O sıra yatağına yatan Hastafendi
bunu fark edince kadına ve kıza biraz kızmıştı. “Hanımefendi Hurşit’e öyle çok
yüklenmeyin, vermeyiz bak. Biz Hurşit’i çok sevdik. Çok yavuz kardeşiniz var”
dedi. Ama ablası ‘cengildemekten’ Hurşit’i eleştirmekten vazgeçecek gibi
değildi. “Siz öyle sanın dışı eli, içi bizi yakar onun” deyince Hastafendi
cevap verecekti ‘yutkundu’ duymamış gibi gözlerini yumdu.
Hastafendi’nin eşi de kocası
‘lombadak’ bir şey söyler diye tedirgin olmuştu. O gözlerini yumunca rahatladı.
Bu sırada Hurşit sekreterliğe gidip tahliye kağıdını alıp geldi. Zaten eşya
olarak küçük bir çanta vardı. Onu erkenden hazır ettiği için taburcu kağıdını
alınca Hastafendiyle, berber ve öğretmenle vedalaşıp gitti.
Arkalarından bakan Hastafendi eşine
“ne cengildek kadınmış bu ya. Az kalsın söylenecektim. Kendimi zor tuttum”
dedi. Eşi “ben fark ettim senin kızdığını. Lombudak bir şey dersin diye ödüm
koptu” dedi.
Eşinin bu sözüne “ne yani ben ne
konuşacağımı bilmiyor muyum?” diye ters cevap verince eşi “senin hey heylerin
yine üstünde. Biraz uyu da yatış” dedi. Eşine bir şey diyecekti. İçinden ‘kadın
haklı yav. Hastaysan hastasın. Ona buna çalım satıp durma da uyu adam gibi’
diye kendine söylenip gözlerini yumdu.
Gerçekten geldiği günden beri doğru
dürüst uyku uyumamıştı. Hele geceleri nefes sıkıntısından sabahı zor ediyordu.
Geleli dört gün olmuş hala nefesi açılmamıştı. Buna da canı sıkılıyordu.
Sesini kesip uyumaya çalıştı. Az
sonra uymuştu. Kaç saat uymuştu bilmiyordu. Eşi dürtüp “kalk yemek ye biraz”
dedi. Gözlerini açamıyordu. “Ben uyuyacağım. Rahatsız etme” dedi. O anda
hemşirenin serum takacağı aklına geldi. Bir şeyler yemesi lazımdı. Kalkıp
doğruldu.
Berberin tarafında perde açılmış
yatak boştu. Eşine “nereye gitti bunlar” dedi. Eşi usulca “gözün aydın, onlar
özel odaya geçtiler” deyince Hastafendinin keyfinden uykusu falan kalmamıştı.
Odada iki yatak boşalmış, berberin perdeleri açılmış, oda gergeniş gelmişti.
Sadece öğretmenin perdeleri çekiliydi. Eşine öğretmeni gösterip “bir de şu
gideydi” dedi.
Eşi gülümseyerek “her yer sana mı
kalsın istiyorsun?” derken Hastafendi yemekten bir iki lokma almıştı ki,
hemşire geldi, sert bir şekilde “Oo! Sen daha yemeğini yemedin mi? Çabuk çabuk
bir şeyler ye, az sonra sana serum takacağım” deyip gitti. Hastafendi
hemşirenin arkasından eşine “abu bu pek sert” deyip yemeği hızlandırdı.
Hastafendi yemeğini yerken,
öğretmen yemeğini çoktan bitirmiş, gözü eşindeydi. Eşini sanki ilk kez
görüyormuş gibi bakıyordu. Ona bakarken hemen yanında duran oksijen makinesi
aklına geldi.
Az sonra yine maskeyi yüzüne takıp,
oksijen boğulması yaşayacaktı. Sabah ve akşam yemekten bir saat sonra başlayıp
iki saat sürüyordu. Ayrıca gece sabaha kadar maske takılı kalıyordu. O sırada
da bol oksijen yutması gerekiyordu.
Bu her gün bu şekilde devam eden
bir süreçti. Kandaki karbondioksiti ancak böyle belli seviyede tutabiliyordu.
Yani her gün boğuluyormuş yaşanan bir ömür. Anlatmakla anlaşılacak gibi değil.
Hastafendi öğretmene bakarken
bunlar aklına geldi ve onun ne düşündüğünü tahmine çalıştı. “Öğretmen eşine
bakarken yıllar öncesine gitmişti. Zaten tek lüksü de buydu. Arada bir geçmiş
anılarında gezinmek. Yıllar önce ilkokulu bitirince öğretmeni babasına ‘oğlunu
öğretmen okulu imtihanına girsin. Başarılı bir çocuk kazanır’ demişti.
Öğretmenin söylediği gibi köyden yalnız o kazanmıştı. Ondan sonra tam altı yıl
öğretmen okulunda okumuştu.
En güzel unutamadığı yıllar o
yıllardı. Sonra öğretmen olmuştu. İlk maaşını yaşı küçük olduğu için vekalet
verdiği babası çekmiş, sonra mahkeme kararıyla yaşını büyütmüşlerdi.
İlk yıllarını köylerde geçirmişti.
Görev yaptığı o köylerde hep sevilmişti. Köyün gençleri onu hep arkadaş abi
bilmiş; düğünlerin başmisafiri olmuştu. Sporcuydu da. Çok iyi voleybol oynardı.
Okullarında masa tenisini öğrenmiş iyi bir masa teniscisiydi. Daha sonra askere
gitmişti. O yıllar dört aylık askerlik vardı. Askerliğini kendi ilinde yapmış,
dönüşte şu anda karşısında oturan eşiyle evlenmişti.
Çok mutluydular. İki oğlu olmuştu.
Onların da kendi gibi öğretmen olmasını istemişti. Olmuşlardı, ama onlar
öğretmen olunca kadro sorunu gündeme gelmişti. Uzun uğraşılar sonucu büyük
oğlunun öğretmen olarak tayini yapılsa da küçük oğluna öğretmenlik yapmak
kısmet olmamış, şimdi burada bir şirkette çalışıyordu.
Her şey iyi gidiyordu. Bir ara
öksürük olunca doktora gitmişti. Doktor ‘bronşit’ demiş sigarayı bırakmasını
istemişti. Ama o umursamamıştı. Yıllar önce alıştığı sigarayı adeta sülük gibi
emiyordu. Doktora ‘Ben spor yapıyorum doktor bey. Sigaranın zehrini atıyorumdur
her halde’ deyince doktor gülmüş ‘hoca kendini kandırma. O meretin akciğere
yaptığı zarar ancak onu bırakınca sona erer’ dediyse de o aldırış etmemişti.
Tayini ilçeye, sonra ile çıktığı
sırada akşamları arkadaşlarla kafa çekmeye alışmıştı. Kafaları çektikten sonra
lokalde briç oynama falan derken kendi içtiği sigaraların yanında oralarda
içilen sigaralardan yuttuğu nikotin hepsi birleşince onu çökertmişti.
İlk hastaneye yattığında korkup
sigarayı bırakmıştı. Sonra kendini biraz iyi hissedip tekrar başlayınca;
yaklaşık on yıl önce kaldırıldığı göğüs servisinde coah teşhisi konmuştu.
Derken geldiği nokta her gece sabaha kadar oksijene bağlanmak olmuştu”. Hastafendi
öğretmenin aklından bunların geçtiğini düşündü.
Herhalde şimdi de içinde bulunduğu
durum aklına gelince boğulacak gibi olmuştu. Eşi bu sırada refakatçi koltuğuna
uzanmış ‘Kim bilir ne düşünüyordu?’. Sanırım eşinin bebek gibi nefes aldığını
fark edince içinden onu boğmak geldi.
Yani sanırım öğretmenin aklından
bunlar geçiyordu. (Her halde hep böyle oluyordu. Kendini biraz iyi hissedince
veya içinde bulunduğu durumu unutunca melek gibi oluyor, yaşadığı gerçeğe
dönünce çılgınlaşıyor, etrafında gördüğü normal nefes alanları içinden boğmak
geliyordu).
Hastafendi öğretmenle ilgili
bunları aklından geçirirken öğretmen bu sırada eşine öfkeyle “ördeği ver” dedi.
Aslında pek ala tuvalete gidebilirdi. Ama sanırım sırf eşine veya oğluna zorluk
çıkarmak için ördek istiyordu. Kadının kocası için ‘yine heyheyleri geldi’
dediğini fark etti. Bu düşünceyle kadın telaşla kalkıp köşedeki ördeği alıp
eşine uzattı. Bu sırada perdeyi daha sıkı örttü.
Öğretmen ördeği doldurup eşine
adeta fırlatır gibi uzattı. Kadıncağız sessizce ördeği alıp boşaltmak için
yürüdü. Tam kapıdan çıkıyordu. O sıra gece nöbeti için gelen oğluyla karşı
karşıya geldi. Oğlu annesini şaşkın görünce hiçbir şey sormadan “ver ben
dökeyim” dedi. Annesi bir şey söylemeden yürüyünce o da arkasından gitti. “Yine
durumu kötüleşti mi yoksa?” dedi. Kadın “hep aynı… Sepsessiz oturuyordu birden
cellalenip ördeği istedi. Aslında bişey de işemedi. Şimdi döküp gelmesem
temelli kızacak” dedi. Oğlu derin bir iç çekti.
Söyleyecek bir şey yoktu ki… Tam on
yıldır özellikle son sekiz yıldır aynı çileyi çekiyorlardı. Kadın eşini,
çocuklar babasını çok seviyorlardı. Her halde hastalanmadan önce çok kaliteli
bir insandı. Karısını hiç üzmemiş, çocuklarının bir dediğini iki etmemişti. Ama
bu hastalık belasına çatalı beri gün günden kötüye gidiyordu. Artık tümden
çekilmez hale gelmişti. Onu çok sevmeseler hiç çekemezlerdi.
Oğlu bunları aklından geçirip
annesinin omzuna elini koydu. “Ne yapalım anne. Sen üzülme. Ağabeyimle ben
gerektiğinde işten ayrılır bakarız babamızı” dedi. Aslında hem onun hem
ağabeyinin derdi büyüktü. Babalarıyla uğraşmaktan ikisi de evlenememişti.
Halbuki hem o hem ağabeyi boylu poslu çevrede sevilen insanlardı. ‘Ama babaları
bu haldeyken nasıl evleneceklerdi ki? Her şeyi annelerinin üzerine yıkıp gitmek
olmazdı. Evlenecekleri insan da onların bu yaşamına tahammül edemezdi’ O yüzden
evlenemiyorlardı, ama şikayetçi değillerdi. Tek dilekleri babalarının iyi
olmasıydı.
Ama artık anlamışlardı ki bu
hastalığın iyileşmesi yok. Keşke ilk başlarda sıkı tutup doktorların
önerilerine uysaydılar. Daha doğrusu babaları uysaydı. Ama öğretmen doktorun
önerilerine gülüp geçmiş “acı patlıcanı kırağı çalmaz” demişti. Ama şimdi
“patlıcan buz tutmuştu” çaresi yoktu.
O sırada öğretmen kumandayı eline
alıp televizyonu açtı. Berberin özel odaya gittiğine çok sevinmişti. Adam daha
geldiği ilk gün her şeye televizyona bile karışmıştı. Buna tahammül edemezdi
ama adamın zıpçık gibi üç oğlu vardı. Onlara gözü kesmemiş, usulca televizyonu
kapatmıştı. Şimdi berber gidince yeniden özgürdü.
Çünkü televizyonu kendine özel
kabul ediyordu. Hastaneye bağış yapmış, tedavinin devamını sağlamıştı.
Aslında doktorlar onu çoktan
taburcu yapacaktı, ama yaptığı bağış nedeniyle başhekim doktorlara “bırakın
birkaç gün daha kalsın” demişti. O bunu bilmiyor, başhekimin burayı kendine
özel tahsis ettiğini, televizyonu da ancak ‘kendinin’ kullanabileceğini düşünüyordu.
Eskiden böyle değildi. Elinde
avucunda ne varsa paylaşırdı. Ama hastalık ilerledikçe herkese kızar olmuş, çok
bencilleşmişti. Şimdi tv kumandası için başka karışan olamayacağını düşününce
yine neşesi gelmişti. Gerçi odada bir kişi daha vardı. O da herhalde ukala bir
şeydi. Gelir gelmez bilgisayarını getirtmiş ona dürtünüyordu. Onu hiç gözü
tutmamıştı. Eğer o da televizyona karışırsa bu sefer kesin çıngar çıkaracaktı.
Bu sırada berberin televizyonu
kapattırması aklına gelmiş sert sert kanal değiştiriyordu. Eşi oğluyla
tuvaletten geldiği sırada hemşire de geldi. İlacını verip, serumunu taktı.
Sonra öbür hastanın yanına gitti.
Bu sırada ‘öbür hasta’ yani
hastafendi de yemeğini yemişti. Eşi boşu alıp gittikten sonra hemşireyi
beklemeye başladı. Hemşire öğretmenin tedavisini yapıp ona geldi. İlacını
verdi. Serumunu takıp gitti. Hastafendi hemşirenin arkasından bakarken eşine
“bu bek sert” diye gülümsüyordu.
Öğretmenin eşi nöbeti oğluna
devretmiş, yanlarından usulca geçti. Gözü Hastafendinin eşindeydi. Kadın
kapıdan çıkınca hastafendinin eşi usulca “kadın çok dertli. Dışarda çok dert
yandı” dedi. Hastafendi parmağını dudağına götürüp “sus bilmediğin yerde çok iş
var” derken öğretmeni gösteriyordu.
Önceleri öğretmeni çok geçimsiz
biri olduğunu zannedip ‘çamur üstüme sıçramasın’ diye onu görmezden gelse de
kumandayı kimseye vermeyişine sinir olmuştu. Ama sonra içinden “boş ver oğlum.
Herif manyak. Ne yapacaksın televizyonu?” demiş, gerçekten boş vermiş,
öğretmenle ilgilenmemeye çalışmıştı.
O gün doktor gelip de ona
“psikiyatristin de söylediği gibi sorunun biraz psikolojik. Burada size
yapılacak tedavi yapıldı. Sizin durumunuzu bu hafta sonu da takip edeceğiz.
Sizi muhtemelen Pazartesi günü taburcu ederiz. Artık bundan sonra tedaviye evde
kendiniz devam edeceksiniz. Size verdiğimiz oksijen makinesini her gece sabaha
kadar kullanacaksınız. Sabah iki saat, akşamüzeri iki saat yine makineye bağlı
kalacaksınız. Buna uyduğunuz takdirde sorunsuz hayatınıza devam edersiniz.
Sizin iyileşmeniz bu kadar. Bunu kabul etmeniz lazım.” diye ayrıntılı açıklama
yapıncaya kadar öğretmen hakkındaki düşüncesi yukarıda anlattığım gibiydi.
Onun için doktorun sözlerini
duyunca kendinden utanmıştı. İçinden gidip öğretmenden onunla ilgili
düşündükleri için özür dilemek geldi. Sonra böyle bir şeyin anlamsız olduğunu
düşünüp vazgeçmişti.
Şimdi bunları hatırlayınca yine içi
sıkılmıştı. Kalkıp dışarı çıkmayı düşündü. Koluna bağlı serum nedeniyle istese
de dışarı çıkamayacağını fark etti. Ruhuna sıkıntı geldi. Eşine “yatır beni”
dedi. Biraz sertçe söylemişti her halde; eşi “noluyor sana böyle?” dedi.
Ama Hastafendinin onu duyacak hali
yoktu. Aklı yine doktorun söylediklerine, öğretmene takılı kalmıştı. Eşine “ne
olacak be. Yatır diyorsam yatır” dedi. Yatınca eşinin kırıldığını fark edip
telefonu uzattı “al kardeşlerinle görüşürsün” deyip gönlünü almaya çalıştı.
Eşi onun böyle farklı
davranışlarına alışmıştı. Telefonu alırken gülümsedi “heyheylerin gitti mi?”
dedi. Bir şey söylemesini beklemeden telefonu alıp çıktı.
Hastafendi eşinin arkasından
bakarken az önce onu tersleyişini hatırladı. Ama ne yapsın ki? Elinde değildi.
Arada bir boğulacak gibi oluyor, o sıra gözü bir şey görmüyordu.
Öğretmen için söylenenleri duyduğu
andan beri içine sıkıntı girmişti. Öyle ya kendi de çaresizdi. İlk geldikleri
gün kızının “doktorla görüştüm. Bana babanız coah hastası. Onun daha iyi
olmasını beklemeyin. Mevcut durumunu koruduğu sürece fazla sorun yaşamaz. Onun
bu gerçeği kabul etmesi lazım. Yani durumunda bir tehlike yok” dediğini
hatırladı.
“Yaşadığımız gerçek” diye
mırıldandı. Öğretmeni artık daha iyi anlıyordu. O şimdi korkularının esiri
olmuş, bütün anormalliği ondandı. Bunu fark etmişti. Arada da bir kendi
durumunun öğretmeninki kadar olmadığı aklına gelince sevinecek gibi oluyor;
başkasının kötü durumuna seviniyormuş gibi geldiği için kendinden utanıyordu.
Aslında hiç geçimsiz biri değildi.
Çevresindeki herkesle uyum içinde yaşamaya çalışmıştı. Kolay kolay kızmazdı.
Ama son zamanlarda sonradan çok pişman olduğu anlamsız davranışları oluyordu.
Bu hastalığı ilerletmeden mevcut
durumu korumak… “Bu nasıl olacaktı ki?” Her geçen gün kötüye gidiyor gibiydi.
Buraya kızının yanına gezmeye gelmiş, geldiği günün ertesinde soluğu burada
almıştı.
Bu seferki durumu öncekilere göre
daha kötü gibiydi. Hiç öyle olmamıştı. O gece adeta boğuluyordu. Zaten ‘az
kalsın’ biraz gecikse karbondioksit zehirlenmesinden gidiyormuş. Güzel gözlü
bayan doktor öyle söylemişti. “Amca tam zamanında geldin, durumun iyi değilmiş”
demiş sonra kan gazının doksana çıktığını söylemişti.
İlk kez böyle olduğu aklına geldi.
Yine paniğe kapıldı. Sonra öğretmen aklına geldi. Onun bağlı olduğu oksijen
makinesine Haydarpaşa’da iki saat bağlı kalmış ‘adeta canı çıkmıştı.’ Öğretmenin
sabah akşam ikişer saat, geceleri de sabaha kadar oksijen makinesine bağlı
yaşadığı ve yaşayacağı aklına geldi, yine boğulacak gibi oldu.
Artık o günden beri öğretmenden
tarafa dostlukla bakıyordu. Eşine ve çocuklarına da sempati duymaya başlamıştı.
O bunları düşünürken telefon konuşması biten eşi geldi. Serumuna baktı
“azalmış” dedi. Hiç konuşmadan serumun bitmesini beklediler. Bitince eşine
“hemşireye söyle de söksün. İçime sıkıntı geldi. Biraz dışarı çıkacağım” dedi.
Eşi o sıra koridorda gördüğü hemşireye kapıdan seslendi. Hemşire geldi serumu
kapatıp, çıkardı.
O gidince Hastafendi ‘biraz acele
eder gibi’ bastonu uzanıp aldı ve eşine “gir koluma da dışarı çıkalım” dedi.
Birlikte ziyaretçi salonuna gidip boş koltuklara oturdular. Onun bu panik
halini görüp şaşkınlıkla bakan eşine “öğretmenle öyle manyak diye alay
ediyorduk. O gün doktorun sözlerini duydun. Adam çaresizlikten ne yapacağını
şaşırmış” dedi.
Eşi onun niye panik yaptığını
anlamış gibi omzunu sıktı “sen öyle değilsin şükür” dedi. Hastafendi eşine
baktı “ne zamana kadar şükür? O duruma düşmeyeceğim nereden belli?” dedi. İkisi
de sustu, uzun süre konuşmadan orada oturdular.
Bir süre sonra kalkıp odaya geri
döndüler. Öğretmenin perde çekiliydi. Sesler geliyordu. Sanırım oğluna bir
şeyler anlatıyordu. Hafta sonu iki yatak hala boş duruyordu. Hastanelerde ne
zaman hasta geleceği bilinmez ki.
Hafta sonu da olsa acilden gelen
olur. Hele böyle büyük hastanelerde yataklar uzun süre boş kalmaz. Hastafendi
geldiği sırada kuyrukta olan hasta arabaları bunu gösteriyordu.
Ama şimdi sessizliğin tadını
çıkarmanın sırasıydı. Hastafendi usluca yatağına yattı. Gözü öğretmenin
perdelerindeydi. İçinden “Allah kurtarsın” dedi. Sonra gülümsedi “beni de tabi”
dedi.
Eşi onun gülümsediğini görmüş, neye
gülümsediğini anlamamıştı. Sorsa doğru dürüst cevap alamayacağını bildiği için
o da kendi yerine uzandı.
İkisi de dalmıştı. Az sonra akşam
yemeği gelince uyandılar. Her zamanki yemek, sonrasında serum ve diğer ilaçlar
verildi. Hafta sonu olduğu için kimi ilaçlar iki günlük verildi. Bir süre sonra
yine odaya sessizlik hakim oldu. Herkes uykuya çekildi.
Ertesi gün ve Pazar gün de gündüz
benzeri şekilde geçti. Akşam yemeği sonrası yapılan tedavilerden sonra yine
yatılıp uyundu.
Pazar gece yarısına doğru odada bir
hareket başlayınca hem Hastafendi, hem öğretmen merakla uyandı. Berberin
boşalan yatak hazırlanıyordu.
Az sonra bu kez odaya bir sedye
önünde arkasında insan kalabalığıyla getirildi. Sedyede Mısır’da bulunan
mumyalara andıran yüzü olan bir hastayı törenle berberin boşalan yatağa
yatırdılar.
Hastada hiç hareket yoktu. Boylu
boyunca yatıyordu. Boyundan ince uzun boylu biri olduğu anlaşılıyordu.
Gözlerinde hafif bir kızarıklık vardı. Sessiz duruşunda bir asalet, bir
vakurluk vardı.
Hastanın yanında gelenlerin ikisi
bayandı. Biri başı açık güzelce bayan… Öteki başı örtülü o da güzelce bir
bayandı. Ayrıca üç erkek bir de genç oğlanla bir kız çocuğu vardı.
Hastayı getirenlerden biri
Hastafendiye gelip “geçmiş olsun” dedi. Getirdikleri babalarıymış. Sekiz yıldır
kanser hastasıymış. Yaşatmaya çalışıyorlarmış.
Ama belli ki yolun sonuna
gelinmişti. Kabul etmeseler de laflarından o anlaşılıyordu. Buraya yoğun
bakımdan gelmişler.
Bu hasta da Orta Anadolu’da
İstanbul’a en çok göç veren şehirlerden hem öğretmenin, hem giden berberin
hemşerisiydi.
Hastanın kanser olması hem
Hastafendiyi hem de öğretmeni irkilmişti. Çünkü bu hastalığın varacağı en kötü
son karşılarında duruyordu. Sanki onlara “şükredin beyler, bunun böylesi de
var” demek istiyor gibiydi.
Özellikle günlerdir korkularıyla
adeta kramp geçiren öğretmen birden haline şükreder duruma gelmişti.
Hastafendi hastanın kanser olduğunu
öğrenince irkilmişti, ama onunkisi yakın zamanda kanserden ölen bir arkadaşını
hatırlattığı içindi. Yoksa daha önce kanser olup ölen tanıdıkları olmuştu.
Ayrıca ölümü tanıdığı için kendisiyle ilgili bir irkinti duymamıştı. Çünkü
biliyordu ki; yaşadığı her gün dışından ‘beleşine’ yaşıyordu.
Öğretmen ve Hastafendi de farklı
farklı etki yapan hasta sessizce yatıyordu. Kızları etrafında dönüyor “baba
canının bir şey istiyor mu?” diye sorsa da hiç cevap vermiyordu. Fırtınanın
sessizliğinde bir sessizlik içindeydi. Ancak yüzündeki kasılmalardan çok acı
çektiği, ama belli etmemeye çalıştığı anlaşılıyordu.
Öteki refakatçılar ise kendi
aralarında sanki piknikten gelmiş gibi şakır şakır bir şeyler konuşuyordu.
Doktor bulunup gelince herkes sustu.
Büyük oğluymuş; o anlattı. Babası
sekiz yıldır kansermiş. Yaşatmak için ellerinden ne gelirse yapmışlar ve bugüne
gelinmiş. Üç gün önce çok fenalaşınca bir özel hastaneye kaldırmışlar. Oranın
yoğun bakımında üç gün kalmış. Oradan Süreyya paşayı önerince babasını alıp
buraya gelmişler. Çaresiz ne yapacaklarını bilmez haldeymişler.
Doktor sakince onları dinledi. “Bir
kanser hastasını sekiz yıl yaşatmak başarıdır” dedi. (Böyle deyince hastanın
özellikle erkek evlatları biraz gururlanır gibi oldu.) Doktor “yapılacak her
şey yapılmış. Bizim burada fazladan yapacak bir şeyimiz yok. Bir iki gün
bakarız ağrıları varsa onları azaltmaya çalışırız. Sonra taburcu ederiz. Her
halde durumunuz iyi. Orada buradan daha iyi bakarsınız” dedi. Hastaya
“nasılsınız beyefendi?” dedi. Beyefendi dudaklarını kıpırdattı. Sanırım
“iyiyim” dedi. Doktor tekrar gelmek üzere çıkıp gitti.
Doktor gidince hastanın yanında
gelenler yine gürültülü bir şekilde ‘hastanın yanında kim kalacak?’ onu
tartışıyorlardı. Üç oğlan, iki kız, onca torun “kim kalacak tartışması?”
yapıyordu.
Hastafendi içinden ‘iyi ki iki
kızım var. Çok evlat olmak öyle zenginlik falan değilmiş’ diye geçirdi. Kızmaya
başlamıştı. Sonunda dayanamadı. “Ayıp oluyor beyler ayıp. Hastanın yanında öyle
kim kalacak tartışması yapıyorsunuz. Babanıza çok ayıp ediyorsunuz” dedi. Hepsi
‘suspus’ olmuştu.
Hastafendiye babalarını çok sevdiklerini
söyleyip, ayrıca komada olduğu için bir şey duymayacağını söylediler.
Hastafendi “yanılıyorsunuz. O her şeyi duyuyor” dedi. Ama onlar ısrarla hala
babalarının duymadığını, aslında babalarını çok sevdiklerini söylüyorlardı.
Hastafendinin sabrı kalmamıştı.
Adeta bağırarak “duyuyor! Ben de yoğun bakımdaydım. Gelenler şuuru kapalı
diyordu. Ben hepsini duyuyordum. Babamızı çok seviyoruz diyorsunuz. Ona
saygınız varsa çıkın dışarıda tartışın ne tartışacaksanız” dedi.
Hastafendinin adeta bağırarak konuşması
onları şaşkına çevirmişti. Hastafendinin yanından başları yerde sessizce dışarı
çıktılar. Dışarıda ne konuşmuşlarsa konuşmuşlardı, gülüşerek tekrar odaya
geldiler.
Hepsi de adeta babalarının
etrafında dört dönüyor, kızlar taburcu olunca onu evlerine götürmek için
tartışıyor oğlanlar “babamıza biz bakacağız, evde ona özel yer ayırttık” diye
lafa giriyordu.
Az önceki ‘hastanın yanında kim
kalacak?’ tartışması bitmiş, ‘onu en iyi kim bakacak?’ yarışı başlamıştı.
Sonradan Hastafendinin eşi anlatmış.
O sıra dışarı çıktığında hastanın çocukları ona “amca bize çok kızdı, babanız
her şeyi duyuyor dedi” diye dert yanmışlar; o da “kocam haklı. O da yoğun
bakımdaydı. Biz bir şey duymuyor zannediyorduk. Sonra komadan çıkınca bizim
söylediklerimiz hep anlattı, her şeyi duydum dedi” diye açıklama yapınca ikna
olmuşlar, babalarının gönlünü almak için öyle davranıyorlarmış.
Ama yararı olmuştu. O sepsessiz
yatan adam onların sorularına mezardan gelen bir sesle cevap vermeye
başlamıştı. İkram ettikleri meyve suyundan da azıcık içmişti. Ama belli ki çok
acısı vardı. “Doktor çağırın” dedi. Doktor gelince usulca “çok ağrım var, biraz
azaltabilirmisiniz?” diye sordu.
O sıra hasta bana kutsal bir sfenk,
bir mumya gibi gelmişti. Ona saygıyla baktım. O da gözünün kuyruğuyla sanki
Hastafendiye “evlatlarımı uyardığınız için teşekkür ederim” der gibi bakıyordu.
Gözlerindeki kızarlıkla adeta mezardan çıkmış bir görünümü vardı veya bana öyle
gelmişti.
Çocukları bir süre daha kaldılar.
Sonra yanında refakatçı olarak başörtülü kızıyla erkek torunu bırakıp diğerleri
sabah gelmek üzere gitti. Odada yine sessizlik başlamıştı.
O saatten sonra hastafendi uyudu
uyandı gözü o hastadaydı. Adı Temur’muş. Seksenbeş yaşındaymış. Askerliği
bitirince “ver elini İstanbul” deyip İstanbul’a gelmiş. Geldiği yıl İstanbul’a
‘taşı toprağı altın’ diye Anadolu’dan göçün başladığı yıllar. Askerde öğrendiği
şoförlük ve aldığı ehliyete güvenip düşmüş İstanbul yollarına. İlk yıllar
Haydarpaşa depolarından Anadolu’ya mal taşımış.
O yılları en iyi Yaşar Kemal
Cumhuriyet’te çıkan röportajlarında yazar. Gelenlerin hangi işi tuttuklarını
çok güzel anlatır. Menekşe balıkçılarını, Haydarpaşa’dan kayıkla Sirkeciye,
Karaköy’e yolcu taşıyan Çankırılı kayıkçıların öyküsünü anlatır.
Aslında o yıllar Anadolu’ya göç
eden insanların öyküsü, Anadolu’nun öyküsüdür. Temur Efendi de o öykünün
kahramanlarından biri. Belli ki onun yaşamı da başlı başına bir yaşam
kavgasının destanı, özgün bir öykü. Kızının bölük pörçük anlattıklarından bu
anlaşılıyordu. Onun anlattıkları benim çok ilgimi çekmişti.
Ellili yıllarda Anadolu yollarında
nakliyecilik… Yol bildiğimiz yol değil. Kamyonlar desen bildiğimiz kamyonların
ilk modelleri. Karda kışta ne çileli yolculuklar yapmış, ne çileler yaşamış kim
bilir?
Hastafendi yetmiş sekizde
Antakya’da grev yerine yetişmek için İstanbul’dan bir kamyon yolculuğu
yapmıştı. Bayram arifesiydi. Şoför Adanalıydı. İstanbul’a Mersin’den meyve
sarmıştı. Dönüşte yük bulamamış ‘bir an önce bayrama evde olayım’ diye hiç
durmadan geriye çevirmişti direksiyonu. O sıra İstanbul’a bir toplantı için
gelen Hastafendi de İstanbul’da kalıp boşuna masrafa girmeden Antakya’ya dönmek
istedi. Topkapı’da otobüslerde yer bulamayınca birileri “Kumkapı’ya in. Orada
arabalıya binmek için sıra bekleyen o taraf giden çok kamyon bulursun” deyince
Adanalı kamyoncunun arabada bulmuştu kendini.
O sıra anlatmıştı Adanalı şoför o
yollardaki yolculukları. Yaşıyorsa o da sekseni geçmiştir çoktan. Yani Temur
efendinin yaşındadır. O da kamyonculuğa ellilerde askerde aldığı ehliyetle
başlamış. İlk kullandığı araba ‘Volvo Taygır’ mış. “Arabanın kralıydı o”
demişti. “Şimdikiler gibi olmasa da çok güçlü kamyondu” diye övmüş, uzun uzun o
yıllarda yaşadıklarını yol boyu anlatmıştı.
‘Nerden nereye? Herhalde Temur efendi
de ilk kez Volvo kullanmıştır’ diye düşündüm. Gözümde karşımda up uzun yatan
Temur efendiyi Volvo kamyon üzerinde canlandırmaya çalıştım.
O sırada öğretmenin orada sessizlik
vardı. Temur Efendinin oğlu doktora babasının kanser olduğunu söyleyince öğretmenin
hanımı gözünün kuyruğuyla kocasına baktı. Öğretmen de duymuştu Temur efendinin
kanser olduğunu. Kurbanlık koyun gibi karısına ‘mel mel’ şaşkın bakıyordu.
Öğretmenin eşin kocasının o zavallı halini, şaşkın bakışını görünce içi acıdı.
Günlerdir kendine kan kusturan
sanki o değil de başkasıymış gibi yanına kadar gidip elini sıktı. Usulca “sıkma
canını. Bak ne beterleri var. Sıkma canını. Doktor ne dedi?” deyince öğretmen
aynı şaşkınlıkla “ne demişti?” diye sordu. Eşi usulca “kendine iyi bakarsan ilerlemez
demişti ya. Ben sana çok iyi bakarım merak etme” dedi.
Öğretmen önce karısına sonra
oksijen makinesine baktı. Gece sabaha kadar, sonra sabah iki saat, akşam iki
saat bu makineye bağlı kalacağı aklına gelince içini sıkıntı kapladı.
Eşi öğretmenin oksijen makinesine
bakarken hafif renginin değiştiğini fark etti. Elini daha kuvvetle sıkarken
biraz daha eğildi. “Bozma moralini. Yandaki gibi olsan halimiz nice olurdu?”
dedi.
Öğretmen günlerdir rahatsız
ettiğini bildiği eşinin bu şefkatli yaklaşımıyla biraz moral kazanmıştı. O da
eşinin elini sıkarken “çok sağ ol senin hakkını ödeyemem” dedi.
Böylece Temur efendi bilmeden karı
koca arasındaki buzları eritmiş, birbirine sıkıca sarılmalarını sağlamıştı.
Bilseydi ne derdi kim bilir? Ama görünüşünden adam gibi adam birine benziyordu.
Bence kesin çok mutlu olur “bırakın hastalığı da birbirinize iyi sarılın. Bak
ben buradayım, eşim burada değil. Öğretmen karın kıymetini iyi bil” derdi
garanti.
Hakikaten Temur efendinin eşi
gelmemişti. Kızı laf arasında üç erkek, ikisi kız beşkardeş olduklarını
kendinin ve kız kardeşinin babalarıyla arkadaş gibi çok anlaştıklarını
annelerinin bunu çok kıskandığını söylemiş; sonra gülerek “o yüzden annemiz
bizi çok sevmez” demiş. Sonra ‘şaka şaka’ demişti.
Ama o istediği kadar şaka desin
Hastafendi de kızlarına çok düşkündü. Eşi veya yakınları laf arasında “bu
kızları sen doğurdun galiba?” diye kızlarına olan düşkünlüğünü ironik
eleştirirlerdi. Gerçi eşi de kızlarını çok severdi, ama kızlarının birçok işini
adeta ona havale etmişti.
Temur beyin kızı öyle söyleyince
belli ki Hastafendi kızlarını özlemişti. Büyük kızı yurt dışındaydı. Küçük kızı
annesiyle nöbetleşe refakatçilik yapıyordu. O kızını kıyamadığı için pek
gelmesini istemiyordu. Ama şimdi özlemiş eşine “telefon et de bu akşam kız”
beklesin dedi. Eşi şaşırarak “dün ısrarla gönderiyordun. Ne oldu?” deyince
“özledim” dedi.
Eşi kızına telefon etmek için
dışarı çıkarken Hastafendi “bir dakika ben de geleyim” dedi. Bir iki gündür
kendi işini kendi görebiliyordu. Eşi kalkması için yardım etmek isteyince “ben
inerim” dedi. Yataktan inip bastonunu aldı ve eşine “hadi birlikte ziyaretçi
salonunda oturalım” dedi.
Eşi Hastafendideki bu ani
değişikliği anlamamıştı. Birlikte dışarı çıkıp ziyaretçi salonuna geldiler. Eşi
“kızı arayayım mı?” dedi. Hastafendi “vazgeçtim arama” diye cevap verdi. Eşi
şaşırmıştı. “hem çağır gelsin diyorsun, sonra gelmesin diyorsun. Bu ara çok
acayip oldun” dedi. Hastafendi içinden ‘lahavla’ çekip eşine “sus ve dinle. Sen
benim içimdeki fırtınaları anlayamazsın. Yeni gelen hasta kanser… Her an
ölebilir. Kızımın bunu görüp üzüleceğini düşündüğüm için gelmesin dedim. Sen de
sabah git. Ben çağırmadan gelme” dedi.
Eşi bu açıklamaya rağmen alınmıştı.
“Sen bizi istemiyorsun. Nasıl olur, ele güne ne deriz sonra” dedi. Hastafendi
“bırak sen eli günü. Ben ne diyorsam o olacak. Görüyorsun size ihtiyacım
kalmadı. Senin de burada sersefil olmanı istemiyorum. Gerektiğinde ararım
gecede gündüzde gelirisiniz” diye ısrarlı olunca eşi onu tanıdığı için
kabullenmek zorunda kaldı.
O gece öyle geçti. Ertesi sabah
öğretmen hazırlandı. Eşinin verdiği moralle daha iyiceydi. Az sonra oğulları da
geldi. Taburcu işlemlerini yapıp eşyalarını yüklenip odadakilerle, tabi
Hastafendiyle vedalaşıp gittiler.
Daha öğretmen yenice çıkmıştı. Onun
yerine hemen bir hasta geldi. Hurşit’in yatağına da gençten biri geldi.
Oda yine dolmuştu…
Hastafendinin eşi bu sırada dışarıdan
kızını aramıştı. Sanırım “babam bizi istemiyor” demişti ki; kızı soluk soluğa
geldi. Bu duruma Hastafendi çok kızdı ama sabretti. Kızıyla hoşbeşten sonra
birlikte salona çıktılar.
Hastafendi kızına niye ‘gelmeyin’
dediğini ayrıntılı anlattı. Kızının “gariban gibi burada tek başına seni
bırakamayız olmaz” deyişine “kızım gariban da insan. Hem ben iyiyim. Bak yeni
gelen genç de var. İyi birine benziyor. Sen şimdi git. Anneni de öğleden sonra
göndereyim. Çağırınca gelirsiniz. Sizin burada böyle rezil olmanız beni daha
çok üzüyor” diye ayrıntılı anlatınca kızı “bak baba gecede gündüzde aramazsan
çok küserim bak” dedi.
Hastafendi böylece kızını ikna edip
yolladı. Sırada eşi vardı. Ona da “ben uzanacağım, sen biraz dolaş” dedi.
Öğretmenin yerine gelen hastayı çok kasıntı bulmuş ‘bununla da işimiz var’ diye
söylenmişti. O sıra eşi de aşağı kantine su vb. ihtiyaçları almak için aşağı
indi. Yeni gelen genç Kürt’müş. Ağzından kan gelince tüberküloz şüphesiyle
burada tedaviye almışlar. O da yatalak olmadığı için dışarı içeri girip
çıkıyordu.
Az sonra gelen eşi o çocuk için
“Çocuk Kürt’müş. Ay vallahi biraz konuştuk. Çok acılar yaşamış. Köyleri
boşaltılınca buraya gelmişler. Babaları öldükten sonra çok zor günler
yaşamışlar. Senden bahsettim… Kürtleri çok sever dedim. Seninle tanışmak
istiyor” dedi. Hastafendi eşinin böyle ayrıntılı anlayışlarına alışkındı.
Sıkılmadan dinledi. Sonra “sen şimdi git. Ben çağırınca gelirsin. Ben o çocukla
tanışırım” dedi.
Eşi Hastafendinin ‘dediğim dedik’
huyunu bildiği için usulca hazırlandı. Bir şey olunca çağırması için sıkı sıkı
tembih edip gitti. Eşi gidince Hastafendiye baktım. Sanki ağır bir yükten
kurtulmuş gibiydi. İçinden ‘oh rahatladım. Kafamı dinlerim’ diye geçirdi.
Gerçekten en çok canını sıkan birilerini rahatsız etmekti. Kendi kendine
yeterli hale gelince eşinin, kızının burada perişan olmasına razı gelemezdi.
Ayrıca nedense hep yalnızlığı
severdi. Yalnız kaldığı anlar ileriden geriden yaşadıklarını, tanıdıklarını
hatırlamayı severdi. Onun bu huyu benim de çok işime yarıyordu. Bu şekilde
sayesinde bu öykü yolculuğunda anlatacağı birçok şeyi ben de ondan duyup
hafızaya almıştım. Yeri geldikçe onlardan bölümleri öykü yolcularına
anlatacağım.
Şimdi gözüm Temur Efendide idi.
Onun yıllar öncesinin şoförü olması aklıma Hastafendinin tanıdığı birini Arap
Abdurahmanı getirdi.
O da akciğer kanserinden ölmüştü.
Arap Abdurahmanın Araplığı
esmerliğinden değil, baya teninin Afrikalılar gibi siyahlığından geliyordu.
Zaten Afrika kökenliydi. Anneannesini şimdi yaşadığı yerin eşrafından Hacı Nuri
hacıya gittiğinde hacılık nişanesi olarak yanında getirmişti. O anneannesini
hatırlıyordu. Çünkü ona dedesinden pek bahsedilmemişti. Zaten anneannesi o çok
küçükken ölmüştü. Onu fazla tanımıyordu.
Adı Fatmaesiydi. Etiyopyalıymış.
Mekkeli biri köle olarak yanında bulunduruyormuş. Sanırım Hacı Nuri onu o
Mekkeliden satın almış.
Fatmaesi geldiği köyde Hacı
Nuri’nin ve eşi Keziban Hanımın çok yakınlığını gördü. Hacı Nuri’nin çok
sevdiği ve güvendiği bir genç olan Çolak Ethemle kızını evlendirdi.
Bu evlilikte sonucu doğan Arap
Abdurahman evin küçüğü olarak ailesine katılmıştı.
Abdurahman’ın çocukluğu gençliği
hep çalışmakla geçti. Hacı Nuri’nin torunun kızıyla evlendi. Muavinlik yaparken
kamyon kullanmasını öğrenip ehliyet aldı. Karı koca ele ele verdiler, nihayet
Abdurrahman kendine ait Man marka kamyonu alıp geldi.
Kırmızı renkli Man çarşıda günlerce
çekili kaldı. Dostları sevindi, düşmanları hasedinden çatladı. İçlerinden “bu
Arap bu parayı nerden buldu” diye şaşıranlar oldu.
Sonunda Arap Abdurahman kendi
kamyonuyla çalışmayı başarmıştı. Ama oturduğu ilçede pek iş olmuyordu. Karı
koca ‘kafa kafaya verdiler’ ‘ver elini İzmir’ deyip İzmir’e göçtüler.
O sıralar Abdurahman’a “ula oğlum
oralarda yalnız galırsın, zorlanırsın” diyenlere Abdurahman gülümseyerek
“boğulceksen böyük denizde boğulcen” diye karşılık verip İzmir’e göç kararından
vazgeçmedi.
Gerçekten İzmir’de kamyona çok iş
çıktı. Abdurahman çalışkan adam. Kar kış, yağmur, çamur, sıcak demeden çok yük
taşıdı. O sıralar Hastafendiyle sıkı dost olmuşlar, hatta beraber iş yapmayı
bile düşünmüşlerdi. Çünkü Abdurahman yollarda çok yorulmuştu. ‘Çok şükür’
parası vardı. Bağkur emekliliği de gelmişti. Artık istirahat etmesi
gerekiyordu. Bu sırada oğlanlar için de İzmir’de başka bir iş tutmak
istiyordu. O sıralar güzel iş çıkarsa
yine sefere çıkıyordu. Ama işi seçerek alıyordu artık.
İşte o gün “ne var ne yok?” demek
için kamyoncuların iş almak için toplandığı kahveye uğradı. Arkadaşlarının
söylediği çayı içiyordu. İki gündür sesi kısıktı. Orada sesinin kısık olduğunu
fark eden bir arkadaşı “Arap yaşlandık
artık. Kendimize bakmamız lazım. Sen ihmal etme bi doktora git” dedi. Arap
Abdurahman “yok canım herhalde soğuk bişey içtim geçer herhalde” dediyse de
arkadaşı biraz efhamlı biriydi. Arap sen beni dinle. Ne gaybedeceksin? Git şu
doktora” dedi. Abdurahman arkadaşını dinleyip doktora gitti. Doktor muayene
ederken çenesinin altıyla çok ilgilendi. Çünkü orada bir şişlik görmüştü. Ona
üniversiteye gitmesini, ama ihmal etmemesini söyledi.
Abdurrahman doktordan çıkınca
Hastafendinin proje çizimi için açtığı büroya uğramıştı. Hastafendi de “abi sen
doktoru dinle. İnşallah bir şey çıkmaz, ama mutlaka git” dedi. Oradan çıkan
Abdurrahman üniversite hastanesine gitmiş. Orada muayene tetkik falan derken
‘akciğer kanseri’ teşhisi konmuş.
O sıralar tedavi şimdiki gelişmiş
değil. Tedavi olanağı olmadığı için güçlü ağrı kesiciler verip tedaviye evinde
devam etmesini söylemişler.
Arap anlamış tabi doktorun ‘git
evinde ölümü bekle’ dediğini. Önce karısına çocuklarına hiç belli etmemiş.
“Haden köye gidiyoz” deyip çoluk çocuğu alıp oturduğu ilçeye gelmiş.
Hastafendi Arap Abdurrahman’ın
kanser tedavisinin kesilip taburcu edildiğini ve göçü geri sarıp geldiği yere,
yani Hastafendinin de ilçesi olan yere dönüğünü duyunca çok üzüldü. İzmir’de
hastalık sonrası görüşememişlerdi. O sıra o da ilçesine gelmişti. İşte o
günlerde Arap Adurrahman’ın ziyaretine gitti. O koca Arap çok bitkindi ve çok
zayıflamıştı. Eşine orada olan herkese sırtını ovduruyordu.
Hastafendi “abi ağrın çok mu?” diye
sorunca koca dudaklarını sıkıp kafasını sallayarak cevap vermeye çalışmıştı.
Belli ki çok ağrısı vardı. Ama ağrılarını kimseye hissettirmeden yaşamaya, orada
olanlar ona moral vereceğine o adeta orada olanlara moral vermeye çalışıyor
gibiydi.
Onun gösterdiği bu metanete hayran
olmuş çok saygı duymuştum. Ama elden bir şey gelmiyordu ki. Hastafendi her
zaman yaptığı gibi işi gırgıra vurmaya önemsiz göstermeye çalıştı. Yaptığı
esprilere herkes gibi Abdurrahman abi de gülmüş; sanki o sırada ağrısı geçmiş
gibi bir yüz ifadesi belirmişti. Hastafendi biraz oturduktan sonra izin isteyip
oradan ayrılmıştı ama aklında orada Abdurrahman abinin yaptığı esprilere gülerkenki
yüz ifadesi kalmıştı. Zaten o ziyaretten kısa süre sonra Abdurrahman abi vefat
etmişti.
Yıllar sonra kanser hastası Temur
efendiyi izlerken bunları düşündüm. Bu sırada Temur efendi sessizce yatıyordu.
Belli ki doktor serumuna çok güçlü ağrı kesici enjekte ettirmişti.
Zaten yapılacak başka bir tedavi
yoktu ki. En başta Temur Efendi olmak üzere kızları oğulları anlamıştı. Ama
gözlerinin önünde babalarının ölmesini izlemek, beklemek onları haliyle çok
üzüyor yıpratıyordu.
Kızları babalarına bir şey yedirmek
için çırpınıyor; ama Temur efendi yememekte adeta direniyordu.
Hastafendi bunları izlerken Temur
efendinin orada bulunan oğluna “buraya gel” diye işaret etti. Temur efendinin
oğlu yanına gelince usulca “babanız buraya yoğun bakımdan geldi. Hala altında
bez bağlı değil mi?” diye sordu. Temur efendinin oğlu ‘evet’ deyince Hastafendi durumu anlamıştı. Temur
efendi altını kirletmekten korkuyordu. Bez değiştirirken tiksinti vereceğini
düşünüyordu.
Hastafendi de yoğun bakımda kendine
gelince karnı çok aç olduğu halde; altı bez bağ olduğundan bezi kirlettiğinde
değiştiren her kimse onu tiksindirmekten çekindiği için karısının ve kardeşinin
getirdiği yemekleri yememiş, çok ısrar ettikleri ve çok aç olduğu halde olmaz
demişti.
Temur efendinin oğluna bunu anlattı
“babanız çok onurlu insan. Hiç ısrar etmeyin altını kirletmekten korktuğu için
asla bir şey yediremezsiniz” dedi. Onun bu söylediklerini dinleyen Temur
efendinin oğlu “sağ olun, anladım’ dedi ve babasına hala bir şey yemesi için
ısrar eden kızlara gidip Hastafendinin söylediklerini anlattı. Haliyle kızlar
çok üzüldü. Babalarından tiksinmediklerini göstermek için hemen perdeyi çekip
babalarının altındaki bezi değiştirdiler.
O sırada Temur efendi sanırım
utanma belirtisi göstermişti. Kızları “babacığım biz senin bokunu bile yeriz.
Sen bizim canımızsın” diye ağabeylerinden duyduklarından etkilenip babalarına
sevgisini göstermek istiyorlardı. Sanırım Temur efendi de çok mutlu olmuştu.
O sözleri duyan Hastafendinin
kızları aklına geldi. Daha önce yattığı hastanede büyük kızının yata yata
kirlenen ayaklarını okşayarak silmesi bu sırada ayağını öpmesi aklına gelmiş
ağlamaklı olmuştu.
O böyle duygular içindeyken
öğretmenin yerine gelen hasta oldukça duyarsız bakınıyordu. Hastafendinin gözü
ona kaydı. Onun duyarsız bakışını görmüş; ama hemen onu suçlamamıştı. İçinden
“bunun da farklı bir hikayesi var herhalde. Bu duyarsızlık bunu gösteriyor”
diye geçirmişti. Sırası gelince anlatacağım gibi o hastanın da çok özgün öyküsü
vardı.
Neyse; bu sırada Temur efendinin
kızları babasının altını değiştirmiş ve perdeyi de açmışlardı. Hepsi de
Hastafendiye sanki minnetle bakıyordu. Aralarında hiç tartışmadan başı bağlı
kız refakatçi kaldı. Sanırım babasını en çok seviyordu. Bana öyle gelmişti.
Ötekiler “biz akşama geliriz” deyip
gittiler. Ortalık sakinlemişti. Hastafendi eşini ve kızını “ben çağırınca
gelin” diye ikna ettiği için onlar da gidince Hastafendi de kafasını
dinliyordu. Hurşit’in yerine gelen çocuk daha doğrusu delikanlı da yatmaktan
hoşlanmadığı için ayakta geziniyordu.
O sırada öğretmenin yerine gelen
hastanın torunu refakatçiydi. Habire kitılla çay yapıyor, hepimize
‘içermisiniz?’ diye her seferinde soruyordu. Torun ince uzun, ama çok çevik
biriydi ve sempatikti de. Onun sempatikliği dedesinin sevimsizliğini örtüyordu.
O çay demlemeci, dedesi çay içmeci,
arada bize ikram etmeci akşam oldu. Akşam yemeklerini yiyip tedavimizi aldık.
Bu sırada Temur efendi sakince yatıyordu. Çocuklarının davranışından kendini
sahiplenmesinden belli ki çok mutlu olmuştu.
Akşam hemşireler gelip gittikten
sonra Temur efendinin ziyaretçileri kalabalık şekilde geldiler. Öteki kızı,
oğulları, torunları ve aralarında eşi vardı. Ama nedense Temur efendinin eşi
kocasına çok ilgisizdi.
Belki yıllardır kanser hastasıyla
birlikte olduğu için adeta kocasının hastalığına kanıksamış gibiydi. Uzun süre
babalarının yanında oturdular. Bu kalabalık Temur efendinin de keyfini
getirmişti. Doktorun ağrı kesicisinin dozunu artırması oldukça rahatlattığından
bazı sorulara cevap bile verdi.
Gelenler görevlerini yapmış olmanın
rahatlığı içinden kalktılar. Gideceklerdi. Refakatçi olarak öteki kızı ve bir
torunu kaldı. Başörtülü olan iki gündür bekleyen kızı ertesi gün geleceğini
söyledi. Hepsi diğer hastalara ve bu arada Hastafendiye de ‘geçmiş olsun’ deyip
gittiler.
Bu sırada Hastafendi hep yaptığı
kendine geçmiş olsun diyen Temur efendinin ziyaretçilerinin ardından “olur söyleyelim
de geçsin gitsin” dedi.
Ne yapalım onun huyu da buydu.
Yıllardır yaşadığı hastalığı, duyduğu kemik ağrılarıyla dalga geçerek başa
çıkmaya çalışıyordu. Çok ağrıları olduğu için Temur efendinin yüz ifadesinden
ağrı içinde olduğunu anlamış; onun doktora adeta yalvarır gibi usulca “çok
ağrım var” demesini anlayabilmişti.
Çünkü bu ağrıları kimse yaşamadığı
için anlayamıyordu. Hastafendi de anlaşılmayacağını bildiği için genelde
kimseye ağrım var demezdi. Kullandığı ağrı kesicisini “ya bu yeşil reçeteli.
Senin böbreklerine zarar verir bırak bunu” dediklerinde çok kızar, ama sadece
“olur bırakayım” derdi. Çünkü ne kadar anlatsa kimsenin o ağrıları yaşamadığı
için anlayacağını zannetmiyor, onun için boşuna çene yormuyordu.
Ama şimdi burada Temur efendinin
yüzlerinin kasılmasından sonra doktora usulca “çok ağrım var doktor bey!”
demesinden Temur Efendiyi kendine çok yakın görmüş, benzer ağrıları çektiğini
bildiği Arap Abdurrahman’ı hatırlamıştı.
Hastafendi gözü Temur efendide
sabahı ettiler. Bu sırada Hastafendi arada bir dalsa da gözü hep Temur
efendideydi. Onun nefes alışını izliyordu. Sabah oldu. Sabah kahvaltıları
geldi. Herkes kahvaltısını yaptı, Temur efendi yine bir şey yemedi. Çünkü altı
hala bez bağlıydı. Geldiğinden beri o da utanarak bir sessizce ördek istemişti.
O sırada bile çok utandığı belliydi.
Hastafendi aklında Arap Abdurrahman
önünde Temur efendi. Onun nefes alışlarını izlerken bunları düşünüyordu. Öğleye
doğru Temur efendinin refakatçısı değişti. Yine başörtülü kızı gelmişti.
Sanırım Temur efendi de bu değişikliğe sevinmişti. Çünkü bu kızının her
halinden babasını çok sevdiği anlaşılıyordu.
Refakatçi değiştiği sırada odadaki
bütün hastalar dışarı gezinmeye çıkmıştı. Odada Hastafendi, Temur efendi ve
onun kızı kalmıştı. Temur efendinin kızı sürekli babasının etrafında dönüyordu.
Ama o sıra sanırım Temur efendi koma halindeydi. Hiç tepki vermiyor, sürekli
düzen nefes alıyordu. Sanki koşup gelmiş gibi nefesleri sıklaşmıştı.
Hastafendinin gözü Temur efendideydi. Kızı elindeki ıslak mendili babasının
yüzünde gezdiriyordu. Temur efendinin dudakları kurumuştu.
Kızı Hastafendiye baktı. “Babamın
dudakları çok kuru su içireyim mi?” diye sordu. Hastafendi “pamuğu ısla
dudaklarına sık” deyince kızı pamuğu ıslayıp Temur efendinin dudağına sıktı.
Hastafendi bu sırada Temur efendinin sanki gülümsediğini gördü. “Bak memnun
oldu. Gülümsedi” dedi. Hastafendinin bu sözleri Temur efendinin kızını çok
sevindirmişti. “Memnun oldu değil mi amca? Pamuğu ıslatıp dudaklarına sıkınca
babam memnun oldu değil mi?” diye tekrar tekrar soruyor Hastafendi de sabırla
“evet kızım çok memnun oldu” diye cevap veriyordu.
Bu sırada Temur efendi daha sık ama
düzgün nefes alıyordu. Kız sevinçle babasının etrafında döndü pencereden denize
baktı. Çok mutluydu. Hastafendinin gözü de Temur efendideydi. Temur efendinin
nefesleri daha sıklaşmıştı. Nefesi alıp veriyordu, alıp veriyordu. Son kez
nefesini aldı, verdi ve durdu.
Hastafendi durumu anlamıştı; ama
bunu kızına babasının vefat ettiğini nasıl söyleyecekti?
Temur efendi son nefesi verip orada
durunca Hastafendi yataktan indi. O sırada Temur efendinin kızı tekrar babasına
baktı “amca babama bir şey oldu. Baba! Baba!” derken hastafendi kızı kolundan
tutup dışarı çıkardı.
Kızın “Babaa!!! diye bağırışını
duyup koşan hemşireye “doktor çağırın. İçerde hasta vefat etti galiba” dedi. O
sırada Temur efendinin kızı olduğu yere yığılmıştı.
Hastafendi kıza yardım için
eğilirken gözü odaya kaydı. Temur efendi artık hiç acı duymadan sakince huzur
içinde yatıyordu.
O sırada çığlığa koşup gelen
refakatçi kadınlar birinin öldüğünü duyup orada da ağlayan Temur Efendinin
kızını görünce hemen etrafında toplandılar. Cağıl cuğul her kafadan bir ses
çıkıyor; bu sırada kimisi de daha olayın şokundan kurtulamamış olan Temur
efendinin kızına başsağlığı diliyordu.
Bunları gören Hastafendinin tepesi
attı. Bu sırada Temur Efendinin kızı sanırım kardeşlerine haber vermek için
telefonu eline almış; ama telefonu kullanacak mecali yoktu. Yanında bir kadın
‘aklı sıra yardım edecek’ Temur Efendinin kızının elinden telefonu almaya
çalışıyordu.
Hastafendi bunu da görünce
kadınlara bağırarak “siz sussanıza yaa! Ortalığı velveleye verdiniz” diye
bağırdı. Kadınların hepsi suspus olmuştu.
Hastafendi kendi telefonunu eline
aldı Temur Efendinin kızına ‘kızım kimi arayacaksak numaraları söyle sen” dedi.
Temur Efendinin kızı numaraları teker teker söyledi. Hastafendi telefonun arama
tuşuna bastı, kalabalıktan uzaklaşıp köşeye gitti.
Bu sırada telefon arama sesi üçüncü
ötmüştü karşıdan telefondan erkek sesi geldi. Hastafendi karşıdaki kişiye
“beyefendi babanızın durumu ağır acele gelin” dedi. Karşıdaki ses ısrarla
“Laleyi verin. O nerede?” diyordu. Sanırım Temur efendinin kızının adı Lale’ydi.
Hastafendi “siz ne yapacaksınız Lale
Hanımı? Acele gelin” dediyse de karşı taraf ısrarla “lale’yi verin” diyordu.
Hastafendinin tepesi attı “Lale’yi ne yapacaksınız? Babanız öldü, Lale perişan”
deyince karşıdaki ses “anladım beyefendi hemen geliyoruz” deyince Hastafendi
telefonu kapattı.
İçinden ‘ne dangalaklar var yahu.
Baban ağırlaştı deniyorsa atlar gelirsin’ diye telefondaki adama kızıyordu, ama
Lale Hanıma hiç belli etmedi. “Tamam telefonu ettim gelecekler” dedi.
Bu sırada doktor yanında başkaları
odaya girip kapıyı kapatmıştı. Sanırım kalp masajı yapıyorlardı.
Hastafendi bağırınca refakatçi
kadınlar da toz olmuştu. Kendi hatalarını görmeden sanırım Hastafedi’yi ‘deli
biri’ zannetmişlerdi. Oraya gelen kadınlardan biri Hastafendi bağırınca ‘deli
mi bu?’dese de Hastafendi duymazlıktan gelmişti.
Şimdi bütün kadınların oradan
gittiğini görünce içinden “bunlara böyle dil lazım” diye geçirdi, orada çaresiz
yere çömelmiş olan Lale Hanıma “gelin şöyle gidelim. Doktor içeride müdahale
ediyor. Salonda bekleyelim” deyince kızcağız kalktı ve Hastafendiyle birlikte
salona doğru yürüdüler.
Kızcağız bu sırada Hastafendiye
sürekli sorular soruyordu. Önce “doktorlar hayata döndürür mü?” diye birkaç kez
sordu Hastafendi her seferinde “Allahtan umut kesilmez” diye cevap verdi.
Halbuki Temur Efendinin dönülmez yolculuğa çıktığını ve dönmeyeceğini
biliyordu, ama ne yapsın kızı teselli ediyordu.
Birlikte ziyaretçilerin geldiği
yerdeki koltuklara oturdular. O sırada orada oturan bir bayan durumu anladı
usulca “başınız sağol olsun” dedi gitti.
Hastafendi sanırım kadının “başınız
sağolun” diyeceğini anlamıştı. Kadın daha ağzını açmadan o Temur Efendinin
kızına biraz yüksek sesle “babanız sizden çok mumnundu. Ben onun durumundan
anladım. Siz çok büyük iş başarmışsınız. Bir kanser hastasını sekiz yıl
yaşatmak çok zordur. Siz o zoru başarmışsınız” dedi.
Ama kız bu sözleri sanki hiç
duymuyormuş gibi babasını çok iyi baktıklarını söylüyor arada bir “amca
dudaklarını ıslatınca babam çok memnun oldu değil mi?” diye soruyor Hastafendi
de “tabi kızım ben sana o zaman da söyledim, baban çok memnun oldu. Sen fark
etmedin mi? Sen dudaklarını ıslatınca sanki serinlemiş gibi gülümsemişti” diye
cevap veriyordu.
Yalnız burası abartı değildi. Kızı
dudaklarını pamukla ıslatınca Temur efendinin gözleri hafif ışıldamıştı. Ve
ondan memnun olduğunu belli etmişti. Zaten geceden beri yaşadığına dair nefes
alması hariç ilk ve son belirtisi gözlerinin bir an canlı bakmasıydı. Tabi
Hastafendi kızına ‘baban tek canlılık belirtisi oydu’ demiyordu, sadece kızın
her sorusuna babasının çok memnun olduğunu, gülümsediğini söyleyerek
cevaplıyordu.
Kız öyle babasını çok sevdiğini,
onun kendisini çok sevdiğini ve babasına çok iyi baktıklarını arada da bir
Hastafendiye onaylatarak anlatıyordu.
Aradan epey zaman geçmiş,
Hastafendinin gözü asansördeydi. Temur Efendinin oğlanlarının gelmesini
bekliyordu. Kızın konuşmalarından sıkıldığı için değil, kızın çırpınışına çok
üzüldüğü için bir an önce oğullarının gelmesini istiyordu. Nitekim az sonra asansörden
Temur Efendinin oğlanları çıktı. Kız ağabeyleri gelince kalktı birlikte odaya
gittiler.
Hastafendi yerinden kalkmadı. Onlar
gidince aklında kalan Temur efendinin son nefesi verdikten sonra nefes
alamaması kalmıştı. Kendisi de aynı olayı bir yıl önce yaşamıştı. Takside
hastaneye yetişmeye çalışırken hastanenin ışıkları gözüktüğünde antibiyotiğin
alerjisi bronşları tamamen kitlemiş son nefesi verdikten sonra tekrar nefes
alamamıştı. Ama kalbi çalışmaya devam ettiği için ciğerlerde kalan oksijenle acile
kadar gidebilmiş kalbi tam orada durmuştu.
Yani Hastaneye daha uzak bir yerde
nefes alamaz duruma gelseydi hastaneye gelmeden kalbi duracak hastaneye tıp
dilinde ‘ex’ olarak yani ölmüş olarak gidecek varacaktı. Ve belki kapıdan
‘yapacak bir şey yok’ deyip döndürülecekti.
O an yaşadıkları hep aklındaydı.
Gerçekten bütün olmazlar o gün olur hale gelmiş, hastaneye saniyesi saniyesine
yetişmiş. Şansından o gün orada Göğüs hastalıkları uzmanının olması anında
müdahale ve kalbinin sağlamlığı sayesinde şu anda yaşıyordu. Aklında Temur
efendinin son nefesi verdiği an bir yıl önce yaşadıkları adeta film şeridi gibi
gözünün önünden geçmişti.
Bu yaşadıklarından ona kalan tek
şey ölümün öyle korkunç bir şey olmadığıydı. Ve biliyordu Temur efendi son
nefesi verip kalbi durduğunda hiç acı yaşamamış, aksine ağrılarından
kurtulmuştu.
‘Taşı toprağı altın’ diye altmış
yıl önce geldiği İstanbul’da altmış yıl sonra hastane odasında biten bir hayat.
Bu altmış yılda onun öncesine yirmi yirmi iki yıl önceydi de eklersen seksen
küsur sene yaşanan bir ömür “kimbilir? Hangi anıları saklıyor?”
İşte bu sorunun cevabında saklıydı
her şey. Bir süre önce çıktığım Öykülerle Yolculuk; bu yolculuğun hangi yöne
bir yolculuk olduğu da bu sorunun cevabını başka başka insan öykülerinde
arayarak verebilecekti.
Bundan sonra yapacağımız Temur
efendinin izinden gidip onun yaşadıklarından
yola çıkarak “taşı toprağı altın” deyip İstanbul’a Anadolu’dan göçen
insanın öykülerinden ellili yılların başından itibaren başkalaşan İstanbul’unu
anlatmaya çalışırken, yine benzeri hayatların yaşandığı Anadolu’nun başka
diyarlarından gözlemler sunarak bu yolculuğu daha anlaşılır hale getirmeye
çalışacağım. Belki bu şekilde bu yolculuğun ana amacına ulaşabilirim. Yani
insanı ortalama insanın özeliklerinden ‘bencillik, kıskançlık, kahramanlık,
korkaklık, her şeye meraklı ve hiç umursamazlık, rekabet, düşmanlık, aşk,
sevgi, öldürme tutkusu, barış içinde yaşama arzusu; yani kısacası insanın
yaşarken kendini ifade ettiği bütün davranışlarından’ arındırıp onu kendi
gerçeğinde fark ettirtmede bir yere gelebilirim.
Çünkü Temur efendi dünyada tek
değil. Onun yaşadıklarının nerdeyse tıpa tıp aynısını Anadolu’nun başka
yerlerinde ve başka ülkelerde yaşayan milyonlarca insan var. Ve bütün öykülerde
yaşananlar insanın yaşamındaki mutluluk ve kederlerin yumağı gibidir. Bu
yumaklardan hangisini açsan oradan ortaya sayılamayacak kadar çok benzer
yaşanmışlıklar fırlar.
Bunlardır asıl insanın; yani
insanlığın öyküsü. Bütün insanlarda var olan hırsın, öfkenin, sevginin,
sevdanın, mutluluğun, kederlerin, güzelliklerin, çirkinliklerin vb. insana özgü
ne varsa hepsinin ifade bulduğu alan yaşam öyküleridir.
Bu yaşam öyküleri bütün insanların
benzer özelliler gösteren yaşamlarını adeta sinema filmi gibi gözler önüne
serer. Hastafedinin içinde bulunduğu duygu yoğunluğuyla aklından geçen
bunlardı. Bu düşünceler onu adeta heyecanlandırmışken tekerlekli bir sedye
üzerinde kefen giydirilmiş Temur efendi etrafında çocukları gözüktü. Asansöre
doğru gittiler. Temur efendi ‘belki elinde bir tahta bavulla’ geldiği
İstanbul’da yıllarca tekerlekler üzerinde geçen yaşamını yine tekerlekler
üzerinde terk ediyordu. Az sonra asansör geldi. Temur efendi sedye üzerinde
çocukları yanında asansöre bindiler. Asansörün kapısı kapandı. Gittiler.
Hastafendi kefene sarılı giden
Temur Efendinin binip gittiği asansör kapısına baktı kaldı. Aklında bin türlü
düşünce, gözünün önünde sayılmayacak kadar çok insan sanki ona Temur efendinin
bindirildiği asansör kapısının önünden el sallıyordu. Kapıya bakarken bunlar
gözünün bir film şeridi gibi geçti. Bu duygu yoğunluğuyla süre daha kapıya
baktı sonra kalkıp odasına geldi.
Odada ortalık karmakarışıktı. Temur
Efendiyi hayata döndürmek veya görevlerini yapmış olmak için epey uğraşıldığı
belliydi. Kalp masaj aleti, oksijen maskeleri ve bazı araç gereç olduğu gibi
ortadaydı. Hastane görevlileri benzeri olayları sıkça yaşasa da ölüm sanırım
onları da irkiltiyor...
Bu yüzden ortalıkta kimse kalmamış
gibiydi. Oda arkadaşları Ahmet çocuk, öteki Bingöllü hasta ve torunu da odadan
içeri giremiyordu.
Hastafendi görevli odasına gidip
oradaki görevlilere odadaki fazlalıkların alınmasını istedi. Oradakiler “hangi
oda?” diye sormadı. İki görevli Hastafendinin arkasından odaya geldi; oradaki
fazlalıkları alıp gittiler. Bu sırada bir bayan görevli geldi Temur Efendinin
yatağının çarşafını yeniledi. Yatak yeni gelecek hastaya hazır hale
getirilmişti.
Hastafendi yatağına uzanmış onları
seyrediyordu. Bir süre sonra oda arkadaşları da geldi. Odada ölüm sessizliği
vardı.
Bu sırada Hastafendinin gözü Temur
Efendinin yattığı yerdeydi. Sanki Temur Efendi hala orada gibiydi. Onun gür bir
şekilde nefes alıp verirken aldığı son nefesi verip durduğu an gözünün önüne
geldi. Sonra duvarlara baktı. Duvarlarda birbiri içine geçmiş yüzlerce insan
yüzü vardı. Tam ortalarında da Temur efendi. Sonra o yüzler kayboldu. Bütün
duvarı Temur efendi kapladı sanki. Gözleri kızarıktı. O kızarıklık arasında
gözlerinin maviliği belirdi. Hastafendiye gülümsemeyerek bakıyor gibiyi. Tıpkı
kızının dudaklarına ıslak pamuk tuttuğu sıradaki memnuniyet ifadesine benzer
bir ifade belirdi yüzünde. Sonra o görüntü de silindi gitti.
Tam o sırada tekerlekli sandalyede
kar gibi sakallı bir hasta yanında ‘sanırım eşi’ ufak tefek bir bayan ve
gençten bir erkek girip geldi. Ve onu Temur efendinin yatağına yatırdılar.
Bilecikliymiş. Göçmen şivesi gibi
bir şiveyle eşine ve genç adama ‘oğluymuş’ sürekli fırça atıyordu. Onun şivesi,
hali tavrı Temur Efendinin son yolculuğuna çıktıktan sonra odadaki sessizliği
gidermiş bir hoşluk oluşmuştu.
Adı Osman; Hacı’ymış. Kısa süreli
sohbet sırasında yarattığı hoşluk üzerine Hastafendi “Hacı Osman amca sen şeker
gibisin sana Hacı Şeker Osman ismi yakışır” diye espri yaptı. Gülüşüldü. Hacı
Osman eşine ve oğluna bir şeyler tembih etti “hadi siz o işleri görün ben kendime
bakarım” deyip onları uğurladıktan sonra çevik bir şekilde zıplayıp yatağına
çıkıp uzandı.
Gerçekten pire gibi biriydi.
Sürekli sakalını sıvalıyor “o burası iyiymiş, manzarası da iyiymiş” derken
Bingöllünün torunu (Hastafendinin kaş göz işaretine rağmen) “Hacı dayı çok
kurulma. Ordan az önce bir cenaze çıktı. Yatağın pek hayırlı değil” diye
boşboğazlık yapınca Hacı Osman irkilip, şaşkınlıkla Hastafendiye “bu çocuk şaka
yapar be ya?” diye sordu.
Artık saklanacak bir şey
kalmadığını fark eden Hastafendi “takma kafana Şeker Hacı dayım. O senden yaşlı
kanser hastasıydı. Maşallah sen pire gibisin. Hiç hasta gibi gözükmüyorsun.
Azrail gelirse ben defederim korkma sen” dese de iş işten geçmiş, Hacı Osman bu
kez yatağından pirelenmiş, sürekli sağına soluna bakınıyordu.
O sırada hemşire geldi “o amca
sakalın da çok güzelmiş, kar gibi” dedi. Hacı Osman sakalı gerçekten çok beyaz
ve yakışmıştı suratına. Aslında yaşı yetmiş dörttü, ama sakalıyla çok daha
fazla gösteriyordu. Hemşirenin sözüne herkes gülüştü.
Hacı Osman’ın biraz keyfi gelse de
sağına soluna bakınmaya devam ediyordu. Sanırım kendine en yakın Hastafendiyi
gördüğü için “sen gece beni beklersin. Azrail gelir bu yatan kim diye sorarsa
sakın Hacı Osman diye adımı verme. Sav başımdan, gitsin” dedi.
Ondan sonraki sohbet Hacı Osman
üzerine kurulu olsa da Hastafendinin aklından Temur Efendi onun son nefesi
verdiği görüntüsü gözünün önünden gitmiyordu.
Nedense Temur Efendinin ağrılarına
gösterdiği metanet, doktora usulca “çok ağrım var, biraz azaltabilirmisiniz?”
derken ki vakur hali Hastafendiyi çok etkilemiş, kendini ona çok yakın
hissediyordu.
Aklı geçmişte bir yerlere kaydı. O
sırada buradakine benzer yaşadıkları geldi gözünün önüne.
Geçmiş biz zamanda sabahın
dördüydü. İlgili hemşireler her zamanki gibi tam saatinde gelip tedavileri
vermek için dolaştılar.
Herkes; görevliler hastalar,
refakatçiler uykusuzdu. Odadaki ihtiyar da geldi geleli çok şaşkın durumdaydı.
Onu da ölümün korkusu sarmıştı sanki.
O sıra uyanık olan Hastafendinin
gözü hastaya, onun refakatçisine ve kendi refakatçisine kaydı. O gün gecesi çok
iyi geçmiş keyifliydi. İçinden altı gündür ihtiyarın refakatini yapan oğlu ve
kardeşinin on günü geçen gece refakatçiliğini geçirdi.
Gündüzleri kendisi için eşi
kalıyordu. Geceleri de kardeşi kalıyordu refakatçi olarak. O sıra ihtiyarın
oğluna doğru baktı. Delikanlı ege köylüsünün karakterinin özgün örneğiydi.
Cahil, ama iş yapmaya çalışan biriydi. Dayı başıymış.
Bizde dayı başına ‘ırgat başı’
denir. Eskiden beri belli yerleşim yerlerindeki, özellikle dağlık bölgelerde
yaşayan yoksul köylüler bu dayı başılar marifetiyle belli tarım alanlarına
çalışmaya götürülür. Nerde, nasıl, hangi ücretle çalışacağını dayı başı onlara
önceden söyler. Yani pazarlık dayı başıyla yapılır. Dayı başı işin zamanına
göre ve niteliğine göre çalışmak isteyenleri bir yerde toplayıp arabasıyla
onları işyerine dağıtır.
Onun asıl kazancı bu iştenmiş. Öyle
söylemişti. (Bu işi Doğu’da ‘elçi denen’ dayı başları yapar. Onların da çalışma
biçimi Ege’deki dayı başlarıyla çok benzeşir.) Yine ‘kendi ifadesiyle’ Bazen
tütüne, zeytine ve kanal işine işçi götürür oradan geçinirmiş.
Tam iş zamanı babası hastalanınca
şaşırmış tabi. Çünkü onların işi bu zamanda gece dörtte başlarmış. ‘Ne yapacak?
Mecbur babasına bakacak tabi’ Bu sırada babasını hastaneye getirince eşine ve
ağabeyine “işleri siz takip edin” demiş, ama. İşin bileni bu delikanlı… İşi
eşine ve ağabeyine emanet etse de iş onda dönüyor. Gece üçte başlayan
telefonlarla da olsa döndürmek zorunda… İşte tam bu durumdaki delikanlı tam
altı gündür gece gündüz uykusuz. Gece sabaha kadar gelen telefonlar da hiç
susmuyor.
Hastafendinin kardeşi desen o da
öyle perişan bir halde. Bunları aklından geçirdi. İnsanların sağlık için
katlandığı zorluklar, sağlık personelinin onca gayretini düşündü. Yine kendi
yaşadıkları aklına geldi. O bütün yaşanmışlıklarında gördüğü tanık olduğu
yaşamlarla duyup bildiklerini, okuyup bildiklerini birleştirip oradan
oluşturduğu kurgularla yazdığı öykülerini bir süre önce farklı bir anlatım
yöntemiyle yazmaya çalışıyordu ve bundan müthiş keyif alıyordu.
Ancak o hafta sonu Öykü Yolculuğu
adını verdiği çalışmasına devam edememenin sıkıntısı içindeydi. Çünkü on gündür
serum şişeleriyle ve oksijen maskesiyle prangalanınca bu şekilde yazmak ona çok
zor geliyordu.
İhtiyar hastaya, refakatçi oğluna,
kendi kardeşine göz gezdirirken bu aklına geldi. Az önceki sağlığının
iyileşmesinden duyduğu keyif kaybolmuştu. Ne güzel Egeli ihtiyar ve oğluyla
sohbet ederken öykü yolculuğu sırasında yazarken kullanacağı yeni bilgiler
edinmiş ve en kısa zamanda o sohbeti not almak istiyordu; ama koşulları
belliydi. Oksijen maskesini düzeltip ağaran günle belirginleşmeye başlayan
çevreye pencereden bakındı. Karşı dağlara bakarken dalıp gitmişti.
O sıra bir müzik sesi geldi. Ezan
olamazdı. Az önce uzaklardan gelen ezan sesini duymuş bundan keyif almıştı.
Yani kulağına gelen ses ezan sesi olamazdı. Sesin salondan geldiğini fark etti.
Sese kulak verince tv vb aletten geldiğini fark etti. ‘Acaba Brezilya dizisi
mi?’ diye düşündü. O sıra bir Arap müziği başlamıştı. İrkildi. ‘Gecenin bu
saatinde müzik yapan kim acaba?’ dedi.
Aklına uykusuz olanlar gelince telaşlandı. Hele ihtiyarın oğlu ‘ölü
gibi’ yatıyordu. Ne yapacağını şaşırdı. Müzik sesi artıp eksilerek devam
ediyordu. Her halde dinleyen çok keyfe gelmişti.
Refakatçiler uyanmadan müziği
kestirmek için biraz ilerisinde hasta için acil durumlarda kullanılan telefona
uzandı. Telefonu açan kişiye (sesinden bayan olduğu anlaşılıyordu) durumu
anlatıp müziğin kesilmesini istedi. Bayan “bir baktırayım” dedi. İki dakika
sonra müzik kesildi.
Etrafında derin uykuda olanlara
baktı. İçinden ‘iyi onlar uyanmadan hallettim’ deyip rahatladı. Devam eden
sessizlikte dağa bakarken o müziği çaldıran kişi aklına geldi. Yine içi
sıkıldı. Toplumda insanları inançları için kullanan, kullandıranları düşündü.
Aklına ülkesinde bir süredir devam
eden ‘duran adamla’ simgelenen Gezi Parkı Eylemi sonrası yazı ve yorumlar
geldi. Bu müziği ağır hastalığın olduğu bir hastanede gece yarısı çaldırıp
bundan keyif alanların giderek toplumda arttığını düşündü.
Düşüne düşüne işin içinden
çıkamayınca uzanıp zamanı gelen buhar maskesini aldı, içine ilacı usulca koydu.
Düğmeye bastı. Motor hafif inlemeye çalışmaya başladı. Çıkardığı ses hastanede
gece gündüz çıktığı için odadaki uyuyanların rahatsız olmayacağını bildiği için
rahattı; bu düşünceyle inil inil inleyen buhar makinesi sesini dinleyerek
buharı içine çekmeye başladı.
İstanbul’da gezinmek, daha önceki
yıllarda yaşanmış yerlerde dolaşmak, o yıllardan kalan (varsa) dostluklarını
arayıp bulmak vb. sonra dönüp bunları yazarak anlatmak biçiminde çıktığımız bu
yolculuk hiç hesapta olduğu gibi gitmedi.
Zaten bütün yolculuklar böyledir.
Daha doğrusu bizim yolculuğumuz gibi her şeyi görmeyi, anlamayı; bu
anlamalardan yola çıkarak dönüp geriye bakmayı, bu yolculukta gelmişi geçmişi
hep birlikte yaşamayı amaçlamış yolcuların rotası belli değildir. Anılarının
rüzgarı kızağa çekilmemek için direnen bu köhne gemiyi ‘kim bilir?’ nerelere
savuracak bilinmez. Hepimiz yaşayıp göreceğiz.
Neyse; neden bilmiyorum; ama şimdi
de geçmişe yollandık. O geçmiş de
Hastafendinin gençlik yıllarına denk düştü. O sıra bizimki cezaevine
girmişti. Orada tanımıştı onu. Adını kimse pek bilmezdi. Herkes “hacı dayı”
derdi. Hacı dayının hacılığı başındaki hacı takkesinden geliyordu.
Buraya sevkinden önceki cezaevinde
bir arkadaşı hediye etmişti. Ona da hacıya giden kardeşinden hediye gelmişti.
Hacı dayı külahını anlatırken gevrek gevrek gülerdi. “Nasip” derdi. “Herşey
nasip işi. Ben bu mapusa düşmesem kimbilir hacıya belkim gidmezdim. Belki de
köyden biri hacıya gidip geldiğinde bu takkeyi bene hediye edince giyerdim.
Emme orda bene bi takke geydim deyi kimse hacı demezdi. Şinci burda takdım
başıma takkeyi oldum hacı dayı. Takkeli hacı” diye anlatırdı tatlı tatlı.
Ufak tefek biriydi. Güneş görmediği
için yüzü beyazdı; ama cildinin zeminine bakınca kavruk yani tarımla uğraşan
insanların yaşadığı yerden olduğuydu. Kır seyrek bıyıkları (kendi öyle
söylerdi) hacılığa denk düşen ‘accık seyrek’ çenesinin hemen altında sakalı
vardı. Bir eli hep sakalında sanki sıvazlar gibiydi. Bir şey anlatırken de hep
sakalını sıvazlar, geçmişi anlatırken muzip bir dalgınlığa bürünürdü.
Yalan olmasın; kendi ifadesine göre
hapse girdiğinde devir İnönü devriymiş. Onların köyünde afyon ekimi yapılırmış.
Onların köyünün, evinin geçim kaynağı da genelde afyon ekiminden
kazandıklarıymış. Devlet her yıl bunların ektiği afyonun kozalaklarını satın
alırmış. Yasak olsa da köylerde kozağın sütünü sağıltanlar olurmuş. Yani
eroinli hap yaparlarmış. İhtiyarların cebinde hep haptan bulunur, arada bir baş
ağrısı vb. ağrı olunca, uykusu kaçınca kendi imalatları mercimek büyüklüğündeki
haptan bir tane yutarlarmış. Kötülükten değil ‘ehtiyaçtan’ tabi. Sütü alınmış
afyondan haşhaş çıkarırlarmış. Bu haşhaş o yörenin temel besinlerindenmiş.
Pekmezleyince ‘bek’ güzel olurmuş. Yufkanın arasına dürünür yerlermiş. İçine de
yine mevsimine göre afyon otu, karakavuk, yeşil soğan korlarmış. Oralarda
çocuklar uyumazsa bu haşhaşlı pekmezden yedirirler ve çocukların rahat
uyumasını sağlarlarmış. İntiharlar da o mercimek büyüklüğündeki afyon
haplarıyla olurmuş. Parmaklarıyla göstererek ‘üç dört dene yuddunmu iş tamam’
derdi. Bu anlattıkları o yöre köylerin rutin yaşamı. Anlatması da köyünü,
yaşamını çok özlemesinden ve pişmanlığından…
Pişmanlığı cezavine esrardan
girdiği için. “A gahbolu, evin, yerin var, tarlılan var, işin gaydın yerinde.
Evlenip çoluk çocuğa garışmışsın. Netcedin o gadar paraya tamah edip düzenini
bozdun?” diye kendine çok kızardı. Kendine yönelik bu eleştiriyi kimsenin
yanında yapmazdı. Bu mırıldanmalarla özeleştiri veya kendini yargılamayı
voltada pire gibi gidip gelirken yapardı.
Onun mırıltısını duyanlar ya dua ya
da türkü mırıldanır sanıyordu. Hastafendinin kulağı delik olunca mırıltılardan
bu yakınmaları duyup, anlamıştı. Bir gün onunla baş başa sohbet eden Hastafendi
mırıltıları duyup, anladığını hissettirmişti.
Hacı dayı mırıltılarını anlayan
Hastafendiye “ula gençle, sizin hakınızdan kimse gelimez. Baksanıza ajan
gibisiniz maşallah” demiş, gevrek gevrek gülmüş, sonra “ben sene her şeyi
dipden dırnağa anladayın da marakın gamlasın” demiş ve anlatmıştı.
O köyünde işinde aşında yaşayıp
giderken afyon denetçilerinden ‘onlara “afyon golcusu” denirmiş’ biri bunu
aklını çelmiş. “Bu işte iyi para var. Birlikte afyon kaçakçılığı yapalım”
demiş. İşte öyle başlamış Hacı dayının “kendi deyimiyle ayağının boka batması”
yoldan çıkışı. Doymamış işi esrar üretmeye çevirmişler. Velhasıl sonunda bir
ihbar üzerine ahırda esrarı elerken yakalanmış. Haliyle yargılanmış müebbet
hapis cezası almış. “O guda yıl geçti. Af maf çıkdı emme ben çıkımadım” derdi.
Çünkü cezaevinde hiç ‘tek’ durmamış ki… Her yeri gezmiş. Buna Sinop da dahil.
Kendi ufak tefekti. Ama hala çok çevikti. O gün “Benim böğün belalı gine gelir.
Varen ben accık verbere giden” dedi ve gitti.
O sırada yanlarına gelen öteki
mahkum anlattı. Hacı dayının belalısı karısıymış. Kadıncağız hacı dayının
geride bıraktığı üç çocuğu büyütmüş. Bu sırada hacı dayı hangi cezaevine
giderse karısı mutlaka arkasından gelir, uzaksa bir ev tutar orada kalırmış.
Yani hac dayının peşinde geçen bu kadar yıl.
Hacı dayı sonra anlatmıştı. O
karısını ve çocuklarını babasına bırakmış. Kardeşlerine de “yengenize sahap
çıkın” demiş. Halleri vakitleri de yerindeymiş. Hacı dayı kendi kendine ‘çok
ceza alırsam boşarın… Varı bir helal süd emmişe. Bubam gilde yardım eder.
Geçinir gider’ demiş. Müebbet alınca da ilk görüşmeye karısına bu durumu
anlatmış. “Benden yana serbestsin. Boşan bak hayatına. Ben sene gine burladan
arka çıkarın. Yol uzun arkamda sürünüp durma” demiş. O bunu demiş, ama ‘Garı
kendini yere addırı addırı vemiş’ “Sen bene boşacen deyemi aldın? Ben çocuklama
elin adamın evinde mi böyüden?’ diye feryat etmiş. Uzun lafın kısası hacı
dayının karısı o yıldan beri peşinde. Sonraları Tatar Ramazan adlı filmi
seyredince aklıma hep hacı dayı gelir.
Hacı Osman’ın kurulduğu Temur
efendinin yatağına bakarken gözünün önüne gelen Temur efendinin yıllara ve
acılara dayanmış vakur halini düşünürken arada bir kendine, kendi yaşamına
dönerken aklına gelen Hacı Dayının yaşamı buraya denk düştüğü için yazdım.
Çünkü Hacı dayı da aslında zor
yılların insanıydı. Temur Efendi o zor yılların zorluğunu aşıp yaşama katılmak
için elinde askerden ehliyet ‘boğulursam büyük denizde boğulayım deyip’ atmış
kendini İstanbul deryasına.
Hacı dayı da kendi köyünün küçük
dünyasından daha kolay kurtulmak için bir yol seçmiş. O yolda ona yirmi beş yıl
Türkiye’nin cezaevlerini gezdirmiş. Onca yaşanmışlığa, o yaşanmışlığın onca
sıkıntısına rağmen “buna şükür. Burlada süründüm, emme çok şey gazandım, adamı
kişiyi tanıdım” derdi. Yani yaşamın yükü onu da yıkamamıştı. Hastafendinin en
sevdiği ve özendiği insanlar işte bu ‘pes etmeyen’ direnerek yaşamayı
becerenlerdi. O da onlarla birlikte yaşama direnmeye devam edecekti. Bunlar
aklına geldi yumdu gözlerini uyumaya çalıştı.
Bilen bilir özellikle hastane,
hapishane, asker koğuşu gibi kalabalıkların yatıp kalktığı yerlerin gecesi
gündüzü olmaz. Oralarda hep bir hareket vardır. Ama onca gürültüye ve sık sık
rahatsız edilmelerine karşın rağmen insanlar yine de bir şekilde uyku
ihtiyaçlarını giderirler.
Hastafendi de böylesi hanelere
alışık olduğu için kuş uykusu gibi uykularla dinlenir veya gözleri kapalı
sürekli geçmiş yaşamını gözden geçirirdi. Çok iyi gözlemci olduğu için bu
gözden geçirme süreçleri sanki beyinde öykü odacıkları oluşturuyor, zaman bu
odacıklardan çıkardığı bu öykücükleri sanki yeniden yaşıyordu.
Zaten bu öykü yolculuğuna çıkması
veya çıkma ihtiyacı duyması belki bu öykü odacıklarındaki yoğunluğun
artmasındandı. Bu şekilde yola çıkan öykü kervanı hiç hesapta olmayan adreslere
savrularak yolun devam ediyor.
Bu yolculuğun başında ilk önce
İstanbul’da gezinmek, geçmişte yaşanmışlıklardan izler arayarak o izlerdeki
öyküleri anlatmak düşüncesindeydik. Haydarpaşa, Süreyya paşalar tarafından yol
kesilince o proje suya düşse de oralarda tanıdığımız İstanbul macerası yaşamış
insanların öykülerinde İstanbul’un geçmişini arayıp bulmaya soyunduk.
Çünkü herkes bilir ki yakın tarihin
İstanbul’u o insanların yaşam öykülerinde gizlidir. Bu gizemi en iyi 60 larda
Yaşar Kemal Cumhuriyet’te yayınlanan sonraları ‘Bu diyar baştanbaşa’ adlı dört
cilt haline topladığı röportajlarında çözüp, yazdı. O yılların İstanbul’unu
merak edenlere (haddim olmayarak) okumasını tavsiye edeceğim bir kitap. Ben
belki üç kere okudum. Zaten Yaşar Kemal’in yazdıkları okuyup geçilecek yazılar
değil. Destan tadında bir anlatı olduğu için her okunuşunda ayrı bir şey fark
edilip keyif alınır.
Eskiden köy köy dolaşan destancılar
da öyle değilmiydi? Aynı hikayeyi başka başka ballandıra ballandıra anlatıp
keyif verirlerdi. Çoğu onları dinler keyif alır, ama ardından ‘çokbilmiş laf
ebesi, palavracı vb.’ küçümsemelerle dudak bükerlerdi.
Halbuki bilmezlerdi ki onlar o
yörenin yakın tarihinin canlı anlatıcılarıydı. Bilmedikleri birçok şeyi
onlardan öğrenirlerdi. Zaten iletişim hızlanınca onlardan pek kalan olmadı
gibi.
O da çok genç yıllarda Varto’nun
dağ köylerinde gecelediğinde Kürt anlatıcıları ‘Dengibej’ dinlemişti. Onlar
daha profesyoneldi. Kışın köyleri dolaşır, geceledikleri köylerde sabaha kadar
köylülere geçmişten günümüze olayları anlatırdı. Daha çok Kürt Halkının yaşam
öyküleri… Köylüler onları ağırlamaktan çok keyif alırdı. Belki bu hizmetleri
karşılığı ona bir şey de veriyorlar, en azından köyde kaldığı sürece çok iyi
bakıyorlardı.
İşte Hastafendi belki onlara
öykündüğünden, belki de geç ortaya çıkan yazma sevdasından, belki de
hastalığının verdiği korkuyu yenmek için yaşadığı her şeyi öykülerde anlatmaya
soyundu.
Süreyyapaşada ölümüne şahit olduğu
Temur efendinin taşı toprağı altın diye geldiği ellili yılların İstanbul’unu
aramaya koyuldu. Bunun için aklına seksen öncesi uzaktan yakından tanıdığı
sayfa arkadaşı İlhami Mısırlıoğlu geldi. İlhami bey paylaşımlarında sürekli
Kadıköy’ün güzelliklerini öne çıkarıyordu. Hastafendi mesajla ulaştığı İlhami
beye meramımı anlatınca İlhami bey ona Yeni Moda eczacısı Melih beyi önerdi. ‘O
size yardımcı olabilir’ dedi. Hastafendi Yeni Moda eczacısı Melih beyle
tanıştı. Yeni Moda eczanesi bu şekilde öykü torbasına girmiş oldu.
Yine seksen yaşında hala taksi
şoförlüğü yapan Yaşar dayıyla tanıştı. Ondan dinledikleri de torbaya girdi. Bu
sıralarda oralarda dolaşırken çok yorulunca Kadıköy parkının karşısında Ziraat
bankasının önündeki simitçinin tezgahının yanındaki iskemleye simitçiden izin
isteyip oturdu.
Simitçi kır saçlı yaşlı bir
dayıydı. Kasketi bıçkın köy delikanlılarının kasketi gibi hafif yana kayıktı.
Yakışıklı kır bıyıkları, emredici bir bakışı vardı. Yaşı kestirilemiyordu, ama
Hastafendi onun oldukça yaşlı olduğunu tahmin etmişti. Hoş beşten sonra ‘dayı
nerelisin?’ dedi. Dayı hafif küstah bir ifadeyle ‘Sivaslıyın’ dedi.
Hastafendinin merakı artmıştı ‘İstanbul’a ne zaman geldin?’ dedi. Dayı ‘ben
İstanbul’a geldiğimde sen daha doğmamışınıdır’ deyince Hastafendi dayının
hayata her şeye öfkeli, her şeye tepeden bakan biri olduğunu anladı.
Tecrübesiyle biliyordu ki böyleleri çok zor insanlardır. Diyalog kurmak çok
zordur. Konuşmak için zorlarsanız kalbinizi bile kıracak kadar küstahlaşırlar.
Hastafendi geçmiş yaşamında böyle
hırçın insanlarla çok karşılaştığı için onlara tıpkı vahşi hayvan terbiyecileri
gibi çok dikkatli, ama bir şekilde yaklaşıp ilişki kurmayı çok olumsuzluklar
yaşayarak öğrenmişti. Onun için dayı ters şekilde ‘ben İstanbul’a geldiğimde
sen daha doğmamışsındır’ deyince hafiften bir kahkaha atıp ‘sağol dayı sayende
gençleşip şifa buldum’ dedi. Dayı az şaşırdı ‘sen kaçlısın?’ dedi. Hastafendi
‘ben elli birli’ diye cevap verince dayı gözlüğünün üstünden bakıp ‘Bravo hiç
göstermiyon. Ben elli sekizde geldim. Sen sekiz yaşındayken gelmişim. Valla hiç
göstermiyon’ deyince Hastafendi yine o nefes darlığı çekenlere has kesik
gülüşüyle “dayı eyi diyon da. Kaporta sağlam, motor gidik” diye verdiği cevaba
birlikte gülüştüler. Böylelikle o zor adam çözülmüş oldu.
Hastafendi bu şekilde ellilerin
Kadıköy’ünü, denizin nereye kadar geldiğini, Anadolu’dan gelenlerin
Haydarpaşa’da trenden inince Kadıköy’e önceden gelen hemşerileriyle buluştuğu
Ferhat’ın kahveyi, o kahvede yaşananları o Sivaslı dayıdan öğrenmiş oldu.
Bu şekilde gezintilerle dağarcığına
epey İstanbul anıları doldurdu. Yeniden yaşadığı şehir Denizli’ye dönmeyi
düşündü. Kolay giderim diye eşiyle bindiği uçak yolculuğu kolayı zorlaştırıp
Hastafendiyi yeniden yıktı. Uçaktan inip evine gelen Hastafendi ambulansla
Pamukkale Üniversite Hastanesine son anda yetiştirilip yeniden hayat tutunması
sağlandı. Ama bunlar onun hiç umurunda olmadı. Orada yatak arkadaşlarından
ilkini tanımaya çalıştı.
Çünkü onun yaşamı da bilindik
çalışan ve sonunda emekli olan insan öykülerinden biraz farklı da olsa bir
yaşam öyküsüydü. Bir şekilde girdiği bankada uzun yıllar veznedar olarak
çalışmıştı. O sıralar içtiği sigaraların dumanı ve sürekli elinden geçen
paraların kiri pası onda meslek hastalığı biçiminde ortaya çıkmış farklı bir
akciğer hastalığı oluşturmuştu.
Yenice emekli olmuş, kendine ev
alıp taşınmış ‘kiradan kurtuldum’ diye sevinirken aniden rahatsızlanınca
hastaneye gitmiş. Tedavi falan olmuş, ama rahatsızlığı geçmemiş. Son
rahatsızlığı ciddi olunca kaldırıldığı hastanenin yoğun bakımında kalmış ve
buraya Pamukkale Üniversitesi hastanesine oradan gelmişti. Şimdi de hasta
odasında bir yandan tedavi olurken diğer taraftan yeni aldığı evin orasını
burasını yapanlara tarifler ediyordu. Ev aldığı için çok sevinçliydi. “Allah
olmayan versin, kiracılık çok zor” diye dert yanmıştı. İki kızı vardı. Biri
lise ikiden ayrılmış “ben okumak istemiyorum” demiş. Öteki kızı yedinci sınıfa
gidiyormuş, eğitimi çok başarılıymış. Sürekli ondan bahsediyordu.
Kızı karne alınca yanına ziyarete
geldiler. Kızı takdir, teşekkür ne varsa almış. Okumayı çok sevdiği
gözlüklerinin arkasından pırıl pırıl bakışından belli çok sevimli bir kız
çocuğuydu. Annesi, ziyarete gelen babaannesi, halası, amcası onu övdükçe alı al
moru mor oluyordu. Hastafendi o kızlara baktıkça kendi kızları aklına geldi.
Onların yanından geleli üç gün olmuş; ama yine de onları özlemişti.
İşte o baba ertesi gün ani
fenalaşıp yoğun bakıma alındı. Sonradan duyduk vefat etmiş. Yıllarca çalışıp
kiralarda geçen ve sonra yeni aldığı evinde henüz doya doya oturulamadan biten
bir ömür. Hastafendi çok üzüldü, ama böyle öyle çok yaşamlar tanıdı ki??
Ama bu arkadaşı da öykü torbasına
koydu. Çünkü tanış oldukları sırada o arkadaşın anlattığı çok hikaye vardı ve
bunu insanların bilmesinde yarar vardı. Yani Hastafendi öyle düşündü.
Derken o arkadaşın yerine Aydınlı
bir ihtiyar geldi. Hele o ihtiyarda öyle laflar vardı ki; her lafına
mübalağasız iyi bir öykücü roman çıkarır. Ölenle ölünmüyor. Hastafendi ölen o
arkadaşı ‘şimdilik’ unutup Aydınlı dayıyı dinlemeye koyuldu.
Önümüzdeki bölümlerde Süreyya paşa
ve Yeni Moda Eczanesiyle devam etsek de bir gün mutlaka yine biryerlerde
eyleşip ‘yani mola verip’ öykü yolculuğuna başka yerleşimlerinden; başka
mekanlardan devam edeceğiz. Bu sırada buralardan yola çıkıp bütün Türkiye’yi
baştanbaşa öykülerde gezineceğiz. Örneğin ‘beş kuruşa efeliği ilan edilen
Ramazan efeden’ başından geçen bir olayın şoku içinde tükenip giden
üniversiteli gençten ‘imini timini unuttuğu’ kocasının yıllar sonra ölüm
haberini duyunca koşup gidip ona karşı görevini yerine getiren anaç Anadolu
kadınına kadar farklı yaşam öykülerinde buluşacağız. Yani bizde öykü çok… Siz
yeter ki bizi okuyarak takip edin öykü yolculuğunu.
Neyse Temur efendinin yatağına
kurulan kar gibi sakallı Hacı Osman’a bakarken onun kurulduğu yatakta az önce
can veren gözünün Temur efendinin en büyük acıları çekerkenki o vakur hali
aklımdan hiç çıkmıyordu.
Onun için ne yapıp yapıp onun
İstanbul’ a ilk geldiği yıllardan itibaren izini sürüp yaşadıklarını bir
şekilde öyküleştirmeyi kafama koymuştum. Süreyya paşadan ayrılalı epey olduğu
halde aklımda hep Temur efendi vardı.
Öyle olunca; yani Temur efendiyi
onun yaşamında buluşan insan öykülerinde aramayı düşündüğümden bir süre daha
Süreyyapaşa’da karşılaştığım insanların kimi yaşamlarını da bu öykü yolculuğunun
içine almak gerekiyor.
Neyse Hacı Osman amca; benim
deyimimle ‘Şeker Osman amca’ alışkın tavırlarla yatağına kurulsa da bir kere
pirelenmişti. Kendini anlatırken ikide bir gözü balkona bakan kapıya kayıyor
Hastafendiye “bak gece iyi bekle ha. Azrail gelir beni sorarsa yok de” diye
espri yapmaya çalışsa da ölüm korkusu, daha doğrusu ölen birinin yatağında
yatıyor olmanın verdiği tedirginlik onda şekerlik fala bırakmamıştı. Artık
herkes Hacı Osman’ın korkusuyla eğlenmekten kendi korkularını unutmuştu.
Zaten hep öyle değil mi? Başkasının
felaketinden kendilerine mutluluk çıkarma daha doğrusu kendi sıkıntılarına
avuntu bulma en belirgin toplumsal özelliğimiz değil mi?
Adına ‘Dedikodu’ dediğimiz, kimi
sosyologların gerçeği gizlemek, yani aydınlanmamış toplumsal yapımızı
unutturmak için ‘toplumsal ihtiyaç’ diye yutturmaya çalıştığı bu kaynağı hiç
bilinmeyen, daha doğrusu hiç bilinemeyecek olan bilgilerle sürekli başkalarının
özel yaşamlarını didikleme alışkanlığımızla birçok yaşamları olumsuz etkileme
pahasına bilgisiz sürekli görüş bildirme…
Yaşamımızın tüm alanını alan tv de izlediğimiz dizilerde ifadesini bulan
gerçek dışı daha doğrusu yalana, dedikoduya dayalı hayatlara olan aşırı ilginin
kaynağı ve bu özelliğimizi pazarlayan kendi ellerimizle zengin ve meşhur
ettiğimiz dizi oyuncularını kendimizle özleştirme merakımızın nedeni bu değil
mi?
Nedense birçok bilim insanı
sosyolog buna toplumsal aydınlanma yaşamamış olmanın neden olduğu bir toplumsal
özellik olduğunu vurgulamaktan kaçınıp cehaletin ürünü olan yalana dedikoduya
pirim veren dizileri toplumun stres atmasına yaradığı için yararlı bile
görürler. Sanırım bu da aydınlanma yaşamamış toplumların bilim insanlarına özgü
bilim dışı bir özellik oluyor.
Aslında bu sadece bize özgü gibi
görünen yalana dedikoduya pirim verme durumu aydınlanmamış bütün toplumların en
temel özelliğidir. Bu toplumların dedikodu ve yalanı kullansa da en zararsız
olan yanları öykülerle aktarılanlardır. Yoksa ‘Töre, adet vb’ tanımlarla
toplumda genel kabul gören, sadece kadınların değil, herkesin kısacası
aydınlanmamış olan yaşamı çok sınırlı kelime bilgisiyle anlamaya çalışan,
anlayamayınca da abartıya, yalana sarılan bana göre bizim toplumsal yapımızın
da en zararlı yanı bu ‘dedikodu’ diye tanımladıklarımızdır.
Öyle ki; özellikle siyasetçiler
toplumsal yapının bu yanını çok iyi kullanarak toplumu parçalara ayırıp
yönetmeyi çok iyi becerirler.
Bu toplumsal parçalanma için bizde
benzine yapılan zammı ‘ben araba kullanmıyorum kullanan düşünsün’ veya sigaraya
içkiye yapılan zammı ‘ben içmiyorum içen düşünsün’ şeklinde tepkileri veya
maaşa yapılan düşük zammı protesto eden çalışanlara işsizlerin ‘o parayı
beğenmiyorlarsa bıraksınlar. Ben o paranın yarısına çalışırım’ demesi gibi
duyarsızlık içeren tepkiler ‘ki bunlar uzatılabilir’ örnek olarak gösterilebiliriz…
En son AKP iktidarının insanların
yaşam alanlarına, ‘Neyi? Nerede?’ nasıl yaşayacaklarına kadar varan kimi
uygulamalarına toplum olarak duyarsız kalınması veya İstanbul’un yaşam alanı
olan Beyoğlu’ndaki kimi düzenlemelere, en son Taksim Gezi Parkı düzenlemesine
gösterilen yurttaş tepkisine geniş halk kitlelerince yeterince anlaşılıp destek
verilmemesi bunun belirgin örneğidir. Sebebi de o kitlelerin bu yaşananların
yeterince farkına varamamasındandır.
Herkes bu durumun farkında gözükse
de kaynağı yalan veya belirsizliğe dayanan dedikodular yaşamın en önemli
zamanını işgal eder. Hacı Osman’ın kısa süre önce vefat eden Temur efendinin
yatağından duyduğu tedirginliği oda arkadaşlarının eğlence kaynağı haline getirmesi
Hastafendiye ve bana bunları düşündürdü.
Geldiği günden beri çalımıyla çok
sevimsiz olan Bingöllü bile keyfe gelmiş, suskunluğu gitmişti. Hastafendi daha
sonra konuştuğu Bingöllünün de töre kurbanı olduğunu öğrenmişti. Ailesi töre
gereği işledikleri bir cinayeti Bingöllünün üstlenmesini istemişler. O sıra on
dört yaşında olan Bingöllü ailesinin, daha doğrusu babasının bu isteğini kabul
ettiği için çocuk yaşta hapse girdiğini anlatmıştı. O sırada sübyan koğuşuna
konduğunu söylemiş; ‘nedense?’ hiç sorulmadığı halde ‘oralarda kendini
koruduğunu’ söylemişti. Onun bu kendiliğinden tepkisi Hastafendiye onun o
sübyan koğuşlarında hiç de kendini koruyamayıp, çok sıkıntılar yaşadığını
düşündürmüştü.
Bilen bilir özellikle Doğu ve
Güneydoğu’da bu töre belası çok canların yanmasına, çok küçük yaşta pek çok
çocuğun bu törelerin uygulanmasında görev alıp çok küçük yaşlarında
cezaevleriyle tanışmasına; oralarda korumasız çok büyük güçlükler yaşamasına
neden olmuştur.
Hastafendinin seksen öncesi Adana
Bölgesinde bulunduğu sırada tanıdığı Disk Bölge Temsilcisi bir töre cinayetini
önleyemediklerini söyleyip üzüntüsünü dile getirmişti. Bölge Temsilcisine
anlatılan söylentiye göre onun da akrabalarının olduğu bir köyde bir kız çocuğu
(belki aile baskısından, belki de hiç istemediği birine para karşılığı
satılacağı için) komşuları olan ve evli olan şoförle kaçmak için sözleşmiş.
Sözleştikleri gün o şoförle buluşmak için Antep’te şoförün adını verdiği otele
gitmiş. Ama o sırada şoför kamyonuna yük sarıp gittiği için onu bulamamış.
(Bölge temsilcisi belki komşu şoför kıza latife olsun diye “seni kaçırayım
demiş, ama bunu unutup kamyona yük sarıp gitmiş” diye yorum yapmıştı) Neyse kız
şoförle buluşamayınca köyüne geri dönmüş. Onun şoförle buluşup kaçmak için
Antep’e gittiğini öğrenen ailesi (kimden öğrendiği belli değil, sanırım
söylentiye göre) şoförün ailesine bu durumu anlatır. İki ailenin aile meclisi
toplanır. Kızı kızın ailesinin, şoförü şoförün ailesinin öldürmesine karar
verilir.
Bunu o sıra duyan Disk Bölge
Temsilcisi ve o sıra KÖY-DER Genel Başkanı olan yakını birlikte köye gidip bu
töre infazını durdurmak için hem kızın, hem şoförün ailesiyle görüşürler. Her
iki aile ‘böyle bir kararları olmadığını, bunların dedikodu olduğunu’ söyleyip
töre kararını inkar ederler. Ama sonra kız çocuğunu ailesi köy girişinde bir
kamyona ezdirir ve buna ‘kaza’ deyip kızı ezen kişiden davacı bile olmazlar.
Bölge Temsilcisi kızın
öldürüldüğünü o sıralarda duyup Hastafendiye bu töre olayını anlatmıştı. Bölge
Temsilcisinin anlatımına göre o sıra seferde olan şoförün akıbeti belli
değildi. Sonradan köye dönüşünde onu da kendi ailesi ‘kaza’ kurşunuyla
öldürmüş.
Hastafendi bunu o sıra duyduğunda
çok üzülmüştü. Sonradan değerlendirince olayın yani kızın gerçekten o şoförle
sözleşip sözleşmediği, onunla kaçmak için Antep’ gidip gitmediğini kimse
doğrulayamadığını fark etti. Ortada hep ‘söylentiye göre’ veya ‘ortalıkta
dolaşan dedikoduya göre’ diye belirsiz bir kaynak gösteriliyordu. Ve o belirsiz
kaynak veya dedikodu çok küçük bir kız çocuğuyla evli, çoluk çocuk sahibi
şoförün hayatına mal oluyor.
Burada her iki ailenin kendi
aralarında bu söylenti ve dedikodularla oluşacak düşmanlıktan korktukları için
dedikodunun veya söylentinin işaret ettiği iki canlarını kurban etmişlerdi.
Gidin bakın göreceksiniz bütün töre
cinayetlerinin arkasında hep o kaynağı belirsiz söylenti veya dedikodu, bunun
sonucu oluşacak düşmanlıktan korkulduğu için kurban seçilen ve kurban edilen
insanların dramı vardır.
Hastafendi Temur Efendinin ölümüyle
suskunlaşan sonradan Hacı Osmanın korkularıyla keyiflenen oda arkadaşlarına
bakarken aklından bunlar geçiyordu.
Bingöllü de cezasını tamamlayınca
ailesiyle İstanbul’a göçmüş kalan ömrünü bu şehirde geçirmişti. Sonraki
sohbetlerinde Bingöllünün öyküsünü dinleyen Hastafendi İstanbul’a ‘taşı toprağı
altın deyip’ göç edenleri anlamadan İstanbul’un anlaşılamayacağını düşünerek
(ne yapıp yapıp) Temur Efendinin yirmili yaşlarda Sivas’tan İstanbul’a göçünün
izini sürmeye karar vermişti. Taburcu olunca da bu düşünceyle ilk işi ona
İstanbul’un göç yıllarını anlatacağını düşündüğü ve arkadaşının önerdiği Yeni
Moda Eczanesinin sahibi Melih Beyle buluşmak için harekete geçmek oldu.
Bu düşüncelerle o Cuma günü
arkadaşının verdiği telefon numarasından Yeni Moda Eczanesinin sahibi Melih
Bey’i arayıp kendini tanıttı. Arkadaşının adını verdi. Ziyaret amacını kısaca
anlattı. Melih bey telefonun öbür ucunda gayet nazik bir ifade ile ‘beklerim
efendim’ dedi.
Hafta sonuydu… Pazartesi saat iki
için randevulaştılar. Hastafendi bunu kendine Melih beyi öneren arkadaşına
mesajla anlattı, gösterdiği ilgi için teşekkür etti. O arkadaşı da mesajla o
gün kendine uğrayıp kahve içmeyi teklif edince Hastafendi onu da
‘olurladı’. Artık geriye sadece Yeni
Moda eczanesine nasıl gidileceği konusu kalmıştı.
O sırada odada bulunan küçük kızına
bunu sordu. Küçük kızı sevimli bir küstahlıkla ‘baba yazarım diye geçiniyorsun;
internetten bir eczane adresini bakmayı beceremiyorsun’ deyince; Hastafendi
dersini almış olarak “anlaşıldı küçük hanım bugünkü dersimizin konusu sanırım
internet hizmetleri. Sayende anladım” dedi.
Babasını kırdığını sanan küçük kızı
koşup sarıldı, öperek “ay babacığım alındın mı yoksa? Ben onu şaka diye
söyledim” derken kızının bu yaklaşımından çok mutlu olan Hastafendi kızını
öperek “canım benim, niye alınmayım? Arkadaşlar arasında böyle şakalar olmaz
mı?” derken ikisi de çok mutluydu. Hastafendi o mutlulukla internette Yeni Moda
Eczanesinin adresini sorgulamak için gogula girdi.
Kızı haklıymış. Şıbbadak Yeni Moda
Eczanesini buldu. Yeni Moda Eczanesi ‘lebi derya’. Sanki Kadıköy’ün tarihini
içinde saklayan bir değer, bir merkez gibi. 1902 de ilk olarak Kızıltoprak’da
açılmış; sonra Moda’ya taşınmış. Şimdiki sahibi; daha doğrusu şimdiki sahibinin
babası 1937 de bu eczaneyi satın almış. Aslen Urfalıymış. Daha önce Birecik’te
Yeni Eczane isimli eczaneyi açmışmış. Sonra sanırım bir iki yıl
Konya-Karaman’da 1935’de yine Yeni Eczane adıyla eczane açmış. Sonra 1937 da
İstanbul’a göçüp bu eczaneyi devir alınca Birecik’teki ve Karaman’daki Yeni
Eczanenin yenisiyle bu eczanenin Modasını birleştirince eczanenin adı Yeni Moda
Eczanesi olmuş.
O yıldan bu yana Moda’da ilk
yerinden hemen iki bina ilerisinde hala faaliyette. Kapı numarasına kadar bütün
bilgiler internette var. İnternetten bu bilgileri de alınca artık Hastafendiye
Moda’ya gitmek düştü. Artık Pazartesiyi beklemek gerekiyordu. Öyle de yaptı.
Pazartesiye kadar evde okuyarak,
yazarak vakit geçirdi. Pazartesi sabahı kalkınca eşine ‘ben bugün Yeni Moda
Eczanesine gideceğim’ deyince eşi aceleyle kahvaltısını hazırladı. Birlikte
kahvaltı yaptılar. Eşi “tek başına nasıl gideceksin? Ben de geleyim” dedi.
Hastafendi “sağol Kadıköy’den taksi tutarım. Zaten yakınmış. Sen sıkılırsın
orada” deyince eşi Hastafendinin yalnız gitmeye kararlı olduğunu anlamıştı. Bu
sırada kahvaltı da bitmişti.
Hastafendi giyindi ve elinde baston
eşine “haydi hoşça kal” deyip öptü. Eşinin “aman kendine dikkat et” şeklinde
uyarılarına kafa sallayarak dolmuşların geçtiği yola doğru yürüdü.
Aklında hep İnternetteki Yeni Moda
Eczanesiyle ilgili bilgiler vardı. Ve çok merak ediyordu. Kadıköy dolmuşuyla
iskeleye inince dolmuş şoförüne “Moda’ya gitmek için nereden taksi bulurum”
dedi. Şoför “amca Moda yakın pek taksi bulamazsın, ama sen şu yolda bekle
geriden gelen taksilere Moda’ya gideceğini söyle. Belki birisi götürür” deyince
Hastafendi biraz şaşırarak “neden Moda’ya gitmezler? Mesafe yakın olduğu için
mi?” deyince şoför “yok amca ters yer orası. Dönüş zor onun için; ama mutlaka
biri götürür” deyince Hastafendi “sağ ol” deyip şoförün dediği yere yürüdü.
İlk iki takside müşteri vardı,
geçip gitti. Arkadan boş gelen taksiye el etti. Durunca “Moda’ya gideceğim”
dedi. Şoför önce olmazlandı sonra “gel bakalım amca” deyince Hastafendi taksiye
bindi.
Şoför gençten sevimli biriydi.
Hastafendi Moda’da bir eczaneye gideceğini, elinde sadece kapı numarası
olduğunu söyledi ve şoföre “bu adresi bulabilirim değil mi?” dedi. Şoför gülerek
“tabi bulursun amca. Sen Denizlili misin?” dedi. Hastafendi şoföre şöyle bir
baktı. “Evet Burdurluyum, ama Denizlili de sayılırım. Çünkü ömrüm orada geçti.
Nasıl anladın?” deyince şoför “amca ben de Çallıyım, şivenden anladım” dedi.
Bu şekilde aralarında bir samimiyet
oluşmuştu. Hastafendi şoföre o eczaneye niye gittiğini anlatıyordu, taksi
durdu. Şoför “amca Moda burası… Söylediğin adrese göre eczane burada bir yerde
olmalı. Caddeye gireyim mi?” deyince Hastafendi “sağol hemşerim ben kapı
numaralarına bakarak bulurum” dedi. Taksi ücreti beş lira tutmuş veya şoför
hemşeri tarifesi uygulamıştı; kim bilir? Şoföre beş lirayı uzatıp vedalaştı,
taksiden indi.
Şaşırmış neye yöne gideceğine karar
veremiyordu. Şaşkınlığı etrafındaki görüntüdendi. Dar sayılabilecek bir cadde,
cadde kenarlarına serpilmiş kafeterya benzeri şeyler ve şakır şakır birbiriyle
samimi konuşan insan kalabalıkları. “Nereye geldim ben?” diye şaşkın etrafına
bakınıyordu.
İstanbul’un birçok eski semtini
biliyordu. Geçtiğimiz yıl kızlarının kaldığı Ortaköyü de tanımıştı. Şişli,
Osmanbey, Taksim hep kalabalıktı; ama burası farklıydı. Türk filmlerinde
gördüğü sahneler fırlayıp önüne çıkmıştı sanki.
Etrafında o filmlerdeki eski İstanbul’u anlatan sahnelere benzer
dekoratif bir görüntü vardı. İnsanlar birbiriyle çok samimi bir iletişim
halindeydi. Sanki herkes herkesi tanıyor gibiydi.
Hastafendi bu görüntülere şaşkın
şaşkın bakındı bir süre. Sanki nefes problemi bitmişti; çünkü normal nefes
almaya başlamıştı. Bu görüntü çok hoşuna gitmişti. Bastona dayandı kapı
numaralarına baktı. Rakamlar yüksekti… Kapı numaralarının sol tarafta ileriye
doğru düştüğünü gördü, karşı kaldırıma geçti. Karşıdan kapı numaralarını daha
iyi takip edebiliyordu. Oradan etrafın hoşluğu içinde kapı numaralarına bakarak
yürüdü. Kaldırıma yayılmış bir iki pastanenin önünden daha doğrusu masaların
arasından geçiyor kimse onunla ilgilenmiyordu. Sanki o da kırk yıllık Kadıköylü
gibi kabul görmüştü.
Hastafendi öyle düşünüp keyiflendi.
Yürürken Ziraat Bankasının önüne geldi. Bankada işi vardı, ama randevu saati
yaklaşmıştı. Hiç kimseyi bekletmeyi sevmez, kendi de bekletilmeyi hiç sevmezdi.
“Banka işini sonra yaparım” dedi. Zaten aradığı kapı numarası yaklaşmıştı; ama
ortada eczaneye benzer bir vitrin gözükmüyordu.
Birden karşısında Yeni Eczane yazan
tabela görünce durdu. Ancak tabelada eczane yazıyordu; ama asılı olduğu yerde
eczaneye benzer bir görüntü yoktu. Yani vitrinde mama, çocuk bezi reklamları,
değişik ilaç vb. tanıtımların yazılı olduğu bir görüntü yoktu.
Şaşkın oraya doğru yürüdü.
Tabelanın asılı oluğu kapıdan bir mabede, müzeye benzer yere giriliyordu.
Hastafendi ürkerek kapıdan içeri
girince onu derinlerden gelen bir klasik müzik sesi karşıladı. İçeride kimse
gözükmüyordu. Her iki tarafta raflarda kavanoza benzer şeylerin arasında
düzgünce yerleştirilmiş ilaçlar duruyordu. Ama başta da yazdığım gibi giriş
insana bir müzeye veya mabede giriyormuş gibi bir irkiltiyle karışık hoşluk
veriyordu. Çalınan müzik de bu görüntüyü daha bir gizemli hale getiriyordu.
Hastafendi hangi müzik kime ait
gibi konularda cahil olsa da klasik müziğe, batı veya Türk klasik müziğine
hayrandı ve iyi bir dinleyiciydi. Sonradan Bach’a ait olduğunu öğrendiği
senfoni kulaklarını doldururken karşıda sanki sinema gişesi deliği gibi bir
delik olan ahşap perdelemenin arkasında beyaz bir yüz, hafif renkli gözler ve
kırlaşmış saçlarıyla efendi görünüşüyle bir beyefendi göründü. Çok samimi
bakışlı bir İstanbul beyefendisiydi. ‘Buyrun’ dedi. Hastafendi görüşeceği
kişinin bu bey olduğunu tahmin ederek kendini tanıttı. O bey gerçekten o
eczanenin sahibi Melih beymiş.
Orada eskiden kalmış iki sandalye
vardı. O sandalyeler Hastafendiye çok tanıdık geldi.
Dedesinin evinde de aynı
sandalyelerden vardı. O yıllar koltuk ve divanın henüz yaygınlaşmadığı
yıllardı. Evlerde ‘maket’ denen ince uzun genelde ahşaptan yapılmış oturma
gereçleri vardı. Üzeri kilim benzeri şeylerle veya bir kumaşla örtülü,
arkasında uzun dayanma yastıkları olurdu.
Varlıklı evlerde de o maketlerin
arkasında kadife yastıklar, Hastafendinin gördüğü türden arkası yuvarlak gelen
oturma yeri kontraplak olan biçimli sandalyelerden olurdu. Üzerine kadife
minderler konurdu.
Hastafendi bunları görünce
yazdıklarımı hatırladı. Hastafendinin dedesi varlıklı değildi. Daha doğrusu bir
zamanlar çok varlıklı ve kendine ağa dedirten yaşamı olsa da, ama sonu Züğürt
Ağa gibi bitmiş; yani mal varlığını önemli ölçüde kaybetmiş, ama çevrede
itibarını hiç kaybetmemişti. Hep sevilen sayılan biri olarak tanınmıştı.
Hastafendinin aklında kalan
görüntüler bu sandalye ile belirgin hale gelince beyazlaşmış saçları, gür ak
kaşları ve o kaşların gerisinden sımsıcak bakışıyla beyfendiyi kendine yakın
tanıdık gibi görmüştü.
Birlikte karşılıklı o sandalyelere
oturdular. Hastafendinin şaşkınlığı geçmemişti. Etrafına bakınırken Melih bey’e
“burası bana çok ilginç geldi. Tarih kokuyor” dedi. Melih bey gülerek “doğru bildiniz, eczanemiz
gerçekten içinde bir tarih barındırır” dedi ve internette de yazılı olan
bilgileri doğrulayarak eczanenin tarihini anlattı.
Hastafendi ziyaret sebebini tekrar
etti. İstanbul’a gezmek, yetmiş yıllarda kaldığı yerleri, varsa; daha doğrusu
yaşıyorlarsa eski arkadaşları dostları ziyaret, ayrıca bu gezintide
gördüklerini yaşadıklarını yazmak amacıyla geldiğini, ama hastalanınca bu
amacını gerçekleştirmenin zorlaştığını anlattı.
Süreyya paşa hastanesinde tedavi
gördüğü sırada yaşadıklarını; o sıra tanıdığı Temur efendiyi kısaca anlatıp
“ben Temur efendinin izini sürmeye karar verdim. Yani ‘taşı toprağı altın’ diye İstanbul’a
göçün başladığı elli yılları; o sıradaki İstanbul’u öğrenmek istiyorum. Sizden
istediğim ki; siz eski İstanbullusunuz. Sizin yaşamınızdan kimi anekdotları
öğrenip, onlardan o yılların yaşanmışlığını yakalamak; o şekilde Temur
efendinin İstanbul’a ilk gelişte yaşadıklarına ulaşmak istiyorum. Kısacası ben
öykücüyüm. Küçük bir anekdot bana koca bir dünyanın kapısını aralayabilir. Size bunun için geldim” dedi.
Aslında Hastafendi nefes problemi
yaşadığı için konuşması pek anlaşılmazdı. Bunun farkında olan Hastafendi Melih
bey’e bunları tane tane anlaşılır şekilde anlatmaya çalışınca oldukça da
yorulmuştu.
Sözü bitince geriye yaslandı. Bir
süre nefesini normalleştirmeye, daha doğrusu kandaki oksijeni yükseltmeye
çalıştı. Parmağında oksijen ölçer o bununla uğraşırken Melih Bey sanırım “bu ne
biçim insan?” der gibi Hastafendiye şaşkınlıkla bakıyordu. Hastafendi nefesini
ayarlayıp bunu da parmağında takılı oksijen ölçerde fark edince Melih Bey’e
‘sizi dinliyorum’ der gibi baktı.
Melih bey sanki onun sözlerinden
bir şey anlamamış gibi bakınıyordu.
Sözlerinin anlaşılır olması için o kadar gayret gösteren, bu sırada
koşmuş gibi yorulan Hastafendi Melih bey kendini anlamamış sanıp yeniden isteğini
anlatmaya başlayınca Melih bey büyük bir kibarlıkla “hayır sizi anladım. Size
nasıl yardımcı olabilirim diye düşünüyordum” dedi.
Hastafendi ona isteğini tekrar
etti. Geçmişte yaşadıklarıyla ilgili küçük anekdotları onunla paylaşırsa
onlardan amacına uygun olarak yararlanacağını söyledi.
Sanırım Melih bey onun amacını
anlamamıştı. Çünkü gibi boş gözlerle bakıyordu. Yani her ne kadar ‘sizi
anladım’ dese de anlamamıştı.
Bunu fark eden Hastafendi tekrar
hastanede tanıştığı, sonra vefat eden Temur Beyin ellili yıllarda İstanbul’a
gelerek başlayan yaşam öyküsünü kurgulayabilmek için ellili yıllardaki
İstanbul’u tanımak istediğini, bunun için kendilerinin o yıllardaki kimi yaşam
anekdotlarının çok işine yarayacağını anlattı.
Sandalyeyi gösterdi. “Bu sandalye
sanırım çok eski” dedi. Melih bey gülümseyerek “ellilerden kalma” deyince
Hastafendi “tahmin etmiştim. Benim dedemin evinde de aynı sandalyelerden vardı.
Sizin sandalyeyi görünce o yıllar aklıma geldi” dedi, sonra “örneğin ben bu
sandalyeden bir uzun öykü, hatta bir roman bile üretebilirim. Çünkü o
sandalyeyi hatırlatan bir çok anekdot beynimde uçuşuyor. Sizden beklediğim de
böyle bir şey. Yaşadığınız size ilginç gelen küçük küçük anlar. Belki şimdi
hemen aklınıza gelmeyebilir. Ben bir ses alım cihazı aldım. Onu size bırakayım.
Bir hafta sonra tekrar uğrarım. O süre sarfında aklınıza gelenleri siz bu
cihaza anlatın. Ben onları değerlendiririm” dedi. Dedi, ama bu cihaz sözü Melih
beyi sanki ürkütmüş gibiydi. Cihaza korkuyla bakıyordu veya bana öyle geldi.
Ama Melih Bey haklıydı. Böyle cihazlarla az kişi suçlanmamış; az kişinin başı
yanmamıştı.
Hastafendi Melih Beyin bu
ürküntüsünü fark etmişti. “Yanlış anlamayın. Bu cihazı size gelirken aldım. Hiç
kullanılmadı” dese de Melih Bey sanırım öyle düşünmüyordu.
O sıra Melih Beyin yaşlarında bir
beyefendi geldi. Oldukça şık giyimli,
renkli gözlü tıknaz bir beydi. Kareli kahverengi ceketinin altında düz
kahverengi pantolonu denk durmuştu. Ayakkabıları boyalıydı. Yeni tıraş olmuştu.
Saçları subay tıraşı gibi kesilmiş, ince düzgün bıyığı vardı. Ceketinin
içindeki yeşil bir tişörtle her şeyi denk ve yakıştırılmıştı. Sanırım Melih
Beyin samimi arkadaşıydı. “Çalan Bahc’mı?” dedi. Melih Bey “Bahc’ın keman
konçertosu” diye onayladı.
Melih bey sanki o bey gelince
rahatlamıştı. Hastafendiye “işte bu arkadaş sizin sorunuza daha uygun cevap
verebilir” derken sanki üzerine yüklenen yükü bir başkasına devredebilecek
olmanın rahatlığı içine girmişti.
Arkadaşı merakla bakınca
Hastafendinin kendine söylediklerini harfiyen arkadaşına tekrar etti. Buradan
da anlaşılıyordu ki; Hastafendinin ne istediğini gerçekten anlamıştı, ama işe
ses cihazı girince korkmuştu. Yani görünenden böyle bir anlam çıkıyordu.
Arkadaşı bilgiç bir tavırla “bu
konuda çok kitap yazıldı” deyip Sait Faik’ten başlayıp bir dizi yazar ismi
sayıp, Hastafendiye bunları okumasını öğütledi. “Sonra Suriçi hala bakir, oraya
da el atabilirsin” dedi.
Hastafendi içinden ‘La hevla’
çekerek en baştan o beye de ne istediğini anlattı. O yazarları okuduğunu
söyledi. Suriçi gibi yerlerin de kuşkusuz çok ilginçlikleri olduğunu, ama
amacının İstanbul’un tarihini yazmak veya o yazarlarla kakışmak olmadığını,
hastanede tanıdığı ve orada vefat eden kendine de ilginç gelen bir beyin
yaşamının izini sürüp, o izlerde o beyin yaşam öyküsünü aramak olduğunu
söyledi. Amatör bir öykü yazarı olduğunu, bazı denemeleri olduğunu bu
çalışmanın da amatörce bir çalışma olduğunu, arkadaşının önerisi üzerine Melih
Beye gelip kendisinden ellili yılların Kadıköyüne ait anekdotlar istediğini, bu
şekilde o yıllarda ‘taşı toprağı altın’ diye Anadolu’dan göç edenleri, bu arada
hastanedeki dostunu aramaya çalışacağını söyledi.
Hastafendinin bu uzun açıklamasını
ilgiyle dinleyen Melih Beyin arkadaşı Hastafendi “amatör öykü yazarıyım”
deyince küçümser gibi dudak büküp “basılmış kitabınız var mı?” diye sordu. O
beyi anlayan Hastafendi “evet tanıtım amacıyla basılmış yedi kitabım var.
Onları kimini yayın evlerine ve yarışmalara gönderiyorum. İyi bir yazar
olduğumu düşünüyorum” diye yarı yalan, yarı doğru cevaplar verdi.
Melih Bey ve arkadaşıyla
konuşmaları bir süre daha devam etti. Hastafendi en sonunda “Melih Bey ben bu
cihazı size bırakayım. Aklınıza bir şey gelirse lütfen kaydedin” dedi. Çünkü
sohbetin gidişinden rahatsız olmuştu. Melih Bey de kibarca cihazı aldı. Nasıl
çalıştığını sordu. Sonra “inşallah size yardımcı olabilirim” dedi.
Hastafendi oturmaya devam etmenin
anlamsızlığını düşünüp, izin isteyip kalktı. Gözü hala o iki sandalyede ve
etraftaki raflardaydı. Dışarı çıkınca alabildiğince derin bir nefes aldı.
Rahatlamıştı…
Aklına Ziraat Bankasının
matiğindeki işi geldi. Gerçi aşağıda da banka yanında matikler vardı; ama
oralar kalabalık olur diye eczaneye gelirken gördüğü hemen yakındaki bankaya
yönelip orada işini gördü.
Ona Melih Bey’i öneren ve “gel
birlikte bir kahve içelim” diyen arkadaşı aradı. O da özür dileyerek, oğlunun
nikahını unutup randevu verdiğini söyleyip gelecek hafta için tekrar randevu
verdi.
Hastafendinin Moda macerası
şimdilik sona ermişti. Düşündüğü konuyla ilgili buradan bir sonuç alamayacağını
düşündü. İnsanlar nedense yaşanmış bir öyküsünü, bir anekdotunu anlatmaktan
çekiniyor; belki o sıra duyduğu heyecandan her şeyi unutuyordu.
Ben bunu insanların, daha doğrusu
bizim gibi toplumların içine kapanık olmasına sosyal aktivitelerden uzak
olmasına bağlıyordum.
Gerçekten etrafınıza bakın tek tek
veya gurup olarak gezmeler yeni yeni gündeme gelmeye başladı. O geziler de
genelde bilinçsiz, gezilecek yer konusunda bilgisiz çok ürkek oluyordu.
Yani yaşadığımız yerlerin toplum
olarak farkına varmaya yeni yeni başladık. En bilinçlimizden en cahilimize
kadar durum pek değişmiyor.
Bilinçli olarak gördüğünü
düşündüğümüz birine o bildikleri konusunda kalabalık bir kitleye veya çok daha
dar dostlar arasında görüşünü anlatması istenince o kişinin ne komik durumlara
düştüğünü bunları yaşayan herkes çok iyi bilir.
Nereden nereye. Melih Beyle görüşme
bunları düşündürmüştü. Hastafendi orada gördüğü efendiden birine ‘Kadıköy
iskelesine nasıl gidileceğini?’ sordu. O beyefendiden kişi “caddeyi takip edin.
Oradan sola aşağı doğru caddede yürüyün. O yol sizi Kadıköy iskelesine götürür”
deyince Hastafendi sanki çok kolay bir şeyi bilememenin utangaçlığıyla
“afedersiniz” deyip yürüdü.
Biraz ilerleyince durup derin derin
nefes alarak nefesini ayarladı. Parmağına taktığı kandaki oksijeni ölçer doksan
gösteriyordu. İçinden “bu nefesle iskeleyi bulurum” deyip yavaş yavaş etrafını
izleyerek yürüdü. Zaten hızlı yürümesine olanak yoktu ki. Ama o bunu bilerek etrafı
izlemek istiyormuş gibi bir poz takınıp aşağı doğru inen dar sokak benzeri
caddede yürümeye başladı.
Etrafındaki evlere, işyerlerine,
oralarda kırk yıllık tanış gibi fıkır fıkır kaynayan insanlara bakarken bir
yandan da ellilerden iz bulmaya çalışıyordu. İçinde “bu evlerin en eskisi en
fazla kırk elli yıllık, yani ellilerden önce yoktur” diye geçiriyor gördüğü
insanların içinde de o yıllardan kalan insanlar olmadığını görüp ‘zor bir işe
soyundum’ diye düşünüyordu.
Öyle ya karanlıkta iğne arar gibi bir
şey. Çünkü biz geçmişimize çok değer veren, geçmişle ilgili bir kayıt düşmeye
meraklı, ilgili bir toplum değiliz.
Ellilerden ulaşımla ilgili bilgi
ararım diye başvurduğu Nakliyatçılar Derneğindeki bayan bile ona internete
başvurmasını söylemişti. Sanki internet bilgileri vahiyle oluşuyormuş gibi…
Yazılı bir kayıt yoksa internete o bilgi nasıl girer ki?
Hastafendi bu düşüncelerle yürürken
yorulduğunu fark etti. Hemen önünde deri giyim eşyası satan dükkanın önünde bir
tabure gördü. Yanında gençten biri dikiliyordu. Sanırım dükkanın sahibi veya
tezgahtarıydı. Hastafendi ona tabureyi işaret edip “oturabilir miyim?’ Yoruldum
da” dedi. Zaten bu kadar sözü söylerken nefes nefese kalmıştı. Delikanlı izin
vermese de oturacaktı, yoksa düşüp bayılacaktı. Delikanlı “tabi amca buyur
otur” derken Hastafendi çoktan oturmuştu. Bu sırada burnundan derin derin nefes
alıp oksijen durumunu dengelemeye çalışıyordu.
Epey bir süre sonra cebinden oksijen ölçerini çıkardı. Oksijen 87 gösteriyordu.
Biraz rahatlamıştı.
Etrafına bakınmaya başladı. Aklında
hep ellili yıllar vardı. Sokağa bakarken o yılları gözünde canlandırmaya
çalıştı.
O sıra bu dükkanlar yokmuştur tabi.
Belki şu karşı birahanenin olduğu yerde geniş kapıları, önünde avlusu olan,
avludaki ağaçların dallarının sokağa sarktığı bir ev vardı. Hemen yanı
boşluktu. O boşlukta mahallenin çocukları oynuyordu. O geniş kapılı evin
ötesinde ve karşısında tek ve ayrık bahçeli evler sıralanmıştı. Belki evlerin
cumbası bile vardı.
Yukarıda Moda caddesinde de benzer
evler sıralanmıştı.
Motorlu vasıta yok gibi bir şeydi.
Ulaşım payton ve at arabalarıyla sağlanıyordu. Bu sokaklarda at arabalarının ve
insanların, tabi genelde erkeklerin dolaştığını düşünüp, gözünde canlandırdı.
Kuşkusuz insan kıyafetleri de çok farklıydı. Şu karşıdaki birahanede olduğu
gibi kadın erkek bir arada kahkaha atan insan manzaralarına rastlanmazdı tabi.
Zaten sokak içinde birahane ve içkili yer de yoktu muhakkak.
Hastafendinin bunlar aklından
geçerken ‘taşı toprağı altın’ deyip Anadolu’dan İstanbul’a hücum eden, genelde
trenle ilk olarak Haydarpaşa’ya gelen insanların buralara kadar çıkmadığını
düşündü.
Ama adı gibi biliyordu ki o
insanlar ilk önce mutlaka Kadıköy’de bir yerlere geliyor sonra oralarda
gidecekleri iş bulacakları yerler için adres arıyor veya kendinden önce gelen
veya bir şekilde tanışı olup İstanbul’da oturanlarla buluşuyordu.
İşte o yer, o yerler neresiydi.
Hastafendi o yerleri bir bulabilse oradan sonrası sanki ona kolay gibi
geliyordu.
Bunları düşünürken kafasına ağrılar
girmişti. Biraz daha oturdu. Kalktı, aşağı sahile doğru inişe devam etti. Zaten
karşıdan Sahildeki meydanın ucu ve deniz gözükmüştü.
Epey yürümüştü. Baktı, insanların
oturacağı oturaklar olan bir yere gelmişti. Bu yer ona tanıdık geldi.
Eskilerden tanıdığı bir öğretmen arkadaşıyla hemen karşıdaki simit sarayının
önünde buluşmuşlar sonra birlikte buraya gelip oturmuşlardı. Hastafendi sanki
hep oralardaymış gibi bir poz takındı. Baktı bir kişilik yer olan bir yer görüp
oraya yöneldi. Oradaki kişiye selam verip yanına oturdu. O kişi selamını alırken alıcı gözle
Hastafendiye bakıyordu.
Çakır gözlü, hafif kır saçlı beyaz
yüzlü biriydi. Boynundaki kravata bakınca sanki emekli öğretmen gibi görüntü
veriyordu. O sıcakta gri bir kravat takmış, üzerine de gri bir yelek giymişti.
Hastafendi öğretmenlerdeki kravat
takma alışkanlığını biliyordu. Kayın pederi de öğretmendi. Emekli olduktan
sonra bile kravatını hiç çıkarmamıştı. Kravatsız olmak sanki onda çıplak olmak
gibi bir his uyandırıyormuş. Bir sohbetlerinde kayın pederi öyle demişti. Öleli
epey oluyordu.
Yanında oturan bey onu hatırlattığı
için Hastafendi ona gülümseyerek baktı. Ona “öğretmensiniz değil mi?” demeye
hazırlanıyordu, o bey daha erken davrandı “astımsınız sanırım” dedi.
Hastafendinin hevesi kursağında kalmış gibi önce yutkundu, sonra “coah efendim.
Hastalığım coah” dedi.
Sonra hastalığının seviyesini
anlattı. “Keşke astım olsaydım. Hiç olmazsa onun tedavisi var” dedi. Adam onun
anlattıklarını ilgiyle dinledikten sonra “çok geçmiş olsun beyefendi. Benim
oğlan da çok sigara içiyor. Burada olup sizi dinleseydi keşke. Biz ne söylesek
laf anlamıyor” diye dert yandı.
Hastafendi içindeki merakı yenmek
için “afedersiniz siz öğretmen misiniz?” deyince adam gülümsedi. “Evet nerden
anladın?” dedi. Hastafendi kravatı işaret edip, “sanırım bütün öğretmenlerde bu
alışkanlık var. Benim kayınpeder de ölünceye kadar kravatı hiç çıkarmadı” dedi.
Adam derin bir iç geçirip “doğru bu
alışkanlık biz eski öğretmenlerde hep var” dedi. Akşehir öğretmen okulu
mezunuymuş. Hastafendinin küçük erkek kardeşi de o okuldan mezundu. Yıllarını
karşılaştılar. Bu öğretmen kardeşinden çok önce önce mezun olmuş. Hastafendi
“kardeşim de o okuldan mezun” deyince adamla bir fazla samimi oldular.
Hastafendi buralarda niye dolaştığını, hastalığını, hastanede yatarken vefatına
şahit olduğu birinin yaşam öyküsünün izini sürmek için çabaladığını, onun İstanbul’a
ilk geldiği ellili yılların İstanbul’undan izler aradığını anlattı.
Sohbet epey ilerlemişti. O adam
İstanbul’a büyük oğlu üniversiteyi kazanınca tayinini isteyip geldiğini
söyledi. Onun geldiği yıl yetmiş sekizdi. O yılları hastafendi de biliyordu.
Ama yine o yılları konuştular. Oğlu İstanbul Üniversitesinde okumuş. Okula ilk
başladığı yıl üniversiteye bomba konmuş. Öğretmen “üniversiteye bomba
konduğunu, ölenler olduğunu duyunca yüreğim kalktı. Çünkü bizim oğlan da
solcuydu” dedi. Kendi çocuğu aklına geldiği için yüreği kalkmıştı, ama ölen
çocuklara da çok yanmıştı. “Ne yapacaksın, böyle bir şey olunca haliyle ilk
akla kendi çocuğun geliyor. Bu bencillik, ama insani bir duygu” dedi.
Konuşması Hastafendiye çok sıcak
gelmişti. Sohbete devam edecekti, ama nefessizlik sıkıştırmaya başlamıştı. Eve
gidip oksijen tüpüne bir süre bağlanması gerekiyordu. Adama bunu söyleyip,
gitmek için izin istedi. “Oğlunuza selamımı söyleyin, bir an önce sigarayı
bıraksın. Ben bırakalı on yılı geçiyor, ama bırakmak için çok geç kalmışım.
Yani hemen bıraksın, yarın çok geç olabilir” dedi. Adam saygıyla ayağa kalktı,
sanki eski dostmuş gibi öpüştüler. Adam “çok sağ olun, sizin öğüdünüzü oğluma
söyleyeceğim” dedi.
Hastafendi oradan ayrıldı yavaş
yavaş aşağı caddeye indi. Kaldırımdan devam edecekti. Dolmuş durakları çok
uzaktaydı. Karşıya geçerek otobüs duraklarındaki oturaklarda dinlenerek dolmuş
durağına gitmek işine geldiği için karşıya geçti. Biraz yürüdükten sonra ilk
duraktan itibaren yolculara ayrılan oturaklara otura otura ilerledi. İlk
dolmuşa binip evine geldi. Çok yorulmuştu, ama eşine yorulduğunu söylemedi.
Çünkü “yoruldum” dese alacağı cevap ‘otura koymuyorsun’ olacaktı.
‘Otura koymak’ söylemesi ne kadar
kolay. Hastafendi gibi yürüme, çıkıp dolaşma, bir şeyler yapma özlemi çeken
bütün yaşamı boyunca hep hareketli olan; ama şimdi yürüyenlere nerdeyse
kıskanarak bakan birinin ‘otura koyması’ yani ‘hareketsiz kalması’ ne büyük
işkenceydi. Bunu anlatmak, anlaştırmak o kadar zordu ki. Onun için hastalığını
görüp ona istirahat tavsiye edenlere o sadece başını sallıyor veya “olur”
diyordu.
Eve geldiğinde de hiç sızlanmadan
oturdu. “Ne yaptın? Görüşebildin mi?” diye soran eşine “görüştüm, çok da
yararlı oldu” dedi. Sonra yatak odasına gidip yatağa uzandı ve oksijen tüpünü
açtı. Oksijenin kavanozda suda çıkardığı lıkırtı sesini dinlerken uyumuştu.
O hafta boyunca hep evde
dinlenerek, yazarak, okuyarak vakit geçirdi. Pazartesi gelince yine ‘yolu eline
aldı’. Kendine “bugün nereye gidiyorsun? Böyle yalnız olmaz, ben de geleyim”
diyen eşine “Dolmuşla Üsküdar’a inip biraz dolaşıp geleceğim” dedi. Eşinin “bir
şey olursa ara. Neredeysen telefonla bildir yemek yaptıktan sonra ben de geleyim”
demesine kafa sallayıp, bastonu eline alıp çıktı.
Kapının önünde telefonu, gözlüğü,
oksijen ölçeri ‘aldım mı?’ diye yoklandı. Hepsini almıştı. Parası da vardı.
Ayrıca kredi kartını da almıştı. Ekstra çıkartacaktı. Eşine “hadi hoşça kal”
deyip sokağa çıktı.
Biraz yürüdü. Yukarıda simitçi
tezgahındaki kanapeye oturdu. Soluklanırken Moda’ya nasıl gideceğinin
muhasebesini yapıyordu. Dolmuşla Kadıköy’e inip oradan önce yaptığı gibi
taksiye binmeyi düşündü. Giderken yorulursa gelirken zorluk çekecekti. Bu
düşünceyle yakındaki taksi durağından telefonla taksi çağırdı. Gelen taksiye
binip “Moda’ya gidelim” dedi. Taksi yürüdü. Şoför “amca nefes darlığı mı var?”
dedi.
Böylece sohbet başlamıştı.
Hastafendi şoföre Moda’ya niye gittiğini, elli yılarda yaşamış biriyle
konuşacağını anlattı. Sonra şoföre “ellilerde yaşamış tanıdığın şoför var mı?”
diye sordu. İyi ki sormuştu… Meğer o taksinin durağında seksen yaşında
gençliğinde kamyon şoförlüğü de yapmış biri varmış. Şoför bunu anlatınca
Hastafendi ‘gökte ararken yerde bulmuş gibi oldu’. Şoföre o yaşlı şoförle nasıl
tanışacağını sordu. Gerekli bilgiyi aldı. Bu sırada Moda’ya gelmişlerdi.
Hastafendi o keyifle taksinin ücretini verip taksiden indi.
Doğru Yeni Moda eczanesine geldi.
Melih Bey aynı kibarlığıyla karşıladı. ‘Hoş beşten’ sonra Melih Bey biraz
ezilerek “kusura bakmayın, beceremedim” deyip ses cihazını geri iade etti.
Halinden beceremediğine gerçekten üzüldüğü anlaşılıyordu. Sanırım becerememesi
çok az tanıdığı birinin verdiği ses cihazına sesini kaydetmenin verdiği
ürküntüydü veya konuyu anlamamıştı. Ama ne olursa olsun; bu sonuca göre
Hastafendi amacına ulaşamamış oluyordu. Orada fazla oturmanın gereksizliğini
düşünüp izin istedi. Ama aklında bu yere gelip Yeni Moda ile ilgili ayrıntıları
öğrenme düşüncesi kalmıştı. Bir gün mutlaka bu amaçla buraya tekrar gelecekti.
Bu düşüncelerle Melih beyden izin
isteyip kalktı. Eczaneden dışarı çıkınca ona Melih Beyi öneren arkadaşa telefon
etti. Onunla Bahariye’de Nazım Hikmet Sanat Merkezi önünde buluşmak üzere randevulaştı.
Sora sora o sanat merkezinin önüne gitti. O arkadaşla orada bir yere oturup
sohbet etti. Sohbetten ziyade geçmiş yaşanmışlıkların kritiğini yaptılar. Ondan
izin isteyip ayrıldı.
Hastafendinin canı çok sıkılmıştı.
İki haftadır, ondan önce de bir hafta beklemeyi sayarsak üç haftadır umutla
beklediği bir şey sonunda hiç de umduğu gibi sona ermemişti. Bu süreçte tek
olumlu olan taksi şoföründen öğrendiği yaşlı taksi şoförü bilgisiydi. İçinden
‘inşallah ondan aradığım bilgileri alabilirim’ diye geçirerek yürüdü.
Yavaş yavaş aşağıdaki parka doğru
inmeye başladı. Yine etrafını gözlüyordu. Yolda üç kez dükkanların önünde
bulduğu tabureye oturup soluklandı. Yine Simit Sarayının önüne geldi. İlerde
karşıda İş Bankası vardı. Onu geçince Ziraat Bankası olduğunu biliyordu. Önce
oraya gidip kredi kartının ekstrasını çıkarmayı düşündü. Sonra yine karşıya
geçip otobüs duraklarındaki oturaklara otura otura gidip eve giden dolmuşa
binecekti.
Karşıya geçti. İş Bankasını geçip
caddeye çıktı, Ziraat Bankasının önüne geldi. Bankamatikler kalabalıktı. Sıraya
girdi. Çok rüzgar vardı. Denizden esen güçlü lodos bankanın kenarında cereyan
oluşturuyordu. Hastafendi yukarıdan inerken terlemişti. Bir de cereyanda
kalırsa çok kötü olacaktı. Kuyruktakilere sırada olduğunu söyleyip sığınacak
bir yer aradı. Hemen orada bankamatiğin önünde naylon tentene arkasında
simitçiyi gördü. Oraya gidip simitçiden izin isteyip tentenin sotasına oturdu.
Bir gözü matikte, simitçiyle
laflamaya başladı…
Simitçi şapkasını hafif yana
külhanca eğmiş yaşlı biriydi. Yüzü tıraşlıydı. İnce kaytan bıyıkları vardı.
Şapkasının altından kırlaşmış kıvırcık saçları çıkmıştı. Bakışından, Hastafendi
oturmak için izin isteyince “otur bakalım” diye küstahça cevap verişinden
bitirim biri olduğu anlaşılıyordu.
Hastafendi gözü matikte konuşmak
için simitçiye “dayı nerelisin?” dedi. Dayı kısaca “Sivaslıyım” deyip sustu.
Hastafendi dayının küstahlığına bozulmuştu, ama üstünde durmadı. “Dayı
İstanbul’a ne zaman geldin?” dedi. Dayı aynı küstahlıkla “ben İstanbul’a
geldiğimde sen daha doğmamıştın” deyince Hastafendi gevrek bir kahkaha attı.
“Deme dayı yav, demek genç gösteriyom!” dedi. Dayının “senin yaşın kaç?”
sorusuna Hastafendi “altmış üç” diye cevap verince dayı “yok ya hiç göstermiyon.
Ben elli sekizde geldim. Demek sen sekiz yaşındaymışın, ama hiç göstermiyon”
diye tekrar etti. Hastafendi “sağol dayı kaporta sağlam da motor gidik” dedi;
birlikte gülüştüler.
Hastafendi matik sırasına falan boş
verdi. Yeni Moda Eczanesinden moral bozuk dönerken elli sekizde İstanbul’a en
fazla göç veren şehir Sivas’tan gelen biriyle karşılaşmıştı. Ona İstanbul’a
niye geldiğini, ilk geldiğinde nereye gittiğini sordu. Dayı gayet sakin “bana
bizim muhtar akıl verdi. Oğlum Haydar sen buralarda aç kalırsın. Git İstanbul’a
kendini kurtar dedi. İlk olarak aha şu arkada Ferhat’ın kahve vardı. Oraya
geldim. Zaten o yıllar İstanbul’a ilk gelen aradığı kişiyi ve adresi o kahvede
bulurdu” dedi. Bunu öğrenen Hastafendi (Arşimed’in tesadüfen hamamda suyun kaldırma
kuvvetini keşfedince ‘buldum, buldum’ diye yarı çıplak sokağa fırlaması gibi)
İstanbul’a ellilerde Anadolu’dan gelenlerin ilk uğrak yeri olan Ferhat’ın
kahveyi bilen tanıyan biriyle karşı karşıya olunca içinden “buldum. İstanbul’a
göçün anahtarını buldum” deyip fırlamak geldi.
Haydar dayı “aha şurda Ferhat’ın
kahve vardı. İstanbul’a ayak basan soluğu orda alırdı. Buralar böyle değildi.
Aha şu caddenin ötesi denizdi. O meydan falan yoktu. Kıyıda kayıkçı iskeleleri
vardı. O kayıklar Haydarpaşa’dan trenle gelenleri taşırdı buraya. Onlar da
sanki elleriyle koymuş gibi bulurlardı Ferhat’ın kahveyi. Demek ki tarif eden
sağlam tarif ederdi” dedi, soluklandı. Sonra Hastafendiye “sen niye sorarsın
bunları? Gazteci falan mısın?” dedi. Hastafendi “yok dayı. Gazetecilik kim? Ben
kimim? ‘Görmüyor musun?’ soluk bile zor alıyorum” deyince Haydar dayı da bıyık
altından bir ince gülüş atıp “hani ben öylesine sordum canım. Çok meraklı
sordun da” dedi.
Hastafendi Haydar dayıya ‘bitamam’
merakının nedeninin ne olduğunu, Temur Efendiyi, onun ölümü ve hastanedeki
ölmeden önceki vakur duruşunu, ağrılarını kimseye hissettirmeden kendinin
yaşamaya çalıştığını falan hep anlattı. “İşte ben o Temur Efendinin izini
sürüyorum. Onun seksen yıllık ömür sürecinde İstanbul’a göçü, o süreçte neler
yaşanmışı anlamak istiyorum. Eğer onu anlayabilirsem öykü olarak kurgulamaya
çalışacağım. Ben amatör bir yazarım. Ömrümün kalan kısmını yazarak, geride bir
hatıra bırakmak için çabalıyorum, hepsi bu” diye ayrıntılı anlattı.
Ama baya yorulmuştu. Cebinden
parmakta oksijen ölçeri çıkardı 78 gösteriyordu. Haydar dayı bir şey diyecekti.
Onu eliyle susturdu. Derin derin nefes almaya çalışıyordu. Epey bir süre sonra
nefesi düzeldi. Aleti parmağına taktı 85 gösteriyordu. Biraz daha derin nefes aldı,
sonra Haydar dayıya “buyur dayı sözünü kestim kusura bakma. Nefesim biraz
sıkışmıştı da onu ayarladım” deyince Haydar dayı güldü. “yani ayar gayar
meselesi ha” dedi. Hastafendi “öyle bir şey” diye cevap verdi.
Haydar dayı “aman yeğen sen konuşma
da ben anlatayım bildiklerimi. Şimdi üstümde kalacaksın, sen sus dinle” dedi,
Sonra “şaka yaptım yeğen” dedikten sonra başladı anlatmaya. “Ferhat’ın kahvesi
panayır yeri gibi her gün dolup taşardı. Hemşeri arayanlar, iş arayanlar, yatıp
kalkacak yer arayanlar hep oraya doluşurdu. Kahve genişti. Geniş bahçesi de
vardı. Her taraf dolu masa sandalye… Tabi şimdikiler gibi değil, hepsi
tahtadan. Aç olanların karınları doyurulurdu orada. Her taraftan insan… Ama en
çok bizim o taraftan. ‘Taşı toprağı altın’ deyip hücum etmiş İstanbul’a’
dedikten sonra gevrek gevrek güldü. “O işi İstanbul’un taşı toprağı altın işini
essah sananlar bile vardı aralarında” dedi.
Hastafendi dayanamadı “sen ne diye
geldin? Sen de mi? İstanbul’un taşı toprağı altın diyenlerdendin?” diye sorunca
Haydar dayı “yok yeğen, önce de dedim ya; bana muhtar git İstanbul’a dedi. Ben
çok haşarıydım. Elde avuçta bir şey yok, ama bileğim sağlamdı” derken yumruğunu
sıkıp bileğini gösterdi. Kırarmış kılları kapladığı bilekleri ve yumruğu
gerçekten heybetliydi. “Git oğlum. Sen burda başına iş alacaksın, çek git
İstanbul’a” dedi. Köy bütçesinden, biraz da cebinden harçlık tedarik edip
buraya daha önce gelen bir tanıdığa yazdığı mektubu elime verdi. Ferhat’ın
kahveyi de adamakıllı tarif etti. “Bana İstanbul’da tutun sakın sallanıp geri
gelme” diye sıkı sıkı tembihledi. Ben öylecene geldim İstanbul’a’ diye
ayrıntılı anlattı.
Hastafendi “İstanbul’da
tutunabildin mi bari?” deyince Haydar dayı bıyık altından bıçkın bir gülüşle
“hele dinle, sıra oraya da gelecek. Az sabırlı ol yeğen” dedi.
Sohbet koyulaşmıştı.
Haydar Dayı “yeğen dinlemeye
nefesin yetecekse anlatayım, yoksa sonra buyur gel. Ben buradayım” dedi.
Hastafendi gerçekten yorulmuştu. Haydar dayının bu samimi önerisini kabul etti.
Sonra buluşmak üzere sözleşip, oradan ayrıldı. Baktı matik boştu. Gitti orada
işini gördü. Yine nefes nefese kalmıştı. Etrafına bakındı hiç oturacak yer
yoktu. Tekrar Haydar Dayının yanında soluklanmayı düşündü. Ayıp olacak diye
vazgeçti. Son bir gayretle karşıya geçti, ilerdeki ilk otobüs durağındaki
oturaklara kendini zor attı.
Oturduğu yerde harıl harıl nefes
almaya çalışıyordu. Bir ara tıkanır gibi oldu. İçinden “eyvah yine kan gazı mı
yükseldi?” diye geçirdi. Etrafına bakındı yardım isteyecek kimse yoktu. Çaresiz
orada soluğunu düzene sokmaya çalıştı. Parmaktaki oksijen ölçerle sık sık
kandaki oksijen durumunu ölçüyordu. Neden sonra alet 89 gösterdi. Zaten
rahatlamıştı. Haydar Dayıyla konuşurken, sonra buraya gelirken gerçekten çok
yorulmuştu. Oturak da gölgedeydi. Oturağa yayıldı; başladı düşünmeye. Haydar
Dayının anlattıklarından yola çıkarak oturduğu yerin deniz olduğunu düşledi.
Aklına Temur Efendi geldi. Bir an
kendini onun yerine koydu.
Askerliği Polatlı’da yaptığını
varsaydı. Polatlı Topçu Tugayında kademede… Belki en az ilkokul mezunuydu ve
çavuş olmuştu. Kademe çavuşu. Arkadaşları vardı tabi. İçlerinde İstanbullu daha
doğrusu Üsküdarlı Birol'dü vardı. Birol bitirim bir çocuktu. Hepsi kademede
şofördü veya şoförlük eğitimi alıyordu. Birol askere gelmeden önce
Kadıköy-Üsküdar hattında dolmuş şoförüydü. Ellili yıllar. İstanbul’da belli
merkezlerde dolmuşlar işlemeye başlamıştı. Ama hala at arabacılığı devam
ediyordu. Kısa mesafelerde paytonlar çalışıyordu. Ama onlar daha çok zengin
işiydi. İşte Birol Kadıköy’ün o hengamesinde dayısının dolmuşunda çalışmıştı.
Tabi mavin olarak… Henüz ehliyeti yoktu, ama direksiyonu sağlamdı. Bu Orta
Anadolu çocuğuna yani Temur’a kanı kaynamıştı. Temur ince uzun, bileği sağlam
hep suskun; ama sımsıcak dost bakışlı biriydi. Birol kısa sürede ona araba
kullanmasını arabanın bildiği tüm inceliklerini öğretmişti. Temur askerdeki ilk
ehliyet imtihanında Biro'le birlikte ehliyeti almıştı. Yani Temur’da
direksiyonu sağlam bir şoför olmuştu.
İşte o sıralar konuşmuşlardı
İstanbul işini. Birol ona ısrarla İstanbul’a gelmesini, ona iş ayarlayacağını
söylemişti. Birlikte teskere almışlar; Birol İstanbul’a Temur da kendi
memleketine ‘Orta Anadolu’daki siz deyin Sivas ben diyeyim Kırşehir’e’
dönmüştü. Köyüne geldiğinde aklı fikri Birol'de; onun “sen gel İstanbul’a iş
bulacağım’ diye vaadinde kalmıştı. Köyde öylesine dolaşıp teskere almanın
tadını çıkarırken bir gün anasına, babasına “ben İstanbul’a gideceğim” demişti.
Ana babası hiç karşı koymamıştı. Çünkü tanıyıp bildikleri birçok insan
İstanbul’a göçmüş geri dönmemişti. Gelen haberlerden hepsinin iş güç sahibi
olduğu anlaşılıyordu. Onun için ailesi ona “hayırlısı neyse o olsun, git
şansını dene oğlum” demişlerdi. O da ailesinin verdiği destek üzerine üstüne
yetecek kadar para alıp askere de götürdüğü tahta bavula giyim giyecek
eşyalarını koyup, anasının hazırladığı yolluk çıkınını da alıp “ver elini
İstanbul” deyip yola çıkmıştı.
Hastafendi durakta otururken bunlar
aklına geldi. Haydarpaşa’dan Kadıköy’e kayıkla yolcu taşıyanları Yaşar Kemal’in
Cumhuriyet Gazetesi için yaptığı röportajlarda okumuştu. Temur Efendinin
yaşamını o yılları kurgulamak için epey bilgi toplaması gerektiğini yalnız
Ferhat’ın kahveyle bu işin olmayacağını düşündü. Oturduğu yerde bunları
düşünürken nefesi düzelmişti. Oksijen
ölçeri parmağına taktı, 89 gösteriyordu. Bu nefesle dolmuşa kadar
gidebileceğini düşündü. Temur efendi konusuna devam ederken bu kayıkçılar ve
Kadıköy konusunda olabildiğince bilgiyi toplamaya karar vardı. Ve bu
düşüncelerle dolmuşlara doğru yürüdü.
Geçtiği duraklarda arada bir mola
vererek evine gidecek dolmuşun durağına geldi. Dolmuş hareket etmek üzereydi.
Soluyarak binince hemen orada oturan genç kalkıp yer verdi. Teşekkür ederek
koltuğa oturan Hastafendinin aklı kafasında kurguladığı İstanbul’a gitmek için
yola düşen Temur efendideydi.
Bu düşüncelerle dolmuşta oturanlara
göz gezdirdi. İçinden “acaba bunlar nerelerden geldi ki?” diye geçirdi. Çünkü
herkesin kabul ettiği gibi İstanbul’da oturanların nerdeyse onda dokuzu, belki
daha fazlası İstanbul’a bir yerlerden gelmişti.
Başka illerde değil; ama
İstanbul’da birbirini ilk gören veya tanışan kişilerin sohbetin hemen
başlangıcında birbirlerine sordukları soruların başında “aslen nerelisin?”
sorusu oluyordu. Hastafendi İstanbul’da kaldığı şu kısa sürede tanıştıklarına
aynı soruyu yöneltmiş veya kendi aynı sorunun muhatabı olmuştu.
Dolmuştakilere bakarken içinden
onların görüntü ve duyabildiği şivelerinden nereli olduğunu tahmin etmeye
çalışıyordu. Ama hepsi genelde gençti. Görüntüleri Anadolu insanı gibi kavruk
olsa da kılık kıyafeti konuşmaları biraz şehirli olmuştu.
Aklından onların analarını,
babalarını, dedelerini, ninelerini geçirdi. İçinden ‘onlar bu İstanbul’a
gelmek, burada tutunmak için ne çileler çekti kim bilir? Bu çocuklar bunların
ne kadar farkındaki?’ diye geçirirken Temur efendinin çocukları geldi aklına.
Onların önce babalarının başında
refakatçi kalmak için birbirlerine ısrarcı olurken sonra onun uyarısıyla babalarının
başında ona sevgilerini göstermek için çırpınışlarını hatırladı. O çocuklar da
öyleydi. Hepsi iş güç sahibi olmuştu; ama babalarının elinde tahta bavul veya
bir çıkınla İstanbul macerasına atılıp, orada tutunup onları bu duruma getirmek
için verdiği yaşamda var olma kavgasının hiç farkında değillerdi sanki.
Babalarının “ölünce cenazemi köyüme defnedin” vasiyetindeki yıllarca hasret
kaldığı memleket özleminin derinliğini kavrayamamış, kendi aralarında
konuşurken sanki onu İstanbul’a defnetmek ister gibi bir tutum içindeydiler.
Hastafendi hiç üzerine vazife
değilken veya belki kendini yaşama karşı sorumlu gördüğünden onlara “çocuklar
babanızın vasiyetini yerine getirin; onun memleket özlemini dindirin. Ben
çocuklarıma, yakınlarıma hep nerede ölürsem öleyim benim ilçemde Gökmen’in
tarla diye isimlendirilen mezara gömün diye ısrarla vasiyet eder, söz alır.
Sizin değil ‘belki ki siz sanırım buralarda doğdunuz’ onun memleket özlemi çok
derinlerde saklıdır. Buna biz toprak çekiyor deriz. Gerçekten İnsan belli bir
yaşa gelince onu doğduğu topraklar çağırır. Çoğu olanaksızlıktan veya
toprağıyla bağını tümüyle kopardığından bu çağrıya uyamaz ve onun ıstırabını
yaşar. Sizleri bilemem; ama babanızın kuşağının, ondan önceki kuşakların ve bir
sonraki yani bizim kuşağın memleket özlemi çok derindir. Ancak toprağına
girince diner. Yani ben öyle düşünüyorum. Size de babanızın vasiyetini yerine
getirmenizi öneriyorum” diye uzun uzun buna benzer şeyler söylemişti.
Efendi çocuklardı… Hiç Hastafendiye
“amca” veya “beyefendi sen kim oluyorsun da bizim işimize karışıyorsun?”
dememişler; sessizce “haklısın amca düşünemedik, öyle yapmalıyız” diye olumlu
tepki vermişlerdi.
Dolmuştaki oturanlara bakarken
bunlar aklına geldi. Gözünün önünde elinde bavulu tren istasyonuna varan Temur
efendinin hayali varken birden ineceği durağı geçtiğini fark etti. Telaşla “Bir
dakika beyefendi ben burada ineyim” dedi. Ayakta duran gencin yardımıyla
dolmuştan indi.
Bu sırada şoföre “aman yavaş,
yürüme” diye ikaz ediyordu. Çünkü bir iki kez indiği araba ayağı yere basmadan
yürüyüvermiş o da yere kapaklanıp düşmüştü. O günden beri inerken şoförlere
mutlaka ikaz ederdi.
Neyse dolmuştan inip evine giden
sokağa girdi. Sokak oldukça uzun iki tarafı ağaçlarla kaplıydı. Sanki gezintiye
çıkmış gibi yavaş yavaş evin yolunu tuttu. Taa köşeye kadar gitti. Orada
Simitçi vardı. Simit tezgahının hemen yanındaki oturma bankı onun eve varmadan
veya evden çıkınca mola yeriydi.
Gide gele bu simitçiyle de
tanışmıştı. Bu simitçinin ailesi de Tokat’tan gelip yerleşmişti. Evi çok uzakta
Üsküdar’ın tepelerinde bir yerdeydi. Bu köşeyi sanırım belediyeden izinle
almıştı. Hemen karşıda okul vardı. O da okul saatlerinde bu tezgahı açıyor sonra
kilitleyip gidiyordu. Şimdi de okul dağıldığı için tezgahı kitleyip gitmişti.
Hastafendi orada otururken
karşıdaki okula sağında solundaki sıralanan evlere bakıyordu… Evlerin yaşını
tahmin etmeye çalıştı. İnşaat bilgisi olduğu için doğruya yakın tahmin edebilirdi.
Görünen evlerin en yaşlısının kırk kırk beş yıllık olduğuydu.
Yani anlaşılan elli seneden yukarı
düşününce buralarda ev falan yoktu. Zaten Süreyyapaşa’daki oda arkadaşı
Bingöllüde benzer şeyler söylemişti. İski’den emekliymiş. Bu semtin su alt
yapısında çalışmış. “O evlerin çoğuna biz su verdik” demişti. Oradan bakınca da
evlerin yaşını doğru tahmin ettiğini düşündü.
Bu sırada aklına gelen Bingöllüyü
ve torununu düşündü. İçinden “o da taburcu olmuştur” diye geçirdi. Adamın yedi
evladı, onca torunu vardı. Hastafendiyle kaldığı sekiz dokuz günlük sürede
ziyaretine hiç biri gelmemiş, refakatçi olarak da yalnız o torunu kalmıştı.
Torun cevval bir çocuktu. Çok
saygılı. İnce dalan. Dedesine çay yapsın, diğer hastalara ve bu arada
Hastafendiye de mutlaka sorar, çay isteyenlere saygıyla götürür verirdi. Dedesi
çok içiyordu sanırım. O da bunu bildiği için ve çayı sevdiğinden sürekli çay
demliyordu. Yürürken kedi gibi veya ava çıkmış kaplan gibi basıyordu
ayaklarını. Adımları geniş ve sessiz…
Diyaloga hiç gelmiyordu. Herhangi
bir konuda bir şey söylesen verdiği cevap genelde “sıkıntı yok” tu. Bu kısa
cümleyi adeta diline pelesenk edinmişti. Arada bir “boş ver bişey olmaz”
diyordu. Bir de eren evliyalarla çok ilgiliydi.
Odadaki tv.de dinci kanallardaki
filmdeki veya dizilerdeki ‘bunlar herhalde tekrar tekrar veriliyordu ki’ bütün
diyalogları ezbere biliyor oyunculardan önce söylüyordu. Guruplara eskortluk
yani koruma görevi veren kuruluşlarda günü birlik iş çıkınca gidip çalışıyordu.
Yani belli bir işi yoktu. Eğitim de almamıştı. Tipik bir gecekondu genciydi.
Aklı fikri İSFAK’ın Pakistan’a göndereceği güvenlik eleman kadrosunda yer
alabilmekti. Hastafendiye bir sohbetinde bunu anlatmış “amca iki bin beş yüz
dolar veriyorlarmış. Beş yüzünü yesem iki bin dolar her ay biriktirip gelsem
nasıl olur?” diye sormuştu.
Pakistan’da güvenlik olarak gitmek…
‘Kime güvenlik? Kimin için güvenlik?’ orası belli değilmiş.
Hastafendi o delikanlıdan bunları
duyup, oraya gitme hevesini duyunca içi acımıştı. Sanki çocuk bazı terörist
guruplara yem olacak gibi gelmişti. Fiziği de müsaitti. Dedesine “ya bu çocuğun
Pakistan’da ne işi var? Burada dosdoğru bir iş bulamıyor musunuz? Bu kadar
İski’de çalışmışsın. Hiç çevren yok mu?” deyince dedesi “Sıkıntı yok. Boşver,
bişey olmaz” deyip elini salmıştı.
Hastafendinin aklına Bingöllü onun
torununa karşı umursamaz tavrı takıldı. On üç, on dört yaşında ailenin işlediği
bir suçu cinayeti üstlenip hapise girmek. Çocuk yaşta başlayan hapisane
günlerinde yaşadıkları sanırım onu duyarsızlaştırmış, herkese her şeye öfkeli
hale getirmişti. Yedi çocuktan yalnızca bir kızı o da sanırım babası taburcu
olacak diye gelmişti. O sırada Hastafendinin hanımına anlatmış babasını. Her
gün içtiğini, kırıp döktüğünü anasına çok eziyet ettiğini anlatmış. Sanırım
evlat olarak ilgisizliklerine bunu sebep göstermişti.
Yedi çocuk onca torun. Günlerdir
refakatçi olarak başında bekleyen bir torun. O torunun geleceğiyle ilgili
olarak “sıkıntı yok, boş ver bişey olmaz” diye umursamayan bir dede. Her gün
içki içen dedesine canla başla hizmet eden, onunla çok iyi anlaşan bütün
dünyası din diye anlatılanlarla kitlenmiş bir torun.
Sanırım bunu açıklamak
sosyologların işi olmalı. Ben sadece gördüklerimi anlatmaya çalışıyorum. Zaten
Hastafendi de benim gibi düşünüp işin içinden çıkamayınca O da ‘boş vermeyi’
düşünmüştü; ama hep çevresiyle, orada gördükleriyle ilgili olduğu için ‘boş veremiyordu’.
Çünkü özellikle son zamanda artan
bilinçsiz, din diye dayatılan eğilim, bunun sonucunda tv haberlerine yansıyan
katliam haberleri, o haberlere konu olan ellerinde öldürdükleri insanların
kafası sallanan yüzü peçeli insanlar. Görüntüden hepsinin çok genç olduğu
anlaşılıyordu. Onlar da aynı bu torun gibi beyni bir yere kitlenmiş insan
öldürmeyi din adına Allah adına yaptıklarına inandırılmıştı. Görüntülerden
yaptıklarıyla adeta gurur duyar halleri vardı.
Hastafendinin aklına bu torunun da
aynı kayıtsızlıkla aynı cinayetleri işleyebilecek kadar soğukkanlı hali geldi,
içi ürperdi. Çocuğun çok saygılı halini düşünce içi acıdı. Sanki o çocuk ailesi
tarafından bir uçurumdan aşağı itiliyormuş gibi gelmişti.
Bunlar aklına gelirken etrafı
gözlemeye devam etti. Kafası gidip geliyordu. Yine Bingöllüyü düşündü. Onun
yaşı Temur efendiden küçüktü. Belki hapisliği sırasında İstanbul’a nakli
çıkınca ailesi peşinden gelmişti. Belki daha sonra gelmişlerdi.
Yıllarca kendine, ailesine, dünyaya
öfke duyarak geçen bir yaşam… Bunun sonucu yedi çocuğunun yedisiyle de ilgisiz
bir baba.
Belki kendince haklıydı. Onu daha
çocukken hapishaneye iten sorumsuz bir babanın, ailenin oğluydu. Onlar onu
umursamışmıydı ki? O kendi çocuklarını umursasın. Kendini böyle avutuyordu
belki.
Kimbilir böyle kaç yaşam vardı?
Çocuklarını ‘saldım çayıra mevlam kayıra’ mantığıyla ilgili. Böyle
sorumsuzluğun ürünü bir nesilden ne hayır beklenirdi ki? Hastafendi bunları
kendine de soruyordu. ‘Acaba kendisi çocuklarıyla ne kadar ilgiliydi?’
Çocukları aklına geldi, içi sıkıldı. Çünkü ekonomik sıkıntılara düşünce o da
‘kısa bir süre olsa da’ ilgisiz kalmıştı çocuklarına. Bunlar aklına gelince
içine bungunluk geldi.
Öfkeyle kalktı. Bu kez öfkesi
kendineydi. Temur Efendinin yaşamını sorgularken kendi yaşamını sorgulamaya
başlayınca unutmak istediği yaşadıkları aklına gelmişti. O yıllarca ne
yaşadıysa hiç kimseye anlatmamış, hep içine atarak unutmaya çalışmıştı. Çünkü
başkalarının onu hiç anlamayacağını, anlatırsa ancak dedikodu malzemesi olacağını
düşünmüştü. En nefret ettiği de birilerinin dedikodu malzemesi olmak veya
dedikodusunu yapmaktı.
Hep kaçmıştı dedikodudan,
fiskostan. Seksen öncesi o siyasi dönemde bile dedikodu kazanının nasıl
kaynadığını, en bilinçli olduklarını iddia eden insanların bile dedikodudan,
fiskostan ne kadar hoşlandıklarını yaşayarak görmüş o ortamlardan hep kaçmıştı.
Sosyologlar dedikodunun ‘sosyal
ihtiyaç’ olduğunu iddia etse de o hep iğrenç bulmuştu dedikoduyu. Adı üstünde
‘dedi kodu’ O ortama giren kişiye sorsa ‘kim dedi? Kim kodu?’ Vereceği cevap
bellidir. ‘benden duymuş olma ama falancadan duymuştum’ Soruya devam et ‘o
falanca nerden duymuş?’ Cevap yine aynı ‘ o da kolancadan duymuş’ Yani dipsiz
bir kuyu. Git git aslını bulamazsın. Eleştiri olsa adam gibi gelinir,
kaynakları gösterilerek eleştirilir. Ama bunun yapıldığını hiç görmemişti.
Bu düşünce ve öfkeyle evin kapısına
geldi. Zili çaldı. Eşi kapıyı açınca aynı öfkeyle içeri girdi. Eşi şaşırmıştı.
“Ne o bir şey mi oldu?” diye sorunca “yok bişey sen işine bak” deyip doğru
odasına girdi. Yatağa uzanıp oksijen maskesini taktı. Arkasından gelen eşine
işaretle oksijeni açmasını söyledi. Eşi oksijeni açınca derin derin solumaya
başladı. Onun bu hallerini gören eşi dışarı çıkarken “yine geliciler gelmiş
buna” diye sokurdanıyordu. Eşinin arkasından söylenecekti. Kapıdaki kabalığı
aklına geldi, sustu. Az sonra uyumuştu.
Burnunda bir şeyler fark edip
irkilerek uyandı. Baktı karısı düşen oksijen hortumunu burnuna takmaya
çalışıyordu. Gülümseyince eşi “hey heyler gitti mi?” dedi. Hastafendi kapıdan
girerken yaptığı tersliği hatırlamıştı. Gülümsedi ‘boş ver’ der gibi elini
salladı, sonra eşine “kızgınlığım sana değildi, aklıma bir şey geldi. Ona canım
sıkıldı” dedi. Eşi “ben anlamıştım zaten. Sen bu yazma işine ara ver. O seni
çok yoruyor. Deminden beri bakıyorum, öyle bir şeyler sayıklıyorsun. Sanki
kabus görüyor gibiydin” dedi.
Hastafendi eşinin bu sözlerine hiç
tepki göstermedi. Çünkü eşinin haklı olduğunu biliyordu. Gerçekten günlerdir
Öykü Yolculuğuyla oradaki karakterlerle yatıp kalkıyordu. Aklında hep o
insanlar, onların yaşam öyküleri vardı.
Hiç bilmediği, ancak tahmin edebildiği
öyküleri kurgulamaya çalışıyordu. Bu da haliyle onu çok yoruyordu, ama
bırakamazdı ki. Yazmak onun için adeta bir yaşam biçimi olmuştu.
Yazmak, yazmak. Sayfalarca yazıyor,
notlar alıyordu. Zaten bunların çoğunu gece yatakta düşünerek kafasında oluşturuyordu.
Eşi uykuya dalıp hafiften horlamaya başlayınca Hastafendi o horultuyu fon
müziği yapıp sürekli aklında kuruyor, ‘unutmayayım diye’ bazen usulca kalkıp
aklındakileri laptopa kaydedip geliyordu.
Aylardır rüyası, düşü, düşüncesi
hep öykülerdi. Yazdıklarının belli bir yönü, özelliği yoktu. Yaklaşık yüz elli
öykü, iki roman, iki uzun hikaye denemesi, onca politik yazı veya yorum. Sanki
bir yerlerden görevlendirilmiş gibi işi gücü bunlar olmuştu. Eşi “yoruluyorsun”
dese de bu çok tatlı bir yorgunluktu. Ömrünü yazarak tüketmeyi kafasına
koymuştu ve hala yazacak çok öyküsü vardı.
Eşinin sözleri üzerine aklından
bunları geçirdi. Eşi yemek hazırlamak için gidince yine geldiği dolmuşa döndü.
Haydar dayı aklına geldi. Onun verdiği ipucu ‘Ferhat’ın kahve’ hem Temur
Efendinin hem de İstanbul’un ellili yılları için, daha doğrusu İstanbul’daki
yaşamları anlayabilmek için çok işine yarayacaktı.
Ellili yıllarda Anadolu’dan gelen
herkesin ilk uğradığı, adres aldığı, hemşerileriyle buluştuğu; her şeyden
önemlisi Anadolu’nun bozkırından denizler içinde bir büyük şehre gelmenin, o
farklılığı görmenin şokunu atlatmalarına yardımcı olan bir sıcak, tanıdık bir
mekan gibiydi Ferhat’ın kahve. Daha doğrusu Hastafendi öyle hayal edip
kurgulamayı düşünmüştü Ferhat’ın kahveyi.
Bu sırada eşi seslenip yemeğin
hazır olduğunu söyledi. Hastafendi suçlu suçlu kalkıp elini yüzünü yıkayıp
masaya oturdu.
O gün ev çok sessizdi. Fazlaca bir
şey konuşmadan yemekleri yediler. Yemekten sonra eşi ona birlikte alışveriş
merkezine gitmeyi önerdi. Ama Hastafendinin gündüzden bu yana tadı yoktu. “Siz
kızla gidip gelin, ben dışarı çıkmayacağım” dedi. Ses tonundan ısrarın anlamsız
olduğu anlaşılıyordu. Kız işten gelince eşi ona “baban bugün hiç tadı yok. Gel
birlikte dolaşalım, o kafasını dinlesin” dedi.
Kız “ne oldu babama hastamı yoksa?”
derken her zamanki paniğin içindeydi. Annesi gülerek “yok hasta falan değil.
Sabahleyin yine o eczaneye gitti. Dönüşte ateş gibiydi” derken gözü eşindeydi.
Hastafendi eve geldiği sırada
öfkeli halini anlatacak diye eşine ters ters baktı, “yok kızım, annene bakma
sen. Biraz keyfim yok hepsi o. Hadi siz annenle gidip dolaşıp gelin de ben
biraz bir şeyler yazayım” deyince kızı “ay baba. Öykü öykü derken kendini çok
yoruyorsun. Biraz ara ver Allah aşkına” dedi. Bu sırada eşi hazırlanmaya
başlamıştı. Hastafendi “tamam kızım yormam kendimi. Ben biraz oksijen alayım”
deyip yattığı odaya geçti.
Oksijen almak onun kaçamağıydı.
Çünkü ‘oksijen alayım’ dediğinde akan sular durur, kimse ‘dur’ falan demezdi.
Bu şekilde eşinin laf
çarpıtmalarından kurtulmuştu. Odasına geçip yatağa uzandı oksijen hortumunu da
burnuna taktı. Bu sırada arkasından gelen eşi oksijeni açtı.
Bu sanki eşinin göreviydi. Her
zaman oksijen maskesini burnuna takar oksijeni açması için eşini beklerdi.
Şimdi de eşi gelip görevini yapmıştı. Sonra gelip yanağından öpüp “fazla yorma
kendini” dedi. Hastafendi eşinin burnundan tutup sıkmıştı. Böylece eve geldiği
sırada başlayan soğukluk sona ermiş, barış sağlanmıştı.
O derin derin oksijen alırken kızı
ve eşi hazırlandı “çok geç kalmayız” deyip alışveriş merkezine gittiler.
Hastafendi oksijen kavanozunda
suyun fokurtusunu dinlerken aklına yine Temur efendinin elinde tahta bavulu ve
çıkınıyla tren istasyonunda tren bekleyişi geldi.
O yıllarda şimdiki gibi hızlı tren
veya motorlu trenler yok tabi. İs çıkararak çığlık çığlığa ilerleyen kara
trenler oflaya puflaya yolcuları menzillerine ulaştırma gayreti içinde.
‘Kapının ardı’ gurbet diyen, bir
köyden bir köye gelin gönderen anaların kendilerini yerden yere attığı bir
halkın ekmek için, nafaka için hiç bilmedikleri, sadece adını duydukları bir
şehre ‘eski payitahta’ ulaşmak için ‘ulam ulam’ yollara düşmelerini doğru
anlamak gerekiyordu.
Gerçi bu halk; yani Anadolu
Halkının yollara düşme geleneği eskiden de vardı, ama yıllardır yaşadıkları
yerlerde yaşayıp gidiyordu. Hangi akıl onların aklına düşürmüşse ‘İstanbul’un
taşı toprağı altın’ sözünü inanmışlardı bir kere o söze. Daha doğrusu inanmak
isteyip de yola düşmüşlerdi.
Meşhur ‘Kara tren’ türküsü belki
henüz o yıllar yakılmamıştı. Raylarda uzayıp giden vagonlarda Anadolu’dan
İstanbul’a umut taşıyan trenlerde kompartımanlar tıklım tıklım olması
gerekiyordu.
Belki gurbet Türküleri de o
akından, İstanbul’a akından sonra yakılmıştı ‘kim bilir?’.
Ama en yanık Türkülerdi onlar. Hele
içlerinde bir tanesi var ki; ‘yarim İstanbul’u mesken mi tuttun? Gördün
güzelleri beni unuttun’ diye başlayan. Yürek dayanmazdı ona.
Giden, belki de hiç geri dönmeyen
veya dönüşü geciken yarinin arkasından burcu burcu hasret kokan ve sitem dolu
bu türkü yıllardır dillerden hiç düşmedi.
Hastafendinin bunlar aklına gelince
yine mahzunlaşmıştı. Kim bilir belki onu da bırakıp giden bir sevdiği vardı da
o aklına düşmüştü.
Tren yolları aklına geldi.
Trenlerin geçtiği yol üzerindeki köyler, o köylerde yaşayan insanlar.
Hastafendi gençlik yıllarında tren
yolculuklarını çok severdi. ‘Fırsat buldu mu?’ mutlaka tren yolculuğuna
çıkardı.
Aslında bu tren yolculukların
başlangıçta bir amacı vardı tabi…
Çocukluktan çok sevdiği bir kız
vardı. Hani ‘çocukluk aşkı derler ya’ işte öyle bir şey. Zaten Hastafendi “aşk”
deyince “insan bir kere aşık olur. Ötekiler aşk değil; olsa olsa sevgi veya
hoşlanmadır. Ve gerçek aşk çocukluk aşkıdır. Çünkü ötekilerde ortalama insanın
riyası, ikiyüzlülüğü gizlidir; güvenilemez” derdi. Tabi bu durum insana göre
değişir. Ama herkes bu satırları okuduktan sonra geri yaslanıp “doğru mu? Değil
mi?” diye düşünmeden hüküm vermesin.
İşte Hastafendi o çocukluk aşkını
görmek için trene atlar giderdi. Bahanesi de hazırdı çok sık yapılan o
yolculukların. Soran olursa “o okulda okuyan kardeşimi görmeye” diyecekti. Yani
kendi kendini öyle kandırırdı.
Ancak o kadar gidip gelmiş; onu
görememişti. Son sınıf olduğu için köylerde staj yapıyormuş.
Kardeşi o yıl birinci sınıftı ve
çok küçüktü. Belki kendine yedirememişti; kardeşine
o kızı görmek istediğini söylemeye.
‘Neden öyle yapmıştı? Gerçekten o
kızı görmek istiyor muydu? Yoksa öylesine sırf merak ettiği için mi gidiyordu?
Veya ‘belki beni unutmuştur kaygısı mı vardı?’ bilemem. O sorunun cevabını
bugün kendi bile veremiyordu; ama yüreğinin bir yerlerinde buruk bir pişmanlık
belki o günlerdeki o bohem yaklaşımının pişmanlığıydı. Bunun cevabını kendi
bile bilemiyorsa; başka kim bilebilirdi ki?
Ama onun özelliğiydi bu; yani kendi
kendine boş vermişliği; yani amacını hep gizlemesi. “Belki bugün görürüm”
umuduyla trene atlayıp gidip de ‘göremeyince’ kardeşine o kızı görmek için
geldiğini söyletmeyen; “tekrar gelsem görebilir miyim? Bir sor ona”
dedirtmeyen…
Neyse ne, ne? İşte o sıralar
edindiği tren yolculuğunu giderek çok sever olmuştu.
Trenlerde giderken gördüğü kasaba
ve köyleri; oralardaki evleri, o evlerde yaşayan insanları düşünürdü.
Oralarda yaşanan hayatları hayal
etmeyi çok severdi. O sırada aklına bin bir düşünce üşüşür, sanki o insanların
hepsi tanıdık gelirdi ona.
‘Acaba?’ derdi. ‘Oralarda benim
gibi özlem duyup da o özlemle sevdiğini görmeye gidip; vardığı yerde
bulamayınca onu arayıp sormayı ar edinen; sonra için için yanan varmı ki?’ diye
düşünür bir cevap bulamazdı.
Gençliği hep evinden uzaklarda
geçmişti. Belki ondan, belki de içinde yaşayan; ama bir türlü kavuşmamış olduğu
özlem gereği yolculuk, gurbet ona hep tatlı bir hüzün verir;
duygusallaştırırdı.
İşte o sıralar hep umursamıyor
gözüktüğü veya kendini öyle kandırdığı sevdiklerinin yanında olmanın özlemini
çekerdi.
Onun gençlik yıllarında şimdiki
iletişim ve ulaşım olanakları yoktu tabi. En bilinen iletişim olanağı
telefondu. Onunla konuşmak da meseleydi yani.
O yıllar manyetolu telefon yılları.
Telefonu bağlamakla görevli memur ‘Ankara sen aradan çık, Konya, Konya’ diye
şehir isimlerini saya saya bağlantıyı sağlamaya çalışırdı.
O yıllarla ilgili hiç unutmadığı
bir anısı vardı.
Henüz on sekizinde devrimci heyecanla
düşmüştü yollara. Kaldığı kasabada o gün pazardı. Dönerciye gitmişti. O sıra
dönercide bir pikapta ‘dağlar kızı Reyhan’ türküsü çalıyor, dönerci de neşeyle
türküye tempo tutarak elindeki bıçakla döner kesiyordu.
Nasıl olduysa o sıra aklına anası
babası düşmüş, telefonla konuşmak istemişti onlarla. Yemekten sonra hemen
yandaki postaneye telefonu yazdırmış, postanede saatlerce bekledikten sonra
telefonun bağlandığı söylenmişti.
O heyecanla telefonu eline alan
Hastafendi telefondaki sese hasretle “babacım sizi çok özledim” diye başlayan
konuşma yapmıştı. Oysa konuştuğu babası değilmiş. O sıra memleketinde
teyzeoğlunun düğünü varmış. Postanedeki memur bakmış babası yok; o sıra bulduğu
eniştesini telefona çağırmış. O da “ben baban değilim, eniştenim” dese
anlaşılıp anlaşılmayacağı belli değil “söyle oğlum” deyip babası gibi onunla
konuşmuştu.
Anası yıllar sonra o olayı
anlatırken gülümser “sen hep böyle saftın, çabuk kanardın” diye onunla dalga
geçerdi.
Hastafendinin aklına bunlar
gelmişti.
Anası aklına geldiği için yine
dalıp gitti; Temur efendi de anasıyla aynı yaştaydı. Belki bir iki yaş küçük.
Onun askerden geldiği yıllarda Hastafendi de yeni doğmuş iki üç yaşlarında bir
çocuktu.
Devir Demokrat Parti devri. Ülke
büyük bir savaş tehlikesini yenice atlatmış, onun yorgunluğu vardı halkta; o
yorgunluk ve sıkıntıyla sarılmışlardı Demokrat Parti’ye. Yokluk ve korku
bunaltmıştı herkesi.
‘Alaman Harbi’ diye tanımlıyor,
biliyordu halk İkinci Dünya Savaşını . Almanlar az sıkıştırmamıştı hükümeti
“gel illa birlik olalım” diye.
Tabi şimdiki gibi gazeteler çok
yaygın değildi. Hükümetin yanında yayın yapan Son Havadis ve CHP nin gazetesi
Ulus en meşhurlarıydı. Ama onlar da köylere o da belki üç dört günlük, bir
haftalıkken gelirdi. Radyo desen o da çok varlıklı evlerde bulunurdu.
Temur Efendinin köyünde radyo
yalnız muhtarı evinde vardı. Muhtar daha önce CHP liyken şimdi hızlı Demokratçı
olmuştu.
Zaten hep öyleydi. O günün
Demokratlarının hemen hepsi dünün Altık Okçularıydı. Yıllarca orada particilik
yapanlar bakmışlar orda ekmek kalmadı, ekmek artık muhalif olmakta hızla
Demokratçı olmuşlardı.
Hele savaş yıllarında. Her türlü
karaborsacılığı yapan onlar olmasına rağmen en çok sızlanan hükümet aleyhine
propoganda yapan kah “Almanlardan yana olalım” diyen kah İngilizci Rusçu
olanlar da onlardı.
Ama kurt politikacı hiç tınmamış,
hem Almanları hem İngilizleri, hem Rusları bu arada arada bir devreye giren
ABD’yi de idare etmesini bilmiş ülkesini savaşın tam sınırında tutmuştu.
Tabi o sıra uyguladığı bu politika
gereği ekonomik yönden sanki savaştaymış gibi aldığı önlemlerle her şeyi halka
aynı eşitlikte dağıtmaya, sıkıntıyı herkesle paylaşmaya çok çalışmıştı ama
şimdi sıkı Demokratçı geçinenler o sıra fırsatçılıkla epey yükü tutmuştu.
Herkesin gözü İstanbul’daydı...
Sonraki yıllar da bu savaş
sırasında çekilen sıkıntıları anlatılan hikayeler hep İstanbul’u, Ankara’yı,
İzmir’i anlatsa da asıl sıkıntıyı çeken her zaman olduğu gibi Anadolu insanı,
kırsal kesim insanı olmuştu.
Laf lafı açıyor, laf kapıyı açıyor
misali. Hastafendinin aklına babasını ziyarete gelen arkadaşı ve onun
anlattıkları geldi.
Bir öğle vaktiydi. Balkonda
babasıyla, anasıyla oturan Hastafendi birlikte sohbet ederken kapının tak tak
vurulduğunu duydular.
‘Kim o diye?’ seslendiklerinde
yaşlı bir ses ‘çavuş orda mı?’ diye soruyordu. Sonra kapıyı açıp merdivene
gelince siması belirdi.
Hastafendi “buyur amca” derken
babası da tanımış “O hoş geldin arkıdaş ya” demişti. O ‘hoş gelen’ arkadaş
merdivenden çıkıp gelirken Hastafendinin babasına bakarken az ağlamaklı olmuş
“çavuşla helallaşmıya geliyon” demişti.
Buyur ettiler. İki eski arkadaş
konuşurken öğrenmişti. O gelen misafir Hastafendiye “sen biliyon mu? Bubandan
bi tokat alıcem var. Onu almıya geldim” demişti gülerek. Sonra babasıyla
birlikte anlatmışlardı.
O yıllar askere gidecek yaşa gelen
veya yaklaşan gençleri olası bir savaşa hazır tutmak için her gün askerlik
şubesinde toplayıp talim yaptırırlarmış. O sırada görevli olan çavuş
Hastafedinin babasına o arkadaşa bir tokat atmasını söylemiş. Hastafendinin
babası önce olmazlanmış.
‘Öyle ya durduğu yerde arkadaşa
niye tokat atsın ki?’ Ama onbaşı ısrar edince önce ona yavaşça vurmuş. Çavuş
Hastafendinin babasına “öyle tokat atılmaz, böyle atılır” diye şiddetli bir
tokat akşedince Hastafendinin babasının yüzünde şimşekler çakmış. O da ikinci
tokatı yememek için arkadaşına çok şiddetli bir tokat atmış. Babasının arkadaşı
burada araya girip “emme gözlemden ateş çıkarttın valla. O tokadı hala
unudameyon” demişti gülerek.
Hastafendinin aklına bunlar gelince
aklı yine Temur Efendiye gitmişti. Tabi Temur efendi Alman Harbinin başında
altı yedi yaşlarındaydı. Onun köyünde de belki ağabeyi askerlik şubesine
çağrılmış talim ettirilmişti.
O sıra küçük bir çocuk olan Temur
Efendi ağabeyinin her gün askerlik şubesine gidip gelişini anlamaya
çalışıyordu. Belki onun ağabeyine birine tokat attıran veya birini ağabeyine
tokat attıran bir çavuş vardı.
Zaten bu hep böyledir. Özellikle
aydınlanmamış birine yetki verirsen ilk yapacağı iş yetkisinin gücünü tanımak
veya tartmaktır. Hele askerde bu yetkiyi çok sorumsuzca kullanan o kadar çok
kişi vardır ki.
Birçok, özellikle orta yaş ve üzeri
erkeğin ‘ne askerlik anıları vardır kim bilir?’ Öyle kafasına sinmiştir ki o
öyküler, yaşanmışlıklar. Bir anlatmaya başlasın sanki o yılları yaşar gibi
anlat anlat bitiremez.
Hastafendinin babasının da çok
askerlik anısı, dedesinin esirlik ve kuvvayı milliye yılları çok anısı vardı.
Hastafendi o yılları onlardan dinleye dinleye kendi yaşamış gibi olmuştu adeta.
Hele babasının ikinci savaşı
sırasında yaptığı askerlik görevi sırasında anlattıkları aslında içler
acısıydı. Ama Hastafendi o yılları kısaca kara mizah içerikli ‘Torbadaki Tavuk’
adlı öyküyle anlatmaya çalışmıştı.
İnönü’nün niye fellik fellik
savaştan kaçtığının, kaçındığının öyküsü o yıllardaki askerlik anılarında
gizlidir.
Öyle ki askerin giyecek ayakkabısı,
elbisesi yokmuş. Bırakın tüfeği şunu bunu; ayağında doğru dürüst ayakkabısı
yokken gideceği her yere ‘tatbikat var’ adı altında yayan gidermiş. Yemek için
çıkan karavana arpa, yulaf lapasında bir de mevsiminde kapuskadan başka bir şey
yokmuş.
Yıkanmaya yıkanmaya bit almış
yürümüş. Meşhur (bitli piyade) deyimi o yıllara aittir.
Hal böyle olunca sayıca asker
sayısını artırıp kuru kalabalıkla Alman’ın İngiliz’in gözünü korkutmaktan başka
çare kalmamış. Babasının anlattığına göre Ankara’dan Kastamonu’ya oradan
İnebolu’ya kadar aylarca dağlarda dolaşmışlar. Ellerindeki silahlar kurtuluş
savaşından kalmaymış. Taburda araç olarak sadece tabur komutanına ait at
varmış.
O kalabalık asker birlikleri oradan
oraya taşınmış durmuş. Sanki herhangi bir harbe hazırmış gibi görüntü verilmiş.
Babasının dediği gibi o kadar
olanaksızlıklar içinde olsalar da ‘gerçi iş başa düşünce Alaman, İngiliz’
tanımazlarmış ya. Neyse baştaki eski asker kurt politikacı İnönü büyük bir
maharetle Türkiye’yi o savaşın dışında tutmuş.
Savaş sonrası muhalefete düştüğü
yıllarda yaptığı yurt gezisinde ‘bizi aç bıraktın’ diyen yeni yetme birine
“evet sizi aç bıraktım, ama öksüz bırakmadım” diye söylediği söz bugün bile
bilinir.
O yıllardan şimdi yatıp kalkıp
“Suriye’ye saldıralım” diye yırtınan politikacıların yönettiği bir Türkiye’ye
geldik. Hiçbiri bu savaş ‘yurttaşa kaça mal olur? Kaç can gider? Kaç çocuk
öksüz? Kaç ana baba evlatsız kalır?’ işin orasında değiller. Sadece kendi
iktidarlarının devamı umurlarında…
Lafa geldi mi? Yatıp kalkıp o
yıllara, o yıllarda çekilen sıkıntılara gönderme yapıyorlar. Tabi halk hele
yeni yetişen genç nüfus yaşanan gerçeklerin farkında değil. Söylenenlere inanıp
savaş kışkırtıcı politikalara öylesine bön bön bakıyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder