
Bu düşünce ve öfkeyle evin kapısına
geldi. Zili çaldı. Eşi kapıyı açınca aynı öfkeyle içeri girdi. Eşi şaşırmıştı.
“Ne o bir şey mi oldu?” diye sorunca “yok bişey sen işine bak” deyip doğru
odasına girdi. Yatağa uzanıp oksijen maskesini taktı. Arkasından gelen eşine
işaretle oksijeni açmasını söyledi. Eşi oksijeni açınca derin derin solumaya
başladı. Onun bu hallerini gören eşi dışarı çıkarken “yine geliciler gelmiş
buna” diye sokurdanıyordu. Eşinin arkasından söylenecekti. Kapıdaki kabalığı
aklına geldi, sustu. Az sonra uyumuştu.
Burnunda bir şeyler fark edip
irkilerek uyandı. Baktı karısı düşen oksijen hortumunu burnuna takmaya
çalışıyordu. Gülümseyince eşi “hey heyler gitti mi?” dedi. Hastafendi kapıdan
girerken yaptığı tersliği hatırlamıştı. Gülümsedi ‘boş ver’ der gibi elini
salladı, sonra eşine “kızgınlığım sana değildi, aklıma bir şey geldi. Ona canım
sıkıldı” dedi. Eşi “ben anlamıştım zaten. Sen bu yazma işine ara ver. O seni
çok yoruyor. Deminden beri bakıyorum, öyle bir şeyler sayıklıyorsun. Sanki
kabus görüyor gibiydin” dedi.
Hastafendi eşinin bu sözlerine hiç
tepki göstermedi. Çünkü eşinin haklı olduğunu biliyordu. Gerçekten günlerdir
Öykü Yolculuğuyla oradaki karakterlerle yatıp kalkıyordu. Aklında hep o
insanlar, onların yaşam öyküleri vardı.
Hiç bilmediği, ancak tahmin
edebildiği öyküleri kurgulamaya çalışıyordu. Bu da haliyle onu çok yoruyordu,
ama bırakamazdı ki. Yazmak onun için adeta bir yaşam biçimi olmuştu.
Yazmak, yazmak. Sayfalarca yazıyor,
notlar alıyordu. Zaten bunların çoğunu gece yatakta düşünerek kafasında
oluşturuyordu. Eşi uykuya dalıp hafiften horlamaya başlayınca Hastafendi o
horultuyu fon müziği yapıp sürekli aklında kuruyor, ‘unutmayayım diye’ bazen
usulca kalkıp aklındakileri laptopa kaydedip geliyordu.
Aylardır rüyası, düşü, düşüncesi
hep öykülerdi. Yazdıklarının belli bir yönü, özelliği yoktu. Yaklaşık yüz elli
öykü, iki roman, iki uzun hikaye denemesi, onca politik yazı veya yorum. Sanki
bir yerlerden görevlendirilmiş gibi işi gücü bunlar olmuştu. Eşi “yoruluyorsun”
dese de bu çok tatlı bir yorgunluktu. Ömrünü yazarak tüketmeyi kafasına
koymuştu ve hala yazacak çok öyküsü vardı.
Eşinin sözleri üzerine aklından
bunları geçirdi. Eşi yemek hazırlamak için gidince yine geldiği dolmuşa döndü.
Haydar dayı aklına geldi. Onun verdiği ipucu ‘Ferhat’ın kahve’ hem Temur
Efendinin hem de İstanbul’un ellili yılları için, daha doğrusu İstanbul’daki
yaşamları anlayabilmek için çok işine yarayacaktı.
Ellili yıllarda Anadolu’dan gelen
herkesin ilk uğradığı, adres aldığı, hemşerileriyle buluştuğu; her şeyden
önemlisi Anadolu’nun bozkırından denizler içinde bir büyük şehre gelmenin, o
farklılığı görmenin şokunu atlatmalarına yardımcı olan bir sıcak, tanıdık bir
mekan gibiydi Ferhat’ın kahve. Daha doğrusu Hastafendi öyle hayal edip
kurgulamayı düşünmüştü Ferhat’ın kahveyi.
Bu sırada eşi seslenip yemeğin
hazır olduğunu söyledi. Hastafendi suçlu suçlu kalkıp elini yüzünü yıkayıp
masaya oturdu.
O gün ev çok sessizdi. Fazlaca bir
şey konuşmadan yemekleri yediler. Yemekten sonra eşi ona birlikte alışveriş
merkezine gitmeyi önerdi. Ama Hastafendinin gündüzden bu yana tadı yoktu. “Siz
kızla gidip gelin, ben dışarı çıkmayacağım” dedi. Ses tonundan ısrarın anlamsız
olduğu anlaşılıyordu. Kız işten gelince eşi ona “baban bugün hiç tadı yok. Gel
birlikte dolaşalım, o kafasını dinlesin” dedi.
Kız “ne oldu babama hastamı yoksa?”
derken her zamanki paniğin içindeydi. Annesi gülerek “yok hasta falan değil.
Sabahleyin yine o eczaneye gitti. Dönüşte ateş gibiydi” derken gözü eşindeydi.
Hastafendi eve geldiği sırada
öfkeli halini anlatacak diye eşine ters ters baktı, “yok kızım, annene bakma
sen. Biraz keyfim yok hepsi o. Hadi siz annenle gidip dolaşıp gelin de ben
biraz bir şeyler yazayım” deyince kızı “ay baba. Öykü öykü derken kendini çok
yoruyorsun. Biraz ara ver Allah aşkına” dedi. Bu sırada eşi hazırlanmaya
başlamıştı. Hastafendi “tamam kızım yormam kendimi. Ben biraz oksijen alayım”
deyip yattığı odaya geçti.
Oksijen almak onun kaçamağıydı.
Çünkü ‘oksijen alayım’ dediğinde akan sular durur, kimse ‘dur’ falan demezdi.
Bu şekilde eşinin laf
çarpıtmalarından kurtulmuştu. Odasına geçip yatağa uzandı oksijen hortumunu da
burnuna taktı. Bu sırada arkasından gelen eşi oksijeni açtı.
Bu sanki eşinin göreviydi. Her
zaman oksijen maskesini burnuna takar oksijeni açması için eşini beklerdi.
Şimdi de eşi gelip görevini yapmıştı. Sonra gelip yanağından öpüp “fazla yorma
kendini” dedi. Hastafendi eşinin burnundan tutup sıkmıştı. Böylece eve geldiği
sırada başlayan soğukluk sona ermiş, barış sağlanmıştı.
O derin derin oksijen alırken kızı
ve eşi hazırlandı “çok geç kalmayız” deyip alışveriş merkezine gittiler.
Hastafendi oksijen kavanozunda
suyun fokurtusunu dinlerken aklına yine Temur efendinin elinde tahta bavulu ve
çıkınıyla tren istasyonunda tren bekleyişi geldi.
O yıllarda şimdiki gibi hızlı tren
veya motorlu trenler yok tabi. İs çıkararak çığlık çığlığa ilerleyen kara
trenler oflaya puflaya yolcuları menzillerine ulaştırma gayreti içinde.
‘Kapının ardı’ gurbet diyen, bir
köyden bir köye gelin gönderen anaların kendilerini yerden yere attığı bir
halkın ekmek için, nafaka için hiç bilmedikleri, sadece adını duydukları bir
şehre ‘eski payitahta’ ulaşmak için ‘ulam ulam’ yollara düşmelerini doğru
anlamak gerekiyordu.
Gerçi bu halk; yani Anadolu
Halkının yollara düşme geleneği eskiden de vardı, ama yıllardır yaşadıkları
yerlerde yaşayıp gidiyordu. Hangi akıl onların aklına düşürmüşse ‘İstanbul’un
taşı toprağı altın’ sözünü inanmışlardı bir kere o söze. Daha doğrusu inanmak
isteyip de yola düşmüşlerdi.
Meşhur ‘Kara tren’ türküsü belki
henüz o yıllar yakılmamıştı. Raylarda uzayıp giden vagonlarda Anadolu’dan
İstanbul’a umut taşıyan trenlerde kompartımanlar tıklım tıklım olması
gerekiyordu.
Belki gurbet Türküleri de o
akından, İstanbul’a akından sonra yakılmıştı ‘kim bilir?’.
Ama en yanık Türkülerdi onlar. Hele
içlerinde bir tanesi var ki; ‘yarim İstanbul’u mesken mi tuttun? Gördün
güzelleri beni unuttun’ diye başlayan. Yürek dayanmazdı ona.
Giden, belki de hiç geri dönmeyen
veya dönüşü geciken yarinin arkasından burcu burcu hasret kokan ve sitem dolu
bu türkü yıllardır dillerden hiç düşmedi.
Hastafendinin bunlar aklına gelince
yine mahzunlaşmıştı. Kim bilir belki onu da bırakıp giden bir sevdiği vardı da
o aklına düşmüştü.
Tren yolları aklına geldi.
Trenlerin geçtiği yol üzerindeki köyler, o köylerde yaşayan insanlar.
Hastafendi gençlik yıllarında tren
yolculuklarını çok severdi. ‘Fırsat buldu mu?’ mutlaka tren yolculuğuna
çıkardı.
Aslında bu tren yolculukların
başlangıçta bir amacı vardı tabi…
Çocukluktan çok sevdiği bir kız
vardı. Hani ‘çocukluk aşkı derler ya’ işte öyle bir şey. Zaten Hastafendi “aşk”
deyince “insan bir kere aşık olur. Ötekiler aşk değil; olsa olsa sevgi veya
hoşlanmadır. Ve gerçek aşk çocukluk aşkıdır. Çünkü ötekilerde ortalama insanın
riyası, ikiyüzlülüğü gizlidir; güvenilemez” derdi. Tabi bu durum insana göre
değişir. Ama herkes bu satırları okuduktan sonra geri yaslanıp “doğru mu? Değil
mi?” diye düşünmeden hüküm vermesin.
İşte Hastafendi o çocukluk aşkını
görmek için trene atlar giderdi. Bahanesi de hazırdı çok sık yapılan o
yolculukların. Soran olursa “o okulda okuyan kardeşimi görmeye” diyecekti. Yani
kendi kendini öyle kandırırdı.
Ancak o kadar gidip gelmiş; onu
görememişti. Son sınıf olduğu için köylerde staj yapıyormuş.
Kardeşi o yıl birinci sınıftı ve
çok küçüktü. Belki kendine yedirememişti; kardeşine
o kızı görmek istediğini söylemeye.
‘Neden öyle yapmıştı? Gerçekten o
kızı görmek istiyor muydu? Yoksa öylesine sırf merak ettiği için mi gidiyordu?
Veya ‘belki beni unutmuştur kaygısı mı vardı?’ bilemem. O sorunun cevabını
bugün kendi bile veremiyordu; ama yüreğinin bir yerlerinde buruk bir pişmanlık
belki o günlerdeki o bohem yaklaşımının pişmanlığıydı. Bunun cevabını kendi
bile bilemiyorsa; başka kim bilebilirdi ki?
Ama onun özelliğiydi bu; yani kendi
kendine boş vermişliği; yani amacını hep gizlemesi. “Belki bugün görürüm”
umuduyla trene atlayıp gidip de ‘göremeyince’ kardeşine o kızı görmek için
geldiğini söyletmeyen; “tekrar gelsem görebilir miyim? Bir sor ona”
dedirtmeyen…
Neyse ne, ne? İşte o sıralar
edindiği tren yolculuğunu giderek çok sever olmuştu.
Trenlerde giderken gördüğü kasaba
ve köyleri; oralardaki evleri, o evlerde yaşayan insanları düşünürdü.
Oralarda yaşanan hayatları hayal
etmeyi çok severdi. O sırada aklına bin bir düşünce üşüşür, sanki o insanların
hepsi tanıdık gelirdi ona.
‘Acaba?’ derdi. ‘Oralarda benim
gibi özlem duyup da o özlemle sevdiğini görmeye gidip; vardığı yerde
bulamayınca onu arayıp sormayı ar edinen; sonra için için yanan varmı ki?’ diye
düşünür bir cevap bulamazdı.
Gençliği hep evinden uzaklarda geçmişti.
Belki ondan, belki de içinde yaşayan; ama bir türlü kavuşmamış olduğu özlem
gereği yolculuk, gurbet ona hep tatlı bir hüzün verir; duygusallaştırırdı.
İşte o sıralar hep umursamıyor
gözüktüğü veya kendini öyle kandırdığı sevdiklerinin yanında olmanın özlemini
çekerdi.
Onun gençlik yıllarında şimdiki
iletişim ve ulaşım olanakları yoktu tabi. En bilinen iletişim olanağı
telefondu. Onunla konuşmak da meseleydi yani.
O yıllar manyetolu telefon yılları.
Telefonu bağlamakla görevli memur ‘Ankara sen aradan çık, Konya, Konya’ diye
şehir isimlerini saya saya bağlantıyı sağlamaya çalışırdı.
O yıllarla ilgili hiç unutmadığı
bir anısı vardı.
Henüz on sekizinde devrimci
heyecanla düşmüştü yollara. Kaldığı kasabada o gün pazardı. Dönerciye gitmişti.
O sıra dönercide bir pikapta ‘dağlar kızı Reyhan’ türküsü çalıyor, dönerci de
neşeyle türküye tempo tutarak elindeki bıçakla döner kesiyordu.
Nasıl olduysa o sıra aklına anası
babası düşmüş, telefonla konuşmak istemişti onlarla. Yemekten sonra hemen
yandaki postaneye telefonu yazdırmış, postanede saatlerce bekledikten sonra
telefonun bağlandığı söylenmişti.
O heyecanla telefonu eline alan
Hastafendi telefondaki sese hasretle “babacım sizi çok özledim” diye başlayan
konuşma yapmıştı. Oysa konuştuğu babası değilmiş. O sıra memleketinde
teyzeoğlunun düğünü varmış. Postanedeki memur bakmış babası yok; o sıra bulduğu
eniştesini telefona çağırmış. O da “ben baban değilim, eniştenim” dese
anlaşılıp anlaşılmayacağı belli değil “söyle oğlum” deyip babası gibi onunla konuşmuştu.
Anası yıllar sonra o olayı
anlatırken gülümser “sen hep böyle saftın, çabuk kanardın” diye onunla dalga
geçerdi.
Hastafendinin aklına bunlar
gelmişti.
Anası aklına geldiği için yine
dalıp gitti; Temur efendi de anasıyla aynı yaştaydı. Belki bir iki yaş küçük.
Onun askerden geldiği yıllarda Hastafendi de yeni doğmuş iki üç yaşlarında bir
çocuktu.
Devir Demokrat Parti devri. Ülke
büyük bir savaş tehlikesini yenice atlatmış, onun yorgunluğu vardı halkta; o
yorgunluk ve sıkıntıyla sarılmışlardı Demokrat Parti’ye. Yokluk ve korku
bunaltmıştı herkesi.
‘Alaman Harbi’ diye tanımlıyor,
biliyordu halk İkinci Dünya Savaşını . Almanlar az sıkıştırmamıştı hükümeti
“gel illa birlik olalım” diye.
Tabi şimdiki gibi gazeteler çok
yaygın değildi. Hükümetin yanında yayın yapan Son Havadis ve CHP nin gazetesi
Ulus en meşhurlarıydı. Ama onlar da köylere o da belki üç dört günlük, bir
haftalıkken gelirdi. Radyo desen o da çok varlıklı evlerde bulunurdu.
Temur Efendinin köyünde radyo
yalnız muhtarı evinde vardı. Muhtar daha önce CHP liyken şimdi hızlı Demokratçı
olmuştu.
Zaten hep öyleydi. O günün
Demokratlarının hemen hepsi dünün Altık Okçularıydı. Yıllarca orada particilik
yapanlar bakmışlar orda ekmek kalmadı, ekmek artık muhalif olmakta hızla
Demokratçı olmuşlardı.
Hele savaş yıllarında. Her türlü
karaborsacılığı yapan onlar olmasına rağmen en çok sızlanan hükümet aleyhine
propoganda yapan kah “Almanlardan yana olalım” diyen kah İngilizci Rusçu
olanlar da onlardı.
Ama kurt politikacı hiç tınmamış,
hem Almanları hem İngilizleri, hem Rusları bu arada arada bir devreye giren
ABD’yi de idare etmesini bilmiş ülkesini savaşın tam sınırında tutmuştu.
Tabi o sıra uyguladığı bu politika
gereği ekonomik yönden sanki savaştaymış gibi aldığı önlemlerle her şeyi halka
aynı eşitlikte dağıtmaya, sıkıntıyı herkesle paylaşmaya çok çalışmıştı ama
şimdi sıkı Demokratçı geçinenler o sıra fırsatçılıkla epey yükü tutmuştu.
Herkesin gözü İstanbul’daydı...
Sonraki yıllar da bu savaş
sırasında çekilen sıkıntıları anlatılan hikayeler hep İstanbul’u, Ankara’yı,
İzmir’i anlatsa da asıl sıkıntıyı çeken her zaman olduğu gibi Anadolu insanı,
kırsal kesim insanı olmuştu.
Laf lafı açıyor, laf kapıyı açıyor
misali. Hastafendinin aklına babasını ziyarete gelen arkadaşı ve onun anlattıkları
geldi.
Bir öğle vaktiydi. Balkonda
babasıyla, anasıyla oturan Hastafendi birlikte sohbet ederken kapının tak tak
vurulduğunu duydular.
‘Kim o diye?’ seslendiklerinde
yaşlı bir ses ‘çavuş orda mı?’ diye soruyordu. Sonra kapıyı açıp merdivene gelince
siması belirdi.
Hastafendi “buyur amca” derken
babası da tanımış “O hoş geldin arkıdaş ya” demişti. O ‘hoş gelen’ arkadaş
merdivenden çıkıp gelirken Hastafendinin babasına bakarken az ağlamaklı olmuş
“çavuşla helallaşmıya geliyon” demişti.
Buyur ettiler. İki eski arkadaş
konuşurken öğrenmişti. O gelen misafir Hastafendiye “sen biliyon mu? Bubandan
bi tokat alıcem var. Onu almıya geldim” demişti gülerek. Sonra babasıyla
birlikte anlatmışlardı.
O yıllar askere gidecek yaşa gelen
veya yaklaşan gençleri olası bir savaşa hazır tutmak için her gün askerlik
şubesinde toplayıp talim yaptırırlarmış. O sırada görevli olan çavuş
Hastafedinin babasına o arkadaşa bir tokat atmasını söylemiş. Hastafendinin
babası önce olmazlanmış.
‘Öyle ya durduğu yerde arkadaşa
niye tokat atsın ki?’ Ama onbaşı ısrar edince önce ona yavaşça vurmuş. Çavuş
Hastafendinin babasına “öyle tokat atılmaz, böyle atılır” diye şiddetli bir
tokat akşedince Hastafendinin babasının yüzünde şimşekler çakmış. O da ikinci
tokatı yememek için arkadaşına çok şiddetli bir tokat atmış. Babasının arkadaşı
burada araya girip “emme gözlemden ateş çıkarttın valla. O tokadı hala
unudameyon” demişti gülerek.
Hastafendinin aklına bunlar gelince
aklı yine Temur Efendiye gitmişti. Tabi Temur efendi Alman Harbinin başında
altı yedi yaşlarındaydı. Onun köyünde de belki ağabeyi askerlik şubesine
çağrılmış talim ettirilmişti.
O sıra küçük bir çocuk olan Temur
Efendi ağabeyinin her gün askerlik şubesine gidip gelişini anlamaya
çalışıyordu. Belki onun ağabeyine birine tokat attıran veya birini ağabeyine
tokat attıran bir çavuş vardı.
Zaten bu hep böyledir. Özellikle
aydınlanmamış birine yetki verirsen ilk yapacağı iş yetkisinin gücünü tanımak
veya tartmaktır. Hele askerde bu yetkiyi çok sorumsuzca kullanan o kadar çok
kişi vardır ki.
Birçok, özellikle orta yaş ve üzeri
erkeğin ‘ne askerlik anıları vardır kim bilir?’ Öyle kafasına sinmiştir ki o
öyküler, yaşanmışlıklar. Bir anlatmaya başlasın sanki o yılları yaşar gibi
anlat anlat bitiremez.
Hastafendinin babasının da çok
askerlik anısı, dedesinin esirlik ve kuvvayı milliye yılları çok anısı vardı.
Hastafendi o yılları onlardan dinleye dinleye kendi yaşamış gibi olmuştu adeta.
Hele babasının ikinci savaşı
sırasında yaptığı askerlik görevi sırasında anlattıkları aslında içler
acısıydı. Ama Hastafendi o yılları kısaca kara mizah içerikli ‘Torbadaki Tavuk’
adlı öyküyle anlatmaya çalışmıştı.
İnönü’nün niye fellik fellik
savaştan kaçtığının, kaçındığının öyküsü o yıllardaki askerlik anılarında
gizlidir.
Öyle ki askerin giyecek ayakkabısı,
elbisesi yokmuş. Bırakın tüfeği şunu bunu; ayağında doğru dürüst ayakkabısı
yokken gideceği her yere ‘tatbikat var’ adı altında yayan gidermiş. Yemek için
çıkan karavana arpa, yulaf lapasında bir de mevsiminde kapuskadan başka bir şey
yokmuş.
Yıkanmaya yıkanmaya bit almış
yürümüş. Meşhur (bitli piyade) deyimi o yıllara aittir.
Hal böyle olunca sayıca asker
sayısını artırıp kuru kalabalıkla Alman’ın İngiliz’in gözünü korkutmaktan başka
çare kalmamış. Babasının anlattığına göre Ankara’dan Kastamonu’ya oradan
İnebolu’ya kadar aylarca dağlarda dolaşmışlar. Ellerindeki silahlar kurtuluş
savaşından kalmaymış. Taburda araç olarak sadece tabur komutanına ait at
varmış.
O kalabalık asker birlikleri oradan
oraya taşınmış durmuş. Sanki herhangi bir harbe hazırmış gibi görüntü verilmiş.
Babasının dediği gibi o kadar
olanaksızlıklar içinde olsalar da ‘gerçi iş başa düşünce Alaman, İngiliz’
tanımazlarmış ya. Neyse baştaki eski asker kurt politikacı İnönü büyük bir
maharetle Türkiye’yi o savaşın dışında tutmuş.
Savaş sonrası muhalefete düştüğü
yıllarda yaptığı yurt gezisinde ‘bizi aç bıraktın’ diyen yeni yetme birine
“evet sizi aç bıraktım, ama öksüz bırakmadım” diye söylediği söz bugün bile
bilinir.
O yıllardan şimdi yatıp kalkıp
“Suriye’ye saldıralım” diye yırtınan politikacıların yönettiği bir Türkiye’ye
geldik. Hiçbiri bu savaş ‘yurttaşa kaça mal olur? Kaç can gider? Kaç çocuk
öksüz? Kaç ana baba evlatsız kalır?’ işin orasında değiller. Sadece kendi
iktidarlarının devamı umurlarında…
Lafa geldi mi? Yatıp kalkıp o
yıllara, o yıllarda çekilen sıkıntılara gönderme yapıyorlar. Tabi halk hele
yeni yetişen genç nüfus yaşanan gerçeklerin farkında değil. Söylenenlere inanıp
savaş kışkırtıcı politikalara öylesine bön bön bakıyorlar.
Hastafendinin bunlar aklına gelince
yine canı sıkılmıştı. Aklına Temur Efendiyi getirmeye çalıştı. Onu tren
istasyonuna giderken bırakmıştı.
Şimdi istasyonda tren bekliyordu.
Az önce biletini almıştı. O beklediği yer etraftaki üç dört köye yakındı.
İstasyonda komşu köyden olan iki üç kişi vardı. Onların önünde de tahta
bavullar vardı. Hepsi gelecek treni bekliyordu.
Temur efendinin aklı asker arkadaşı Birol'deydi. ‘Ona
gerçekten sahip çıkacak mı? İstanbul’da ehliyeti işe yarayıp iş bulabilecek
mi?’ bunları düşünürken dalmıştı. Birden trenin çığlıyla irkildi. Tren henüz
gözükmemişti, ama çığlığı duyulmuştu.
İstasyon köyüne yakın olduğu için hep bu tren
çığlıklarıyla büyümüştü.
Hele gece duyduğu çığlıklar onu rüyasında alır
götürürdü bir yerlere. Askere giderken ardında onu uğurlamaya gelen ağabeyi,
anası, babasını ve küçük kardeşini bırakmış; onların gözünün önündeki
silüetleri trenin çığlığıyla silinip gitmişti.
Şimdi tren beklerken uzaktan duyduğu trenin çığlığı
ona bunları düşündürmüştü.
Az sonra ‘yol yorgunu gibi’ oflaya puflaya gelen kara
tren de buhar çıkara çıkara gözükmüş geliyordu. Belli ki hızını kesmiş yavaş
geliyordu. Geldi geldi lokomotif Temur Efendiyi geçip az ilerde durdu. Her yer
trenden çıkan islimin buharına boğulmuştu. Adeta göz gözü görmüyordu.
Askerde onu uğurlamaya gelen ana babası, ağabeyi
şimdi yoktu. Gelmesini istememişti onların. Sanki köyden hiç ayrılmıyor da
şehre gidip gelecekmiş gibi çıkmıştı evden.
Çünkü burcu burcu ayrılık kokan el sallamalar ona
hoşluk vermiyordu. Öyle söylemişti onlara ve hepsiyle evde vedalaşmıştı. Zaten
istasyon köyün hemen altındaydı. ‘Ben giderim’ demişti onlara. Onlar da çaresiz
Temur Efendinin inat huyunu bildiklerinden bir de Anadolu insanı olarak
hasretliklere alışkınlıklarından kabullenmişlerdi.
Hasretliği nasıl kabullenmesinler ki. Yıllar önceden
bu yana olan savaşlarda evden çıkıp da geri dönmeyi başaran o kadar az insan
vardı ki. O kadar çok insan da gidip dönmemişti. Bütün bu yaşanmışlıklar
Anadolu insanın duygularını adeta nasırlaştırmıştı.
Temur efendiyi de ‘aynı nasırlaşmış duygularla’ onun
“siz gelmeyin” demesine ‘bu giden nereye gidiyor? Ne zaman döner? Döner mi
acaba?’ demeden “eh” deyip evden uğurlamışlardı. Ama şimdi içine bir gariplik
çöken Temur efendi dönüp dönüp arkasına bakıyordu ‘acaba bir uğurlamaya gelen
var mı?’ diye.
Gelen olmayacağı, kimsenin onu uğurlamaya gelmeyeceği
aklına gelince tahta bavulunu alıp önünde duran ilk vagonun kapısını açıp trene
bindi.
Koridorda biraz ilerlemişti ki bir kompartımanda bir
kişinin oturduğunu gördü. Boş kompartıman bulma sevinciyle içeri girdi. O
kişiye selam verdi. Tahta bavulunu güzelce yerleştirdi, geçip o adamın
karşısına camın kenarına oturdu.
O adam gülümseyerek selamını almıştı. Temur Efendi
“tren boşmuş” deyince karşısındaki adam çokbilmiş gibi “hele bekle yeğen ilerde
oturacak yer bulamazlar. Sen yerine iyi sahap ol” dedi. Temur Efendi adamı
dinlerken tren yürümüştü.
Temur efendinin gözü köyünden tarafa bağlara kaymış
bakıyordu. Karşısındaki adam “eyi bak yeğen, eyi bak bi daha ya görüsün ya
görmesin” dedi. Temur Efendi adama dönüp “niye görmeyecekmişim ki? İş bulup
çalışıp para kazanacağım. Sonra da köyüme geri döneceğim” deyince adam hafiften
gülümsemiş “sen hiç İstanbola gidip geri dönen gördün mü hiç?” demişti. Temur
efendi “İstanbol’a giddiğimi nasıl anladın ki?” deyince adam gülümseyerek tahta
bavulu işaret etmiş “Tahta bavulla yolculuk bu yönde ancak ya askere İstanbola
olur. Herkes akın akın oraya gidiyor. Bu tren hep dolu gider boş döner. Niye?
Çünküm giden geri gelmiyor da ondan. Gidenin gelirse ancak ölüsü dönüyor”
demişti.
Gerçekten adamın dediği gibi olmuş; elinde bir tahta
bavulla İstanbul yoluna düşen Temur efendinin ‘o da eğer çocukları vasiyetine
uyduysa’ ölüsü bir tahta tabut içinde memleketine geri dönmüştü.
Bunlar aklına gelince Hastafendinin içini bir
yalnızlık, bir hiçlik çöktü. O sıkıntıyla kalktı markete giden eşini ve kızını
beklemeye başladı. İçini gurbette ölüp kalıp ölüsünün buralarda kalma korkusu
çökmüştü.
Bu korkusunu dağıtmak için böyle durumlarda hep
yaptığı gibi eline kızının kitaplığından bir roman aldı. Murathan Mungana ait
‘Kaf Dağının Önü’ başlıklı kitap. Onu okumaya başladı.
Ama bir türlü kendini kitaba veremiyordu. Çünkü aklı
hala trende adamın Temur efendiye “Tahta bavulla yolculuk bu yönde ancak ya
askere İstanbola olur. Herkes akın akın oraya gidiyor. Bu tren hep dolu gider
boş döner. Niye? Çünküm giden geri gelmiyor da ondan. Gidenin gelirse ancak
ölüsü dönüyor” dediği yerdeydi.
Kalktı salon gibi kullandıkları yerden koridora doğru
gidip gelmeye başladı. Aslında oda soğuktu, ama ona bir sıcaklık basmış,
hafiften terlemişti.
Gitti salon olarak kullandıkları odanın penceresini
ve yattıkları odanın penceresini açtı. Salondaki pencerenin önüne gelip
dışarıdan gelen serinliğe doğru birkaç kez derin nefes aldı. Ama nefesi
sıkışmış, bu arada hafif üşümüştü.
Pencereden çekildi. Ne yapacağına, nereye gideceğine
karar veremiyordu. Eşi ve kızıyla markete gitmediğine pişman oldu. Onlara
telefon etti. Ne zaman geleceklerini sordu. Eşi “daha yeni geldik. Biraz sonra
geliriz” deyince sıkıntıyla telefonu kapatıp odasına gitti. Oksijen maskesini
takıp ikiye ayarladı ve yatağa uzandı.
Aklı trendeydi…
Zaten o sırada tren de epey ilerlemiş dört beş durak
geçmişti. O duraklarda da trene yeni binenler olmuştu. Bu yeni binenlerden
onların kompartımanına gelenlerle kompartıman adamakıllı dolmuştu. Temur efendi
içinden ‘adam haklıymış’ diye geçirdi. Gözü hala pencerede hızla geri giden bağ
bahçelerdeki ağaçlara dalmış bakıyordu. Kompartımanda gürültü artınca irkildi.
Karşılıklı her iki taraf da oturanlardan başka hemen kapının dışında koridorun
da dolduğunu fark etti.
İlk istasyonda inip tuvalete gitmeyi düşünmüştü.
Çünkü çok sıkışmıştı. Ama inip de dönüşte yerinden olmak da vardı. Bu
sıkıntıyla karşısında oturan adama baktı. “Gelen istasyonda insem yerime göz
kulak olur musun? Çok sıkıştım da” dedi. Adam gülümseyerek “in gardaş in. Elbet
yerine sahap olurum. Bu iş sırayla ben enince sen de benim yerime sahap
olursun” dedi.
Temur efendi adamın bu sırıtık halinden çok memnun
değildi. Ama çaresiz buna İstanbul’a kadar katlanacaktı. Kompartımanda oturan
diğer kişiler öylesine kendileriyle ilgiliydi ki; onların ne konuştuğunu
hiçbiri merak edip umursamamış, karşı karşıya veya yan yana kıyasıya bir
muhabbete girmişlerdi. İlk kez birbirini gördükleri kesin olan bu insanlar
arasında muhabbetin tek konusu İstanbul’du. Herkes birbirine ilk kez
gidecekleri bir şehir hakkında soru soruyor, bilgi almaya çalışıyordu.
Kapıya en yakın yerde oturan İstanbul’dan yeni
geldiğini söylemişti. Kendine merakla yöneltilen sorulara cevap vermeye
çalışıyordu. İstanbul’a geçen yıl gitmiş. İnşaatta çalışıyormuş. Patronu
Ardeşenliymiş. Anasının öldüğüne dair telgraf gelince izin alıp gelmiş. Adam
helal süt emmiş biriymiş. Ama izin verirken “bak anam öldü deyi yalan söyleyip
izin alıyorsan külahları değişiriz ha” diye tehditten de geri kalmamış.
Ama adam haklıymış. Dümenden böyle yalan söyleyerek
izin alıp başka yerlerde iş bakmaya giden çok oluyormuş. Şantiyede yatıp
kalktıkları için öyle bir başlarına gidip iş arayıp dönmek zor oluyormuş da
ondan bazıları “anam öldü, bubam öldü” deyip iki üç gün izin alır İstanbul’un
başka yerlerinde iş aramaya gidermiş.
Onu dinleyenler hayretle ağzına bakıyor,
söylediklerini anlamaya çalışıyordu. İçlerinden biri “akşam gidip iş arasa ya”
deyince İstanbul’a geçen yıl giden kişi ağız dolusu güldü sonra “sen diyon
gardaş? Akşam iş aramaya nereye gidip nere dönecek? İstanbul öyle böyük ki; bir
mahalleden öte mahalleye anca bi günde gidilir” deyince onu diyenler hep bir
ağızdan “vışşş!!” çekip hayretlerini dile getirdiler. Onların böyle hayrete
düştüğünü gören adam ballandıra ballandıra İstanbul’u anlatmaya devam ediyordu.
Bu sırada Temur efendi konuşulanları kulağıyla duysa
da hiç ilgilenmeyip camdan dışarı bakıyordu. Aklı ilk gelecek istasyonda inip
‘hacet’ gidermeye takılıydı.
Onun bu ilgisiz hali ballandıra ballandıra İstanbul’u
anlatan kişinin dikkatini çekmişti. Temur efendi kendini dinlemediği için biraz
da kızmıştı. Ona “hey gardaş. Sen neye gatılmıyon muhabbete, yoksam bizi güççük
mü görüyon?” diye seslendi. Önce bu soruyu duymayan Temur efendi adam sorusunu
tekrar edince fark edip o adama dönerek “anlamadım; bana mı diyorsun sen?” diye
sordu.
Adam onun buz gibi halinden, konuşmasındaki farklılıktan
ürkmüş onu memur falan zannetmişti. Korkuyla “yok efendim. Çok dalgınsınız da
ondan şey eddiydim” derken az önceki ukalaca soran halinden eser kalmamıştı.
Onun bu Temur efendiden ürken hali diğerlerine de geçmiş hepsi ona saygıyla
bakıyorlardı.
Halbuki Temur efendinin her zamanki haliydi bu
kayıtsızlığı. Bir de askerliğin son dört ayında komutan şoförlüğü yapınca
kendine bir güven gelmiş, biraz farklılaşmıştı ‘hepsi bu.’ Ama onun bu
farklılığını yol arkadaşları başka türlü yorumlamıştı anlaşılan.
Adamın son söylediklerinden “çok dalgınsınız da ondan
şey eddiydim” kısmını anlayıp ona “neyi şey eddiydin?” diye sordu.
Adam onun bu sorusu üzerine temelli ürküp cevap
vermekten kaçınınca yeniden cama döndü. O adamın cakası da böylece bozulmuş,
kompartımanı bir sessizlik kaplamıştı. O sırada karşısındaki adam da
konuşulanları hep duyduğu halde hiç lafa girmemişti.
Bu sırada tren yeni bir istasyona giriyordu. İstasyon
büyükçe bir yerdi. Neresi olduğunu okuyamamışlardı; ama onun için neresi olduğu
önemli değildi. Çok da sıkışmış olduğu için hızla kalktı. Karşısındaki adama
“yerime göz kulak olun” deyip aşağıya işini görmek için indi.
O gidince trendeki sıkkın hava dağılmış herkes
birbirine “kim bu ya?” diye sorup öğrenmeye çalışıyordu. O sırada Temur efendinin
“yerime göz kulak olun” dediği adam çok mühim birini tanıyormuş edasıyla
kompartımandakilere “komutan bu. İstanbol’a tayini çıkmış” diye sallama bilgi
verince herkes daha bir irkilmiş; bir komutanla aynı kompartımanda yolculuk
etmenin hem gururunu, hem de sıkıntısını duyuyordu.
Bu sırada koridordan onun yerini boş görüp oturmak
için kompartımana girene kompartımandaki herkes elbirlik “orası komutanın” diye
ikaz etti.
Böylece trenin koridorunda “trende bir komutan
varmış” sözü hızla yayıldı. ‘Komutan kim? Neyin komutanı?’ kimse işin orasıyla
ilgili değildi. Bu sırada diğer kompartımanlarda da herkes bu habere bir kulp
takıp farklı bir şekilde birbirine aktarıyordu.
Trende yolculuk edenlerin tamamına yakını erkek, daha
çok genç yaşta erkekti. Hepsinin askerlik anıları tazeydi. İçlerinde
arkadaşları Kore’ye gidenler vardı. Onlar askerlik muhabbetinde daha baskın
çıkıyordu.
Bu şekilde koridorlarda, kompartımanlarda herkes
İstanbul’u boş vermiş, sıkı bir askerlik yarenliğine girişmişti. Bu sırada
kimse kimseyi dinlemiyordu. Herkes önce kendi anısını dinletmeye çalışıyordu.
Böylece trene bir vağıltı çökmüştü.
Temur efendinin tabi bu olanlardan haberi yoktu. O
sırada umumi tuvalette sıra gelmesini bekliyordu. Sırası gelince tuvalete
girdi. İşini görüyordu ki trenin düdüğü acı acı ötmeye başlayınca çaresiz işini
acele gördü, yine aceleyle taharetlenip kalktı. Giyindi trene doğru koştu.
Çünkü bu sırada lokomotif harekete geçmek üzere hafif hafif rayda ilerliyordu.
Koştu açık olan kapıdan trene atladı. Bu sırada arkasında “dur geliyoz” sesleri
duyuluyordu.
Tren az sonra hızlandı. Bu sırada o kompartımanını
bulup kapıdan içeri girmişti. Onun içeri girmesiyle birlikte sesler kesildi
kompartıman süt liman oldu.
Bu sessizlik dikkatini çekti; ama bir mana veremedi.
Geçip yerine oturdu. Bu sırada İstanbul’a ne zaman varacağını merak ediyordu;
ama huyu gereği kimseye bir şey sormaz, öğrenmek istediği şeyi zamana
bırakırdı.
Köyde de hep sessiz bir genç olarak tanınırdı. Kolay
kolay kimseye şaka yapmazdı. Onun bu ketum halinden dolayı kimse de ona şaka
yapmazdı. Bu yüzden samimi olduğu fazla arkadaşı yoktu.
Köy yerinde samimi olsan ne olacak ki? Herkes kendi
işinde kaydında…
Köyde gençlerin buluştuğu kahve benzeri yer de yoktu.
Yetişkin olanlar kışları zengin ahırlarının hemen yanında bir odada buluşup
sohbet eder, daha yetişkinler de çoktan evlenmiş çoluk çocuğa karışmış
olurlardı. Yazları ise bağda, bahçede buluşan gençler kendi aralarında eğlence
çıkarırdı. İçlerinde saz çalıp söyleyen çoktu.
Ama Temur efendi pek oralara takılmazdı. Askerde de
öyleydi. Hep sessiz kendi halinde… O bu sessizliğiyle istemeden hep ilgi odağı
oluyordu. Askerde de arkadaşları hep ona yakınlaşmaya çalışmış, bunu en iyi
Üsküdarlı Birol başarmıştı. Aslında o da sessiz biraz başına buyruk biriydi.
Belki bu özellikleri onları birbirine yakılaştırmıştı.
Ağızlarından kerpetenle laf alınan iki arkadaş bir
devriye nöbetine birlikte düşünce el mecbur o nöbet sırasında dolaşırken
birbiriyle konuşmak zorunda kalmış arkadaşlıkları böyle başlamıştı. Ama ikisi
de birbirinden hoşlanmış, bir süre sonra ayrılmaz ikili olmuşlardı.
Ondan sonra da yukarıda yazdığım gibi Birol Temur
efendinin direksiyonu iyileştirmesinde çok yardımcı olmuştu. Kademedeki bu sıkı
arkadaşlık sonucu Temur efendi sağlam diresiyona sahip, aynı zamanda motordan
da anlayan komple şoför olmuştu.
Onun iyi şoförlüğün yanı sıra hep ciddi hali
nedeniyle askerliğinin bitmesine dört ay kala komutan şoförü teskere alınca onu
yerine komutan şoförlüğüne vermişlerdi.
Koskoca tugay komutanın şoförlüğü az buz şey değildi.
Bu yüzden birçok komutanı ona yağ çekmeye bile başlamıştı.
Yani o her yerde az konuşan biriydi. İnce uzun boyu,
çıkık şakak kemikleri, uzun kirpikleri, hafif renkli gözleri, hafif sarışın
saçlarıyla yakışıklı biriydi. Başında kasketinin altında asker kesimli saçları
karşısındaki adamın “komutan o” palavrasına denklik sağlıyordu.
O herkesin kendisine ilgiyle baktığının farkında
değil yine camdan dışarı bakmaya başladı. Bu sırada kapının yanındaki adamın
fısıltıyla “Allahtan bi mani çıkmazsa, hayırlısıyla yarın akşama İstanbol’a
varırız” dediğini duydu.
Canı sıkılmıştı. Trene kuşluk vakti binmişti. Demek
ki geceyi saymazsa bugün akşama kadar ve yarın akşama kadar bu adamların
gevezeliklerini dinleyecekti. O sıkıntıyla cebinden sigarasını çıkardı.
Sigarası subaylara orduda verilen cinsten subay
sigarasıydı. Komutan şoförlüğü sırasında sigara içmeyen bir astsubaydan satın
aldığı dört beş paketten biriydi elindeki paket. O paketin içinden bir sigara
çıkarıp çakmağıyla yaktı.
Onun subay sigarasını yaktığını gören herkes Temur
efendinin subay olduğuna kesin inanmış saygıyla ona bakıyorlardı. O sırada onun
için “komutan o” diye palavradan sallayan adam bile kendi yalanının doğru
olduğunu düşünerek onu subay zannedip daha saygılı bir tavır takınmıştı.
Tabi bunlardan Temur efendinin haberi yoktu. O yarın
akşama kadar nasıl vakit geçireceğinin sıkıntısıyla sigarasından bir duman
çekip öfkeyle üflerken kafasını trenin penceresine dayayıp camdan dışarı
bakmaya başladı.
Hastafendinin aklında Temur efendi uyumuş kalmış,
rüyasında bunları görüyordu. Birinin burnuna doğru üfürmesiyle uyandı. İlk anda
Temur efendi sigarasını yüzüne üflüyormuş gibi gelmişti. Gözlerini açınca
kızının yüzüne doğru eğilmiş hafiften ıslık çalar gibi üflediğini fark etti.
Nedense kızlarına hiç dayanamazdı. O sırada eşi de
kapıda gözüktü. Kızı gülümseyerek “baba rüyanda neler görüyordun yine. Yüzün
şekilden şekle giriyordu” deyince güldü. Doğrulup kızının yanaklarına iki
öpücük kondurdu. Bu sırada çok mutluydu…
Neşesi gelmişti. Az önce uyurken gördüğü rüyayı,
Temur efendiyi falan o an için unutmuştu.
Her zaman böyleydi. Kızları yanında olduğu zaman
dünyayı unuturdu. Hemen kalktı. Bu sırada eşi elinde liste “gel bak neler
aldık?” demiş, elindeki listeyi okumak için sıraya girmişti.
Kızının elinden asılmasıyla yataktan çıktı, onların
peşi sıra salona geçti.
Ev çok küçüktü. Salon olarak kullanılan kısımda evin
küçüklüğüne denk düşüyordu. Kızına da yetip artıyordu zaten. Ablası zaten
yurtdışındaydı. Arada bir gelip kalacaktı. Onlar da nasıl olsa bugün var yarın
yoktu.
Kızıyla el ele salonda yerini aldı. En büyük zevki
onunla koltuğa oturup ayaklarını sehpaya uzatıp, sohbet etmekti.
Eşi de karşı kırmızı uzun koltukta yerini almıştı. O
da orayı kendine yer tutmuştu. Elinde de alışveriş listesi vardı. Kendi
evlerinde de hep böyleydi. Alışverişten gelince aldıklarını tek tek okur. Yazar
kasadan çıkan rakamları tek tek toplayıp ‘toplamada hata var mı? Listedekiler
doğru mu yazılmış?’ kontrol eder; aldıklarını tek tek sayarken eşinin kendini
dinlemesini isterdi. Çünkü toplamayı birlikte yapmayı çok seviyordu
Bu eşinin takıntı haline gelmiş alışkanlığıydı.
Benzeri başka takıntıları da vardı. Örneğin ‘perde pileleri denk mi çekilmiş?
Her gün kullandıkları tabaklarının sayısı denk mi? Salonda ortadaki masanın
üzerindekilerin simetrisi bozulmuş mu?’ gibi takıntılar. Bu liste kontrolü bu
takıntılardan sadece biriydi. Ona önceleri eşinin bu liste okumasını dinlemek
zor geliyor, dinlemek istemiyordu. Ama eşi sabırla onu bu liste okuma dahil
bütün takıntılarına alıştırmıştı. Bunlar şimdi aralarındaki ilişki yönünden
hoşluk bile oluyordu.
Hele eşinin simetri takıntısı veya mutfakta
kullandıklarının sayısı takıntısı onun için eğlence bile oluyordu. Özellikle
eşi dediğini yapmayınca “bak mutfaktan bir eşyayı saklarım ha” diye tehdit
ederdi. Çünkü öyle bir şey olunca eşinin tabak, kaşık, çatal ne varsa hepsini
tek tek elden geçirip sayması gerekiyordu. Hayret hepsinin sayısını bilirdi.
Onun için o “bak saklarım ha” deyince eşi hemen onun dediğini yapardı.
Tabi bunlar hiç olmayacak istekler değildi.
Hastafendi biraz tembeldi o kadar.
Neyse; işte eşi şimdi elinde liste onun kendine kulak
vermesini bekliyordu. O da bunu bildiği için eli kızının elinde eşine “oku ben
hazırım” dedi.
Eşi listeyi ‘neyi neden aldığını, o aldığı şeyin
başka fiyatlı olanı veya markalı olanı var mı? Onları niye almayıp, onu tercih
ettiğini’ açıklamalı listeyi okuyup bitirdi.
Kızı bu sırada bir eşine, bir babasına bakıp
gülüyordu. Eşi listeyi okuyup bitirmişti; ama işlem bitmemişti henüz.
Aldıklarını mutfakta yerlerine yerleştirirken sıra onları tek tek göstermeye
gelmişti.
Hastafendi eşi listeyi okuyup bitirince kızının elini
bırakıp eşinin peşinden mutfağa gitmek için ayağa kalkmıştı. Eşi önde o ve kızı
arkada mutfağa gittiler. Eşi poşetten aldıklarını tek tek çıkarıp göstererek
yerlerine yerleştiriyordu. Kızı “ay valla filimsiniz ha” deyince o kızının
yanağından bir makas alıp “ne haber? Evlilik böyle bir şey… Zaman içinde
karşılıklı hoşluk yaratmak ve birbirini kabullenmek… Yoksa o yıllar nasıl
geçiyor sanıyorsun ki?” dedi.
Eşinin işlemleri bitince kızıyla tekrar salona
geçtiler. Eşi arkalarından elinde meyve tabakları geldi. Şimdi sıra birlikte
meyve yemeye gelmişti. Bu sırada eşi gittikleri alışveriş merkezinde gördüğü
ilginçlikleri anlatıyordu. Hastafendiye “sen de gelseydin ya” deyince eşine
gülümsedi. Eşi bu gülümsemeye “tamam tamam yorgundun. Unuttum. Sen olunca ben
daha mutlu oluyorum da ondan öyle dediydim” diye açıklama getirdi.
Hastafendide onlar alışveriş merkezine gittikleri
sırada duyduğu sıkıntıdan eser kalmamıştı. Birlikte bir süre daha sohbet
ettikten sonra ‘vakit geç oldu’ deyip yattılar.
Az önce uykudan kalktığı için uyku tutmamıştı, ama
aklına Temur efendiyi getirmemeye çalışarak uyumaya çalıştı. Bir süre sonra
hepsi uyumuştu.
Gece yine karışık birçok rüya görmüştü. Sabah
uyandığında kızı da işe gitmek için kalkmıştı. Eşi geç kalkma huyunu burada da
devam ettiriyordu. Zaten erken kalksa da yapacağı bir şey yoktu ki… Her zamanki
gibi usulca kalktı. Sabah ilaçlarını alacaktı. Bir iki lokma bir şeyler yedi.
Kızı da bu sırada hazırlanmıştı. Onu öptü. “Akşama görüşürüz babacığım” deyip
çıktı.
İlaçlarını almıştı. Bir ara tekrar yatmayı aklından
geçirdi. Sonra vazgeçti. Giyindi çıktı. Erkenden sahile inecekti. Kaç gündür
geçmişte Kadıköy’de Haydarpaşa-Kadıköy, Haydarpaşa-Üsküdar arası kayıkçılık
yapanlarla ilgili araştırma yapıyordu. O yıllar İstanbul’a göç edenlerin
İstanbul’a geldiklerinde ilk tanıştığı kişiler arasında önce kayıkçıların
olduğunu düşünmüştü. O yıllar özellikle trenle gelenlerin çoğunun o kayıklarla
Kadıköy’e veya Üsküdar’a taşındığını öğrenmişti. Ayrıca o kayıkçıların
yaşamlarında da çok ilginç ayrıntılar vardı.
Düşünsenize Anadolu’nun bozkırında denizle ilgili
olmayan bir şehrin, Çankırı’nın bir köyünden insanlar Kadıköy’e gelip
kayıkçılığa el koymuşlar. Kayıkçılık onlardan soruluyordu.
Onlarla ilgili ilk bildikleri yıllar önce okuduğu
Yaşar Kemal’in ‘Bir Bulut Kaynıyor- Bu Diyar Baştanbaşa’ başlıklı Cumhuriyet
gazetesindeki röportajlarını topladığı kitapta okuduklarıydı. Çoğu yüzme
bilmeyen babadan oğla miras yoluyla geçen kayıkçılık zanaatı bu zanaatı
uygulayan Anadolu’nun kavruk insanları.
Bunların hepsi Çankırı’nın Alpsarı köyündendi. Kayık
ve kayıkçı sayısı sabit tutularak başlayan kayıkçılık zanaatını yapanlar ilk
önceleri Rumlardan oluşuyormuş. Şirketi Hayriye ve İdare-İ Aziziye Devlet Demir
yolları vapur işletmeciliğine başladıktan sonra Kadıköy-İstanbul arası
kayıkçılık cazip meslek olmaktan çıkmış. Bu nedenle Rum kayıkçılar bu işi
yapmaktan vazgeçmiş.
Bu sırada Bağdat demiryolu yapılıp Haydarpaşa
demiryolunun başlangıç noktası olunca yeniden Haydarpaşa-Kadıköy, Haydarpaşa-
Üsküdar hattında kayıkçılık tekrar gözde meslek halini almış. İşte bu sırada
Çankırı’nın Alpsarı köyünden İstanbul’a göçenler bu mesleğe talip olmuşlar.
Kayıkçılık ilkeleri ilk zamanda olduğu gibi gedik
usulü olarak devam etmiş. Sandalların da devreye girmesiyle hat sadece
Kadıköy-Haydarpaşa hattı değil Kadıköy’den Üsküdar ve İstanbul’a da yolcu
taşınmaya başlanmış. Kayıkların yerini sandal aldığı için kayıkçı gediği sandal
gediğine dönüşmüş.
Başta da yazdığım gibi bu iş Çankırı’nın Alpsarı
köylülerinin uhdesinde devam etmişti. Denizin olmadığı bir köyden gelenler için
başta altı ay kayıkçılık ve yüzme kursu şart koşulduysa da sonradan yüzme kursu
şartı kaldırılmış. Böylece hiç yüzme bilmeyen kayıkçıların kullandığı
kayıklarla bu seferler yapılmıştı.
Kayıklarda kural gereği iki kayıkçı olurdu. En fazla
dört yolcu alınırdı. Bu kurallara herkes titizlikle uyardı.
Alpsarılı kayıkçılarla ilgili en eski bilgi 1900 ün
başlarındaki bilgilerdir. Bu konuda daha fazla bilgi sahibi olmak isteyen
internette gezinip öğrenebilir.
Onun dikkatini çeken asıl mesleği leblebicilik olan
bir şehrin köyünden İstanbul’a göç edenlerin kayıkçılığı meslek haline
getirmesi ve uzun yıllar bir disiplinle bu mesleği babadan oğula miras yoluyla
geçen bir zanaat olarak sürdürmeleriydi. İnternetteki bilgilerde kayıkçılığın
1963 yılına kadar devam ettiği kişi başına yirmi beş kuruş ücret alındığıydı.
Dört kişi bindiğine göre her gidiş geliş dolu olduğu varsayılırsa bir seferde
iki lira kazanılır akşama kadar artık kaç sefer yaparsa o paraya kanaat
getirilirmiş.
Bunlar İstanbul’daki ilginç mesleklerdi. Örneğin
hamallık da öyle… Siz ‘Hamallık’ deyip geçmeyin. Onun da sıkı kuralları vardı.
Her isteyen şıppadak hamal olamazdı.
Eskiden hamallar meslektaşlarıyla birlikte loncalara
ait yerlerde yaşarmış. Loncalar odalara bölünür, her odanın başında bir
hamalbaşı bulunurmuş. Bu yerlerin kiraları ve üyelik aidatları loncalar
tarafından doğrudan doğruya yevmiyelerinden kesilirmiş. Bu meslek de tıpkı
kayıkçılık gibi babadan oğula geçermiş. Hamallık kurallarına uymayan ise ihraç
edilirmiş. Çoğu mesleğini dürüstçe yaptığı için en kıymetli mallar hiç tereddüt
etmeden onlara teslim edilirmiş. Bu hamalların içinde pazarlarda sebze ve meyve
taşıyanlarına ise küfeci denirmiş.
Hanlarda, iskele ve limanlardaki hamallık yapanlar
‘arkalık’ adı verilen meşinden yapılmış içi samanla dolu semerleriyle yük
taşırlarmış. Büyük fıçılar sırıkla taşınır, bu tip yük taşıyan hamallara sırık
hamalı denirmiş. Sırık hamalları dört kişiden oluşur; dişbudak ağacından
yapılmış uzun sırıkları omuzlarına alarak kısa, çabuk adımlarla yüklerini
dengeleyerek yürürlermiş. Bunun için önceden kısa bir alıştırma yaparlarmış.
İstanbul yüzyıllardır ticaretin çok canlı yapıldığı
bir merkez olduğu için hamallık mesleği bu şehirde yüzyıllardır yapılıyormuş.
Dolayısıyla yıllara dayanan kuralları oluşmuş. Çok eskiden bu işi Ermeniler ve
Türkler yaparmış. Cumhuriyetten sonra Anadolu’dan İstanbul’a göçle beraber
hamallık daha çok Siirt ve Diyarbakırlı Kürtlerin eline geçmiş. Ama kurallar
çok değişmemiş.
İstanbul’da geçmişte birçok hamal ve amele isyanı
olmuş. Özellikle hamallık yaparken ağır yükün altında sakat kalanlar ve ölenler
oluyormuş. O yıllarda yani cumhuriyetin ilk yıllarında bu hamal ölümleri ve
sakat kalmalarına önlem alınmaya çalışılmış; İstanbul’da sırt hamallarından bir
yurttaş öldüğü için sırt hamallığının ortadan kaldırılması için İç İşleri
Bakanlığı sırt hamallığını yasaklamış; ancak hamallık, sırt hamallığı bir
meslek olarak yapılmaya devam etmişti.
İstanbul’a göç devam ettikçe bu göçle gelenlerden
hamallığı meslek olarak seçenler hep olmuş. Ancak hamal sayısı arttıkça çeşitli
semtlerde yapılan hamallığa yazılı olmayan bir kural gereği sınırlama
getirilmiş. Kişiler hamal olabilmek için bir nevi hava parası ödemek zorunda
bırakılmıştı.
Bir süre sonra bu iş daha zorlaştırılmış, kurallar
daha sıkılaştırılmış. Öyle ki bölgedeki yetkili ve etkili kişilerin
belirledikleri hava parasını ödemeyene hamallık yaptırılmamış. Hamal
taşımacılığı için mutlaka bir hamal bölüğüne üye olma şartı getirilmiş. Hamal
semeri için çalıştığı semte göre neredeyse sermaye sayılabilecek para ödenmesi
şart koşulmuş. Bu parayı ödemesine rağmen diğer şartları taşımadığı için
bazıları hamal olamamışlar.
Hamallık mesleği İstanbul’un bütün semtlerinde icra
edilirmiş. En kalabalık hamal Eminönü’de çalışırmış.
Öyle ki; bugün bile Eminönü’nde binlerce kişi
hamallık yaparak hayatını kazanıyor. Bu insanların burada çalışabilmesi çok
kolay değil. Bu iş için bir etek para ödemeleri gerekiyor. Çünkü hamallar,
hamallık mesleğini icra edebilmesi için bölgedeki yetkili ve etkili kişilerin
belirledikleri hava parasını vermek zorundadır.
Yük ve eşya taşıyabilmek için herhangi bir bölük
üyesi olma şartı aranırken bir hamal semerinin hava parası 7-8 milyardan başlar
hamallık yapılan yere göre değişir. Hamal mafyası bile oluşmuş. Herhangi bir
hamal bölüğüne üye olmadan hamallık yapmaya kalkan olursa onlara karşı şiddet
uygulanarak hamallık yapmaları engellenir.
Buradan da anlaşılacağı gibi o yıllar ‘taşı toprağı
altın’ diye Anadolu’nun hücum ettiği İstanbul’da gelenleri yukarıda yazdığıma
benzer sürprizler bekliyordu. Her iş alanı önceden gelenler tarafından
tutulmuş, amelelik yapmak için bile birilerini görmek, avanta ödemek itiyat
haline gelmişti.
İstanbul’a
gelenler kayıkçılık, hamallık, hamam keseciliği, inşaat ameleliği, o yıllar bol
olan bağ ve bahçelerde ırgatlık, yeni yeni zanaat haline gelen kapıcılık vb.
benzer çalışma alanlarında hep benzeri zorlukları aşmak zorundaydılar.
Bu işlerde çalışmak isteyenleri ilk karşılayanlar da
Ferhat’ın kahveyi mesken tutmuştu. Haydar dayının anlattığına göre çok geniş
olan kahvenin içine, yazları bahçeye konan masalar iş bulma büroları gibi
çalışıyormuş.
Hastafendi kafasında günlerdir araştırma sonucu
edindiği bu bilgilerle her zaman yaptığı gibi köşedeki simitçinin hemen
yanındaki kanepede oturmuştu.
Simitçi onun sessizce gelip oturmasına alışmıştı.
Hastafendinin dalgın olduğunu görünce tezgahının içini düzenlemeye başlamıştı.
Neden sonra o simitçiye “bana bir simit bir de
gravyer verirmisin?” deyince simitçi gülümseyerek “günaydın amca yine dalgınsın
bugün” deyip simidi ve peyniri peçeteye sarıp verdi. Hastafendi yanında hep bir
şişe su bulundururdu. Sanırım içtiği ilaçlar ağzını kurutuyordu. Simitle
peyniri alınca suyu da yanına koydu. Kendine ‘günaydın’ diyen simitçiye
“günaydın” diye cevap verdi. Simitçinin “yine bugün dalgınsın amca” kısmını
duymazlıktan gelmişti. Simitçi “hayırdır bugün erkencisin” deyince gülümseyerek
“hanım evden kovdu” dedi.
Simitçi onu geliş gidiş tanımış, çok sohbet
sevmediğini öğrenmişti. Onun için üstelemedi. Zaten o sıra çocuklar, gelip
geçen birer ikişer simit almaya başlamıştı. Hastafendi simidini yiyip bitirince
elindeki peçeteyi ağzına silip simitçinin yanındaki çöp sepetine attı. Sonra
kalktı simitçiye “hadi hoşça kal” deyip ilerde Kadıköy dolmuşlarının geçtiği
yola yürüdü.
O saat iş saati olduğu için dolmuşlar çok kalabalık
oluyordu. Onun elinde baston olduğu için mutlaka bir yer veren olurdu. Bunu
bildiği için dolmuşların kalabalık olmasına aldırış etmeden önüne duran ilk
dolmuşa bindi. Dolmuş tıklım tıklım doluydu. Ama beklediği gibi hemen yanında
oturan genç kalkıp “buyur amca” dedi. Hastafendi ‘amca’ dendiğinde aslında
kızardı, ama amcalık buralarda işe yaradığı için memnun olmuştu. Gence teşekkür
edip boşalan koltuğa oturdu.
Sahile inince orada geçmişte deniz olan parkta deniz
kenarındaki kanepelere oturup kendince o yıllar İstanbul’a trenle gelip
kayıklarla Kadıköy’e gelenleri kafasında kurmayı düşünüyordu. Bu sırada hep
yaptığı gibi içinden dolmuştakilerin memleketlerini, İstanbul’a ailelerinin ne
zaman geldiğini tahmin etmeye çalışıyordu.
Ama dolmuşta ona bu konuda fikir verebilecek kimse
yok gibiydi. Hepsi genç genç insanlardı. Dolmuşta tek yaşlı kendisiydi. Diğer
yolcuların ona “amca bu saatte ne işin vardı. Ha evinde oturaydın ya” der gibi
baktıklarını düşünüp rahatsız oldu. Yanındaki yolcuya baktı. Göz göze gelince
selamlaştılar.
O da gençten işçi görünüşlü biriydi. “Hayırdır amca
erkenden” deyince Hastafendi az önceki düşüncesinde ne kadar haklı olduğunu
düşünüp bu soruya biraz kızdı, ama belli etmedi. Sadece “ihtiyarlık amcam… Bu
saatte biz doktordan başka nereye gideriz ki? Üstünüze afiyet biraz rahatsızım
da” dedi.
İşçiye benzeyen genç “geçmiş olsun amca. Nefes
darlığı var galiba” deyince içinden ‘la havla’ çekip sohbeti kısa kesmek için
“var amcam var. Bir o olsa iyi ya. Amcanda daha ne marifetler var da burası
konuşma yeri değil” dedi.
Genç sanırım onun kızdırdığını fark etti. Başka hiç
soru sormadı. Zaten iki durak sonra indi. Ama inerken ona dönüp gülümseyerek
“amca sana Allah kolaylıklar versin” demeyi de ihmal etmedi. Sanırım “ne kızdın
amca? BMC kamyon gibi hırlayıp tıslıyordun da ondan öyle dedim. Yoksa senin
işin zor olduğunu anlamak için Arif olmak gerekmez” demek istemişti. Hastafendi
de aynen öyle anladı, gencin arkasından “gül bakalım gül. Benim yaşa gel de o
zaman göreyim” diye mırıldanıyordu.
Sanırım yüksek sesle mırıldanmıştı ki ayakta olanlar
dahil etrafındaki yolcular kikirdedi. Yandan birisi “amca yaş kaç?” deyince
içinden ‘al bakalım başına belayı meraklı turşu. Yanındakine merakla bakınca
sonunda böyle milletin oyuncağı olursun’ diye geçiriyordu.
Soruyu soran gence “altmış üç yaşındayım delikanlı az
mı?” dedi. Delikanlı “oo amca valla o kadar göstermiyorsun. Helal olsun” diye
cevap verdi.
Bu söz biraz koltuklarını kabartmıştı. “Sağ ol
delikanlı görüntü fena değildir de içimiz eskidi” dedi. Sohbet bu şekilde
uzayıp gidecekti belki, ama o soruyu soran genç de gelen durakta indi. İnerken
ona gülümseyerek “olsun amca yine iyisin maşallah” deyip indi.
Hastafendi bu gençten gıcık almamıştı. Çünkü ne de
olsa genç bulup övmüştü onu. Hastalığın boyutu ne olursa olsun içindeki yaşama
heyecanıyla kendini genç hissediyordu. Ta ki ayağa kalkıp adım atana kadar. O
zaman yaşlılığı ve işe yaramazlığı kafasına dank ediyordu.
O gencin ‘olsun amca yine iyisin maşallah’ deyişinin
verdiği keyfi tadarken dolmuş son durağa gelmişti. Tabi orada ayağa kalkıp
dolmuştan oflayarak inerken o keyiften eser kalmamıştı.
Çünkü son zamanda bel ağrıları yine başlamıştı. Bu
ağrılar ona yaklaşık beş yıl önce yaşadığı narkozsuz omirilik çimentolama
operasyonunu hatırlatıyor aklına ‘yine mi aynı operasyon söz konusu olacak?’
sorusu gelince canı sıkılıyordu.
Korkusu o ameliyatta duyduğu acılar değildi. Asıl
korkusu o operasyon sonunda sakat kalma tehlikesindendi.
İlk operasyonda iki saat boyunca onca acıya
aldırmadan direnmiş, içinden hep ‘ya kalkıp yürümeyi, ya da sedyede ölmeyi’
dilemişti.
Onun için şimdi duyduğu bel ağrıları onu çok
korkutuyordu. Bel ağrısıyla az önce yaşadığı keyifli anı çoktan unutmuştu.
Yakındaki ilk otobüs durağına kendini attı. Orada biraz soluklanıp daha sonra
deniz kenarındaki kanepelere gidecekti.
Bu sırada gözü yine etraftaydı. Kadıköy henüz yeni
hareketleniyordu. Telefondaki saate baktı, sekiz buçuğu gösteriyordu. “Allah Allah” dedi. Bu kadar erken yola
düştüğüne şaşırmıştı. Etrafta gelen otobüslerden inip vapurlara koşanlar,
vapurlardan inip otobüslere koşanlarla tam bir koşuşturma alıp yürümüştü.
Onun bu koşuşturanlara bakarken beyni dönmüştü.
Cebinden oksijen ölçeri çıkarıp parmağına taktı. Seksen sekizi gösterince
içinden “iyi bu beni deniz kenarına kadar götürür” diye geçirip ayağa kalktı ve
deniz kenarına doğru yürüdü. Orası da sakindi. Bakındı hemen ilerde ağacın
dibinde bir kanepe gördü. Gidip oraya kuruldu. Elindeki hiç eksik etmediği su
şişesinden bir iki yudum alıp denizi seyretmeye başladı. Hava güneşliydi. Deniz
de oldukça durgundu. Sadece gelip giden vapurların oluşturduğu dalgalar kabarıp
gelip kenara vuruyordu.
İçinden oturduğu yerin de deniz olduğu geçti. Geriye
doğru baktı. Haydar dayının dediğine göre bu meydan olduğu gibi denizdi.
Kayıkçı iskeleleri de o geride caddenin hemen yanında sıralanmıştı. Kendi
kendine gülümsedi. “Yüzme bilmediğim halde denizin içindeyim” diye aklından
geçiriyordu.
O sırada kendinden oldukça yaşlı bir bey selam verip
oturdu. O da selamı aldı, ama içinden ‘be herif o kadar boş yer vardı gelip
beni buldun’ diye söyleniyordu.
Yanına oturan sanki onun içinden söylendiğini duymuş
gibi gülümseyerek “etrafta çok boş kanepe var. Ama insan bir başına sıkılıyor.
Onun için gelip yanına oturdum. Sanırım seni de evden kovaladılar” dedi.
Yaşlı adamın hoş hali konuşmasındaki sıcaklık onun
tepkisini yumuşatmıştı. Adamın en son “sanırım seni de evden kovaladılar”
sözüne gülümseyerek “yok dayı ben kendim kaçtım. Hanımın haberi bile olmadı”
dedi.
Dayı “ha hanım kovmuş, ha habersiz kaçmışın. Ne fark
eder. Sen de benim gibi deniz kenarına gelip kendini dinlemek istemişsin”
deyince irkildi. Gerçekten buraya bu saatte kendini dinlemek için gelmişti. Temur
efendi, kayıkçılar hepsi onun kendini dinlemesini sağlayan, onun iç dünyasında
yarattığı bir dünyanın insanları değil miydi? Günlerdir Temur efendinin izini
niye takip ediyordu ki?
O dayının sözleriyle içinden bunları geçirdi sonra
dönüp ona “haklısın galiba. Farkında değildim, ama siz söyleyince fark ettim.
Gerçekten buraya kendimi, içimdekileri dinlemek için geldim” dedi.
Onun bu sözlerini dikkatle dinleyen ‘dayı’ kendini
tanıttı. Yetmiş sekiz yaşındaymış. Evliymiş. Çocuklarını çoktan yuvadan uçurmuş.
Hala sevdiği bir eşi varmış. Aslında her yere onunla gidermiş.
Ama yine de ondan ayrı böyle bir kenara çekilip
kendini dinlemeyi çok severmiş. Eşi uzunca süredir hastaymış. Onu rahtsız
etmeden birçok sabah erkenden buraya gelir denizi seyreder sonra da evine
dönermiş.
Burada deniz kenarında İstanbul’a ilk geldiği anları
düşünmek ona ayrı bir hoşluk veriyormuş.
O dayı bunları söyleyince Hastafendi heyecanlanmıştı.
“Afedersiniz. İstanbul’a ilk geldiğim günler dediniz. İstanbul’a ne zaman
geldiniz?” deyince adam derin bir geçirip “Bin dokuz yüz elli sekiz yılıydı”
dedi. “İlk o zaman denizi gördüm” diye devam etti.
Onun bu sözleri Hastafendiyi daha heyecanlandırmıştı.
Etrafına bakınıp “sanırım buralar denizdi o yıllar. Öyle değil mi?” diye sordu.
‘Dayı’ başını salladı “doğru dedin. Buralar hep denizdi” dedikten sonra geriye
dönüp karşıdaki binaları işaret etti. “Deniz o binalara kadar gidiyordu. Bu
meydan falan hep denizdi” dedi.
Kastamonuluymuş. Kastamonu’nun bir köyündenmiş..
Babası onu okutmak için çok uğraşmış. Onun en çok öğretmen olmasını istiyormuş.
Aslında haşarı bir çocuk da değilmiş, ama aklı derslere fazla ermiyormuş.
Babası baktı olmayacak ilk mektepten sonra onu yanına almış.
Babası iyi duvar ustasıymış. Kerpiç ev yapmakta
üstüne yokmuş. Onun yanında çalışırken askerliği gelince askere gitmiş.
Askerliği yapıp köye döndüğü sırada köyde her yerde bir İstanbul yarenliği
gidiyormuş. O askerlik sonrası bir iki hafta gezip dinlendikten sonra babası
ona “İstanbul’a git” demiş.
Babasının İstanbul’da asker arkadaşı varmış. O
babasına haber gönderip “İstanbul’a gelmesini İstanbul’da inşaat işinin alıp
yürüdüğünü. Çok ustaya ihtiyaç olduğunu” diyesiymiş. Babası kendisi köyünü
kıyıp o arkadaşının çağrısına uymadığına çok pişmanmış. “Şimdi bizden geçti,
ama sen git oğlum gurtar kendinü” demiş. O da baba sözü dinleyip elinde
babasının arkadaşına yazdığı mektup ve adresi “ver elini İstanbul” deyip düşmüş
yola.
Hastafendi onu dinlerken gözünün önüne Haydar dayı
geldi. Onu da aynı sözlerle muhtar İstanbul’a gidip kendini kurtarmasını
söyleyince o da “ver elini” deyip İstanbul yollarına düşmüş.
“Ver elini İstanbul”…
Hastafendi gülümseyerek ona “Dayı ‘ver elini İstanbul
demişsin. Peki İstanbul elini verdi mi sana?” diye sordu.
‘Dayı’ hafiften bir kahkaha attı. “Yeğen yanına
otururken seni pek sosur bulmuşdum. Ama sen baya sohbet adamıymışsın” dedikten
sonra “nerde!! İstanbul adama elini verir gibi yapar kolunu gapar. İşde bana
bak. Geliş o geliş. Bi anam babam öldüğünde giddim köye. O gün bugündür kolum
İstanbul’un elinde hala kurtaramadım. Amma ölünce kurtarıcam kolumu” dedi.
Hastafendinin “nasıl kurtaracaksın?” diye baktığını
fark edip “çocuklara tembih ettim. Ne zaman hakkın rahmetine kavuşursam beni
köyüme götürüp gömecekler” deyince hastafendinin aklına yine Temur efendi
gelmişti. “Acaba çocukları babasının vasiyetine uyup onu köyüne götürdüler mi?”
diye aklından geçiriyordu.
‘Dayı’ “ne o hemşerim bir den durgunlaştın” deyince o
“yok dayı aklıma bir şey geldiydi de. Eee sonra?” dedi.
O “ne sonrası hepsi bu” deyince Hastafendi “ver elini
İstanbul deyince ne oldu? Onu sordum” dedi.
‘Dayı’ “ha o mu? Nolcak canım? Bindim trene lakıdık
lukuduk sallana sallana geldim. Elimde zaten adres varıdı. Haydarpaşaya gelince
bir kayığa atladım. Geldim Kadıköy’e” dedi.
Geriye döndü. Karşıda meydanın yukarısında bir yeri
işaret ederek “orda bir kahve vardı. Ferhat’ın kahve. Sorarak orayı buldum.
Babamın asker arkadaşı zaten Kadıköy’lü. Akşamları o kahveye uğrar, oradan işçi
alırmış. Kahveci de onu tanıyormuş. Akşama kadar bekledim. Babamın arkadaşı
gelince gösterdiler. Verdim mektubu. Beni göre kapa aldı. Bi hoşbeş derken aldı
beni evine götürdü. Ondan sonra onun yanında, başka yerlerde çalıştım. Kendime
de Üsküdar’da iki katlı bir ev yaptım yukarıda. İşde öyle geçinip gidiyoruz”
dedi.
Dayı “Üsküdar’da
kendime iki katlı ev yaptık yukarıda. Geçinip gidiyoruz” deyip susunca
Hastafendi “eee sonra” dedi.
Dayı şöyle bir bakıp “ne sonrası yiğen. Öyle işte
hepsi bu” deyince hastafendi “dayı valla senin sohbetine doyum olmaz” deyince
dayı biraz bozulmuştu; ama gülümseyerek “şimdi ne demek oluyo bu?” diye sordu.
Hastafendi bu soru üzerine gülümsedi ve “ne olacak? O
kadar yılı iki cümlede bitirdin. Bunu ‘benim diyen insan’ başaramazdı. Özetin
özetiyle hallettin” deyince dayı “sen niye merak ediyorsun benim hayatı?
Gazeteci falan mısın?” diye sordu.
Dayı
Hastafendiye bakmaya devam ediyordu. Onun böyle kendine dikkatli baktığını
gören Hastafendi “ne şaşırdın dayı?” deyince yaşlı adam gülümseyerek “hakikaten
gazetecimisin diye baktım. Gerçi hiç benzemiyorsun, ama belli olmaz tabi” dedi.
Bunu duyan Hastafendi “niyeymiş o? Şimdi benden
gazeteci olmaz mı?” deyince dayı ağız dolusu güldü “sabah sabah kalkıp yanına
geldiğime değdi. Seninle iyi vakit geçireceğiz” dedi.
Bu iltifat üzerine Hastafendi “sağol dayı. Aslında
ben de sohbeti çok sevmem. Ama durduğum yerde başıma iş aldım. Onun için
dolaşıyorum buralarda” dedi ve ‘onunla niye sohbeti sürdürmeye? Onu niye
dinlemeye çalıştığını?’ anlattı.
Hele Temur efendinden bahsedince; onun ölümünü
gördüğünü, çocuklarını, onun “beni memlekete gömün” diye vasiyetini duyunca
yerinde biraz daha yayıldı “anlatayım dinle öyleyse. Bu çorbada benim de tuzum
olsun” dedi. Ve anlatmaya başladı.
Tren Haydarpaşa’da durunca etrafına ‘şöyle’ bir
bakınmış. Trende gelirken ona yanaşıp önce hoş beş edip samimi olan, sonra
“İstanbul’da sana iş bulmada yardımcı olayım” diyen o çakır gözlü adamı görünce
baka kalmış. Çünkü o adam trenden inen yirmi yirmibeş kişiyi asker gibi
sıralayıp peşine takmış geliyormuş.
Dayının kendine baktığını görünce onu görmezden gelip
o sıraya dizdiği adamlarla yanından gelip geçmiş.
Dayı bunu anlatınca soluklandı; sonra “meğer adam
simsarmış” dedi.
Hastafendinin “o da neymiş” gibi sorarak baktığını
görünce gülümsedi. “Yeğen bu simsarlar trenlerde kompartımanları dolaşır
İstanbul’a iş için giden, ama tanıdık kimi kimsesi olmayanları tespit eder
sonra onlara ‘ben size iş bulurum’ deyip isimlerini yazarmış. Onları önceden
danışıp anlaştığı mütahitlere götürüp pazarlarmış. Ve işçi başına da bir ücret
alırmış. Ama işçilerden de ayrıca yevmiye başına ‘size iş buldum’ diye ücret
alırmış. Tabi garipler yol bilmez, iz bilmez. Gelip inşaat şantiyesine teslim
edildikleri için her denene uyarmış” diye uzunca anlattı.
Bunları dinleyen Hastafendinin aklına Temur efendinin
kompartımanındaki karşısında şapkası önüne eğik adamla, oradakilere inşaatta
çalıştığını söyleyen adam geldi. İçinden “belli ki onlar da simsardı” diye
geçirdi.
Böylece kendi hayal dünyasının kurgusuyla dayının anlattığını
örtüştürmüştü. İçinden “onlarla sonra ilgilenirim” deyip dayıya anlatmaya devam
etmesi için bakıyordu.
Dayı Hastafendinin bir an duraklayıp bir şeyler
düşündüğünü fark etse de üzerinde durmayıp anlatmaya devam etti.
“Yani yeğen senin anlayacağın o yıllar işler böyle
yürüyordu. Birileri çalışıyor, birileri de hiç çalışmadan kurnazlık yapıp o
çalışanların sırtından para kazanıyordu. Gerçi şimdi de işler böyle yürüyor ya”
dedikten sonra ona “sen televizyon izlemiyor musun? Hani o çıkıp ‘ben de o işçilerin
içinden geldim. İnşaatlarda çok çalıştım’ deyip bunu şimdi yaptıracağı büyük
konutlarda reklam için söyleyen bilmemne oğulları var ya; sermayeyi hep o
simsarlıklardan tuttular. O zaman her simsar önce kendi hemşerilerine
dadanırdı. Yani ilk ekibi onlardan kurardı. Sonra başka yerlerden gelenlere el
atardı. Bu yüzden bu simsarlar arasında az savaş olmadı. Az insan ölmedi bu
kavgalarda. Neyse benim onlarla hiç ilgim olmadı. Elimde tahta bavulum koynumda
babamın yazdığı mektup trenden indim. Garın dışına çıkınca denizi gördüm.
Şaşırmadım desem yalan olur. Çok şaşırdım. Hiç böyle kalabalık su görmemiştim.
Bu kadar su nerden toplaştı deyi çok hayret ettim. Sonra babamın asker
arkadaşının tarif ettiği gibi oradaki kayıkların yanına gittim. Kadıköy’e gideceğimi
söyledim. Yanaşan kayıktaki kayıkçı ‘gel hemşerim ben oraya gideyrim’ deyince
bindim o kayığa. Üç kişi daha bindi. Kayıkçı kayık paralarını toplayıp, asıldı
küreklere. Geldik Kadıköy’e. Kayıktan indim. Etrafıma bakındım adres soracağım.
Biri bana yanaştı ‘ne bakınaysun hemşerum’ dedi. Ona ‘Ferhat’ın kahveye
gideceğim, onu bakınırım’ dedim. Bana ‘sen işçumusun?’ diye sorunca ‘hayır
ustayım’ dedim. Ben öyle deyince adam bana şöyle bir baktı. ‘Hiç te benzemeysun
ama, hiç te pelli olmaz. Kepenek altunda yiğit yatarumuş’ deyip bana kahveyi
tarif etti. ‘Ha şuradan şoyle git. Dön sağa. Biraz daha git. Sonra sola dön’
dedi. Sonra bana ‘ne bakınaysun? İşde orda kahve karşındadur da!’ deyince ben
tarifi anlamış gibi ‘sağ ol’ deyip yürüdüm.
Ama bir şey anlamamıştım. O arkamdan ‘anlamaduysan bi
daha anlatayum’ dediyse de ben sağ ol deyip yürüdüm. Epey gittim. Geriye baktım
o arkadaş gözükmüyordu. Orada bir faytoncu vardı, ona yanaşıp Ferhat’ın kahveyi
sordum. O güzelce tarif etti. O tarif üzerine gittim kahveyi buldum.
Kahvenin çok bahçesi vardı. Bahçede tahta masa ve
sandalyeler vardı. Oralarda tek tük de oturanlar vardı.
Kahvenin içi ise çok genişti. Her tarafta tahta masa
ve sandalyelerde dolu insan oturmuş. Vağıl vuğul bir gürültü. Herhalde sohbet
ediyorlardı. İçerisi sigara dumanıyla dolu göz gözü görmez haldeydi.
Ben içeri girince hiç kimse benle oralı olmadı.
Bakındım çay ocağının yanında bir masada pala bıyıklı biri nargile içiyor.
İçimden ‘herhalde patron bu’ deyip yanına gittim. Çünkü babamın asker arkadaşı
kahvenin patronuna gidip kendini sormamızı istemişti.
Adamın yanına gidip selam verdim. Adam nargile
tokurdadırken bana gözüyle ‘ne var?’ der gibi işaret edince koynumdaki mektubu
çıkarıp verdim. Adam mektuba şöyle bir baktı ‘ha sen Remzi ustaya geldin öyle
mi?’ dedi. Ben hiçbir şey demeden öyle şaşkın bakıyorum. Ama adamın tavrı
değişmişti sanki. Bana ‘yeğen Remzi Usta akşama gelir. Sen bavulu ocağın içine
koy. Gez dolaş, akşama gel. Korkma bavula bir şey olmaz. Remzi ustanın misafiri
benim de misafirim sayılır’ deyince rahatladım. Bavulu çay ocağına bıraktım.
O bana ‘sen şimdi in deniz kenarına. Hava fena
sayılmaz. Tanı bakalım etrafı’ dedi sonra gülümseyerek ‘ama kaybolma ha’ dedi”
dedikten sonra dayı biraz soluklandı.
“Yeğen senin merakın beni de ateşledi. Sanki o
günleri yeniden yaşıyor gibi oldum” dedi.
Bu sırada Hastafendi de adamın anlattıklarını sanki
bilgisayara kayıt eder gibi kafasına yazıyordu. Adamın anlattığı simsarlara
kafayı takmıştı. Gerçekten İstanbul’la ilgili yaptığı bütün araştırmalarda
karşısına hep bu simsarlar çıkıyordu. İnşaatta öyle, kayıkçılıkta öyle,
hamallıkta öyle kahvecilikte öyle, o yıllarda paytonculukta, sonraları dolmuş
ve taksicilikte öyle, hallerde öyle; hep birileri suyun başını tutup avantadan
kazanıyordu.
Öyle ki bu suyun başını tutanlar siyasi hayatımızı da
belirleyenler oluyordu. Çünkü hepsi de farklı farklı partilerin delegesi veya
belli yerlerinden görevli insanlardı aynı zamanda. Ve bunlar farklı partilerde
olsalar da, kendi aralarında sürekli çatışsalar da ortak menfaatleri söz konusu
olunca hemen biraraya gelebiliyordu. Bu da en çok büyük şehirlerde rant
paylaşımında görülüyordu.
Hastafendinin aklından bunlar geçerken dayı da epey
soluklanmıştı. Hasafendiye “nasıl? Sana bir faydam dokunacak mı? İstersen devam
edeyim” deyince Hastafendi uykudan uyanır gibi oldu. Dayının ne dediğini önce
anlamamıştı. Anlayınca gülümseyerek “çok sağ ol dayı. Devam edersen ben de
zevkle dinlerim” dedi.
Dayı anlatmaya devam etti.
Akşama kadar deniz kenarında oyalanmış. Bunu
anlatırken “sana bir şey diyeyim mi?” dedikten sonra denizin nasıl temiz
olduğunu anlattı. Öyle ki içinde yüzen balıklar görünüyormuş. O sıra oltasıyla
balık avlayanlar varmış. “Hepsinin önünde içi balık dolu balık sepeti vardı”
dedi.
Onlara ve denize bakarak vakit geçirirken karnı
acıkınca hemen orada balık kızartıp satan birinden ekmek içine balık koydurup
yemiş.
“Ömrü hayatımda ilk kez balık yiyordum. Sonraları da
balık yemeye alıştık, ama o balıkçıdan yediğim ekmek arası balığın tadını
hiçbir zaman bulamadım” dedi.
Akşama kadar o şekilde oralarda oyalandıktan sonra
tekrar kahveye gelmiş. Sabah gördüğü adamın elinde hala nargile varmış. Onun
yanına gidince adam “yeğen Remzi usta daha gelmedi. Az bekle. Gelmeyecek olursa
ben seni gece evine götürürüm. Çünkü ben de orada oturuyorum. Asker arkadaşlığı
kardeşten ileridir” demiş.
O da adamın ilerisine bir sandalye çekip oturmuş.
Çünkü bütün masalar tıklım tıklım doluymuş. Kendine bir çay söylemiş. İçerken o
adamın ilerde ayakta duran birine el edip “Remzi usta” diye seslendiğini
duymuş. O sırada o adam da duyup nargile içen adama doğru gelince nargile içen
adam dayıyı işaret edip bir şeyler söylemiş. Remzi usta bunun üzerine
gülümseyerek dayının yanına gelmiş. Çok yakınlık göstererek “hoş geldin yeğenim”
diye sarılıp öpmüş.”O kadar çağırdım. Baban akılsızlık edip gelmedi. İyi ki sen
geldin” demiş.
Ona “hadi bakalım eve gidelim.
“Hanımı da anam olsun çok muhterem bir kadındı. İkisi
de hakkın rahmetine kavuştu. Ama şu an neye sahipsem hep Remzi ustanın
sayesindedir. Nur içinde yatsınlar” dedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder