3 Eylül 2016 Cumartesi

ÖYKÜLERLE YOLCULUK-BİRİNCİ KİTAP-İkinci Bölüm

O sıra yatağına yatan Hastafendi bunu fark edince kadına ve kıza biraz kızmıştı. “Hanımefendi Hurşit’e öyle çok yüklenmeyin, vermeyiz bak. Biz Hurşit’i çok sevdik. Çok yavuz kardeşiniz var” dedi. Ama ablası ‘cengildemekten’ Hurşit’i eleştirmekten vazgeçecek gibi değildi. “Siz öyle sanın dışı eli, içi bizi yakar onun” deyince Hastafendi cevap verecekti ‘yutkundu’ duymamış gibi gözlerini yumdu.

Hastafendi’nin eşi de kocası ‘lombadak’ bir şey söyler diye tedirgin olmuştu. O gözlerini yumunca rahatladı. Bu sırada Hurşit sekreterliğe gidip tahliye kağıdını alıp geldi. Zaten eşya olarak küçük bir çanta vardı. Onu erkenden hazır ettiği için taburcu kağıdını alınca Hastafendiyle, berber ve öğretmenle vedalaşıp gitti.

Arkalarından bakan Hastafendi eşine “ne cengildek kadınmış bu ya. Az kalsın söylenecektim. Kendimi zor tuttum” dedi. Eşi “ben fark ettim senin kızdığını. Lombudak bir şey dersin diye ödüm koptu” dedi.

Eşinin bu sözüne “ne yani ben ne konuşacağımı bilmiyor muyum?” diye ters cevap verince eşi “senin hey heylerin yine üstünde. Biraz uyu da yatış” dedi. Eşine bir şey diyecekti. İçinden ‘kadın haklı yav. Hastaysan hastasın. Ona buna çalım satıp durma da uyu adam gibi’ diye kendine söylenip gözlerini yumdu.

Gerçekten geldiği günden beri doğru dürüst uyku uyumamıştı. Hele geceleri nefes sıkıntısından sabahı zor ediyordu. Geleli dört gün olmuş hala nefesi açılmamıştı. Buna da canı sıkılıyordu.

Sesini kesip uyumaya çalıştı. Az sonra uymuştu. Kaç saat uymuştu bilmiyordu. Eşi dürtüp “kalk yemek ye biraz” dedi. Gözlerini açamıyordu. “Ben uyuyacağım. Rahatsız etme” dedi. O anda hemşirenin serum takacağı aklına geldi. Bir şeyler yemesi lazımdı. Kalkıp doğruldu.

Berberin tarafında perde açılmış yatak boştu. Eşine “nereye gitti bunlar” dedi. Eşi usulca “gözün aydın, onlar özel odaya geçtiler” deyince Hastafendinin keyfinden uykusu falan kalmamıştı. Odada iki yatak boşalmış, berberin perdeleri açılmış, oda gergeniş gelmişti. Sadece öğretmenin perdeleri çekiliydi. Eşine öğretmeni gösterip “bir de şu gideydi” dedi.

Eşi gülümseyerek “her yer sana mı kalsın istiyorsun?” derken Hastafendi yemekten bir iki lokma almıştı ki, hemşire geldi, sert bir şekilde “Oo! Sen daha yemeğini yemedin mi? Çabuk çabuk bir şeyler ye, az sonra sana serum takacağım” deyip gitti. Hastafendi hemşirenin arkasından eşine “abu bu pek sert” deyip yemeği hızlandırdı. 

Hastafendi yemeğini yerken, öğretmen yemeğini çoktan bitirmiş, gözü eşindeydi. Eşini sanki ilk kez görüyormuş gibi bakıyordu. Ona bakarken hemen yanında duran oksijen makinesi aklına geldi.

Az sonra yine maskeyi yüzüne takıp, oksijen boğulması yaşayacaktı. Sabah ve akşam yemekten bir saat sonra başlayıp iki saat sürüyordu. Ayrıca gece sabaha kadar maske takılı kalıyordu. O sırada da bol oksijen yutması gerekiyordu.

Bu her gün bu şekilde devam eden bir süreçti. Kandaki karbondioksiti ancak böyle belli seviyede tutabiliyordu. Yani her gün boğuluyormuş yaşanan bir ömür. Anlatmakla anlaşılacak gibi değil.

Hastafendi öğretmene bakarken bunlar aklına geldi ve onun ne düşündüğünü tahmine çalıştı. “Öğretmen eşine bakarken yıllar öncesine gitmişti. Zaten tek lüksü de buydu. Arada bir geçmiş anılarında gezinmek. Yıllar önce ilkokulu bitirince öğretmeni babasına ‘oğlunu öğretmen okulu imtihanına girsin. Başarılı bir çocuk kazanır’ demişti. Öğretmenin söylediği gibi köyden yalnız o kazanmıştı. Ondan sonra tam altı yıl öğretmen okulunda okumuştu.

En güzel unutamadığı yıllar o yıllardı. Sonra öğretmen olmuştu. İlk maaşını yaşı küçük olduğu için vekalet verdiği babası çekmiş, sonra mahkeme kararıyla yaşını büyütmüşlerdi.

İlk yıllarını köylerde geçirmişti. Görev yaptığı o köylerde hep sevilmişti. Köyün gençleri onu hep arkadaş abi bilmiş; düğünlerin başmisafiri olmuştu. Sporcuydu da. Çok iyi voleybol oynardı. Okullarında masa tenisini öğrenmiş iyi bir masa teniscisiydi. Daha sonra askere gitmişti. O yıllar dört aylık askerlik vardı. Askerliğini kendi ilinde yapmış, dönüşte şu anda karşısında oturan eşiyle evlenmişti.

Çok mutluydular. İki oğlu olmuştu. Onların da kendi gibi öğretmen olmasını istemişti. Olmuşlardı, ama onlar öğretmen olunca kadro sorunu gündeme gelmişti. Uzun uğraşılar sonucu büyük oğlunun öğretmen olarak tayini yapılsa da küçük oğluna öğretmenlik yapmak kısmet olmamış, şimdi burada bir şirkette çalışıyordu.

Her şey iyi gidiyordu. Bir ara öksürük olunca doktora gitmişti. Doktor ‘bronşit’ demiş sigarayı bırakmasını istemişti. Ama o umursamamıştı. Yıllar önce alıştığı sigarayı adeta sülük gibi emiyordu. Doktora ‘Ben spor yapıyorum doktor bey. Sigaranın zehrini atıyorumdur her halde’ deyince doktor gülmüş ‘hoca kendini kandırma. O meretin akciğere yaptığı zarar ancak onu bırakınca sona erer’ dediyse de o aldırış etmemişti.

Tayini ilçeye, sonra ile çıktığı sırada akşamları arkadaşlarla kafa çekmeye alışmıştı. Kafaları çektikten sonra lokalde briç oynama falan derken kendi içtiği sigaraların yanında oralarda içilen sigaralardan yuttuğu nikotin hepsi birleşince onu çökertmişti.

İlk hastaneye yattığında korkup sigarayı bırakmıştı. Sonra kendini biraz iyi hissedip tekrar başlayınca; yaklaşık on yıl önce kaldırıldığı göğüs servisinde coah teşhisi konmuştu. Derken geldiği nokta her gece sabaha kadar oksijene bağlanmak olmuştu”. Hastafendi öğretmenin aklından bunların geçtiğini düşündü.

Herhalde şimdi de içinde bulunduğu durum aklına gelince boğulacak gibi olmuştu. Eşi bu sırada refakatçi koltuğuna uzanmış ‘Kim bilir ne düşünüyordu?’. Sanırım eşinin bebek gibi nefes aldığını fark edince içinden onu boğmak geldi.

Yani sanırım öğretmenin aklından bunlar geçiyordu. (Her halde hep böyle oluyordu. Kendini biraz iyi hissedince veya içinde bulunduğu durumu unutunca melek gibi oluyor, yaşadığı gerçeğe dönünce çılgınlaşıyor, etrafında gördüğü normal nefes alanları içinden boğmak geliyordu).

Hastafendi öğretmenle ilgili bunları aklından geçirirken öğretmen bu sırada eşine öfkeyle “ördeği ver” dedi. Aslında pek ala tuvalete gidebilirdi. Ama sanırım sırf eşine veya oğluna zorluk çıkarmak için ördek istiyordu. Kadının kocası için ‘yine heyheyleri geldi’ dediğini fark etti. Bu düşünceyle kadın telaşla kalkıp köşedeki ördeği alıp eşine uzattı. Bu sırada perdeyi daha sıkı örttü.

Öğretmen ördeği doldurup eşine adeta fırlatır gibi uzattı. Kadıncağız sessizce ördeği alıp boşaltmak için yürüdü. Tam kapıdan çıkıyordu. O sıra gece nöbeti için gelen oğluyla karşı karşıya geldi. Oğlu annesini şaşkın görünce hiçbir şey sormadan “ver ben dökeyim” dedi. Annesi bir şey söylemeden yürüyünce o da arkasından gitti. “Yine durumu kötüleşti mi yoksa?” dedi. Kadın “hep aynı… Sepsessiz oturuyordu birden cellalenip ördeği istedi. Aslında bişey de işemedi. Şimdi döküp gelmesem temelli kızacak” dedi. Oğlu derin bir iç çekti.

Söyleyecek bir şey yoktu ki… Tam on yıldır özellikle son sekiz yıldır aynı çileyi çekiyorlardı. Kadın eşini, çocuklar babasını çok seviyorlardı. Her halde hastalanmadan önce çok kaliteli bir insandı. Karısını hiç üzmemiş, çocuklarının bir dediğini iki etmemişti. Ama bu hastalık belasına çatalı beri gün günden kötüye gidiyordu. Artık tümden çekilmez hale gelmişti. Onu çok sevmeseler hiç çekemezlerdi.

Oğlu bunları aklından geçirip annesinin omzuna elini koydu. “Ne yapalım anne. Sen üzülme. Ağabeyimle ben gerektiğinde işten ayrılır bakarız babamızı” dedi. Aslında hem onun hem ağabeyinin derdi büyüktü. Babalarıyla uğraşmaktan ikisi de evlenememişti. Halbuki hem o hem ağabeyi boylu poslu çevrede sevilen insanlardı. ‘Ama babaları bu haldeyken nasıl evleneceklerdi ki? Her şeyi annelerinin üzerine yıkıp gitmek olmazdı. Evlenecekleri insan da onların bu yaşamına tahammül edemezdi’ O yüzden evlenemiyorlardı, ama şikayetçi değillerdi. Tek dilekleri babalarının iyi olmasıydı.

Ama artık anlamışlardı ki bu hastalığın iyileşmesi yok. Keşke ilk başlarda sıkı tutup doktorların önerilerine uysaydılar. Daha doğrusu babaları uysaydı. Ama öğretmen doktorun önerilerine gülüp geçmiş “acı patlıcanı kırağı çalmaz” demişti. Ama şimdi “patlıcan buz tutmuştu” çaresi yoktu.

O sırada öğretmen kumandayı eline alıp televizyonu açtı. Berberin özel odaya gittiğine çok sevinmişti. Adam daha geldiği ilk gün her şeye televizyona bile karışmıştı. Buna tahammül edemezdi ama adamın zıpçık gibi üç oğlu vardı. Onlara gözü kesmemiş, usulca televizyonu kapatmıştı. Şimdi berber gidince yeniden özgürdü.

Çünkü televizyonu kendine özel kabul ediyordu. Hastaneye bağış yapmış, tedavinin devamını sağlamıştı.

Aslında doktorlar onu çoktan taburcu yapacaktı, ama yaptığı bağış nedeniyle başhekim doktorlara “bırakın birkaç gün daha kalsın” demişti. O bunu bilmiyor, başhekimin burayı kendine özel tahsis ettiğini, televizyonu da ancak ‘kendinin’  kullanabileceğini düşünüyordu.

Eskiden böyle değildi. Elinde avucunda ne varsa paylaşırdı. Ama hastalık ilerledikçe herkese kızar olmuş, çok bencilleşmişti. Şimdi tv kumandası için başka karışan olamayacağını düşününce yine neşesi gelmişti. Gerçi odada bir kişi daha vardı. O da herhalde ukala bir şeydi. Gelir gelmez bilgisayarını getirtmiş ona dürtünüyordu. Onu hiç gözü tutmamıştı. Eğer o da televizyona karışırsa bu sefer kesin çıngar çıkaracaktı.

Bu sırada berberin televizyonu kapattırması aklına gelmiş sert sert kanal değiştiriyordu. Eşi oğluyla tuvaletten geldiği sırada hemşire de geldi. İlacını verip, serumunu taktı. Sonra öbür hastanın yanına gitti.

Bu sırada ‘öbür hasta’ yani hastafendi de yemeğini yemişti. Eşi boşu alıp gittikten sonra hemşireyi beklemeye başladı. Hemşire öğretmenin tedavisini yapıp ona geldi. İlacını verdi. Serumunu takıp gitti. Hastafendi hemşirenin arkasından bakarken eşine “bu bek sert” diye gülümsüyordu.

Öğretmenin eşi nöbeti oğluna devretmiş, yanlarından usulca geçti. Gözü Hastafendinin eşindeydi. Kadın kapıdan çıkınca hastafendinin eşi usulca “kadın çok dertli. Dışarda çok dert yandı” dedi. Hastafendi parmağını dudağına götürüp “sus bilmediğin yerde çok iş var” derken öğretmeni gösteriyordu.

Önceleri öğretmeni çok geçimsiz biri olduğunu zannedip ‘çamur üstüme sıçramasın’ diye onu görmezden gelse de kumandayı kimseye vermeyişine sinir olmuştu. Ama sonra içinden “boş ver oğlum. Herif manyak. Ne yapacaksın televizyonu?” demiş, gerçekten boş vermiş, öğretmenle ilgilenmemeye çalışmıştı.

O gün doktor gelip de ona “psikiyatristin de söylediği gibi sorunun biraz psikolojik. Burada size yapılacak tedavi yapıldı. Sizin durumunuzu bu hafta sonu da takip edeceğiz. Sizi muhtemelen Pazartesi günü taburcu ederiz. Artık bundan sonra tedaviye evde kendiniz devam edeceksiniz. Size verdiğimiz oksijen makinesini her gece sabaha kadar kullanacaksınız. Sabah iki saat, akşamüzeri iki saat yine makineye bağlı kalacaksınız. Buna uyduğunuz takdirde sorunsuz hayatınıza devam edersiniz. Sizin iyileşmeniz bu kadar. Bunu kabul etmeniz lazım.” diye ayrıntılı açıklama yapıncaya kadar öğretmen hakkındaki düşüncesi yukarıda anlattığım gibiydi.

Onun için doktorun sözlerini duyunca kendinden utanmıştı. İçinden gidip öğretmenden onunla ilgili düşündükleri için özür dilemek geldi. Sonra böyle bir şeyin anlamsız olduğunu düşünüp vazgeçmişti.

Şimdi bunları hatırlayınca yine içi sıkılmıştı. Kalkıp dışarı çıkmayı düşündü. Koluna bağlı serum nedeniyle istese de dışarı çıkamayacağını fark etti. Ruhuna sıkıntı geldi. Eşine “yatır beni” dedi. Biraz sertçe söylemişti her halde; eşi “noluyor sana böyle?” dedi.

Ama Hastafendinin onu duyacak hali yoktu. Aklı yine doktorun söylediklerine, öğretmene takılı kalmıştı. Eşine “ne olacak be. Yatır diyorsam yatır” dedi. Yatınca eşinin kırıldığını fark edip telefonu uzattı “al kardeşlerinle görüşürsün” deyip gönlünü almaya çalıştı.

Eşi onun böyle farklı davranışlarına alışmıştı. Telefonu alırken gülümsedi “heyheylerin gitti mi?” dedi. Bir şey söylemesini beklemeden telefonu alıp çıktı.

Hastafendi eşinin arkasından bakarken az önce onu tersleyişini hatırladı. Ama ne yapsın ki? Elinde değildi. Arada bir boğulacak gibi oluyor, o sıra gözü bir şey görmüyordu.

Öğretmen için söylenenleri duyduğu andan beri içine sıkıntı girmişti. Öyle ya kendi de çaresizdi. İlk geldikleri gün kızının “doktorla görüştüm. Bana babanız coah hastası. Onun daha iyi olmasını beklemeyin. Mevcut durumunu koruduğu sürece fazla sorun yaşamaz. Onun bu gerçeği kabul etmesi lazım. Yani durumunda bir tehlike yok” dediğini hatırladı.

“Yaşadığımız gerçek” diye mırıldandı. Öğretmeni artık daha iyi anlıyordu. O şimdi korkularının esiri olmuş, bütün anormalliği ondandı. Bunu fark etmişti. Arada da bir kendi durumunun öğretmeninki kadar olmadığı aklına gelince sevinecek gibi oluyor; başkasının kötü durumuna seviniyormuş gibi geldiği için kendinden utanıyordu.

Aslında hiç geçimsiz biri değildi. Çevresindeki herkesle uyum içinde yaşamaya çalışmıştı. Kolay kolay kızmazdı. Ama son zamanlarda sonradan çok pişman olduğu anlamsız davranışları oluyordu.

Bu hastalığı ilerletmeden mevcut durumu korumak… “Bu nasıl olacaktı ki?” Her geçen gün kötüye gidiyor gibiydi. Buraya kızının yanına gezmeye gelmiş, geldiği günün ertesinde soluğu burada almıştı.

Bu seferki durumu öncekilere göre daha kötü gibiydi. Hiç öyle olmamıştı. O gece adeta boğuluyordu. Zaten ‘az kalsın’ biraz gecikse karbondioksit zehirlenmesinden gidiyormuş. Güzel gözlü bayan doktor öyle söylemişti. “Amca tam zamanında geldin, durumun iyi değilmiş” demiş sonra kan gazının doksana çıktığını söylemişti.

İlk kez böyle olduğu aklına geldi. Yine paniğe kapıldı. Sonra öğretmen aklına geldi. Onun bağlı olduğu oksijen makinesine Haydarpaşa’da iki saat bağlı kalmış ‘adeta canı çıkmıştı.’ Öğretmenin sabah akşam ikişer saat, geceleri de sabaha kadar oksijen makinesine bağlı yaşadığı ve yaşayacağı aklına geldi, yine boğulacak gibi oldu.

Artık o günden beri öğretmenden tarafa dostlukla bakıyordu. Eşine ve çocuklarına da sempati duymaya başlamıştı. O bunları düşünürken telefon konuşması biten eşi geldi. Serumuna baktı “azalmış” dedi. Hiç konuşmadan serumun bitmesini beklediler. Bitince eşine “hemşireye söyle de söksün. İçime sıkıntı geldi. Biraz dışarı çıkacağım” dedi. Eşi o sıra koridorda gördüğü hemşireye kapıdan seslendi. Hemşire geldi serumu kapatıp, çıkardı.

O gidince Hastafendi ‘biraz acele eder gibi’ bastonu uzanıp aldı ve eşine “gir koluma da dışarı çıkalım” dedi. Birlikte ziyaretçi salonuna gidip boş koltuklara oturdular. Onun bu panik halini görüp şaşkınlıkla bakan eşine “öğretmenle öyle manyak diye alay ediyorduk. O gün doktorun sözlerini duydun. Adam çaresizlikten ne yapacağını şaşırmış” dedi.

Eşi onun niye panik yaptığını anlamış gibi omzunu sıktı “sen öyle değilsin şükür” dedi. Hastafendi eşine baktı “ne zamana kadar şükür? O duruma düşmeyeceğim nereden belli?” dedi. İkisi de sustu, uzun süre konuşmadan orada oturdular.

Bir süre sonra kalkıp odaya geri döndüler. Öğretmenin perde çekiliydi. Sesler geliyordu. Sanırım oğluna bir şeyler anlatıyordu. Hafta sonu iki yatak hala boş duruyordu. Hastanelerde ne zaman hasta geleceği bilinmez ki.

Hafta sonu da olsa acilden gelen olur. Hele böyle büyük hastanelerde yataklar uzun süre boş kalmaz. Hastafendi geldiği sırada kuyrukta olan hasta arabaları bunu gösteriyordu.

Ama şimdi sessizliğin tadını çıkarmanın sırasıydı. Hastafendi usluca yatağına yattı. Gözü öğretmenin perdelerindeydi. İçinden “Allah kurtarsın” dedi. Sonra gülümsedi “beni de tabi” dedi.

Eşi onun gülümsediğini görmüş, neye gülümsediğini anlamamıştı. Sorsa doğru dürüst cevap alamayacağını bildiği için o da kendi yerine uzandı.

İkisi de dalmıştı. Az sonra akşam yemeği gelince uyandılar. Her zamanki yemek, sonrasında serum ve diğer ilaçlar verildi. Hafta sonu olduğu için kimi ilaçlar iki günlük verildi. Bir süre sonra yine odaya sessizlik hakim oldu. Herkes uykuya çekildi.

Ertesi gün ve Pazar gün de gündüz benzeri şekilde geçti. Akşam yemeği sonrası yapılan tedavilerden sonra yine yatılıp uyundu.

Pazar gece yarısına doğru odada bir hareket başlayınca hem Hastafendi, hem öğretmen merakla uyandı. Berberin boşalan yatak hazırlanıyordu.

Az sonra bu kez odaya bir sedye önünde arkasında insan kalabalığıyla getirildi. Sedyede Mısır’da bulunan mumyalara andıran yüzü olan bir hastayı törenle berberin boşalan yatağa yatırdılar.

Hastada hiç hareket yoktu. Boylu boyunca yatıyordu. Boyundan ince uzun boylu biri olduğu anlaşılıyordu. Gözlerinde hafif bir kızarıklık vardı. Sessiz duruşunda bir asalet, bir vakurluk vardı.

Hastanın yanında gelenlerin ikisi bayandı. Biri başı açık güzelce bayan… Öteki başı örtülü o da güzelce bir bayandı. Ayrıca üç erkek bir de genç oğlanla bir kız çocuğu vardı.

Hastayı getirenlerden biri Hastafendiye gelip “geçmiş olsun” dedi. Getirdikleri babalarıymış. Sekiz yıldır kanser hastasıymış. Yaşatmaya çalışıyorlarmış.

Ama belli ki yolun sonuna gelinmişti. Kabul etmeseler de laflarından o anlaşılıyordu. Buraya yoğun bakımdan gelmişler.

Bu hasta da Orta Anadolu’da İstanbul’a en çok göç veren şehirlerden hem öğretmenin, hem giden berberin hemşerisiydi.

Hastanın kanser olması hem Hastafendiyi hem de öğretmeni irkilmişti. Çünkü bu hastalığın varacağı en kötü son karşılarında duruyordu. Sanki onlara “şükredin beyler, bunun böylesi de var” demek istiyor gibiydi.

Özellikle günlerdir korkularıyla adeta kramp geçiren öğretmen birden haline şükreder duruma gelmişti.

Hastafendi hastanın kanser olduğunu öğrenince irkilmişti, ama onunkisi yakın zamanda kanserden ölen bir arkadaşını hatırlattığı içindi. Yoksa daha önce kanser olup ölen tanıdıkları olmuştu. Ayrıca ölümü tanıdığı için kendisiyle ilgili bir irkinti duymamıştı. Çünkü biliyordu ki; yaşadığı her gün dışından ‘beleşine’ yaşıyordu.

Öğretmen ve Hastafendi de farklı farklı etki yapan hasta sessizce yatıyordu. Kızları etrafında dönüyor “baba canının bir şey istiyor mu?” diye sorsa da hiç cevap vermiyordu. Fırtınanın sessizliğinde bir sessizlik içindeydi. Ancak yüzündeki kasılmalardan çok acı çektiği, ama belli etmemeye çalıştığı anlaşılıyordu.

Öteki refakatçılar ise kendi aralarında sanki piknikten gelmiş gibi şakır şakır bir şeyler konuşuyordu. Doktor bulunup gelince herkes sustu.

Büyük oğluymuş; o anlattı. Babası sekiz yıldır kansermiş. Yaşatmak için ellerinden ne gelirse yapmışlar ve bugüne gelinmiş. Üç gün önce çok fenalaşınca bir özel hastaneye kaldırmışlar. Oranın yoğun bakımında üç gün kalmış. Oradan Süreyya paşayı önerince babasını alıp buraya gelmişler. Çaresiz ne yapacaklarını bilmez haldeymişler.

Doktor sakince onları dinledi. “Bir kanser hastasını sekiz yıl yaşatmak başarıdır” dedi. (Böyle deyince hastanın özellikle erkek evlatları biraz gururlanır gibi oldu.) Doktor “yapılacak her şey yapılmış. Bizim burada fazladan yapacak bir şeyimiz yok. Bir iki gün bakarız ağrıları varsa onları azaltmaya çalışırız. Sonra taburcu ederiz. Her halde durumunuz iyi. Orada buradan daha iyi bakarsınız” dedi. Hastaya “nasılsınız beyefendi?” dedi. Beyefendi dudaklarını kıpırdattı. Sanırım “iyiyim” dedi. Doktor tekrar gelmek üzere çıkıp gitti.

Doktor gidince hastanın yanında gelenler yine gürültülü bir şekilde ‘hastanın yanında kim kalacak?’ onu tartışıyorlardı. Üç oğlan, iki kız, onca torun “kim kalacak tartışması?” yapıyordu.

Hastafendi içinden ‘iyi ki iki kızım var. Çok evlat olmak öyle zenginlik falan değilmiş’ diye geçirdi. Kızmaya başlamıştı. Sonunda dayanamadı. “Ayıp oluyor beyler ayıp. Hastanın yanında öyle kim kalacak tartışması yapıyorsunuz. Babanıza çok ayıp ediyorsunuz” dedi. Hepsi ‘suspus’ olmuştu.

Hastafendiye babalarını çok sevdiklerini söyleyip, ayrıca komada olduğu için bir şey duymayacağını söylediler. Hastafendi “yanılıyorsunuz. O her şeyi duyuyor” dedi. Ama onlar ısrarla hala babalarının duymadığını, aslında babalarını çok sevdiklerini söylüyorlardı.

Hastafendinin sabrı kalmamıştı. Adeta bağırarak “duyuyor! Ben de yoğun bakımdaydım. Gelenler şuuru kapalı diyordu. Ben hepsini duyuyordum. Babamızı çok seviyoruz diyorsunuz. Ona saygınız varsa çıkın dışarıda tartışın ne tartışacaksanız” dedi.

Hastafendinin adeta bağırarak konuşması onları şaşkına çevirmişti. Hastafendinin yanından başları yerde sessizce dışarı çıktılar. Dışarıda ne konuşmuşlarsa konuşmuşlardı, gülüşerek tekrar odaya geldiler.

Hepsi de adeta babalarının etrafında dört dönüyor, kızlar taburcu olunca onu evlerine götürmek için tartışıyor oğlanlar “babamıza biz bakacağız, evde ona özel yer ayırttık” diye lafa giriyordu.

Az önceki ‘hastanın yanında kim kalacak?’ tartışması bitmiş, ‘onu en iyi kim bakacak?’ yarışı başlamıştı.

Sonradan Hastafendinin eşi anlatmış. O sıra dışarı çıktığında hastanın çocukları ona “amca bize çok kızdı, babanız her şeyi duyuyor dedi” diye dert yanmışlar; o da “kocam haklı. O da yoğun bakımdaydı. Biz bir şey duymuyor zannediyorduk. Sonra komadan çıkınca bizim söylediklerimiz hep anlattı, her şeyi duydum dedi” diye açıklama yapınca ikna olmuşlar, babalarının gönlünü almak için öyle davranıyorlarmış.

Ama yararı olmuştu. O sepsessiz yatan adam onların sorularına mezardan gelen bir sesle cevap vermeye başlamıştı. İkram ettikleri meyve suyundan da azıcık içmişti. Ama belli ki çok acısı vardı. “Doktor çağırın” dedi. Doktor gelince usulca “çok ağrım var, biraz azaltabilirmisiniz?” diye sordu.

O sıra hasta bana kutsal bir sfenk, bir mumya gibi gelmişti. Ona saygıyla baktım. O da gözünün kuyruğuyla sanki Hastafendiye “evlatlarımı uyardığınız için teşekkür ederim” der gibi bakıyordu. Gözlerindeki kızarlıkla adeta mezardan çıkmış bir görünümü vardı veya bana öyle gelmişti.

Çocukları bir süre daha kaldılar. Sonra yanında refakatçı olarak başörtülü kızıyla erkek torunu bırakıp diğerleri sabah gelmek üzere gitti. Odada yine sessizlik başlamıştı.

O saatten sonra hastafendi uyudu uyandı gözü o hastadaydı. Adı Temur’muş. Seksenbeş yaşındaymış. Askerliği bitirince “ver elini İstanbul” deyip İstanbul’a gelmiş. Geldiği yıl İstanbul’a ‘taşı toprağı altın’ diye Anadolu’dan göçün başladığı yıllar. Askerde öğrendiği şoförlük ve aldığı ehliyete güvenip düşmüş İstanbul yollarına. İlk yıllar Haydarpaşa depolarından Anadolu’ya mal taşımış.

O yılları en iyi Yaşar Kemal Cumhuriyet’te çıkan röportajlarında yazar. Gelenlerin hangi işi tuttuklarını çok güzel anlatır. Menekşe balıkçılarını, Haydarpaşa’dan kayıkla Sirkeciye, Karaköy’e yolcu taşıyan Çankırılı kayıkçıların öyküsünü anlatır.

Aslında o yıllar Anadolu’ya göç eden insanların öyküsü, Anadolu’nun öyküsüdür. Temur Efendi de o öykünün kahramanlarından biri. Belli ki onun yaşamı da başlı başına bir yaşam kavgasının destanı, özgün bir öykü. Kızının bölük pörçük anlattıklarından bu anlaşılıyordu. Onun anlattıkları benim çok ilgimi çekmişti.

Ellili yıllarda Anadolu yollarında nakliyecilik… Yol bildiğimiz yol değil. Kamyonlar desen bildiğimiz kamyonların ilk modelleri. Karda kışta ne çileli yolculuklar yapmış, ne çileler yaşamış kim bilir?

Hastafendi yetmiş sekizde Antakya’da grev yerine yetişmek için İstanbul’dan bir kamyon yolculuğu yapmıştı. Bayram arifesiydi. Şoför Adanalıydı. İstanbul’a Mersin’den meyve sarmıştı. Dönüşte yük bulamamış ‘bir an önce bayrama evde olayım’ diye hiç durmadan geriye çevirmişti direksiyonu. O sıra İstanbul’a bir toplantı için gelen Hastafendi de İstanbul’da kalıp boşuna masrafa girmeden Antakya’ya dönmek istedi. Topkapı’da otobüslerde yer bulamayınca birileri “Kumkapı’ya in. Orada arabalıya binmek için sıra bekleyen o taraf giden çok kamyon bulursun” deyince Adanalı kamyoncunun arabada bulmuştu kendini.

O sıra anlatmıştı Adanalı şoför o yollardaki yolculukları. Yaşıyorsa o da sekseni geçmiştir çoktan. Yani Temur efendinin yaşındadır. O da kamyonculuğa ellilerde askerde aldığı ehliyetle başlamış. İlk kullandığı araba ‘Volvo Taygır’ mış. “Arabanın kralıydı o” demişti. “Şimdikiler gibi olmasa da çok güçlü kamyondu” diye övmüş, uzun uzun o yıllarda yaşadıklarını yol boyu anlatmıştı.

‘Nerden nereye? Herhalde Temur efendi de ilk kez Volvo kullanmıştır’ diye düşündüm. Gözümde karşımda up uzun yatan Temur efendiyi Volvo kamyon üzerinde canlandırmaya çalıştım.

O sırada öğretmenin orada sessizlik vardı. Temur Efendinin oğlu doktora babasının kanser olduğunu söyleyince öğretmenin hanımı gözünün kuyruğuyla kocasına baktı. Öğretmen de duymuştu Temur efendinin kanser olduğunu. Kurbanlık koyun gibi karısına ‘mel mel’ şaşkın bakıyordu. Öğretmenin eşin kocasının o zavallı halini, şaşkın bakışını görünce içi acıdı.

Günlerdir kendine kan kusturan sanki o değil de başkasıymış gibi yanına kadar gidip elini sıktı. Usulca “sıkma canını. Bak ne beterleri var. Sıkma canını. Doktor ne dedi?” deyince öğretmen aynı şaşkınlıkla “ne demişti?” diye sordu. Eşi usulca “kendine iyi bakarsan ilerlemez demişti ya. Ben sana çok iyi bakarım merak etme” dedi.

Öğretmen önce karısına sonra oksijen makinesine baktı. Gece sabaha kadar, sonra sabah iki saat, akşam iki saat bu makineye bağlı kalacağı aklına gelince içini sıkıntı kapladı.

Eşi öğretmenin oksijen makinesine bakarken hafif renginin değiştiğini fark etti. Elini daha kuvvetle sıkarken biraz daha eğildi. “Bozma moralini. Yandaki gibi olsan halimiz nice olurdu?” dedi.

Öğretmen günlerdir rahatsız ettiğini bildiği eşinin bu şefkatli yaklaşımıyla biraz moral kazanmıştı. O da eşinin elini sıkarken “çok sağ ol senin hakkını ödeyemem” dedi.

Böylece Temur efendi bilmeden karı koca arasındaki buzları eritmiş, birbirine sıkıca sarılmalarını sağlamıştı. Bilseydi ne derdi kim bilir? Ama görünüşünden adam gibi adam birine benziyordu. Bence kesin çok mutlu olur “bırakın hastalığı da birbirinize iyi sarılın. Bak ben buradayım, eşim burada değil. Öğretmen karın kıymetini iyi bil” derdi garanti.

Hakikaten Temur efendinin eşi gelmemişti. Kızı laf arasında üç erkek, ikisi kız beşkardeş olduklarını kendinin ve kız kardeşinin babalarıyla arkadaş gibi çok anlaştıklarını annelerinin bunu çok kıskandığını söylemiş; sonra gülerek “o yüzden annemiz bizi çok sevmez” demiş. Sonra ‘şaka şaka’ demişti.

Ama o istediği kadar şaka desin Hastafendi de kızlarına çok düşkündü. Eşi veya yakınları laf arasında “bu kızları sen doğurdun galiba?” diye kızlarına olan düşkünlüğünü ironik eleştirirlerdi. Gerçi eşi de kızlarını çok severdi, ama kızlarının birçok işini adeta ona havale etmişti.

Temur beyin kızı öyle söyleyince belli ki Hastafendi kızlarını özlemişti. Büyük kızı yurt dışındaydı. Küçük kızı annesiyle nöbetleşe refakatçilik yapıyordu. O kızını kıyamadığı için pek gelmesini istemiyordu. Ama şimdi özlemiş eşine “telefon et de bu akşam kız” beklesin dedi. Eşi şaşırarak “dün ısrarla gönderiyordun. Ne oldu?” deyince “özledim” dedi.

Eşi kızına telefon etmek için dışarı çıkarken Hastafendi “bir dakika ben de geleyim” dedi. Bir iki gündür kendi işini kendi görebiliyordu. Eşi kalkması için yardım etmek isteyince “ben inerim” dedi. Yataktan inip bastonunu aldı ve eşine “hadi birlikte ziyaretçi salonunda oturalım” dedi.

Eşi Hastafendideki bu ani değişikliği anlamamıştı. Birlikte dışarı çıkıp ziyaretçi salonuna geldiler. Eşi “kızı arayayım mı?” dedi. Hastafendi “vazgeçtim arama” diye cevap verdi. Eşi şaşırmıştı. “hem çağır gelsin diyorsun, sonra gelmesin diyorsun. Bu ara çok acayip oldun” dedi. Hastafendi içinden ‘lahavla’ çekip eşine “sus ve dinle. Sen benim içimdeki fırtınaları anlayamazsın. Yeni gelen hasta kanser… Her an ölebilir. Kızımın bunu görüp üzüleceğini düşündüğüm için gelmesin dedim. Sen de sabah git. Ben çağırmadan gelme” dedi.

Eşi bu açıklamaya rağmen alınmıştı. “Sen bizi istemiyorsun. Nasıl olur, ele güne ne deriz sonra” dedi. Hastafendi “bırak sen eli günü. Ben ne diyorsam o olacak. Görüyorsun size ihtiyacım kalmadı. Senin de burada sersefil olmanı istemiyorum. Gerektiğinde ararım gecede gündüzde gelirisiniz” diye ısrarlı olunca eşi onu tanıdığı için kabullenmek zorunda kaldı.

O gece öyle geçti. Ertesi sabah öğretmen hazırlandı. Eşinin verdiği moralle daha iyiceydi. Az sonra oğulları da geldi. Taburcu işlemlerini yapıp eşyalarını yüklenip odadakilerle, tabi Hastafendiyle vedalaşıp gittiler.

Daha öğretmen yenice çıkmıştı. Onun yerine hemen bir hasta geldi. Hurşit’in yatağına da gençten biri geldi.

Oda yine dolmuştu…

Hastafendinin eşi bu sırada dışarıdan kızını aramıştı. Sanırım “babam bizi istemiyor” demişti ki; kızı soluk soluğa geldi. Bu duruma Hastafendi çok kızdı ama sabretti. Kızıyla hoşbeşten sonra birlikte salona çıktılar.

Hastafendi kızına niye ‘gelmeyin’ dediğini ayrıntılı anlattı. Kızının “gariban gibi burada tek başına seni bırakamayız olmaz” deyişine “kızım gariban da insan. Hem ben iyiyim. Bak yeni gelen genç de var. İyi birine benziyor. Sen şimdi git. Anneni de öğleden sonra göndereyim. Çağırınca gelirsiniz. Sizin burada böyle rezil olmanız beni daha çok üzüyor” diye ayrıntılı anlatınca kızı “bak baba gecede gündüzde aramazsan çok küserim bak” dedi.

Hastafendi böylece kızını ikna edip yolladı. Sırada eşi vardı. Ona da “ben uzanacağım, sen biraz dolaş” dedi. Öğretmenin yerine gelen hastayı çok kasıntı bulmuş ‘bununla da işimiz var’ diye söylenmişti. O sıra eşi de aşağı kantine su vb. ihtiyaçları almak için aşağı indi. Yeni gelen genç Kürt’müş. Ağzından kan gelince tüberküloz şüphesiyle burada tedaviye almışlar. O da yatalak olmadığı için dışarı içeri girip çıkıyordu.

Az sonra gelen eşi o çocuk için “Çocuk Kürt’müş. Ay vallahi biraz konuştuk. Çok acılar yaşamış. Köyleri boşaltılınca buraya gelmişler. Babaları öldükten sonra çok zor günler yaşamışlar. Senden bahsettim… Kürtleri çok sever dedim. Seninle tanışmak istiyor” dedi. Hastafendi eşinin böyle ayrıntılı anlayışlarına alışkındı. Sıkılmadan dinledi. Sonra “sen şimdi git. Ben çağırınca gelirsin. Ben o çocukla tanışırım” dedi.

Eşi Hastafendinin ‘dediğim dedik’ huyunu bildiği için usulca hazırlandı. Bir şey olunca çağırması için sıkı sıkı tembih edip gitti. Eşi gidince Hastafendiye baktım. Sanki ağır bir yükten kurtulmuş gibiydi. İçinden ‘oh rahatladım. Kafamı dinlerim’ diye geçirdi. Gerçekten en çok canını sıkan birilerini rahatsız etmekti. Kendi kendine yeterli hale gelince eşinin, kızının burada perişan olmasına razı gelemezdi.

Ayrıca nedense hep yalnızlığı severdi. Yalnız kaldığı anlar ileriden geriden yaşadıklarını, tanıdıklarını hatırlamayı severdi. Onun bu huyu benim de çok işime yarıyordu. Bu şekilde sayesinde bu öykü yolculuğunda anlatacağı birçok şeyi ben de ondan duyup hafızaya almıştım. Yeri geldikçe onlardan bölümleri öykü yolcularına anlatacağım.

Şimdi gözüm Temur Efendide idi. Onun yıllar öncesinin şoförü olması aklıma Hastafendinin tanıdığı birini Arap Abdurahmanı getirdi.

O da akciğer kanserinden ölmüştü.

Arap Abdurahmanın Araplığı esmerliğinden değil, baya teninin Afrikalılar gibi siyahlığından geliyordu. Zaten Afrika kökenliydi. Anneannesini şimdi yaşadığı yerin eşrafından Hacı Nuri hacıya gittiğinde hacılık nişanesi olarak yanında getirmişti. O anneannesini hatırlıyordu. Çünkü ona dedesinden pek bahsedilmemişti. Zaten anneannesi o çok küçükken ölmüştü. Onu fazla tanımıyordu.

Adı Fatmaesiydi. Etiyopyalıymış. Mekkeli biri köle olarak yanında bulunduruyormuş. Sanırım Hacı Nuri onu o Mekkeliden satın almış.

Fatmaesi geldiği köyde Hacı Nuri’nin ve eşi Keziban Hanımın çok yakınlığını gördü. Hacı Nuri’nin çok sevdiği ve güvendiği bir genç olan Çolak Ethemle kızını evlendirdi.

Bu evlilikte sonucu doğan Arap Abdurahman evin küçüğü olarak ailesine katılmıştı.

Abdurahman’ın çocukluğu gençliği hep çalışmakla geçti. Hacı Nuri’nin torunun kızıyla evlendi. Muavinlik yaparken kamyon kullanmasını öğrenip ehliyet aldı. Karı koca ele ele verdiler, nihayet Abdurrahman kendine ait Man marka kamyonu alıp geldi.

Kırmızı renkli Man çarşıda günlerce çekili kaldı. Dostları sevindi, düşmanları hasedinden çatladı. İçlerinden “bu Arap bu parayı nerden buldu” diye şaşıranlar oldu.

Sonunda Arap Abdurahman kendi kamyonuyla çalışmayı başarmıştı. Ama oturduğu ilçede pek iş olmuyordu. Karı koca ‘kafa kafaya verdiler’ ‘ver elini İzmir’ deyip İzmir’e göçtüler.

O sıralar Abdurahman’a “ula oğlum oralarda yalnız galırsın, zorlanırsın” diyenlere Abdurahman gülümseyerek “boğulceksen böyük denizde boğulcen” diye karşılık verip İzmir’e göç kararından vazgeçmedi.

Gerçekten İzmir’de kamyona çok iş çıktı. Abdurahman çalışkan adam. Kar kış, yağmur, çamur, sıcak demeden çok yük taşıdı. O sıralar Hastafendiyle sıkı dost olmuşlar, hatta beraber iş yapmayı bile düşünmüşlerdi. Çünkü Abdurahman yollarda çok yorulmuştu. ‘Çok şükür’ parası vardı. Bağkur emekliliği de gelmişti. Artık istirahat etmesi gerekiyordu. Bu sırada oğlanlar için de İzmir’de başka bir iş tutmak istiyordu.  O sıralar güzel iş çıkarsa yine sefere çıkıyordu. Ama işi seçerek alıyordu artık.

İşte o gün “ne var ne yok?” demek için kamyoncuların iş almak için toplandığı kahveye uğradı. Arkadaşlarının söylediği çayı içiyordu. İki gündür sesi kısıktı. Orada sesinin kısık olduğunu fark eden bir arkadaşı  “Arap yaşlandık artık. Kendimize bakmamız lazım. Sen ihmal etme bi doktora git” dedi. Arap Abdurahman “yok canım herhalde soğuk bişey içtim geçer herhalde” dediyse de arkadaşı biraz efhamlı biriydi. Arap sen beni dinle. Ne gaybedeceksin? Git şu doktora” dedi. Abdurahman arkadaşını dinleyip doktora gitti. Doktor muayene ederken çenesinin altıyla çok ilgilendi. Çünkü orada bir şişlik görmüştü. Ona üniversiteye gitmesini, ama ihmal etmemesini söyledi.

Abdurrahman doktordan çıkınca Hastafendinin proje çizimi için açtığı büroya uğramıştı. Hastafendi de “abi sen doktoru dinle. İnşallah bir şey çıkmaz, ama mutlaka git” dedi. Oradan çıkan Abdurrahman üniversite hastanesine gitmiş. Orada muayene tetkik falan derken ‘akciğer kanseri’ teşhisi konmuş.

O sıralar tedavi şimdiki gelişmiş değil. Tedavi olanağı olmadığı için güçlü ağrı kesiciler verip tedaviye evinde devam etmesini söylemişler.

Arap anlamış tabi doktorun ‘git evinde ölümü bekle’ dediğini. Önce karısına çocuklarına hiç belli etmemiş. “Haden köye gidiyoz” deyip çoluk çocuğu alıp oturduğu ilçeye gelmiş.

Hastafendi Arap Abdurrahman’ın kanser tedavisinin kesilip taburcu edildiğini ve göçü geri sarıp geldiği yere, yani Hastafendinin de ilçesi olan yere dönüğünü duyunca çok üzüldü. İzmir’de hastalık sonrası görüşememişlerdi. O sıra o da ilçesine gelmişti. İşte o günlerde Arap Adurrahman’ın ziyaretine gitti. O koca Arap çok bitkindi ve çok zayıflamıştı. Eşine orada olan herkese sırtını ovduruyordu.

Hastafendi “abi ağrın çok mu?” diye sorunca koca dudaklarını sıkıp kafasını sallayarak cevap vermeye çalışmıştı. Belli ki çok ağrısı vardı. Ama ağrılarını kimseye hissettirmeden yaşamaya, orada olanlar ona moral vereceğine o adeta orada olanlara moral vermeye çalışıyor gibiydi.

Onun gösterdiği bu metanete hayran olmuş çok saygı duymuştum. Ama elden bir şey gelmiyordu ki. Hastafendi her zaman yaptığı gibi işi gırgıra vurmaya önemsiz göstermeye çalıştı. Yaptığı esprilere herkes gibi Abdurrahman abi de gülmüş; sanki o sırada ağrısı geçmiş gibi bir yüz ifadesi belirmişti. Hastafendi biraz oturduktan sonra izin isteyip oradan ayrılmıştı ama aklında orada Abdurrahman abinin yaptığı esprilere gülerkenki yüz ifadesi kalmıştı. Zaten o ziyaretten kısa süre sonra Abdurrahman abi vefat etmişti.

Yıllar sonra kanser hastası Temur efendiyi izlerken bunları düşündüm. Bu sırada Temur efendi sessizce yatıyordu. Belli ki doktor serumuna çok güçlü ağrı kesici enjekte ettirmişti.

Zaten yapılacak başka bir tedavi yoktu ki. En başta Temur Efendi olmak üzere kızları oğulları anlamıştı. Ama gözlerinin önünde babalarının ölmesini izlemek, beklemek onları haliyle çok üzüyor yıpratıyordu.

Kızları babalarına bir şey yedirmek için çırpınıyor; ama Temur efendi yememekte adeta direniyordu.

Hastafendi bunları izlerken Temur efendinin orada bulunan oğluna “buraya gel” diye işaret etti. Temur efendinin oğlu yanına gelince usulca “babanız buraya yoğun bakımdan geldi. Hala altında bez bağlı değil mi?” diye sordu. Temur efendinin oğlu ‘evet’  deyince Hastafendi durumu anlamıştı. Temur efendi altını kirletmekten korkuyordu. Bez değiştirirken tiksinti vereceğini düşünüyordu.

Hastafendi de yoğun bakımda kendine gelince karnı çok aç olduğu halde; altı bez bağ olduğundan bezi kirlettiğinde değiştiren her kimse onu tiksindirmekten çekindiği için karısının ve kardeşinin getirdiği yemekleri yememiş, çok ısrar ettikleri ve çok aç olduğu halde olmaz demişti.

Temur efendinin oğluna bunu anlattı “babanız çok onurlu insan. Hiç ısrar etmeyin altını kirletmekten korktuğu için asla bir şey yediremezsiniz” dedi. Onun bu söylediklerini dinleyen Temur efendinin oğlu “sağ olun, anladım’ dedi ve babasına hala bir şey yemesi için ısrar eden kızlara gidip Hastafendinin söylediklerini anlattı. Haliyle kızlar çok üzüldü. Babalarından tiksinmediklerini göstermek için hemen perdeyi çekip babalarının altındaki bezi değiştirdiler.

O sırada Temur efendi sanırım utanma belirtisi göstermişti. Kızları “babacığım biz senin bokunu bile yeriz. Sen bizim canımızsın” diye ağabeylerinden duyduklarından etkilenip babalarına sevgisini göstermek istiyorlardı. Sanırım Temur efendi de çok mutlu olmuştu.

O sözleri duyan Hastafendinin kızları aklına geldi. Daha önce yattığı hastanede büyük kızının yata yata kirlenen ayaklarını okşayarak silmesi bu sırada ayağını öpmesi aklına gelmiş ağlamaklı olmuştu.

O böyle duygular içindeyken öğretmenin yerine gelen hasta oldukça duyarsız bakınıyordu. Hastafendinin gözü ona kaydı. Onun duyarsız bakışını görmüş; ama hemen onu suçlamamıştı. İçinden “bunun da farklı bir hikayesi var herhalde. Bu duyarsızlık bunu gösteriyor” diye geçirmişti. Sırası gelince anlatacağım gibi o hastanın da çok özgün öyküsü vardı.

Neyse; bu sırada Temur efendinin kızları babasının altını değiştirmiş ve perdeyi de açmışlardı. Hepsi de Hastafendiye sanki minnetle bakıyordu. Aralarında hiç tartışmadan başı bağlı kız refakatçi kaldı. Sanırım babasını en çok seviyordu. Bana öyle gelmişti.

Ötekiler “biz akşama geliriz” deyip gittiler. Ortalık sakinlemişti. Hastafendi eşini ve kızını “ben çağırınca gelin” diye ikna ettiği için onlar da gidince Hastafendi de kafasını dinliyordu. Hurşit’in yerine gelen çocuk daha doğrusu delikanlı da yatmaktan hoşlanmadığı için ayakta geziniyordu.

O sırada öğretmenin yerine gelen hastanın torunu refakatçiydi. Habire kitılla çay yapıyor, hepimize ‘içermisiniz?’ diye her seferinde soruyordu. Torun ince uzun, ama çok çevik biriydi ve sempatikti de. Onun sempatikliği dedesinin sevimsizliğini örtüyordu.

O çay demlemeci, dedesi çay içmeci, arada bize ikram etmeci akşam oldu. Akşam yemeklerini yiyip tedavimizi aldık. Bu sırada Temur efendi sakince yatıyordu. Çocuklarının davranışından kendini sahiplenmesinden belli ki çok mutlu olmuştu.

Akşam hemşireler gelip gittikten sonra Temur efendinin ziyaretçileri kalabalık şekilde geldiler. Öteki kızı, oğulları, torunları ve aralarında eşi vardı. Ama nedense Temur efendinin eşi kocasına çok ilgisizdi.

Belki yıllardır kanser hastasıyla birlikte olduğu için adeta kocasının hastalığına kanıksamış gibiydi. Uzun süre babalarının yanında oturdular. Bu kalabalık Temur efendinin de keyfini getirmişti. Doktorun ağrı kesicisinin dozunu artırması oldukça rahatlattığından bazı sorulara cevap bile verdi.

Gelenler görevlerini yapmış olmanın rahatlığı içinden kalktılar. Gideceklerdi. Refakatçi olarak öteki kızı ve bir torunu kaldı. Başörtülü olan iki gündür bekleyen kızı ertesi gün geleceğini söyledi. Hepsi diğer hastalara ve bu arada Hastafendiye de ‘geçmiş olsun’ deyip gittiler.

Bu sırada Hastafendi hep yaptığı kendine geçmiş olsun diyen Temur efendinin ziyaretçilerinin ardından “olur söyleyelim de geçsin gitsin” dedi.

Ne yapalım onun huyu da buydu. Yıllardır yaşadığı hastalığı, duyduğu kemik ağrılarıyla dalga geçerek başa çıkmaya çalışıyordu. Çok ağrıları olduğu için Temur efendinin yüz ifadesinden ağrı içinde olduğunu anlamış; onun doktora adeta yalvarır gibi usulca “çok ağrım var” demesini anlayabilmişti.

Çünkü bu ağrıları kimse yaşamadığı için anlayamıyordu. Hastafendi de anlaşılmayacağını bildiği için genelde kimseye ağrım var demezdi. Kullandığı ağrı kesicisini “ya bu yeşil reçeteli. Senin böbreklerine zarar verir bırak bunu” dediklerinde çok kızar, ama sadece “olur bırakayım” derdi. Çünkü ne kadar anlatsa kimsenin o ağrıları yaşamadığı için anlayacağını zannetmiyor, onun için boşuna çene yormuyordu.

Ama şimdi burada Temur efendinin yüzlerinin kasılmasından sonra doktora usulca “çok ağrım var doktor bey!” demesinden Temur Efendiyi kendine çok yakın görmüş, benzer ağrıları çektiğini bildiği Arap Abdurrahman’ı hatırlamıştı.

Hastafendi gözü Temur efendide sabahı ettiler. Bu sırada Hastafendi arada bir dalsa da gözü hep Temur efendideydi. Onun nefes alışını izliyordu. Sabah oldu. Sabah kahvaltıları geldi. Herkes kahvaltısını yaptı, Temur efendi yine bir şey yemedi. Çünkü altı hala bez bağlıydı. Geldiğinden beri o da utanarak bir sessizce ördek istemişti. O sırada bile çok utandığı belliydi.

Hastafendi aklında Arap Abdurrahman önünde Temur efendi. Onun nefes alışlarını izlerken bunları düşünüyordu. Öğleye doğru Temur efendinin refakatçısı değişti. Yine başörtülü kızı gelmişti. Sanırım Temur efendi de bu değişikliğe sevinmişti. Çünkü bu kızının her halinden babasını çok sevdiği anlaşılıyordu.

Refakatçi değiştiği sırada odadaki bütün hastalar dışarı gezinmeye çıkmıştı. Odada Hastafendi, Temur efendi ve onun kızı kalmıştı. Temur efendinin kızı sürekli babasının etrafında dönüyordu. Ama o sıra sanırım Temur efendi koma halindeydi. Hiç tepki vermiyor, sürekli düzen nefes alıyordu. Sanki koşup gelmiş gibi nefesleri sıklaşmıştı. Hastafendinin gözü Temur efendideydi. Kızı elindeki ıslak mendili babasının yüzünde gezdiriyordu. Temur efendinin dudakları kurumuştu.

Kızı Hastafendiye baktı. “Babamın dudakları çok kuru su içireyim mi?” diye sordu. Hastafendi “pamuğu ısla dudaklarına sık” deyince kızı pamuğu ıslayıp Temur efendinin dudağına sıktı. Hastafendi bu sırada Temur efendinin sanki gülümsediğini gördü. “Bak memnun oldu. Gülümsedi” dedi. Hastafendinin bu sözleri Temur efendinin kızını çok sevindirmişti. “Memnun oldu değil mi amca? Pamuğu ıslatıp dudaklarına sıkınca babam memnun oldu değil mi?” diye tekrar tekrar soruyor Hastafendi de sabırla “evet kızım çok memnun oldu” diye cevap veriyordu.

Bu sırada Temur efendi daha sık ama düzgün nefes alıyordu. Kız sevinçle babasının etrafında döndü pencereden denize baktı. Çok mutluydu. Hastafendinin gözü de Temur efendideydi. Temur efendinin nefesleri daha sıklaşmıştı. Nefesi alıp veriyordu, alıp veriyordu. Son kez nefesini aldı, verdi ve durdu.

Hastafendi durumu anlamıştı; ama bunu kızına babasının vefat ettiğini nasıl söyleyecekti?

Temur efendi son nefesi verip orada durunca Hastafendi yataktan indi. O sırada Temur efendinin kızı tekrar babasına baktı “amca babama bir şey oldu. Baba! Baba!” derken hastafendi kızı kolundan tutup dışarı çıkardı.

Kızın “Babaa!!! diye bağırışını duyup koşan hemşireye “doktor çağırın. İçerde hasta vefat etti galiba” dedi. O sırada Temur efendinin kızı olduğu yere yığılmıştı.

Hastafendi kıza yardım için eğilirken gözü odaya kaydı. Temur efendi artık hiç acı duymadan sakince huzur içinde yatıyordu.

O sırada çığlığa koşup gelen refakatçi kadınlar birinin öldüğünü duyup orada da ağlayan Temur Efendinin kızını görünce hemen etrafında toplandılar. Cağıl cuğul her kafadan bir ses çıkıyor; bu sırada kimisi de daha olayın şokundan kurtulamamış olan Temur efendinin kızına başsağlığı diliyordu.

Bunları gören Hastafendinin tepesi attı. Bu sırada Temur Efendinin kızı sanırım kardeşlerine haber vermek için telefonu eline almış; ama telefonu kullanacak mecali yoktu. Yanında bir kadın ‘aklı sıra yardım edecek’ Temur Efendinin kızının elinden telefonu almaya çalışıyordu.

Hastafendi bunu da görünce kadınlara bağırarak “siz sussanıza yaa! Ortalığı velveleye verdiniz” diye bağırdı. Kadınların hepsi suspus olmuştu.

Hastafendi kendi telefonunu eline aldı Temur Efendinin kızına ‘kızım kimi arayacaksak numaraları söyle sen” dedi. Temur Efendinin kızı numaraları teker teker söyledi. Hastafendi telefonun arama tuşuna bastı, kalabalıktan uzaklaşıp köşeye gitti.

Bu sırada telefon arama sesi üçüncü ötmüştü karşıdan telefondan erkek sesi geldi. Hastafendi karşıdaki kişiye “beyefendi babanızın durumu ağır acele gelin” dedi. Karşıdaki ses ısrarla “Laleyi verin. O nerede?” diyordu. Sanırım Temur efendinin kızının adı Lale’ydi. Hastafendi  “siz ne yapacaksınız Lale Hanımı? Acele gelin” dediyse de karşı taraf ısrarla “lale’yi verin” diyordu. Hastafendinin tepesi attı “Lale’yi ne yapacaksınız? Babanız öldü, Lale perişan” deyince karşıdaki ses “anladım beyefendi hemen geliyoruz” deyince Hastafendi telefonu kapattı.

İçinden ‘ne dangalaklar var yahu. Baban ağırlaştı deniyorsa atlar gelirsin’ diye telefondaki adama kızıyordu, ama Lale Hanıma hiç belli etmedi. “Tamam telefonu ettim gelecekler” dedi.

Bu sırada doktor yanında başkaları odaya girip kapıyı kapatmıştı. Sanırım kalp masajı yapıyorlardı.

Hastafendi bağırınca refakatçi kadınlar da toz olmuştu. Kendi hatalarını görmeden sanırım Hastafedi’yi ‘deli biri’ zannetmişlerdi. Oraya gelen kadınlardan biri Hastafendi bağırınca ‘deli mi bu?’dese de Hastafendi duymazlıktan gelmişti.

Şimdi bütün kadınların oradan gittiğini görünce içinden “bunlara böyle dil lazım” diye geçirdi, orada çaresiz yere çömelmiş olan Lale Hanıma “gelin şöyle gidelim. Doktor içeride müdahale ediyor. Salonda bekleyelim” deyince kızcağız kalktı ve Hastafendiyle birlikte salona doğru yürüdüler.

Kızcağız bu sırada Hastafendiye sürekli sorular soruyordu. Önce “doktorlar hayata döndürür mü?” diye birkaç kez sordu Hastafendi her seferinde “Allahtan umut kesilmez” diye cevap verdi. Halbuki Temur Efendinin dönülmez yolculuğa çıktığını ve dönmeyeceğini biliyordu, ama ne yapsın kızı teselli ediyordu.

Birlikte ziyaretçilerin geldiği yerdeki koltuklara oturdular. O sırada orada oturan bir bayan durumu anladı usulca “başınız sağol olsun” dedi gitti.

Hastafendi sanırım kadının “başınız sağolun” diyeceğini anlamıştı. Kadın daha ağzını açmadan o Temur Efendinin kızına biraz yüksek sesle “babanız sizden çok mumnundu. Ben onun durumundan anladım. Siz çok büyük iş başarmışsınız. Bir kanser hastasını sekiz yıl yaşatmak çok zordur. Siz o zoru başarmışsınız” dedi.

Ama kız bu sözleri sanki hiç duymuyormuş gibi babasını çok iyi baktıklarını söylüyor arada bir “amca dudaklarını ıslatınca babam çok memnun oldu değil mi?” diye soruyor Hastafendi de “tabi kızım ben sana o zaman da söyledim, baban çok memnun oldu. Sen fark etmedin mi? Sen dudaklarını ıslatınca sanki serinlemiş gibi gülümsemişti” diye cevap veriyordu.

Yalnız burası abartı değildi. Kızı dudaklarını pamukla ıslatınca Temur efendinin gözleri hafif ışıldamıştı. Ve ondan memnun olduğunu belli etmişti. Zaten geceden beri yaşadığına dair nefes alması hariç ilk ve son belirtisi gözlerinin bir an canlı bakmasıydı. Tabi Hastafendi kızına ‘baban tek canlılık belirtisi oydu’ demiyordu, sadece kızın her sorusuna babasının çok memnun olduğunu, gülümsediğini söyleyerek cevaplıyordu.

Kız öyle babasını çok sevdiğini, onun kendisini çok sevdiğini ve babasına çok iyi baktıklarını arada da bir Hastafendiye onaylatarak anlatıyordu.

Aradan epey zaman geçmiş, Hastafendinin gözü asansördeydi. Temur Efendinin oğlanlarının gelmesini bekliyordu. Kızın konuşmalarından sıkıldığı için değil, kızın çırpınışına çok üzüldüğü için bir an önce oğullarının gelmesini istiyordu. Nitekim az sonra asansörden Temur Efendinin oğlanları çıktı. Kız ağabeyleri gelince kalktı birlikte odaya gittiler.

Hastafendi yerinden kalkmadı. Onlar gidince aklında kalan Temur efendinin son nefesi verdikten sonra nefes alamaması kalmıştı. Kendisi de aynı olayı bir yıl önce yaşamıştı. Takside hastaneye yetişmeye çalışırken hastanenin ışıkları gözüktüğünde antibiyotiğin alerjisi bronşları tamamen kitlemiş son nefesi verdikten sonra tekrar nefes alamamıştı. Ama kalbi çalışmaya devam ettiği için ciğerlerde kalan oksijenle acile kadar gidebilmiş kalbi tam orada durmuştu.

Yani Hastaneye daha uzak bir yerde nefes alamaz duruma gelseydi hastaneye gelmeden kalbi duracak hastaneye tıp dilinde ‘ex’ olarak yani ölmüş olarak gidecek varacaktı. Ve belki kapıdan ‘yapacak bir şey yok’ deyip döndürülecekti.

O an yaşadıkları hep aklındaydı. Gerçekten bütün olmazlar o gün olur hale gelmiş, hastaneye saniyesi saniyesine yetişmiş. Şansından o gün orada Göğüs hastalıkları uzmanının olması anında müdahale ve kalbinin sağlamlığı sayesinde şu anda yaşıyordu. Aklında Temur efendinin son nefesi verdiği an bir yıl önce yaşadıkları adeta film şeridi gibi gözünün önünden geçmişti.

Bu yaşadıklarından ona kalan tek şey ölümün öyle korkunç bir şey olmadığıydı. Ve biliyordu Temur efendi son nefesi verip kalbi durduğunda hiç acı yaşamamış, aksine ağrılarından kurtulmuştu.

‘Taşı toprağı altın’ diye altmış yıl önce geldiği İstanbul’da altmış yıl sonra hastane odasında biten bir hayat. Bu altmış yılda onun öncesine yirmi yirmi iki yıl önceydi de eklersen seksen küsur sene yaşanan bir ömür “kimbilir? Hangi anıları saklıyor?”

İşte bu sorunun cevabında saklıydı her şey. Bir süre önce çıktığım Öykülerle Yolculuk; bu yolculuğun hangi yöne bir yolculuk olduğu da bu sorunun cevabını başka başka insan öykülerinde arayarak verebilecekti.

Bundan sonra yapacağımız Temur efendinin izinden gidip onun yaşadıklarından  yola çıkarak “taşı toprağı altın” deyip İstanbul’a Anadolu’dan göçen insanın öykülerinden ellili yılların başından itibaren başkalaşan İstanbul’unu anlatmaya çalışırken, yine benzeri hayatların yaşandığı Anadolu’nun başka diyarlarından gözlemler sunarak bu yolculuğu daha anlaşılır hale getirmeye çalışacağım. Belki bu şekilde bu yolculuğun ana amacına ulaşabilirim. Yani insanı ortalama insanın özeliklerinden ‘bencillik, kıskançlık, kahramanlık, korkaklık, her şeye meraklı ve hiç umursamazlık, rekabet, düşmanlık, aşk, sevgi, öldürme tutkusu, barış içinde yaşama arzusu; yani kısacası insanın yaşarken kendini ifade ettiği bütün davranışlarından’ arındırıp onu kendi gerçeğinde fark ettirtmede bir yere gelebilirim.


Çünkü Temur efendi dünyada tek değil. Onun yaşadıklarının nerdeyse tıpa tıp aynısını Anadolu’nun başka yerlerinde ve başka ülkelerde yaşayan milyonlarca insan var. Ve bütün öykülerde yaşananlar insanın yaşamındaki mutluluk ve kederlerin yumağı gibidir. Bu yumaklardan hangisini açsan oradan ortaya sayılamayacak kadar çok benzer yaşanmışlıklar fırlar.

Bunlardır asıl insanın; yani insanlığın öyküsü. Bütün insanlarda var olan hırsın, öfkenin, sevginin, sevdanın, mutluluğun, kederlerin, güzelliklerin, çirkinliklerin vb. insana özgü ne varsa hepsinin ifade bulduğu alan yaşam öyküleridir.

Bu yaşam öyküleri bütün insanların benzer özelliler gösteren yaşamlarını adeta sinema filmi gibi gözler önüne serer. Hastafedinin içinde bulunduğu duygu yoğunluğuyla aklından geçen bunlardı. Bu düşünceler onu adeta heyecanlandırmışken tekerlekli bir sedye üzerinde kefen giydirilmiş Temur efendi etrafında çocukları gözüktü. Asansöre doğru gittiler. Temur efendi ‘belki elinde bir tahta bavulla’ geldiği İstanbul’da yıllarca tekerlekler üzerinde geçen yaşamını yine tekerlekler üzerinde terk ediyordu. Az sonra asansör geldi. Temur efendi sedye üzerinde çocukları yanında asansöre bindiler. Asansörün kapısı kapandı. Gittiler.

Hastafendi kefene sarılı giden Temur Efendinin binip gittiği asansör kapısına baktı kaldı. Aklında bin türlü düşünce, gözünün önünde sayılmayacak kadar çok insan sanki ona Temur efendinin bindirildiği asansör kapısının önünden el sallıyordu. Kapıya bakarken bunlar gözünün bir film şeridi gibi geçti. Bu duygu yoğunluğuyla süre daha kapıya baktı sonra kalkıp odasına geldi.

Odada ortalık karmakarışıktı. Temur Efendiyi hayata döndürmek veya görevlerini yapmış olmak için epey uğraşıldığı belliydi. Kalp masaj aleti, oksijen maskeleri ve bazı araç gereç olduğu gibi ortadaydı. Hastane görevlileri benzeri olayları sıkça yaşasa da ölüm sanırım onları da irkiltiyor...

Bu yüzden ortalıkta kimse kalmamış gibiydi. Oda arkadaşları Ahmet çocuk, öteki Bingöllü hasta ve torunu da odadan içeri giremiyordu.

Hastafendi görevli odasına gidip oradaki görevlilere odadaki fazlalıkların alınmasını istedi. Oradakiler “hangi oda?” diye sormadı. İki görevli Hastafendinin arkasından odaya geldi; oradaki fazlalıkları alıp gittiler. Bu sırada bir bayan görevli geldi Temur Efendinin yatağının çarşafını yeniledi. Yatak yeni gelecek hastaya hazır hale getirilmişti.

Hastafendi yatağına uzanmış onları seyrediyordu. Bir süre sonra oda arkadaşları da geldi. Odada ölüm sessizliği vardı.

Bu sırada Hastafendinin gözü Temur Efendinin yattığı yerdeydi. Sanki Temur Efendi hala orada gibiydi. Onun gür bir şekilde nefes alıp verirken aldığı son nefesi verip durduğu an gözünün önüne geldi. Sonra duvarlara baktı. Duvarlarda birbiri içine geçmiş yüzlerce insan yüzü vardı. Tam ortalarında da Temur efendi. Sonra o yüzler kayboldu. Bütün duvarı Temur efendi kapladı sanki. Gözleri kızarıktı. O kızarıklık arasında gözlerinin maviliği belirdi. Hastafendiye gülümsemeyerek bakıyor gibiyi. Tıpkı kızının dudaklarına ıslak pamuk tuttuğu sıradaki memnuniyet ifadesine benzer bir ifade belirdi yüzünde. Sonra o görüntü de silindi gitti.

Tam o sırada tekerlekli sandalyede kar gibi sakallı bir hasta yanında ‘sanırım eşi’ ufak tefek bir bayan ve gençten bir erkek girip geldi. Ve onu Temur efendinin yatağına yatırdılar.

Bilecikliymiş. Göçmen şivesi gibi bir şiveyle eşine ve genç adama ‘oğluymuş’ sürekli fırça atıyordu. Onun şivesi, hali tavrı Temur Efendinin son yolculuğuna çıktıktan sonra odadaki sessizliği gidermiş bir hoşluk oluşmuştu.

Adı Osman; Hacı’ymış. Kısa süreli sohbet sırasında yarattığı hoşluk üzerine Hastafendi “Hacı Osman amca sen şeker gibisin sana Hacı Şeker Osman ismi yakışır” diye espri yaptı. Gülüşüldü. Hacı Osman eşine ve oğluna bir şeyler tembih etti “hadi siz o işleri görün ben kendime bakarım” deyip onları uğurladıktan sonra çevik bir şekilde zıplayıp yatağına çıkıp uzandı.

Gerçekten pire gibi biriydi. Sürekli sakalını sıvalıyor “o burası iyiymiş, manzarası da iyiymiş” derken Bingöllünün torunu (Hastafendinin kaş göz işaretine rağmen) “Hacı dayı çok kurulma. Ordan az önce bir cenaze çıktı. Yatağın pek hayırlı değil” diye boşboğazlık yapınca Hacı Osman irkilip, şaşkınlıkla Hastafendiye “bu çocuk şaka yapar be ya?” diye sordu.

Artık saklanacak bir şey kalmadığını fark eden Hastafendi “takma kafana Şeker Hacı dayım. O senden yaşlı kanser hastasıydı. Maşallah sen pire gibisin. Hiç hasta gibi gözükmüyorsun. Azrail gelirse ben defederim korkma sen” dese de iş işten geçmiş, Hacı Osman bu kez yatağından pirelenmiş, sürekli sağına soluna bakınıyordu.

O sırada hemşire geldi “o amca sakalın da çok güzelmiş, kar gibi” dedi. Hacı Osman sakalı gerçekten çok beyaz ve yakışmıştı suratına. Aslında yaşı yetmiş dörttü, ama sakalıyla çok daha fazla gösteriyordu. Hemşirenin sözüne herkes gülüştü.

Hacı Osman’ın biraz keyfi gelse de sağına soluna bakınmaya devam ediyordu. Sanırım kendine en yakın Hastafendiyi gördüğü için “sen gece beni beklersin. Azrail gelir bu yatan kim diye sorarsa sakın Hacı Osman diye adımı verme. Sav başımdan, gitsin” dedi.

Ondan sonraki sohbet Hacı Osman üzerine kurulu olsa da Hastafendinin aklından Temur Efendi onun son nefesi verdiği görüntüsü gözünün önünden gitmiyordu.

Nedense Temur Efendinin ağrılarına gösterdiği metanet, doktora usulca “çok ağrım var, biraz azaltabilirmisiniz?” derken ki vakur hali Hastafendiyi çok etkilemiş, kendini ona çok yakın hissediyordu.

Aklı geçmişte bir yerlere kaydı. O sırada buradakine benzer yaşadıkları geldi gözünün önüne.

Geçmiş biz zamanda sabahın dördüydü. İlgili hemşireler her zamanki gibi tam saatinde gelip tedavileri vermek için dolaştılar.

Herkes; görevliler hastalar, refakatçiler uykusuzdu. Odadaki ihtiyar da geldi geleli çok şaşkın durumdaydı. Onu da ölümün korkusu sarmıştı sanki.

O sıra uyanık olan Hastafendinin gözü hastaya, onun refakatçisine ve kendi refakatçisine kaydı. O gün gecesi çok iyi geçmiş keyifliydi. İçinden altı gündür ihtiyarın refakatini yapan oğlu ve kardeşinin on günü geçen gece refakatçiliğini geçirdi.

Gündüzleri kendisi için eşi kalıyordu. Geceleri de kardeşi kalıyordu refakatçi olarak. O sıra ihtiyarın oğluna doğru baktı. Delikanlı ege köylüsünün karakterinin özgün örneğiydi. Cahil, ama iş yapmaya çalışan biriydi. Dayı başıymış.

Bizde dayı başına ‘ırgat başı’ denir. Eskiden beri belli yerleşim yerlerindeki, özellikle dağlık bölgelerde yaşayan yoksul köylüler bu dayı başılar marifetiyle belli tarım alanlarına çalışmaya götürülür. Nerde, nasıl, hangi ücretle çalışacağını dayı başı onlara önceden söyler. Yani pazarlık dayı başıyla yapılır. Dayı başı işin zamanına göre ve niteliğine göre çalışmak isteyenleri bir yerde toplayıp arabasıyla onları işyerine dağıtır.

Onun asıl kazancı bu iştenmiş. Öyle söylemişti. (Bu işi Doğu’da ‘elçi denen’ dayı başları yapar. Onların da çalışma biçimi Ege’deki dayı başlarıyla çok benzeşir.) Yine ‘kendi ifadesiyle’ Bazen tütüne, zeytine ve kanal işine işçi götürür oradan geçinirmiş.

Tam iş zamanı babası hastalanınca şaşırmış tabi. Çünkü onların işi bu zamanda gece dörtte başlarmış. ‘Ne yapacak? Mecbur babasına bakacak tabi’ Bu sırada babasını hastaneye getirince eşine ve ağabeyine “işleri siz takip edin” demiş, ama. İşin bileni bu delikanlı… İşi eşine ve ağabeyine emanet etse de iş onda dönüyor. Gece üçte başlayan telefonlarla da olsa döndürmek zorunda… İşte tam bu durumdaki delikanlı tam altı gündür gece gündüz uykusuz. Gece sabaha kadar gelen telefonlar da hiç susmuyor.

Hastafendinin kardeşi desen o da öyle perişan bir halde. Bunları aklından geçirdi. İnsanların sağlık için katlandığı zorluklar, sağlık personelinin onca gayretini düşündü. Yine kendi yaşadıkları aklına geldi. O bütün yaşanmışlıklarında gördüğü tanık olduğu yaşamlarla duyup bildiklerini, okuyup bildiklerini birleştirip oradan oluşturduğu kurgularla yazdığı öykülerini bir süre önce farklı bir anlatım yöntemiyle yazmaya çalışıyordu ve bundan müthiş keyif alıyordu.

Ancak o hafta sonu Öykü Yolculuğu adını verdiği çalışmasına devam edememenin sıkıntısı içindeydi. Çünkü on gündür serum şişeleriyle ve oksijen maskesiyle prangalanınca bu şekilde yazmak ona çok zor geliyordu.

İhtiyar hastaya, refakatçi oğluna, kendi kardeşine göz gezdirirken bu aklına geldi. Az önceki sağlığının iyileşmesinden duyduğu keyif kaybolmuştu. Ne güzel Egeli ihtiyar ve oğluyla sohbet ederken öykü yolculuğu sırasında yazarken kullanacağı yeni bilgiler edinmiş ve en kısa zamanda o sohbeti not almak istiyordu; ama koşulları belliydi. Oksijen maskesini düzeltip ağaran günle belirginleşmeye başlayan çevreye pencereden bakındı. Karşı dağlara bakarken dalıp gitmişti.

O sıra bir müzik sesi geldi. Ezan olamazdı. Az önce uzaklardan gelen ezan sesini duymuş bundan keyif almıştı. Yani kulağına gelen ses ezan sesi olamazdı. Sesin salondan geldiğini fark etti. Sese kulak verince tv vb aletten geldiğini fark etti. ‘Acaba Brezilya dizisi mi?’ diye düşündü. O sıra bir Arap müziği başlamıştı. İrkildi. ‘Gecenin bu saatinde müzik yapan kim acaba?’ dedi.  Aklına uykusuz olanlar gelince telaşlandı. Hele ihtiyarın oğlu ‘ölü gibi’ yatıyordu. Ne yapacağını şaşırdı. Müzik sesi artıp eksilerek devam ediyordu. Her halde dinleyen çok keyfe gelmişti.

Refakatçiler uyanmadan müziği kestirmek için biraz ilerisinde hasta için acil durumlarda kullanılan telefona uzandı. Telefonu açan kişiye (sesinden bayan olduğu anlaşılıyordu) durumu anlatıp müziğin kesilmesini istedi. Bayan “bir baktırayım” dedi. İki dakika sonra müzik kesildi.

Etrafında derin uykuda olanlara baktı. İçinden ‘iyi onlar uyanmadan hallettim’ deyip rahatladı. Devam eden sessizlikte dağa bakarken o müziği çaldıran kişi aklına geldi. Yine içi sıkıldı. Toplumda insanları inançları için kullanan, kullandıranları düşündü.

Aklına ülkesinde bir süredir devam eden ‘duran adamla’ simgelenen Gezi Parkı Eylemi sonrası yazı ve yorumlar geldi. Bu müziği ağır hastalığın olduğu bir hastanede gece yarısı çaldırıp bundan keyif alanların giderek toplumda arttığını düşündü.

Düşüne düşüne işin içinden çıkamayınca uzanıp zamanı gelen buhar maskesini aldı, içine ilacı usulca koydu. Düğmeye bastı. Motor hafif inlemeye çalışmaya başladı. Çıkardığı ses hastanede gece gündüz çıktığı için odadaki uyuyanların rahatsız olmayacağını bildiği için rahattı; bu düşünceyle inil inil inleyen buhar makinesi sesini dinleyerek buharı içine çekmeye başladı.

İstanbul’da gezinmek, daha önceki yıllarda yaşanmış yerlerde dolaşmak, o yıllardan kalan (varsa) dostluklarını arayıp bulmak vb. sonra dönüp bunları yazarak anlatmak biçiminde çıktığımız bu yolculuk hiç hesapta olduğu gibi gitmedi.

Zaten bütün yolculuklar böyledir. Daha doğrusu bizim yolculuğumuz gibi her şeyi görmeyi, anlamayı; bu anlamalardan yola çıkarak dönüp geriye bakmayı, bu yolculukta gelmişi geçmişi hep birlikte yaşamayı amaçlamış yolcuların rotası belli değildir. Anılarının rüzgarı kızağa çekilmemek için direnen bu köhne gemiyi ‘kim bilir?’ nerelere savuracak bilinmez. Hepimiz yaşayıp göreceğiz.

Neyse; neden bilmiyorum; ama şimdi de geçmişe yollandık. O geçmiş de  Hastafendinin gençlik yıllarına denk düştü. O sıra bizimki cezaevine girmişti. Orada tanımıştı onu. Adını kimse pek bilmezdi. Herkes “hacı dayı” derdi. Hacı dayının hacılığı başındaki hacı takkesinden geliyordu.

Buraya sevkinden önceki cezaevinde bir arkadaşı hediye etmişti. Ona da hacıya giden kardeşinden hediye gelmişti. Hacı dayı külahını anlatırken gevrek gevrek gülerdi. “Nasip” derdi. “Herşey nasip işi. Ben bu mapusa düşmesem kimbilir hacıya belkim gidmezdim. Belki de köyden biri hacıya gidip geldiğinde bu takkeyi bene hediye edince giyerdim. Emme orda bene bi takke geydim deyi kimse hacı demezdi. Şinci burda takdım başıma takkeyi oldum hacı dayı. Takkeli hacı” diye anlatırdı tatlı tatlı.

Ufak tefek biriydi. Güneş görmediği için yüzü beyazdı; ama cildinin zeminine bakınca kavruk yani tarımla uğraşan insanların yaşadığı yerden olduğuydu. Kır seyrek bıyıkları (kendi öyle söylerdi) hacılığa denk düşen ‘accık seyrek’ çenesinin hemen altında sakalı vardı. Bir eli hep sakalında sanki sıvazlar gibiydi. Bir şey anlatırken de hep sakalını sıvazlar, geçmişi anlatırken muzip bir dalgınlığa bürünürdü.

Yalan olmasın; kendi ifadesine göre hapse girdiğinde devir İnönü devriymiş. Onların köyünde afyon ekimi yapılırmış. Onların köyünün, evinin geçim kaynağı da genelde afyon ekiminden kazandıklarıymış. Devlet her yıl bunların ektiği afyonun kozalaklarını satın alırmış. Yasak olsa da köylerde kozağın sütünü sağıltanlar olurmuş. Yani eroinli hap yaparlarmış. İhtiyarların cebinde hep haptan bulunur, arada bir baş ağrısı vb. ağrı olunca, uykusu kaçınca kendi imalatları mercimek büyüklüğündeki haptan bir tane yutarlarmış. Kötülükten değil ‘ehtiyaçtan’ tabi. Sütü alınmış afyondan haşhaş çıkarırlarmış. Bu haşhaş o yörenin temel besinlerindenmiş. Pekmezleyince ‘bek’ güzel olurmuş. Yufkanın arasına dürünür yerlermiş. İçine de yine mevsimine göre afyon otu, karakavuk, yeşil soğan korlarmış. Oralarda çocuklar uyumazsa bu haşhaşlı pekmezden yedirirler ve çocukların rahat uyumasını sağlarlarmış. İntiharlar da o mercimek büyüklüğündeki afyon haplarıyla olurmuş. Parmaklarıyla göstererek ‘üç dört dene yuddunmu iş tamam’ derdi. Bu anlattıkları o yöre köylerin rutin yaşamı. Anlatması da köyünü, yaşamını çok özlemesinden ve pişmanlığından…

Pişmanlığı cezavine esrardan girdiği için. “A gahbolu, evin, yerin var, tarlılan var, işin gaydın yerinde. Evlenip çoluk çocuğa garışmışsın. Netcedin o gadar paraya tamah edip düzenini bozdun?” diye kendine çok kızardı. Kendine yönelik bu eleştiriyi kimsenin yanında yapmazdı. Bu mırıldanmalarla özeleştiri veya kendini yargılamayı voltada pire gibi gidip gelirken yapardı.

Onun mırıltısını duyanlar ya dua ya da türkü mırıldanır sanıyordu. Hastafendinin kulağı delik olunca mırıltılardan bu yakınmaları duyup, anlamıştı. Bir gün onunla baş başa sohbet eden Hastafendi mırıltıları duyup, anladığını hissettirmişti.

Hacı dayı mırıltılarını anlayan Hastafendiye “ula gençle, sizin hakınızdan kimse gelimez. Baksanıza ajan gibisiniz maşallah” demiş, gevrek gevrek gülmüş, sonra “ben sene her şeyi dipden dırnağa anladayın da marakın gamlasın” demiş ve anlatmıştı.

O köyünde işinde aşında yaşayıp giderken afyon denetçilerinden ‘onlara “afyon golcusu” denirmiş’ biri bunu aklını çelmiş. “Bu işte iyi para var. Birlikte afyon kaçakçılığı yapalım” demiş. İşte öyle başlamış Hacı dayının “kendi deyimiyle ayağının boka batması” yoldan çıkışı. Doymamış işi esrar üretmeye çevirmişler. Velhasıl sonunda bir ihbar üzerine ahırda esrarı elerken yakalanmış. Haliyle yargılanmış müebbet hapis cezası almış. “O guda yıl geçti. Af maf çıkdı emme ben çıkımadım” derdi. Çünkü cezaevinde hiç ‘tek’ durmamış ki… Her yeri gezmiş. Buna Sinop da dahil. Kendi ufak tefekti. Ama hala çok çevikti. O gün “Benim böğün belalı gine gelir. Varen ben accık verbere giden” dedi ve gitti.

O sırada yanlarına gelen öteki mahkum anlattı. Hacı dayının belalısı karısıymış. Kadıncağız hacı dayının geride bıraktığı üç çocuğu büyütmüş. Bu sırada hacı dayı hangi cezaevine giderse karısı mutlaka arkasından gelir, uzaksa bir ev tutar orada kalırmış. Yani hac dayının peşinde geçen bu kadar yıl.

Hacı dayı sonra anlatmıştı. O karısını ve çocuklarını babasına bırakmış. Kardeşlerine de “yengenize sahap çıkın” demiş. Halleri vakitleri de yerindeymiş. Hacı dayı kendi kendine ‘çok ceza alırsam boşarın… Varı bir helal süd emmişe. Bubam gilde yardım eder. Geçinir gider’ demiş. Müebbet alınca da ilk görüşmeye karısına bu durumu anlatmış. “Benden yana serbestsin. Boşan bak hayatına. Ben sene gine burladan arka çıkarın. Yol uzun arkamda sürünüp durma” demiş. O bunu demiş, ama ‘Garı kendini yere addırı addırı vemiş’ “Sen bene boşacen deyemi aldın? Ben çocuklama elin adamın evinde mi böyüden?’ diye feryat etmiş. Uzun lafın kısası hacı dayının karısı o yıldan beri peşinde. Sonraları Tatar Ramazan adlı filmi seyredince aklıma hep hacı dayı gelir.

Hacı Osman’ın kurulduğu Temur efendinin yatağına bakarken gözünün önüne gelen Temur efendinin yıllara ve acılara dayanmış vakur halini düşünürken arada bir kendine, kendi yaşamına dönerken aklına gelen Hacı Dayının yaşamı buraya denk düştüğü için yazdım.

Çünkü Hacı dayı da aslında zor yılların insanıydı. Temur Efendi o zor yılların zorluğunu aşıp yaşama katılmak için elinde askerden ehliyet ‘boğulursam büyük denizde boğulayım deyip’ atmış kendini İstanbul deryasına.

Hacı dayı da kendi köyünün küçük dünyasından daha kolay kurtulmak için bir yol seçmiş. O yolda ona yirmi beş yıl Türkiye’nin cezaevlerini gezdirmiş. Onca yaşanmışlığa, o yaşanmışlığın onca sıkıntısına rağmen “buna şükür. Burlada süründüm, emme çok şey gazandım, adamı kişiyi tanıdım” derdi. Yani yaşamın yükü onu da yıkamamıştı. Hastafendinin en sevdiği ve özendiği insanlar işte bu ‘pes etmeyen’ direnerek yaşamayı becerenlerdi. O da onlarla birlikte yaşama direnmeye devam edecekti. Bunlar aklına geldi yumdu gözlerini uyumaya çalıştı.

Bilen bilir özellikle hastane, hapishane, asker koğuşu gibi kalabalıkların yatıp kalktığı yerlerin gecesi gündüzü olmaz. Oralarda hep bir hareket vardır. Ama onca gürültüye ve sık sık rahatsız edilmelerine karşın rağmen insanlar yine de bir şekilde uyku ihtiyaçlarını giderirler.

Hastafendi de böylesi hanelere alışık olduğu için kuş uykusu gibi uykularla dinlenir veya gözleri kapalı sürekli geçmiş yaşamını gözden geçirirdi. Çok iyi gözlemci olduğu için bu gözden geçirme süreçleri sanki beyinde öykü odacıkları oluşturuyor, zaman bu odacıklardan çıkardığı bu öykücükleri sanki yeniden yaşıyordu.

Zaten bu öykü yolculuğuna çıkması veya çıkma ihtiyacı duyması belki bu öykü odacıklarındaki yoğunluğun artmasındandı. Bu şekilde yola çıkan öykü kervanı hiç hesapta olmayan adreslere savrularak yolun devam ediyor.

Bu yolculuğun başında ilk önce İstanbul’da gezinmek, geçmişte yaşanmışlıklardan izler arayarak o izlerdeki öyküleri anlatmak düşüncesindeydik. Haydarpaşa, Süreyya paşalar tarafından yol kesilince o proje suya düşse de oralarda tanıdığımız İstanbul macerası yaşamış insanların öykülerinde İstanbul’un geçmişini arayıp bulmaya soyunduk.

Çünkü herkes bilir ki yakın tarihin İstanbul’u o insanların yaşam öykülerinde gizlidir. Bu gizemi en iyi 60 larda Yaşar Kemal Cumhuriyet’te yayınlanan sonraları ‘Bu diyar baştanbaşa’ adlı dört cilt haline topladığı röportajlarında çözüp, yazdı. O yılların İstanbul’unu merak edenlere (haddim olmayarak) okumasını tavsiye edeceğim bir kitap. Ben belki üç kere okudum. Zaten Yaşar Kemal’in yazdıkları okuyup geçilecek yazılar değil. Destan tadında bir anlatı olduğu için her okunuşunda ayrı bir şey fark edilip keyif alınır.

Eskiden köy köy dolaşan destancılar da öyle değilmiydi? Aynı hikayeyi başka başka ballandıra ballandıra anlatıp keyif verirlerdi. Çoğu onları dinler keyif alır, ama ardından ‘çokbilmiş laf ebesi, palavracı vb.’ küçümsemelerle dudak bükerlerdi.

Halbuki bilmezlerdi ki onlar o yörenin yakın tarihinin canlı anlatıcılarıydı. Bilmedikleri birçok şeyi onlardan öğrenirlerdi. Zaten iletişim hızlanınca onlardan pek kalan olmadı gibi.


O da çok genç yıllarda Varto’nun dağ köylerinde gecelediğinde Kürt anlatıcıları ‘Dengibej’ dinlemişti. Onlar daha profesyoneldi. Kışın köyleri dolaşır, geceledikleri köylerde sabaha kadar köylülere geçmişten günümüze olayları anlatırdı. Daha çok Kürt Halkının yaşam öyküleri… Köylüler onları ağırlamaktan çok keyif alırdı. Belki bu hizmetleri karşılığı ona bir şey de veriyorlar, en azından köyde kaldığı sürece çok iyi bakıyorlardı.

İşte Hastafendi belki onlara öykündüğünden, belki de geç ortaya çıkan yazma sevdasından, belki de hastalığının verdiği korkuyu yenmek için yaşadığı her şeyi öykülerde anlatmaya soyundu.

Süreyyapaşada ölümüne şahit olduğu Temur efendinin taşı toprağı altın diye geldiği ellili yılların İstanbul’unu aramaya koyuldu. Bunun için aklına seksen öncesi uzaktan yakından tanıdığı sayfa arkadaşı İlhami Mısırlıoğlu geldi. İlhami bey paylaşımlarında sürekli Kadıköy’ün güzelliklerini öne çıkarıyordu. Hastafendi mesajla ulaştığı İlhami beye meramımı anlatınca İlhami bey ona Yeni Moda eczacısı Melih beyi önerdi. ‘O size yardımcı olabilir’ dedi. Hastafendi Yeni Moda eczacısı Melih beyle tanıştı. Yeni Moda eczanesi bu şekilde öykü torbasına girmiş oldu.

Yine seksen yaşında hala taksi şoförlüğü yapan Yaşar dayıyla tanıştı. Ondan dinledikleri de torbaya girdi. Bu sıralarda oralarda dolaşırken çok yorulunca Kadıköy parkının karşısında Ziraat bankasının önündeki simitçinin tezgahının yanındaki iskemleye simitçiden izin isteyip oturdu.

Simitçi kır saçlı yaşlı bir dayıydı. Kasketi bıçkın köy delikanlılarının kasketi gibi hafif yana kayıktı. Yakışıklı kır bıyıkları, emredici bir bakışı vardı. Yaşı kestirilemiyordu, ama Hastafendi onun oldukça yaşlı olduğunu tahmin etmişti. Hoş beşten sonra ‘dayı nerelisin?’ dedi. Dayı hafif küstah bir ifadeyle ‘Sivaslıyın’ dedi. Hastafendinin merakı artmıştı ‘İstanbul’a ne zaman geldin?’ dedi. Dayı ‘ben İstanbul’a geldiğimde sen daha doğmamışınıdır’ deyince Hastafendi dayının hayata her şeye öfkeli, her şeye tepeden bakan biri olduğunu anladı. Tecrübesiyle biliyordu ki böyleleri çok zor insanlardır. Diyalog kurmak çok zordur. Konuşmak için zorlarsanız kalbinizi bile kıracak kadar küstahlaşırlar.

Hastafendi geçmiş yaşamında böyle hırçın insanlarla çok karşılaştığı için onlara tıpkı vahşi hayvan terbiyecileri gibi çok dikkatli, ama bir şekilde yaklaşıp ilişki kurmayı çok olumsuzluklar yaşayarak öğrenmişti. Onun için dayı ters şekilde ‘ben İstanbul’a geldiğimde sen daha doğmamışsındır’ deyince hafiften bir kahkaha atıp ‘sağol dayı sayende gençleşip şifa buldum’ dedi. Dayı az şaşırdı ‘sen kaçlısın?’ dedi. Hastafendi ‘ben elli birli’ diye cevap verince dayı gözlüğünün üstünden bakıp ‘Bravo hiç göstermiyon. Ben elli sekizde geldim. Sen sekiz yaşındayken gelmişim. Valla hiç göstermiyon’ deyince Hastafendi yine o nefes darlığı çekenlere has kesik gülüşüyle “dayı eyi diyon da. Kaporta sağlam, motor gidik” diye verdiği cevaba birlikte gülüştüler. Böylelikle o zor adam çözülmüş oldu.

Hastafendi bu şekilde ellilerin Kadıköy’ünü, denizin nereye kadar geldiğini, Anadolu’dan gelenlerin Haydarpaşa’da trenden inince Kadıköy’e önceden gelen hemşerileriyle buluştuğu Ferhat’ın kahveyi, o kahvede yaşananları o Sivaslı dayıdan öğrenmiş oldu.

Bu şekilde gezintilerle dağarcığına epey İstanbul anıları doldurdu. Yeniden yaşadığı şehir Denizli’ye dönmeyi düşündü. Kolay giderim diye eşiyle bindiği uçak yolculuğu kolayı zorlaştırıp Hastafendiyi yeniden yıktı. Uçaktan inip evine gelen Hastafendi ambulansla Pamukkale Üniversite Hastanesine son anda yetiştirilip yeniden hayat tutunması sağlandı. Ama bunlar onun hiç umurunda olmadı. Orada yatak arkadaşlarından ilkini tanımaya çalıştı.

Çünkü onun yaşamı da bilindik çalışan ve sonunda emekli olan insan öykülerinden biraz farklı da olsa bir yaşam öyküsüydü. Bir şekilde girdiği bankada uzun yıllar veznedar olarak çalışmıştı. O sıralar içtiği sigaraların dumanı ve sürekli elinden geçen paraların kiri pası onda meslek hastalığı biçiminde ortaya çıkmış farklı bir akciğer hastalığı oluşturmuştu.

Yenice emekli olmuş, kendine ev alıp taşınmış ‘kiradan kurtuldum’ diye sevinirken aniden rahatsızlanınca hastaneye gitmiş. Tedavi falan olmuş, ama rahatsızlığı geçmemiş. Son rahatsızlığı ciddi olunca kaldırıldığı hastanenin yoğun bakımında kalmış ve buraya Pamukkale Üniversitesi hastanesine oradan gelmişti. Şimdi de hasta odasında bir yandan tedavi olurken diğer taraftan yeni aldığı evin orasını burasını yapanlara tarifler ediyordu. Ev aldığı için çok sevinçliydi. “Allah olmayan versin, kiracılık çok zor” diye dert yanmıştı. İki kızı vardı. Biri lise ikiden ayrılmış “ben okumak istemiyorum” demiş. Öteki kızı yedinci sınıfa gidiyormuş, eğitimi çok başarılıymış. Sürekli ondan bahsediyordu.

Kızı karne alınca yanına ziyarete geldiler. Kızı takdir, teşekkür ne varsa almış. Okumayı çok sevdiği gözlüklerinin arkasından pırıl pırıl bakışından belli çok sevimli bir kız çocuğuydu. Annesi, ziyarete gelen babaannesi, halası, amcası onu övdükçe alı al moru mor oluyordu. Hastafendi o kızlara baktıkça kendi kızları aklına geldi. Onların yanından geleli üç gün olmuş; ama yine de onları özlemişti.

İşte o baba ertesi gün ani fenalaşıp yoğun bakıma alındı. Sonradan duyduk vefat etmiş. Yıllarca çalışıp kiralarda geçen ve sonra yeni aldığı evinde henüz doya doya oturulamadan biten bir ömür. Hastafendi çok üzüldü, ama böyle öyle çok yaşamlar tanıdı ki??

Ama bu arkadaşı da öykü torbasına koydu. Çünkü tanış oldukları sırada o arkadaşın anlattığı çok hikaye vardı ve bunu insanların bilmesinde yarar vardı. Yani Hastafendi öyle düşündü.

Derken o arkadaşın yerine Aydınlı bir ihtiyar geldi. Hele o ihtiyarda öyle laflar vardı ki; her lafına mübalağasız iyi bir öykücü roman çıkarır. Ölenle ölünmüyor. Hastafendi ölen o arkadaşı ‘şimdilik’ unutup Aydınlı dayıyı dinlemeye koyuldu. 

Önümüzdeki bölümlerde Süreyya paşa ve Yeni Moda Eczanesiyle devam etsek de bir gün mutlaka yine biryerlerde eyleşip ‘yani mola verip’ öykü yolculuğuna başka yerleşimlerinden; başka mekanlardan devam edeceğiz. Bu sırada buralardan yola çıkıp bütün Türkiye’yi baştanbaşa öykülerde gezineceğiz. Örneğin ‘beş kuruşa efeliği ilan edilen Ramazan efeden’ başından geçen bir olayın şoku içinde tükenip giden üniversiteli gençten ‘imini timini unuttuğu’ kocasının yıllar sonra ölüm haberini duyunca koşup gidip ona karşı görevini yerine getiren anaç Anadolu kadınına kadar farklı yaşam öykülerinde buluşacağız. Yani bizde öykü çok… Siz yeter ki bizi okuyarak takip edin öykü yolculuğunu.

Neyse Temur efendinin yatağına kurulan kar gibi sakallı Hacı Osman’a bakarken onun kurulduğu yatakta az önce can veren gözünün Temur efendinin en büyük acıları çekerkenki o vakur hali aklımdan hiç çıkmıyordu.

Onun için ne yapıp yapıp onun İstanbul’ a ilk geldiği yıllardan itibaren izini sürüp yaşadıklarını bir şekilde öyküleştirmeyi kafama koymuştum. Süreyya paşadan ayrılalı epey olduğu halde aklımda hep Temur efendi vardı.

Öyle olunca; yani Temur efendiyi onun yaşamında buluşan insan öykülerinde aramayı düşündüğümden bir süre daha Süreyyapaşa’da karşılaştığım insanların kimi yaşamlarını da bu öykü yolculuğunun içine almak gerekiyor.

Neyse Hacı Osman amca; benim deyimimle ‘Şeker Osman amca’ alışkın tavırlarla yatağına kurulsa da bir kere pirelenmişti. Kendini anlatırken ikide bir gözü balkona bakan kapıya kayıyor Hastafendiye “bak gece iyi bekle ha. Azrail gelir beni sorarsa yok de” diye espri yapmaya çalışsa da ölüm korkusu, daha doğrusu ölen birinin yatağında yatıyor olmanın verdiği tedirginlik onda şekerlik fala bırakmamıştı. Artık herkes Hacı Osman’ın korkusuyla eğlenmekten kendi korkularını unutmuştu.

Zaten hep öyle değil mi? Başkasının felaketinden kendilerine mutluluk çıkarma daha doğrusu kendi sıkıntılarına avuntu bulma en belirgin toplumsal özelliğimiz değil mi?

Adına ‘Dedikodu’ dediğimiz, kimi sosyologların gerçeği gizlemek, yani aydınlanmamış toplumsal yapımızı unutturmak için ‘toplumsal ihtiyaç’ diye yutturmaya çalıştığı bu kaynağı hiç bilinmeyen, daha doğrusu hiç bilinemeyecek olan bilgilerle sürekli başkalarının özel yaşamlarını didikleme alışkanlığımızla birçok yaşamları olumsuz etkileme pahasına bilgisiz sürekli görüş bildirme…  Yaşamımızın tüm alanını alan tv de izlediğimiz dizilerde ifadesini bulan gerçek dışı daha doğrusu yalana, dedikoduya dayalı hayatlara olan aşırı ilginin kaynağı ve bu özelliğimizi pazarlayan kendi ellerimizle zengin ve meşhur ettiğimiz dizi oyuncularını kendimizle özleştirme merakımızın nedeni bu değil mi?

Nedense birçok bilim insanı sosyolog buna toplumsal aydınlanma yaşamamış olmanın neden olduğu bir toplumsal özellik olduğunu vurgulamaktan kaçınıp cehaletin ürünü olan yalana dedikoduya pirim veren dizileri toplumun stres atmasına yaradığı için yararlı bile görürler. Sanırım bu da aydınlanma yaşamamış toplumların bilim insanlarına özgü bilim dışı bir özellik oluyor.

Aslında bu sadece bize özgü gibi görünen yalana dedikoduya pirim verme durumu aydınlanmamış bütün toplumların en temel özelliğidir. Bu toplumların dedikodu ve yalanı kullansa da en zararsız olan yanları öykülerle aktarılanlardır. Yoksa ‘Töre, adet vb’ tanımlarla toplumda genel kabul gören, sadece kadınların değil, herkesin kısacası aydınlanmamış olan yaşamı çok sınırlı kelime bilgisiyle anlamaya çalışan, anlayamayınca da abartıya, yalana sarılan bana göre bizim toplumsal yapımızın da en zararlı yanı bu ‘dedikodu’ diye tanımladıklarımızdır.

Öyle ki; özellikle siyasetçiler toplumsal yapının bu yanını çok iyi kullanarak toplumu parçalara ayırıp yönetmeyi çok iyi becerirler.

Bu toplumsal parçalanma için bizde benzine yapılan zammı ‘ben araba kullanmıyorum kullanan düşünsün’ veya sigaraya içkiye yapılan zammı ‘ben içmiyorum içen düşünsün’ şeklinde tepkileri veya maaşa yapılan düşük zammı protesto eden çalışanlara işsizlerin ‘o parayı beğenmiyorlarsa bıraksınlar. Ben o paranın yarısına çalışırım’ demesi gibi duyarsızlık içeren tepkiler ‘ki bunlar uzatılabilir’  örnek olarak gösterilebiliriz…

En son AKP iktidarının insanların yaşam alanlarına, ‘Neyi? Nerede?’ nasıl yaşayacaklarına kadar varan kimi uygulamalarına toplum olarak duyarsız kalınması veya İstanbul’un yaşam alanı olan Beyoğlu’ndaki kimi düzenlemelere, en son Taksim Gezi Parkı düzenlemesine gösterilen yurttaş tepkisine geniş halk kitlelerince yeterince anlaşılıp destek verilmemesi bunun belirgin örneğidir. Sebebi de o kitlelerin bu yaşananların yeterince farkına varamamasındandır.

Herkes bu durumun farkında gözükse de kaynağı yalan veya belirsizliğe dayanan dedikodular yaşamın en önemli zamanını işgal eder. Hacı Osman’ın kısa süre önce vefat eden Temur efendinin yatağından duyduğu tedirginliği oda arkadaşlarının eğlence kaynağı haline getirmesi Hastafendiye ve bana bunları düşündürdü.

Geldiği günden beri çalımıyla çok sevimsiz olan Bingöllü bile keyfe gelmiş, suskunluğu gitmişti. Hastafendi daha sonra konuştuğu Bingöllünün de töre kurbanı olduğunu öğrenmişti. Ailesi töre gereği işledikleri bir cinayeti Bingöllünün üstlenmesini istemişler. O sıra on dört yaşında olan Bingöllü ailesinin, daha doğrusu babasının bu isteğini kabul ettiği için çocuk yaşta hapse girdiğini anlatmıştı. O sırada sübyan koğuşuna konduğunu söylemiş; ‘nedense?’ hiç sorulmadığı halde ‘oralarda kendini koruduğunu’ söylemişti. Onun bu kendiliğinden tepkisi Hastafendiye onun o sübyan koğuşlarında hiç de kendini koruyamayıp, çok sıkıntılar yaşadığını düşündürmüştü.

Bilen bilir özellikle Doğu ve Güneydoğu’da bu töre belası çok canların yanmasına, çok küçük yaşta pek çok çocuğun bu törelerin uygulanmasında görev alıp çok küçük yaşlarında cezaevleriyle tanışmasına; oralarda korumasız çok büyük güçlükler yaşamasına neden olmuştur.

Hastafendinin seksen öncesi Adana Bölgesinde bulunduğu sırada tanıdığı Disk Bölge Temsilcisi bir töre cinayetini önleyemediklerini söyleyip üzüntüsünü dile getirmişti. Bölge Temsilcisine anlatılan söylentiye göre onun da akrabalarının olduğu bir köyde bir kız çocuğu (belki aile baskısından, belki de hiç istemediği birine para karşılığı satılacağı için) komşuları olan ve evli olan şoförle kaçmak için sözleşmiş. Sözleştikleri gün o şoförle buluşmak için Antep’te şoförün adını verdiği otele gitmiş. Ama o sırada şoför kamyonuna yük sarıp gittiği için onu bulamamış. (Bölge temsilcisi belki komşu şoför kıza latife olsun diye “seni kaçırayım demiş, ama bunu unutup kamyona yük sarıp gitmiş” diye yorum yapmıştı) Neyse kız şoförle buluşamayınca köyüne geri dönmüş. Onun şoförle buluşup kaçmak için Antep’e gittiğini öğrenen ailesi (kimden öğrendiği belli değil, sanırım söylentiye göre) şoförün ailesine bu durumu anlatır. İki ailenin aile meclisi toplanır. Kızı kızın ailesinin, şoförü şoförün ailesinin öldürmesine karar verilir.

Bunu o sıra duyan Disk Bölge Temsilcisi ve o sıra KÖY-DER Genel Başkanı olan yakını birlikte köye gidip bu töre infazını durdurmak için hem kızın, hem şoförün ailesiyle görüşürler. Her iki aile ‘böyle bir kararları olmadığını, bunların dedikodu olduğunu’ söyleyip töre kararını inkar ederler. Ama sonra kız çocuğunu ailesi köy girişinde bir kamyona ezdirir ve buna ‘kaza’ deyip kızı ezen kişiden davacı bile olmazlar.

Bölge Temsilcisi kızın öldürüldüğünü o sıralarda duyup Hastafendiye bu töre olayını anlatmıştı. Bölge Temsilcisinin anlatımına göre o sıra seferde olan şoförün akıbeti belli değildi. Sonradan köye dönüşünde onu da kendi ailesi ‘kaza’ kurşunuyla öldürmüş.

Hastafendi bunu o sıra duyduğunda çok üzülmüştü. Sonradan değerlendirince olayın yani kızın gerçekten o şoförle sözleşip sözleşmediği, onunla kaçmak için Antep’ gidip gitmediğini kimse doğrulayamadığını fark etti. Ortada hep ‘söylentiye göre’ veya ‘ortalıkta dolaşan dedikoduya göre’ diye belirsiz bir kaynak gösteriliyordu. Ve o belirsiz kaynak veya dedikodu çok küçük bir kız çocuğuyla evli, çoluk çocuk sahibi şoförün hayatına mal oluyor.

Burada her iki ailenin kendi aralarında bu söylenti ve dedikodularla oluşacak düşmanlıktan korktukları için dedikodunun veya söylentinin işaret ettiği iki canlarını kurban etmişlerdi.

Gidin bakın göreceksiniz bütün töre cinayetlerinin arkasında hep o kaynağı belirsiz söylenti veya dedikodu, bunun sonucu oluşacak düşmanlıktan korkulduğu için kurban seçilen ve kurban edilen insanların dramı vardır.

Hastafendi Temur Efendinin ölümüyle suskunlaşan sonradan Hacı Osmanın korkularıyla keyiflenen oda arkadaşlarına bakarken aklından bunlar geçiyordu.

Bingöllü de cezasını tamamlayınca ailesiyle İstanbul’a göçmüş kalan ömrünü bu şehirde geçirmişti. Sonraki sohbetlerinde Bingöllünün öyküsünü dinleyen Hastafendi İstanbul’a ‘taşı toprağı altın deyip’ göç edenleri anlamadan İstanbul’un anlaşılamayacağını düşünerek (ne yapıp yapıp) Temur Efendinin yirmili yaşlarda Sivas’tan İstanbul’a göçünün izini sürmeye karar vermişti. Taburcu olunca da bu düşünceyle ilk işi ona İstanbul’un göç yıllarını anlatacağını düşündüğü ve arkadaşının önerdiği Yeni Moda Eczanesinin sahibi Melih Beyle buluşmak için harekete geçmek oldu.

Bu düşüncelerle o Cuma günü arkadaşının verdiği telefon numarasından Yeni Moda Eczanesinin sahibi Melih Bey’i arayıp kendini tanıttı. Arkadaşının adını verdi. Ziyaret amacını kısaca anlattı. Melih bey telefonun öbür ucunda gayet nazik bir ifade ile ‘beklerim efendim’ dedi.

Hafta sonuydu… Pazartesi saat iki için randevulaştılar. Hastafendi bunu kendine Melih beyi öneren arkadaşına mesajla anlattı, gösterdiği ilgi için teşekkür etti. O arkadaşı da mesajla o gün kendine uğrayıp kahve içmeyi teklif edince Hastafendi onu da ‘olurladı’.  Artık geriye sadece Yeni Moda eczanesine nasıl gidileceği konusu kalmıştı.

O sırada odada bulunan küçük kızına bunu sordu. Küçük kızı sevimli bir küstahlıkla ‘baba yazarım diye geçiniyorsun; internetten bir eczane adresini bakmayı beceremiyorsun’ deyince; Hastafendi dersini almış olarak “anlaşıldı küçük hanım bugünkü dersimizin konusu sanırım internet hizmetleri. Sayende anladım” dedi.

Babasını kırdığını sanan küçük kızı koşup sarıldı, öperek “ay babacığım alındın mı yoksa? Ben onu şaka diye söyledim” derken kızının bu yaklaşımından çok mutlu olan Hastafendi kızını öperek “canım benim, niye alınmayım? Arkadaşlar arasında böyle şakalar olmaz mı?” derken ikisi de çok mutluydu. Hastafendi o mutlulukla internette Yeni Moda Eczanesinin adresini sorgulamak için gogula girdi.   

Kızı haklıymış. Şıbbadak Yeni Moda Eczanesini buldu. Yeni Moda Eczanesi ‘lebi derya’. Sanki Kadıköy’ün tarihini içinde saklayan bir değer, bir merkez gibi. 1902 de ilk olarak Kızıltoprak’da açılmış; sonra Moda’ya taşınmış. Şimdiki sahibi; daha doğrusu şimdiki sahibinin babası 1937 de bu eczaneyi satın almış. Aslen Urfalıymış. Daha önce Birecik’te Yeni Eczane isimli eczaneyi açmışmış. Sonra sanırım bir iki yıl Konya-Karaman’da 1935’de yine Yeni Eczane adıyla eczane açmış. Sonra 1937 da İstanbul’a göçüp bu eczaneyi devir alınca Birecik’teki ve Karaman’daki Yeni Eczanenin yenisiyle bu eczanenin Modasını birleştirince eczanenin adı Yeni Moda Eczanesi olmuş.

O yıldan bu yana Moda’da ilk yerinden hemen iki bina ilerisinde hala faaliyette. Kapı numarasına kadar bütün bilgiler internette var. İnternetten bu bilgileri de alınca artık Hastafendiye Moda’ya gitmek düştü. Artık Pazartesiyi beklemek gerekiyordu. Öyle de yaptı.

Pazartesiye kadar evde okuyarak, yazarak vakit geçirdi. Pazartesi sabahı kalkınca eşine ‘ben bugün Yeni Moda Eczanesine gideceğim’ deyince eşi aceleyle kahvaltısını hazırladı. Birlikte kahvaltı yaptılar. Eşi “tek başına nasıl gideceksin? Ben de geleyim” dedi. Hastafendi “sağol Kadıköy’den taksi tutarım. Zaten yakınmış. Sen sıkılırsın orada” deyince eşi Hastafendinin yalnız gitmeye kararlı olduğunu anlamıştı. Bu sırada kahvaltı da bitmişti.

Hastafendi giyindi ve elinde baston eşine “haydi hoşça kal” deyip öptü. Eşinin “aman kendine dikkat et” şeklinde uyarılarına kafa sallayarak dolmuşların geçtiği yola doğru yürüdü.

Aklında hep İnternetteki Yeni Moda Eczanesiyle ilgili bilgiler vardı. Ve çok merak ediyordu. Kadıköy dolmuşuyla iskeleye inince dolmuş şoförüne “Moda’ya gitmek için nereden taksi bulurum” dedi. Şoför “amca Moda yakın pek taksi bulamazsın, ama sen şu yolda bekle geriden gelen taksilere Moda’ya gideceğini söyle. Belki birisi götürür” deyince Hastafendi biraz şaşırarak “neden Moda’ya gitmezler? Mesafe yakın olduğu için mi?” deyince şoför “yok amca ters yer orası. Dönüş zor onun için; ama mutlaka biri götürür” deyince Hastafendi “sağ ol” deyip şoförün dediği yere yürüdü.

İlk iki takside müşteri vardı, geçip gitti. Arkadan boş gelen taksiye el etti. Durunca “Moda’ya gideceğim” dedi. Şoför önce olmazlandı sonra “gel bakalım amca” deyince Hastafendi taksiye bindi.

Şoför gençten sevimli biriydi. Hastafendi Moda’da bir eczaneye gideceğini, elinde sadece kapı numarası olduğunu söyledi ve şoföre “bu adresi bulabilirim değil mi?” dedi. Şoför gülerek “tabi bulursun amca. Sen Denizlili misin?” dedi. Hastafendi şoföre şöyle bir baktı. “Evet Burdurluyum, ama Denizlili de sayılırım. Çünkü ömrüm orada geçti. Nasıl anladın?” deyince şoför “amca ben de Çallıyım, şivenden anladım” dedi.

Bu şekilde aralarında bir samimiyet oluşmuştu. Hastafendi şoföre o eczaneye niye gittiğini anlatıyordu, taksi durdu. Şoför “amca Moda burası… Söylediğin adrese göre eczane burada bir yerde olmalı. Caddeye gireyim mi?” deyince Hastafendi “sağol hemşerim ben kapı numaralarına bakarak bulurum” dedi. Taksi ücreti beş lira tutmuş veya şoför hemşeri tarifesi uygulamıştı; kim bilir? Şoföre beş lirayı uzatıp vedalaştı, taksiden indi.

Şaşırmış neye yöne gideceğine karar veremiyordu. Şaşkınlığı etrafındaki görüntüdendi. Dar sayılabilecek bir cadde, cadde kenarlarına serpilmiş kafeterya benzeri şeyler ve şakır şakır birbiriyle samimi konuşan insan kalabalıkları. “Nereye geldim ben?” diye şaşkın etrafına bakınıyordu.

İstanbul’un birçok eski semtini biliyordu. Geçtiğimiz yıl kızlarının kaldığı Ortaköyü de tanımıştı. Şişli, Osmanbey, Taksim hep kalabalıktı; ama burası farklıydı. Türk filmlerinde gördüğü sahneler fırlayıp önüne çıkmıştı sanki.  Etrafında o filmlerdeki eski İstanbul’u anlatan sahnelere benzer dekoratif bir görüntü vardı. İnsanlar birbiriyle çok samimi bir iletişim halindeydi. Sanki herkes herkesi tanıyor gibiydi.

Hastafendi bu görüntülere şaşkın şaşkın bakındı bir süre. Sanki nefes problemi bitmişti; çünkü normal nefes almaya başlamıştı. Bu görüntü çok hoşuna gitmişti. Bastona dayandı kapı numaralarına baktı. Rakamlar yüksekti… Kapı numaralarının sol tarafta ileriye doğru düştüğünü gördü, karşı kaldırıma geçti. Karşıdan kapı numaralarını daha iyi takip edebiliyordu. Oradan etrafın hoşluğu içinde kapı numaralarına bakarak yürüdü. Kaldırıma yayılmış bir iki pastanenin önünden daha doğrusu masaların arasından geçiyor kimse onunla ilgilenmiyordu. Sanki o da kırk yıllık Kadıköylü gibi kabul görmüştü.

Hastafendi öyle düşünüp keyiflendi. Yürürken Ziraat Bankasının önüne geldi. Bankada işi vardı, ama randevu saati yaklaşmıştı. Hiç kimseyi bekletmeyi sevmez, kendi de bekletilmeyi hiç sevmezdi. “Banka işini sonra yaparım” dedi. Zaten aradığı kapı numarası yaklaşmıştı; ama ortada eczaneye benzer bir vitrin gözükmüyordu.

Birden karşısında Yeni Eczane yazan tabela görünce durdu. Ancak tabelada eczane yazıyordu; ama asılı olduğu yerde eczaneye benzer bir görüntü yoktu. Yani vitrinde mama, çocuk bezi reklamları, değişik ilaç vb. tanıtımların yazılı olduğu bir görüntü yoktu.

Şaşkın oraya doğru yürüdü. Tabelanın asılı oluğu kapıdan bir mabede, müzeye benzer yere giriliyordu.

Hastafendi ürkerek kapıdan içeri girince onu derinlerden gelen bir klasik müzik sesi karşıladı. İçeride kimse gözükmüyordu. Her iki tarafta raflarda kavanoza benzer şeylerin arasında düzgünce yerleştirilmiş ilaçlar duruyordu. Ama başta da yazdığım gibi giriş insana bir müzeye veya mabede giriyormuş gibi bir irkiltiyle karışık hoşluk veriyordu. Çalınan müzik de bu görüntüyü daha bir gizemli hale getiriyordu.

Hastafendi hangi müzik kime ait gibi konularda cahil olsa da klasik müziğe, batı veya Türk klasik müziğine hayrandı ve iyi bir dinleyiciydi. Sonradan Bach’a ait olduğunu öğrendiği senfoni kulaklarını doldururken karşıda sanki sinema gişesi deliği gibi bir delik olan ahşap perdelemenin arkasında beyaz bir yüz, hafif renkli gözler ve kırlaşmış saçlarıyla efendi görünüşüyle bir beyefendi göründü. Çok samimi bakışlı bir İstanbul beyefendisiydi. ‘Buyrun’ dedi. Hastafendi görüşeceği kişinin bu bey olduğunu tahmin ederek kendini tanıttı. O bey gerçekten o eczanenin sahibi Melih beymiş.

Orada eskiden kalmış iki sandalye vardı. O sandalyeler Hastafendiye çok tanıdık geldi.

Dedesinin evinde de aynı sandalyelerden vardı. O yıllar koltuk ve divanın henüz yaygınlaşmadığı yıllardı. Evlerde ‘maket’ denen ince uzun genelde ahşaptan yapılmış oturma gereçleri vardı. Üzeri kilim benzeri şeylerle veya bir kumaşla örtülü, arkasında uzun dayanma yastıkları olurdu.

Varlıklı evlerde de o maketlerin arkasında kadife yastıklar, Hastafendinin gördüğü türden arkası yuvarlak gelen oturma yeri kontraplak olan biçimli sandalyelerden olurdu. Üzerine kadife minderler konurdu.

Hastafendi bunları görünce yazdıklarımı hatırladı. Hastafendinin dedesi varlıklı değildi. Daha doğrusu bir zamanlar çok varlıklı ve kendine ağa dedirten yaşamı olsa da, ama sonu Züğürt Ağa gibi bitmiş; yani mal varlığını önemli ölçüde kaybetmiş, ama çevrede itibarını hiç kaybetmemişti. Hep sevilen sayılan biri olarak tanınmıştı.

Hastafendinin aklında kalan görüntüler bu sandalye ile belirgin hale gelince beyazlaşmış saçları, gür ak kaşları ve o kaşların gerisinden sımsıcak bakışıyla beyfendiyi kendine yakın tanıdık gibi görmüştü.

Birlikte karşılıklı o sandalyelere oturdular. Hastafendinin şaşkınlığı geçmemişti. Etrafına bakınırken Melih bey’e “burası bana çok ilginç geldi. Tarih kokuyor” dedi.  Melih bey gülerek “doğru bildiniz, eczanemiz gerçekten içinde bir tarih barındırır” dedi ve internette de yazılı olan bilgileri doğrulayarak eczanenin tarihini anlattı.

Hastafendi ziyaret sebebini tekrar etti. İstanbul’a gezmek, yetmiş yıllarda kaldığı yerleri, varsa; daha doğrusu yaşıyorlarsa eski arkadaşları dostları ziyaret, ayrıca bu gezintide gördüklerini yaşadıklarını yazmak amacıyla geldiğini, ama hastalanınca bu amacını gerçekleştirmenin zorlaştığını anlattı.

Süreyya paşa hastanesinde tedavi gördüğü sırada yaşadıklarını; o sıra tanıdığı Temur efendiyi kısaca anlatıp “ben Temur efendinin izini sürmeye karar verdim.  Yani ‘taşı toprağı altın’ diye İstanbul’a göçün başladığı elli yılları; o sıradaki İstanbul’u öğrenmek istiyorum. Sizden istediğim ki; siz eski İstanbullusunuz. Sizin yaşamınızdan kimi anekdotları öğrenip, onlardan o yılların yaşanmışlığını yakalamak; o şekilde Temur efendinin İstanbul’a ilk gelişte yaşadıklarına ulaşmak istiyorum. Kısacası ben öykücüyüm. Küçük bir anekdot bana koca bir dünyanın kapısını aralayabilir.  Size bunun için geldim” dedi.

Aslında Hastafendi nefes problemi yaşadığı için konuşması pek anlaşılmazdı. Bunun farkında olan Hastafendi Melih bey’e bunları tane tane anlaşılır şekilde anlatmaya çalışınca oldukça da yorulmuştu.

Sözü bitince geriye yaslandı. Bir süre nefesini normalleştirmeye, daha doğrusu kandaki oksijeni yükseltmeye çalıştı. Parmağında oksijen ölçer o bununla uğraşırken Melih Bey sanırım “bu ne biçim insan?” der gibi Hastafendiye şaşkınlıkla bakıyordu. Hastafendi nefesini ayarlayıp bunu da parmağında takılı oksijen ölçerde fark edince Melih Bey’e ‘sizi dinliyorum’ der gibi baktı.

Melih bey sanki onun sözlerinden bir şey anlamamış gibi bakınıyordu.  Sözlerinin anlaşılır olması için o kadar gayret gösteren, bu sırada koşmuş gibi yorulan Hastafendi Melih bey kendini anlamamış sanıp yeniden isteğini anlatmaya başlayınca Melih bey büyük bir kibarlıkla “hayır sizi anladım. Size nasıl yardımcı olabilirim diye düşünüyordum” dedi.

Hastafendi ona isteğini tekrar etti. Geçmişte yaşadıklarıyla ilgili küçük anekdotları onunla paylaşırsa onlardan amacına uygun olarak yararlanacağını söyledi.

Sanırım Melih bey onun amacını anlamamıştı. Çünkü gibi boş gözlerle bakıyordu. Yani her ne kadar ‘sizi anladım’ dese de anlamamıştı.

Bunu fark eden Hastafendi tekrar hastanede tanıştığı, sonra vefat eden Temur Beyin ellili yıllarda İstanbul’a gelerek başlayan yaşam öyküsünü kurgulayabilmek için ellili yıllardaki İstanbul’u tanımak istediğini, bunun için kendilerinin o yıllardaki kimi yaşam anekdotlarının çok işine yarayacağını anlattı.

Sandalyeyi gösterdi. “Bu sandalye sanırım çok eski” dedi. Melih bey gülümseyerek “ellilerden kalma” deyince Hastafendi “tahmin etmiştim. Benim dedemin evinde de aynı sandalyelerden vardı. Sizin sandalyeyi görünce o yıllar aklıma geldi” dedi, sonra “örneğin ben bu sandalyeden bir uzun öykü, hatta bir roman bile üretebilirim. Çünkü o sandalyeyi hatırlatan bir çok anekdot beynimde uçuşuyor. Sizden beklediğim de böyle bir şey. Yaşadığınız size ilginç gelen küçük küçük anlar. Belki şimdi hemen aklınıza gelmeyebilir. Ben bir ses alım cihazı aldım. Onu size bırakayım. Bir hafta sonra tekrar uğrarım. O süre sarfında aklınıza gelenleri siz bu cihaza anlatın. Ben onları değerlendiririm” dedi. Dedi, ama bu cihaz sözü Melih beyi sanki ürkütmüş gibiydi. Cihaza korkuyla bakıyordu veya bana öyle geldi. Ama Melih Bey haklıydı. Böyle cihazlarla az kişi suçlanmamış; az kişinin başı yanmamıştı.

Hastafendi Melih Beyin bu ürküntüsünü fark etmişti. “Yanlış anlamayın. Bu cihazı size gelirken aldım. Hiç kullanılmadı” dese de Melih Bey sanırım öyle düşünmüyordu.

O sıra Melih Beyin yaşlarında bir beyefendi geldi. Oldukça şık giyimli,  renkli gözlü tıknaz bir beydi. Kareli kahverengi ceketinin altında düz kahverengi pantolonu denk durmuştu. Ayakkabıları boyalıydı. Yeni tıraş olmuştu. Saçları subay tıraşı gibi kesilmiş, ince düzgün bıyığı vardı. Ceketinin içindeki yeşil bir tişörtle her şeyi denk ve yakıştırılmıştı. Sanırım Melih Beyin samimi arkadaşıydı. “Çalan Bahc’mı?” dedi. Melih Bey “Bahc’ın keman konçertosu” diye onayladı.

Melih bey sanki o bey gelince rahatlamıştı. Hastafendiye “işte bu arkadaş sizin sorunuza daha uygun cevap verebilir” derken sanki üzerine yüklenen yükü bir başkasına devredebilecek olmanın rahatlığı içine girmişti.

Arkadaşı merakla bakınca Hastafendinin kendine söylediklerini harfiyen arkadaşına tekrar etti. Buradan da anlaşılıyordu ki; Hastafendinin ne istediğini gerçekten anlamıştı, ama işe ses cihazı girince korkmuştu. Yani görünenden böyle bir anlam çıkıyordu.

Arkadaşı bilgiç bir tavırla “bu konuda çok kitap yazıldı” deyip Sait Faik’ten başlayıp bir dizi yazar ismi sayıp, Hastafendiye bunları okumasını öğütledi. “Sonra Suriçi hala bakir, oraya da el atabilirsin” dedi.

Hastafendi içinden ‘La hevla’ çekerek en baştan o beye de ne istediğini anlattı. O yazarları okuduğunu söyledi. Suriçi gibi yerlerin de kuşkusuz çok ilginçlikleri olduğunu, ama amacının İstanbul’un tarihini yazmak veya o yazarlarla kakışmak olmadığını, hastanede tanıdığı ve orada vefat eden kendine de ilginç gelen bir beyin yaşamının izini sürüp, o izlerde o beyin yaşam öyküsünü aramak olduğunu söyledi. Amatör bir öykü yazarı olduğunu, bazı denemeleri olduğunu bu çalışmanın da amatörce bir çalışma olduğunu, arkadaşının önerisi üzerine Melih Beye gelip kendisinden ellili yılların Kadıköyüne ait anekdotlar istediğini, bu şekilde o yıllarda ‘taşı toprağı altın’ diye Anadolu’dan göç edenleri, bu arada hastanedeki dostunu aramaya çalışacağını söyledi.

Hastafendinin bu uzun açıklamasını ilgiyle dinleyen Melih Beyin arkadaşı Hastafendi “amatör öykü yazarıyım” deyince küçümser gibi dudak büküp “basılmış kitabınız var mı?” diye sordu. O beyi anlayan Hastafendi “evet tanıtım amacıyla basılmış yedi kitabım var. Onları kimini yayın evlerine ve yarışmalara gönderiyorum. İyi bir yazar olduğumu düşünüyorum” diye yarı yalan, yarı doğru cevaplar verdi.

Melih Bey ve arkadaşıyla konuşmaları bir süre daha devam etti. Hastafendi en sonunda “Melih Bey ben bu cihazı size bırakayım. Aklınıza bir şey gelirse lütfen kaydedin” dedi. Çünkü sohbetin gidişinden rahatsız olmuştu. Melih Bey de kibarca cihazı aldı. Nasıl çalıştığını sordu. Sonra “inşallah size yardımcı olabilirim” dedi.

Hastafendi oturmaya devam etmenin anlamsızlığını düşünüp, izin isteyip kalktı. Gözü hala o iki sandalyede ve etraftaki raflardaydı. Dışarı çıkınca alabildiğince derin bir nefes aldı. Rahatlamıştı…

Aklına Ziraat Bankasının matiğindeki işi geldi. Gerçi aşağıda da banka yanında matikler vardı; ama oralar kalabalık olur diye eczaneye gelirken gördüğü hemen yakındaki bankaya yönelip orada işini gördü. 

Ona Melih Bey’i öneren ve “gel birlikte bir kahve içelim” diyen arkadaşı aradı. O da özür dileyerek, oğlunun nikahını unutup randevu verdiğini söyleyip gelecek hafta için tekrar randevu verdi.

Hastafendinin Moda macerası şimdilik sona ermişti. Düşündüğü konuyla ilgili buradan bir sonuç alamayacağını düşündü. İnsanlar nedense yaşanmış bir öyküsünü, bir anekdotunu anlatmaktan çekiniyor; belki o sıra duyduğu heyecandan her şeyi unutuyordu.

Ben bunu insanların, daha doğrusu bizim gibi toplumların içine kapanık olmasına sosyal aktivitelerden uzak olmasına bağlıyordum.

Gerçekten etrafınıza bakın tek tek veya gurup olarak gezmeler yeni yeni gündeme gelmeye başladı. O geziler de genelde bilinçsiz, gezilecek yer konusunda bilgisiz çok ürkek oluyordu.

Yani yaşadığımız yerlerin toplum olarak farkına varmaya yeni yeni başladık. En bilinçlimizden en cahilimize kadar durum pek değişmiyor.

Bilinçli olarak gördüğünü düşündüğümüz birine o bildikleri konusunda kalabalık bir kitleye veya çok daha dar dostlar arasında görüşünü anlatması istenince o kişinin ne komik durumlara düştüğünü bunları yaşayan herkes çok iyi bilir.

Nereden nereye. Melih Beyle görüşme bunları düşündürmüştü. Hastafendi orada gördüğü efendiden birine ‘Kadıköy iskelesine nasıl gidileceğini?’ sordu. O beyefendiden kişi “caddeyi takip edin. Oradan sola aşağı doğru caddede yürüyün. O yol sizi Kadıköy iskelesine götürür” deyince Hastafendi sanki çok kolay bir şeyi bilememenin utangaçlığıyla “afedersiniz” deyip yürüdü.

Biraz ilerleyince durup derin derin nefes alarak nefesini ayarladı. Parmağına taktığı kandaki oksijeni ölçer doksan gösteriyordu. İçinden “bu nefesle iskeleyi bulurum” deyip yavaş yavaş etrafını izleyerek yürüdü. Zaten hızlı yürümesine olanak yoktu ki. Ama o bunu bilerek etrafı izlemek istiyormuş gibi bir poz takınıp aşağı doğru inen dar sokak benzeri caddede yürümeye başladı.

Etrafındaki evlere, işyerlerine, oralarda kırk yıllık tanış gibi fıkır fıkır kaynayan insanlara bakarken bir yandan da ellilerden iz bulmaya çalışıyordu. İçinde “bu evlerin en eskisi en fazla kırk elli yıllık, yani ellilerden önce yoktur” diye geçiriyor gördüğü insanların içinde de o yıllardan kalan insanlar olmadığını görüp ‘zor bir işe soyundum’ diye düşünüyordu.

Öyle ya karanlıkta iğne arar gibi bir şey. Çünkü biz geçmişimize çok değer veren, geçmişle ilgili bir kayıt düşmeye meraklı, ilgili bir toplum değiliz.

Ellilerden ulaşımla ilgili bilgi ararım diye başvurduğu Nakliyatçılar Derneğindeki bayan bile ona internete başvurmasını söylemişti. Sanki internet bilgileri vahiyle oluşuyormuş gibi… Yazılı bir kayıt yoksa internete o bilgi nasıl girer ki?

Hastafendi bu düşüncelerle yürürken yorulduğunu fark etti. Hemen önünde deri giyim eşyası satan dükkanın önünde bir tabure gördü. Yanında gençten biri dikiliyordu. Sanırım dükkanın sahibi veya tezgahtarıydı. Hastafendi ona tabureyi işaret edip “oturabilir miyim?’ Yoruldum da” dedi. Zaten bu kadar sözü söylerken nefes nefese kalmıştı. Delikanlı izin vermese de oturacaktı, yoksa düşüp bayılacaktı. Delikanlı “tabi amca buyur otur” derken Hastafendi çoktan oturmuştu. Bu sırada burnundan derin derin nefes alıp oksijen durumunu dengelemeye çalışıyordu.  Epey bir süre sonra cebinden oksijen ölçerini çıkardı. Oksijen 87 gösteriyordu. Biraz rahatlamıştı.

Etrafına bakınmaya başladı. Aklında hep ellili yıllar vardı. Sokağa bakarken o yılları gözünde canlandırmaya çalıştı.

O sıra bu dükkanlar yokmuştur tabi. Belki şu karşı birahanenin olduğu yerde geniş kapıları, önünde avlusu olan, avludaki ağaçların dallarının sokağa sarktığı bir ev vardı. Hemen yanı boşluktu. O boşlukta mahallenin çocukları oynuyordu. O geniş kapılı evin ötesinde ve karşısında tek ve ayrık bahçeli evler sıralanmıştı. Belki evlerin cumbası bile vardı.

Yukarıda Moda caddesinde de benzer evler sıralanmıştı.

Motorlu vasıta yok gibi bir şeydi. Ulaşım payton ve at arabalarıyla sağlanıyordu. Bu sokaklarda at arabalarının ve insanların, tabi genelde erkeklerin dolaştığını düşünüp, gözünde canlandırdı. Kuşkusuz insan kıyafetleri de çok farklıydı. Şu karşıdaki birahanede olduğu gibi kadın erkek bir arada kahkaha atan insan manzaralarına rastlanmazdı tabi. Zaten sokak içinde birahane ve içkili yer de yoktu muhakkak.

Hastafendinin bunlar aklından geçerken ‘taşı toprağı altın’ deyip Anadolu’dan İstanbul’a hücum eden, genelde trenle ilk olarak Haydarpaşa’ya gelen insanların buralara kadar çıkmadığını düşündü.

Ama adı gibi biliyordu ki o insanlar ilk önce mutlaka Kadıköy’de bir yerlere geliyor sonra oralarda gidecekleri iş bulacakları yerler için adres arıyor veya kendinden önce gelen veya bir şekilde tanışı olup İstanbul’da oturanlarla buluşuyordu.

İşte o yer, o yerler neresiydi. Hastafendi o yerleri bir bulabilse oradan sonrası sanki ona kolay gibi geliyordu.

Bunları düşünürken kafasına ağrılar girmişti. Biraz daha oturdu. Kalktı, aşağı sahile doğru inişe devam etti. Zaten karşıdan Sahildeki meydanın ucu ve deniz gözükmüştü.

Epey yürümüştü. Baktı, insanların oturacağı oturaklar olan bir yere gelmişti. Bu yer ona tanıdık geldi. Eskilerden tanıdığı bir öğretmen arkadaşıyla hemen karşıdaki simit sarayının önünde buluşmuşlar sonra birlikte buraya gelip oturmuşlardı. Hastafendi sanki hep oralardaymış gibi bir poz takındı. Baktı bir kişilik yer olan bir yer görüp oraya yöneldi. Oradaki kişiye selam verip yanına oturdu.  O kişi selamını alırken alıcı gözle Hastafendiye bakıyordu.

Çakır gözlü, hafif kır saçlı beyaz yüzlü biriydi. Boynundaki kravata bakınca sanki emekli öğretmen gibi görüntü veriyordu. O sıcakta gri bir kravat takmış, üzerine de gri bir yelek giymişti.

Hastafendi öğretmenlerdeki kravat takma alışkanlığını biliyordu. Kayın pederi de öğretmendi. Emekli olduktan sonra bile kravatını hiç çıkarmamıştı. Kravatsız olmak sanki onda çıplak olmak gibi bir his uyandırıyormuş. Bir sohbetlerinde kayın pederi öyle demişti. Öleli epey oluyordu.

Yanında oturan bey onu hatırlattığı için Hastafendi ona gülümseyerek baktı. Ona “öğretmensiniz değil mi?” demeye hazırlanıyordu, o bey daha erken davrandı “astımsınız sanırım” dedi. Hastafendinin hevesi kursağında kalmış gibi önce yutkundu, sonra “coah efendim. Hastalığım coah” dedi.

Sonra hastalığının seviyesini anlattı. “Keşke astım olsaydım. Hiç olmazsa onun tedavisi var” dedi. Adam onun anlattıklarını ilgiyle dinledikten sonra “çok geçmiş olsun beyefendi. Benim oğlan da çok sigara içiyor. Burada olup sizi dinleseydi keşke. Biz ne söylesek laf anlamıyor” diye dert yandı.

Hastafendi içindeki merakı yenmek için “afedersiniz siz öğretmen misiniz?” deyince adam gülümsedi. “Evet nerden anladın?” dedi. Hastafendi kravatı işaret edip, “sanırım bütün öğretmenlerde bu alışkanlık var. Benim kayınpeder de ölünceye kadar kravatı hiç çıkarmadı” dedi.

Adam derin bir iç geçirip “doğru bu alışkanlık biz eski öğretmenlerde hep var” dedi. Akşehir öğretmen okulu mezunuymuş. Hastafendinin küçük erkek kardeşi de o okuldan mezundu. Yıllarını karşılaştılar. Bu öğretmen kardeşinden çok önce önce mezun olmuş. Hastafendi “kardeşim de o okuldan mezun” deyince adamla bir fazla samimi oldular. Hastafendi buralarda niye dolaştığını, hastalığını, hastanede yatarken vefatına şahit olduğu birinin yaşam öyküsünün izini sürmek için çabaladığını, onun İstanbul’a ilk geldiği ellili yılların İstanbul’undan izler aradığını anlattı.

Sohbet epey ilerlemişti. O adam İstanbul’a büyük oğlu üniversiteyi kazanınca tayinini isteyip geldiğini söyledi. Onun geldiği yıl yetmiş sekizdi. O yılları hastafendi de biliyordu. Ama yine o yılları konuştular. Oğlu İstanbul Üniversitesinde okumuş. Okula ilk başladığı yıl üniversiteye bomba konmuş. Öğretmen “üniversiteye bomba konduğunu, ölenler olduğunu duyunca yüreğim kalktı. Çünkü bizim oğlan da solcuydu” dedi. Kendi çocuğu aklına geldiği için yüreği kalkmıştı, ama ölen çocuklara da çok yanmıştı. “Ne yapacaksın, böyle bir şey olunca haliyle ilk akla kendi çocuğun geliyor. Bu bencillik, ama insani bir duygu” dedi.

Konuşması Hastafendiye çok sıcak gelmişti. Sohbete devam edecekti, ama nefessizlik sıkıştırmaya başlamıştı. Eve gidip oksijen tüpüne bir süre bağlanması gerekiyordu. Adama bunu söyleyip, gitmek için izin istedi. “Oğlunuza selamımı söyleyin, bir an önce sigarayı bıraksın. Ben bırakalı on yılı geçiyor, ama bırakmak için çok geç kalmışım. Yani hemen bıraksın, yarın çok geç olabilir” dedi. Adam saygıyla ayağa kalktı, sanki eski dostmuş gibi öpüştüler. Adam “çok sağ olun, sizin öğüdünüzü oğluma söyleyeceğim” dedi.

Hastafendi oradan ayrıldı yavaş yavaş aşağı caddeye indi. Kaldırımdan devam edecekti. Dolmuş durakları çok uzaktaydı. Karşıya geçerek otobüs duraklarındaki oturaklarda dinlenerek dolmuş durağına gitmek işine geldiği için karşıya geçti. Biraz yürüdükten sonra ilk duraktan itibaren yolculara ayrılan oturaklara otura otura ilerledi. İlk dolmuşa binip evine geldi. Çok yorulmuştu, ama eşine yorulduğunu söylemedi. Çünkü “yoruldum” dese alacağı cevap ‘otura koymuyorsun’ olacaktı.

‘Otura koymak’ söylemesi ne kadar kolay. Hastafendi gibi yürüme, çıkıp dolaşma, bir şeyler yapma özlemi çeken bütün yaşamı boyunca hep hareketli olan; ama şimdi yürüyenlere nerdeyse kıskanarak bakan birinin ‘otura koyması’ yani ‘hareketsiz kalması’ ne büyük işkenceydi. Bunu anlatmak, anlaştırmak o kadar zordu ki. Onun için hastalığını görüp ona istirahat tavsiye edenlere o sadece başını sallıyor veya “olur” diyordu.

Eve geldiğinde de hiç sızlanmadan oturdu. “Ne yaptın? Görüşebildin mi?” diye soran eşine “görüştüm, çok da yararlı oldu” dedi. Sonra yatak odasına gidip yatağa uzandı ve oksijen tüpünü açtı. Oksijenin kavanozda suda çıkardığı lıkırtı sesini dinlerken uyumuştu.

O hafta boyunca hep evde dinlenerek, yazarak, okuyarak vakit geçirdi. Pazartesi gelince yine ‘yolu eline aldı’. Kendine “bugün nereye gidiyorsun? Böyle yalnız olmaz, ben de geleyim” diyen eşine “Dolmuşla Üsküdar’a inip biraz dolaşıp geleceğim” dedi. Eşinin “bir şey olursa ara. Neredeysen telefonla bildir yemek yaptıktan sonra ben de geleyim” demesine kafa sallayıp, bastonu eline alıp çıktı.

Kapının önünde telefonu, gözlüğü, oksijen ölçeri ‘aldım mı?’ diye yoklandı. Hepsini almıştı. Parası da vardı. Ayrıca kredi kartını da almıştı. Ekstra çıkartacaktı. Eşine “hadi hoşça kal” deyip sokağa çıktı.

Biraz yürüdü. Yukarıda simitçi tezgahındaki kanapeye oturdu. Soluklanırken Moda’ya nasıl gideceğinin muhasebesini yapıyordu. Dolmuşla Kadıköy’e inip oradan önce yaptığı gibi taksiye binmeyi düşündü. Giderken yorulursa gelirken zorluk çekecekti. Bu düşünceyle yakındaki taksi durağından telefonla taksi çağırdı. Gelen taksiye binip “Moda’ya gidelim” dedi. Taksi yürüdü. Şoför “amca nefes darlığı mı var?” dedi.

Böylece sohbet başlamıştı. Hastafendi şoföre Moda’ya niye gittiğini, elli yılarda yaşamış biriyle konuşacağını anlattı. Sonra şoföre “ellilerde yaşamış tanıdığın şoför var mı?” diye sordu. İyi ki sormuştu… Meğer o taksinin durağında seksen yaşında gençliğinde kamyon şoförlüğü de yapmış biri varmış. Şoför bunu anlatınca Hastafendi ‘gökte ararken yerde bulmuş gibi oldu’. Şoföre o yaşlı şoförle nasıl tanışacağını sordu. Gerekli bilgiyi aldı. Bu sırada Moda’ya gelmişlerdi. Hastafendi o keyifle taksinin ücretini verip taksiden indi.

Doğru Yeni Moda eczanesine geldi. Melih Bey aynı kibarlığıyla karşıladı. ‘Hoş beşten’ sonra Melih Bey biraz ezilerek “kusura bakmayın, beceremedim” deyip ses cihazını geri iade etti. Halinden beceremediğine gerçekten üzüldüğü anlaşılıyordu. Sanırım becerememesi çok az tanıdığı birinin verdiği ses cihazına sesini kaydetmenin verdiği ürküntüydü veya konuyu anlamamıştı. Ama ne olursa olsun; bu sonuca göre Hastafendi amacına ulaşamamış oluyordu. Orada fazla oturmanın gereksizliğini düşünüp izin istedi. Ama aklında bu yere gelip Yeni Moda ile ilgili ayrıntıları öğrenme düşüncesi kalmıştı. Bir gün mutlaka bu amaçla buraya tekrar gelecekti.

Bu düşüncelerle Melih beyden izin isteyip kalktı. Eczaneden dışarı çıkınca ona Melih Beyi öneren arkadaşa telefon etti. Onunla Bahariye’de Nazım Hikmet Sanat Merkezi önünde buluşmak üzere randevulaştı. Sora sora o sanat merkezinin önüne gitti. O arkadaşla orada bir yere oturup sohbet etti. Sohbetten ziyade geçmiş yaşanmışlıkların kritiğini yaptılar. Ondan izin isteyip ayrıldı.

Hastafendinin canı çok sıkılmıştı. İki haftadır, ondan önce de bir hafta beklemeyi sayarsak üç haftadır umutla beklediği bir şey sonunda hiç de umduğu gibi sona ermemişti. Bu süreçte tek olumlu olan taksi şoföründen öğrendiği yaşlı taksi şoförü bilgisiydi. İçinden ‘inşallah ondan aradığım bilgileri alabilirim’ diye geçirerek yürüdü.

Yavaş yavaş aşağıdaki parka doğru inmeye başladı. Yine etrafını gözlüyordu. Yolda üç kez dükkanların önünde bulduğu tabureye oturup soluklandı. Yine Simit Sarayının önüne geldi. İlerde karşıda İş Bankası vardı. Onu geçince Ziraat Bankası olduğunu biliyordu. Önce oraya gidip kredi kartının ekstrasını çıkarmayı düşündü. Sonra yine karşıya geçip otobüs duraklarındaki oturaklara otura otura gidip eve giden dolmuşa binecekti.

Karşıya geçti. İş Bankasını geçip caddeye çıktı, Ziraat Bankasının önüne geldi. Bankamatikler kalabalıktı. Sıraya girdi. Çok rüzgar vardı. Denizden esen güçlü lodos bankanın kenarında cereyan oluşturuyordu. Hastafendi yukarıdan inerken terlemişti. Bir de cereyanda kalırsa çok kötü olacaktı. Kuyruktakilere sırada olduğunu söyleyip sığınacak bir yer aradı. Hemen orada bankamatiğin önünde naylon tentene arkasında simitçiyi gördü. Oraya gidip simitçiden izin isteyip tentenin sotasına oturdu.

Bir gözü matikte, simitçiyle laflamaya başladı…

Simitçi şapkasını hafif yana külhanca eğmiş yaşlı biriydi. Yüzü tıraşlıydı. İnce kaytan bıyıkları vardı. Şapkasının altından kırlaşmış kıvırcık saçları çıkmıştı. Bakışından, Hastafendi oturmak için izin isteyince “otur bakalım” diye küstahça cevap verişinden bitirim biri olduğu anlaşılıyordu.

Hastafendi gözü matikte konuşmak için simitçiye “dayı nerelisin?” dedi. Dayı kısaca “Sivaslıyım” deyip sustu. Hastafendi dayının küstahlığına bozulmuştu, ama üstünde durmadı. “Dayı İstanbul’a ne zaman geldin?” dedi. Dayı aynı küstahlıkla “ben İstanbul’a geldiğimde sen daha doğmamıştın” deyince Hastafendi gevrek bir kahkaha attı. “Deme dayı yav, demek genç gösteriyom!” dedi. Dayının “senin yaşın kaç?” sorusuna Hastafendi “altmış üç” diye cevap verince dayı “yok ya hiç göstermiyon. Ben elli sekizde geldim. Demek sen sekiz yaşındaymışın, ama hiç göstermiyon” diye tekrar etti. Hastafendi “sağol dayı kaporta sağlam da motor gidik” dedi; birlikte gülüştüler.

Hastafendi matik sırasına falan boş verdi. Yeni Moda Eczanesinden moral bozuk dönerken elli sekizde İstanbul’a en fazla göç veren şehir Sivas’tan gelen biriyle karşılaşmıştı. Ona İstanbul’a niye geldiğini, ilk geldiğinde nereye gittiğini sordu. Dayı gayet sakin “bana bizim muhtar akıl verdi. Oğlum Haydar sen buralarda aç kalırsın. Git İstanbul’a kendini kurtar dedi. İlk olarak aha şu arkada Ferhat’ın kahve vardı. Oraya geldim. Zaten o yıllar İstanbul’a ilk gelen aradığı kişiyi ve adresi o kahvede bulurdu” dedi. Bunu öğrenen Hastafendi (Arşimed’in tesadüfen hamamda suyun kaldırma kuvvetini keşfedince ‘buldum, buldum’ diye yarı çıplak sokağa fırlaması gibi) İstanbul’a ellilerde Anadolu’dan gelenlerin ilk uğrak yeri olan Ferhat’ın kahveyi bilen tanıyan biriyle karşı karşıya olunca içinden “buldum. İstanbul’a göçün anahtarını buldum” deyip fırlamak geldi.

Haydar dayı “aha şurda Ferhat’ın kahve vardı. İstanbul’a ayak basan soluğu orda alırdı. Buralar böyle değildi. Aha şu caddenin ötesi denizdi. O meydan falan yoktu. Kıyıda kayıkçı iskeleleri vardı. O kayıklar Haydarpaşa’dan trenle gelenleri taşırdı buraya. Onlar da sanki elleriyle koymuş gibi bulurlardı Ferhat’ın kahveyi. Demek ki tarif eden sağlam tarif ederdi” dedi, soluklandı. Sonra Hastafendiye “sen niye sorarsın bunları? Gazteci falan mısın?” dedi. Hastafendi “yok dayı. Gazetecilik kim? Ben kimim? ‘Görmüyor musun?’ soluk bile zor alıyorum” deyince Haydar dayı da bıyık altından bir ince gülüş atıp “hani ben öylesine sordum canım. Çok meraklı sordun da” dedi.

Hastafendi Haydar dayıya ‘bitamam’ merakının nedeninin ne olduğunu, Temur Efendiyi, onun ölümü ve hastanedeki ölmeden önceki vakur duruşunu, ağrılarını kimseye hissettirmeden kendinin yaşamaya çalıştığını falan hep anlattı. “İşte ben o Temur Efendinin izini sürüyorum. Onun seksen yıllık ömür sürecinde İstanbul’a göçü, o süreçte neler yaşanmışı anlamak istiyorum. Eğer onu anlayabilirsem öykü olarak kurgulamaya çalışacağım. Ben amatör bir yazarım. Ömrümün kalan kısmını yazarak, geride bir hatıra bırakmak için çabalıyorum, hepsi bu” diye ayrıntılı anlattı.

Ama baya yorulmuştu. Cebinden parmakta oksijen ölçeri çıkardı 78 gösteriyordu. Haydar dayı bir şey diyecekti. Onu eliyle susturdu. Derin derin nefes almaya çalışıyordu. Epey bir süre sonra nefesi düzeldi. Aleti parmağına taktı 85 gösteriyordu. Biraz daha derin nefes aldı, sonra Haydar dayıya “buyur dayı sözünü kestim kusura bakma. Nefesim biraz sıkışmıştı da onu ayarladım” deyince Haydar dayı güldü. “yani ayar gayar meselesi ha” dedi. Hastafendi “öyle bir şey” diye cevap verdi.

Haydar dayı “aman yeğen sen konuşma da ben anlatayım bildiklerimi. Şimdi üstümde kalacaksın, sen sus dinle” dedi, Sonra “şaka yaptım yeğen” dedikten sonra başladı anlatmaya. “Ferhat’ın kahvesi panayır yeri gibi her gün dolup taşardı. Hemşeri arayanlar, iş arayanlar, yatıp kalkacak yer arayanlar hep oraya doluşurdu. Kahve genişti. Geniş bahçesi de vardı. Her taraf dolu masa sandalye… Tabi şimdikiler gibi değil, hepsi tahtadan. Aç olanların karınları doyurulurdu orada. Her taraftan insan… Ama en çok bizim o taraftan. ‘Taşı toprağı altın’ deyip hücum etmiş İstanbul’a’ dedikten sonra gevrek gevrek güldü. “O işi İstanbul’un taşı toprağı altın işini essah sananlar bile vardı aralarında” dedi.

Hastafendi dayanamadı “sen ne diye geldin? Sen de mi? İstanbul’un taşı toprağı altın diyenlerdendin?” diye sorunca Haydar dayı “yok yeğen, önce de dedim ya; bana muhtar git İstanbul’a dedi. Ben çok haşarıydım. Elde avuçta bir şey yok, ama bileğim sağlamdı” derken yumruğunu sıkıp bileğini gösterdi. Kırarmış kılları kapladığı bilekleri ve yumruğu gerçekten heybetliydi. “Git oğlum. Sen burda başına iş alacaksın, çek git İstanbul’a” dedi. Köy bütçesinden, biraz da cebinden harçlık tedarik edip buraya daha önce gelen bir tanıdığa yazdığı mektubu elime verdi. Ferhat’ın kahveyi de adamakıllı tarif etti. “Bana İstanbul’da tutun sakın sallanıp geri gelme” diye sıkı sıkı tembihledi. Ben öylecene geldim İstanbul’a’ diye ayrıntılı anlattı.

Hastafendi “İstanbul’da tutunabildin mi bari?” deyince Haydar dayı bıyık altından bıçkın bir gülüşle “hele dinle, sıra oraya da gelecek. Az sabırlı ol yeğen” dedi.

Sohbet koyulaşmıştı.

Haydar Dayı “yeğen dinlemeye nefesin yetecekse anlatayım, yoksa sonra buyur gel. Ben buradayım” dedi. Hastafendi gerçekten yorulmuştu. Haydar dayının bu samimi önerisini kabul etti. Sonra buluşmak üzere sözleşip, oradan ayrıldı. Baktı matik boştu. Gitti orada işini gördü. Yine nefes nefese kalmıştı. Etrafına bakındı hiç oturacak yer yoktu. Tekrar Haydar Dayının yanında soluklanmayı düşündü. Ayıp olacak diye vazgeçti. Son bir gayretle karşıya geçti, ilerdeki ilk otobüs durağındaki oturaklara kendini zor attı.

Oturduğu yerde harıl harıl nefes almaya çalışıyordu. Bir ara tıkanır gibi oldu. İçinden “eyvah yine kan gazı mı yükseldi?” diye geçirdi. Etrafına bakındı yardım isteyecek kimse yoktu. Çaresiz orada soluğunu düzene sokmaya çalıştı. Parmaktaki oksijen ölçerle sık sık kandaki oksijen durumunu ölçüyordu. Neden sonra alet 89 gösterdi. Zaten rahatlamıştı. Haydar Dayıyla konuşurken, sonra buraya gelirken gerçekten çok yorulmuştu. Oturak da gölgedeydi. Oturağa yayıldı; başladı düşünmeye. Haydar Dayının anlattıklarından yola çıkarak oturduğu yerin deniz olduğunu düşledi.

Aklına Temur Efendi geldi. Bir an kendini onun yerine koydu.

Askerliği Polatlı’da yaptığını varsaydı. Polatlı Topçu Tugayında kademede… Belki en az ilkokul mezunuydu ve çavuş olmuştu. Kademe çavuşu. Arkadaşları vardı tabi. İçlerinde İstanbullu daha doğrusu Üsküdarlı Birol'dü vardı. Birol bitirim bir çocuktu. Hepsi kademede şofördü veya şoförlük eğitimi alıyordu. Birol askere gelmeden önce Kadıköy-Üsküdar hattında dolmuş şoförüydü. Ellili yıllar. İstanbul’da belli merkezlerde dolmuşlar işlemeye başlamıştı. Ama hala at arabacılığı devam ediyordu. Kısa mesafelerde paytonlar çalışıyordu. Ama onlar daha çok zengin işiydi. İşte Birol Kadıköy’ün o hengamesinde dayısının dolmuşunda çalışmıştı. Tabi mavin olarak… Henüz ehliyeti yoktu, ama direksiyonu sağlamdı. Bu Orta Anadolu çocuğuna yani Temur’a kanı kaynamıştı. Temur ince uzun, bileği sağlam hep suskun; ama sımsıcak dost bakışlı biriydi. Birol kısa sürede ona araba kullanmasını arabanın bildiği tüm inceliklerini öğretmişti. Temur askerdeki ilk ehliyet imtihanında Biro'le birlikte ehliyeti almıştı. Yani Temur’da direksiyonu sağlam bir şoför olmuştu.

İşte o sıralar konuşmuşlardı İstanbul işini. Birol ona ısrarla İstanbul’a gelmesini, ona iş ayarlayacağını söylemişti. Birlikte teskere almışlar; Birol İstanbul’a Temur da kendi memleketine ‘Orta Anadolu’daki siz deyin Sivas ben diyeyim Kırşehir’e’ dönmüştü. Köyüne geldiğinde aklı fikri Birol'de; onun “sen gel İstanbul’a iş bulacağım’ diye vaadinde kalmıştı. Köyde öylesine dolaşıp teskere almanın tadını çıkarırken bir gün anasına, babasına “ben İstanbul’a gideceğim” demişti. Ana babası hiç karşı koymamıştı. Çünkü tanıyıp bildikleri birçok insan İstanbul’a göçmüş geri dönmemişti. Gelen haberlerden hepsinin iş güç sahibi olduğu anlaşılıyordu. Onun için ailesi ona “hayırlısı neyse o olsun, git şansını dene oğlum” demişlerdi. O da ailesinin verdiği destek üzerine üstüne yetecek kadar para alıp askere de götürdüğü tahta bavula giyim giyecek eşyalarını koyup, anasının hazırladığı yolluk çıkınını da alıp “ver elini İstanbul” deyip yola çıkmıştı.

Hastafendi durakta otururken bunlar aklına geldi. Haydarpaşa’dan Kadıköy’e kayıkla yolcu taşıyanları Yaşar Kemal’in Cumhuriyet Gazetesi için yaptığı röportajlarda okumuştu. Temur Efendinin yaşamını o yılları kurgulamak için epey bilgi toplaması gerektiğini yalnız Ferhat’ın kahveyle bu işin olmayacağını düşündü. Oturduğu yerde bunları düşünürken nefesi düzelmişti.  Oksijen ölçeri parmağına taktı, 89 gösteriyordu. Bu nefesle dolmuşa kadar gidebileceğini düşündü. Temur efendi konusuna devam ederken bu kayıkçılar ve Kadıköy konusunda olabildiğince bilgiyi toplamaya karar vardı. Ve bu düşüncelerle dolmuşlara doğru yürüdü.

Geçtiği duraklarda arada bir mola vererek evine gidecek dolmuşun durağına geldi. Dolmuş hareket etmek üzereydi. Soluyarak binince hemen orada oturan genç kalkıp yer verdi. Teşekkür ederek koltuğa oturan Hastafendinin aklı kafasında kurguladığı İstanbul’a gitmek için yola düşen Temur efendideydi.

Bu düşüncelerle dolmuşta oturanlara göz gezdirdi. İçinden “acaba bunlar nerelerden geldi ki?” diye geçirdi. Çünkü herkesin kabul ettiği gibi İstanbul’da oturanların nerdeyse onda dokuzu, belki daha fazlası İstanbul’a bir yerlerden gelmişti.

Başka illerde değil; ama İstanbul’da birbirini ilk gören veya tanışan kişilerin sohbetin hemen başlangıcında birbirlerine sordukları soruların başında “aslen nerelisin?” sorusu oluyordu. Hastafendi İstanbul’da kaldığı şu kısa sürede tanıştıklarına aynı soruyu yöneltmiş veya kendi aynı sorunun muhatabı olmuştu.

Dolmuştakilere bakarken içinden onların görüntü ve duyabildiği şivelerinden nereli olduğunu tahmin etmeye çalışıyordu. Ama hepsi genelde gençti. Görüntüleri Anadolu insanı gibi kavruk olsa da kılık kıyafeti konuşmaları biraz şehirli olmuştu.

Aklından onların analarını, babalarını, dedelerini, ninelerini geçirdi. İçinden ‘onlar bu İstanbul’a gelmek, burada tutunmak için ne çileler çekti kim bilir? Bu çocuklar bunların ne kadar farkındaki?’ diye geçirirken Temur efendinin çocukları geldi aklına.

Onların önce babalarının başında refakatçi kalmak için birbirlerine ısrarcı olurken sonra onun uyarısıyla babalarının başında ona sevgilerini göstermek için çırpınışlarını hatırladı. O çocuklar da öyleydi. Hepsi iş güç sahibi olmuştu; ama babalarının elinde tahta bavul veya bir çıkınla İstanbul macerasına atılıp, orada tutunup onları bu duruma getirmek için verdiği yaşamda var olma kavgasının hiç farkında değillerdi sanki. Babalarının “ölünce cenazemi köyüme defnedin” vasiyetindeki yıllarca hasret kaldığı memleket özleminin derinliğini kavrayamamış, kendi aralarında konuşurken sanki onu İstanbul’a defnetmek ister gibi bir tutum içindeydiler.

Hastafendi hiç üzerine vazife değilken veya belki kendini yaşama karşı sorumlu gördüğünden onlara “çocuklar babanızın vasiyetini yerine getirin; onun memleket özlemini dindirin. Ben çocuklarıma, yakınlarıma hep nerede ölürsem öleyim benim ilçemde Gökmen’in tarla diye isimlendirilen mezara gömün diye ısrarla vasiyet eder, söz alır. Sizin değil ‘belki ki siz sanırım buralarda doğdunuz’ onun memleket özlemi çok derinlerde saklıdır. Buna biz toprak çekiyor deriz. Gerçekten İnsan belli bir yaşa gelince onu doğduğu topraklar çağırır. Çoğu olanaksızlıktan veya toprağıyla bağını tümüyle kopardığından bu çağrıya uyamaz ve onun ıstırabını yaşar. Sizleri bilemem; ama babanızın kuşağının, ondan önceki kuşakların ve bir sonraki yani bizim kuşağın memleket özlemi çok derindir. Ancak toprağına girince diner. Yani ben öyle düşünüyorum. Size de babanızın vasiyetini yerine getirmenizi öneriyorum” diye uzun uzun buna benzer şeyler söylemişti.

Efendi çocuklardı… Hiç Hastafendiye “amca” veya “beyefendi sen kim oluyorsun da bizim işimize karışıyorsun?” dememişler; sessizce “haklısın amca düşünemedik, öyle yapmalıyız” diye olumlu tepki vermişlerdi.

Dolmuştaki oturanlara bakarken bunlar aklına geldi. Gözünün önünde elinde bavulu tren istasyonuna varan Temur efendinin hayali varken birden ineceği durağı geçtiğini fark etti. Telaşla “Bir dakika beyefendi ben burada ineyim” dedi. Ayakta duran gencin yardımıyla dolmuştan indi.

Bu sırada şoföre “aman yavaş, yürüme” diye ikaz ediyordu. Çünkü bir iki kez indiği araba ayağı yere basmadan yürüyüvermiş o da yere kapaklanıp düşmüştü. O günden beri inerken şoförlere mutlaka ikaz ederdi.

Neyse dolmuştan inip evine giden sokağa girdi. Sokak oldukça uzun iki tarafı ağaçlarla kaplıydı. Sanki gezintiye çıkmış gibi yavaş yavaş evin yolunu tuttu. Taa köşeye kadar gitti. Orada Simitçi vardı. Simit tezgahının hemen yanındaki oturma bankı onun eve varmadan veya evden çıkınca mola yeriydi.

Gide gele bu simitçiyle de tanışmıştı. Bu simitçinin ailesi de Tokat’tan gelip yerleşmişti. Evi çok uzakta Üsküdar’ın tepelerinde bir yerdeydi. Bu köşeyi sanırım belediyeden izinle almıştı. Hemen karşıda okul vardı. O da okul saatlerinde bu tezgahı açıyor sonra kilitleyip gidiyordu. Şimdi de okul dağıldığı için tezgahı kitleyip gitmişti.

Hastafendi orada otururken karşıdaki okula sağında solundaki sıralanan evlere bakıyordu… Evlerin yaşını tahmin etmeye çalıştı. İnşaat bilgisi olduğu için doğruya yakın tahmin edebilirdi. Görünen evlerin en yaşlısının kırk kırk beş yıllık olduğuydu.

Yani anlaşılan elli seneden yukarı düşününce buralarda ev falan yoktu. Zaten Süreyyapaşa’daki oda arkadaşı Bingöllüde benzer şeyler söylemişti. İski’den emekliymiş. Bu semtin su alt yapısında çalışmış. “O evlerin çoğuna biz su verdik” demişti. Oradan bakınca da evlerin yaşını doğru tahmin ettiğini düşündü.

Bu sırada aklına gelen Bingöllüyü ve torununu düşündü. İçinden “o da taburcu olmuştur” diye geçirdi. Adamın yedi evladı, onca torunu vardı. Hastafendiyle kaldığı sekiz dokuz günlük sürede ziyaretine hiç biri gelmemiş, refakatçi olarak da yalnız o torunu kalmıştı.

Torun cevval bir çocuktu. Çok saygılı. İnce dalan. Dedesine çay yapsın, diğer hastalara ve bu arada Hastafendiye de mutlaka sorar, çay isteyenlere saygıyla götürür verirdi. Dedesi çok içiyordu sanırım. O da bunu bildiği için ve çayı sevdiğinden sürekli çay demliyordu. Yürürken kedi gibi veya ava çıkmış kaplan gibi basıyordu ayaklarını. Adımları geniş ve sessiz…

Diyaloga hiç gelmiyordu. Herhangi bir konuda bir şey söylesen verdiği cevap genelde “sıkıntı yok” tu. Bu kısa cümleyi adeta diline pelesenk edinmişti. Arada bir “boş ver bişey olmaz” diyordu. Bir de eren evliyalarla çok ilgiliydi.

Odadaki tv.de dinci kanallardaki filmdeki veya dizilerdeki ‘bunlar herhalde tekrar tekrar veriliyordu ki’ bütün diyalogları ezbere biliyor oyunculardan önce söylüyordu. Guruplara eskortluk yani koruma görevi veren kuruluşlarda günü birlik iş çıkınca gidip çalışıyordu. Yani belli bir işi yoktu. Eğitim de almamıştı. Tipik bir gecekondu genciydi. Aklı fikri İSFAK’ın Pakistan’a göndereceği güvenlik eleman kadrosunda yer alabilmekti. Hastafendiye bir sohbetinde bunu anlatmış “amca iki bin beş yüz dolar veriyorlarmış. Beş yüzünü yesem iki bin dolar her ay biriktirip gelsem nasıl olur?” diye sormuştu.

Pakistan’da güvenlik olarak gitmek… ‘Kime güvenlik? Kimin için güvenlik?’ orası belli değilmiş.

Hastafendi o delikanlıdan bunları duyup, oraya gitme hevesini duyunca içi acımıştı. Sanki çocuk bazı terörist guruplara yem olacak gibi gelmişti. Fiziği de müsaitti. Dedesine “ya bu çocuğun Pakistan’da ne işi var? Burada dosdoğru bir iş bulamıyor musunuz? Bu kadar İski’de çalışmışsın. Hiç çevren yok mu?” deyince dedesi “Sıkıntı yok. Boşver, bişey olmaz” deyip elini salmıştı.

Hastafendinin aklına Bingöllü onun torununa karşı umursamaz tavrı takıldı. On üç, on dört yaşında ailenin işlediği bir suçu cinayeti üstlenip hapise girmek. Çocuk yaşta başlayan hapisane günlerinde yaşadıkları sanırım onu duyarsızlaştırmış, herkese her şeye öfkeli hale getirmişti. Yedi çocuktan yalnızca bir kızı o da sanırım babası taburcu olacak diye gelmişti. O sırada Hastafendinin hanımına anlatmış babasını. Her gün içtiğini, kırıp döktüğünü anasına çok eziyet ettiğini anlatmış. Sanırım evlat olarak ilgisizliklerine bunu sebep göstermişti.

Yedi çocuk onca torun. Günlerdir refakatçi olarak başında bekleyen bir torun. O torunun geleceğiyle ilgili olarak “sıkıntı yok, boş ver bişey olmaz” diye umursamayan bir dede. Her gün içki içen dedesine canla başla hizmet eden, onunla çok iyi anlaşan bütün dünyası din diye anlatılanlarla kitlenmiş bir torun.

Sanırım bunu açıklamak sosyologların işi olmalı. Ben sadece gördüklerimi anlatmaya çalışıyorum. Zaten Hastafendi de benim gibi düşünüp işin içinden çıkamayınca O da ‘boş vermeyi’ düşünmüştü; ama hep çevresiyle, orada gördükleriyle ilgili olduğu için ‘boş veremiyordu’.

Çünkü özellikle son zamanda artan bilinçsiz, din diye dayatılan eğilim, bunun sonucunda tv haberlerine yansıyan katliam haberleri, o haberlere konu olan ellerinde öldürdükleri insanların kafası sallanan yüzü peçeli insanlar. Görüntüden hepsinin çok genç olduğu anlaşılıyordu. Onlar da aynı bu torun gibi beyni bir yere kitlenmiş insan öldürmeyi din adına Allah adına yaptıklarına inandırılmıştı. Görüntülerden yaptıklarıyla adeta gurur duyar halleri vardı.

Hastafendinin aklına bu torunun da aynı kayıtsızlıkla aynı cinayetleri işleyebilecek kadar soğukkanlı hali geldi, içi ürperdi. Çocuğun çok saygılı halini düşünce içi acıdı. Sanki o çocuk ailesi tarafından bir uçurumdan aşağı itiliyormuş gibi gelmişti.

Bunlar aklına gelirken etrafı gözlemeye devam etti. Kafası gidip geliyordu. Yine Bingöllüyü düşündü. Onun yaşı Temur efendiden küçüktü. Belki hapisliği sırasında İstanbul’a nakli çıkınca ailesi peşinden gelmişti. Belki daha sonra gelmişlerdi.

Yıllarca kendine, ailesine, dünyaya öfke duyarak geçen bir yaşam… Bunun sonucu yedi çocuğunun yedisiyle de ilgisiz bir baba.

Belki kendince haklıydı. Onu daha çocukken hapishaneye iten sorumsuz bir babanın, ailenin oğluydu. Onlar onu umursamışmıydı ki? O kendi çocuklarını umursasın. Kendini böyle avutuyordu belki.

Kimbilir böyle kaç yaşam vardı? Çocuklarını ‘saldım çayıra mevlam kayıra’ mantığıyla ilgili. Böyle sorumsuzluğun ürünü bir nesilden ne hayır beklenirdi ki? Hastafendi bunları kendine de soruyordu. ‘Acaba kendisi çocuklarıyla ne kadar ilgiliydi?’ Çocukları aklına geldi, içi sıkıldı. Çünkü ekonomik sıkıntılara düşünce o da ‘kısa bir süre olsa da’ ilgisiz kalmıştı çocuklarına. Bunlar aklına gelince içine bungunluk geldi.

Öfkeyle kalktı. Bu kez öfkesi kendineydi. Temur Efendinin yaşamını sorgularken kendi yaşamını sorgulamaya başlayınca unutmak istediği yaşadıkları aklına gelmişti. O yıllarca ne yaşadıysa hiç kimseye anlatmamış, hep içine atarak unutmaya çalışmıştı. Çünkü başkalarının onu hiç anlamayacağını, anlatırsa ancak dedikodu malzemesi olacağını düşünmüştü. En nefret ettiği de birilerinin dedikodu malzemesi olmak veya dedikodusunu yapmaktı.

Hep kaçmıştı dedikodudan, fiskostan. Seksen öncesi o siyasi dönemde bile dedikodu kazanının nasıl kaynadığını, en bilinçli olduklarını iddia eden insanların bile dedikodudan, fiskostan ne kadar hoşlandıklarını yaşayarak görmüş o ortamlardan hep kaçmıştı.

Sosyologlar dedikodunun ‘sosyal ihtiyaç’ olduğunu iddia etse de o hep iğrenç bulmuştu dedikoduyu. Adı üstünde ‘dedi kodu’ O ortama giren kişiye sorsa ‘kim dedi? Kim kodu?’ Vereceği cevap bellidir. ‘benden duymuş olma ama falancadan duymuştum’ Soruya devam et ‘o falanca nerden duymuş?’ Cevap yine aynı ‘ o da kolancadan duymuş’ Yani dipsiz bir kuyu. Git git aslını bulamazsın. Eleştiri olsa adam gibi gelinir, kaynakları gösterilerek eleştirilir. Ama bunun yapıldığını hiç görmemişti.

Bu düşünce ve öfkeyle evin kapısına geldi. Zili çaldı. Eşi kapıyı açınca aynı öfkeyle içeri girdi. Eşi şaşırmıştı. “Ne o bir şey mi oldu?” diye sorunca “yok bişey sen işine bak” deyip doğru odasına girdi. Yatağa uzanıp oksijen maskesini taktı. Arkasından gelen eşine işaretle oksijeni açmasını söyledi. Eşi oksijeni açınca derin derin solumaya başladı. Onun bu hallerini gören eşi dışarı çıkarken “yine geliciler gelmiş buna” diye sokurdanıyordu. Eşinin arkasından söylenecekti. Kapıdaki kabalığı aklına geldi, sustu. Az sonra uyumuştu.

Burnunda bir şeyler fark edip irkilerek uyandı. Baktı karısı düşen oksijen hortumunu burnuna takmaya çalışıyordu. Gülümseyince eşi “hey heyler gitti mi?” dedi. Hastafendi kapıdan girerken yaptığı tersliği hatırlamıştı. Gülümsedi ‘boş ver’ der gibi elini salladı, sonra eşine “kızgınlığım sana değildi, aklıma bir şey geldi. Ona canım sıkıldı” dedi. Eşi “ben anlamıştım zaten. Sen bu yazma işine ara ver. O seni çok yoruyor. Deminden beri bakıyorum, öyle bir şeyler sayıklıyorsun. Sanki kabus görüyor gibiydin” dedi.

Hastafendi eşinin bu sözlerine hiç tepki göstermedi. Çünkü eşinin haklı olduğunu biliyordu. Gerçekten günlerdir Öykü Yolculuğuyla oradaki karakterlerle yatıp kalkıyordu. Aklında hep o insanlar, onların yaşam öyküleri vardı.

Hiç bilmediği, ancak tahmin edebildiği öyküleri kurgulamaya çalışıyordu. Bu da haliyle onu çok yoruyordu, ama bırakamazdı ki. Yazmak onun için adeta bir yaşam biçimi olmuştu.

Yazmak, yazmak. Sayfalarca yazıyor, notlar alıyordu. Zaten bunların çoğunu gece yatakta düşünerek kafasında oluşturuyordu. Eşi uykuya dalıp hafiften horlamaya başlayınca Hastafendi o horultuyu fon müziği yapıp sürekli aklında kuruyor, ‘unutmayayım diye’ bazen usulca kalkıp aklındakileri laptopa kaydedip geliyordu.

Aylardır rüyası, düşü, düşüncesi hep öykülerdi. Yazdıklarının belli bir yönü, özelliği yoktu. Yaklaşık yüz elli öykü, iki roman, iki uzun hikaye denemesi, onca politik yazı veya yorum. Sanki bir yerlerden görevlendirilmiş gibi işi gücü bunlar olmuştu. Eşi “yoruluyorsun” dese de bu çok tatlı bir yorgunluktu. Ömrünü yazarak tüketmeyi kafasına koymuştu ve hala yazacak çok öyküsü vardı.

Eşinin sözleri üzerine aklından bunları geçirdi. Eşi yemek hazırlamak için gidince yine geldiği dolmuşa döndü. Haydar dayı aklına geldi. Onun verdiği ipucu ‘Ferhat’ın kahve’ hem Temur Efendinin hem de İstanbul’un ellili yılları için, daha doğrusu İstanbul’daki yaşamları anlayabilmek için çok işine yarayacaktı.

Ellili yıllarda Anadolu’dan gelen herkesin ilk uğradığı, adres aldığı, hemşerileriyle buluştuğu; her şeyden önemlisi Anadolu’nun bozkırından denizler içinde bir büyük şehre gelmenin, o farklılığı görmenin şokunu atlatmalarına yardımcı olan bir sıcak, tanıdık bir mekan gibiydi Ferhat’ın kahve. Daha doğrusu Hastafendi öyle hayal edip kurgulamayı düşünmüştü Ferhat’ın kahveyi.

Bu sırada eşi seslenip yemeğin hazır olduğunu söyledi. Hastafendi suçlu suçlu kalkıp elini yüzünü yıkayıp masaya oturdu.

O gün ev çok sessizdi. Fazlaca bir şey konuşmadan yemekleri yediler. Yemekten sonra eşi ona birlikte alışveriş merkezine gitmeyi önerdi. Ama Hastafendinin gündüzden bu yana tadı yoktu. “Siz kızla gidip gelin, ben dışarı çıkmayacağım” dedi. Ses tonundan ısrarın anlamsız olduğu anlaşılıyordu. Kız işten gelince eşi ona “baban bugün hiç tadı yok. Gel birlikte dolaşalım, o kafasını dinlesin” dedi.

Kız “ne oldu babama hastamı yoksa?” derken her zamanki paniğin içindeydi. Annesi gülerek “yok hasta falan değil. Sabahleyin yine o eczaneye gitti. Dönüşte ateş gibiydi” derken gözü eşindeydi.

Hastafendi eve geldiği sırada öfkeli halini anlatacak diye eşine ters ters baktı, “yok kızım, annene bakma sen. Biraz keyfim yok hepsi o. Hadi siz annenle gidip dolaşıp gelin de ben biraz bir şeyler yazayım” deyince kızı “ay baba. Öykü öykü derken kendini çok yoruyorsun. Biraz ara ver Allah aşkına” dedi. Bu sırada eşi hazırlanmaya başlamıştı. Hastafendi “tamam kızım yormam kendimi. Ben biraz oksijen alayım” deyip yattığı odaya geçti.

Oksijen almak onun kaçamağıydı. Çünkü ‘oksijen alayım’ dediğinde akan sular durur, kimse  ‘dur’ falan demezdi.

Bu şekilde eşinin laf çarpıtmalarından kurtulmuştu. Odasına geçip yatağa uzandı oksijen hortumunu da burnuna taktı. Bu sırada arkasından gelen eşi oksijeni açtı.

Bu sanki eşinin göreviydi. Her zaman oksijen maskesini burnuna takar oksijeni açması için eşini beklerdi. Şimdi de eşi gelip görevini yapmıştı. Sonra gelip yanağından öpüp “fazla yorma kendini” dedi. Hastafendi eşinin burnundan tutup sıkmıştı. Böylece eve geldiği sırada başlayan soğukluk sona ermiş, barış sağlanmıştı.

O derin derin oksijen alırken kızı ve eşi hazırlandı “çok geç kalmayız” deyip alışveriş merkezine gittiler.

Hastafendi oksijen kavanozunda suyun fokurtusunu dinlerken aklına yine Temur efendinin elinde tahta bavulu ve çıkınıyla tren istasyonunda tren bekleyişi geldi.

O yıllarda şimdiki gibi hızlı tren veya motorlu trenler yok tabi. İs çıkararak çığlık çığlığa ilerleyen kara trenler oflaya puflaya yolcuları menzillerine ulaştırma gayreti içinde.

‘Kapının ardı’ gurbet diyen, bir köyden bir köye gelin gönderen anaların kendilerini yerden yere attığı bir halkın ekmek için, nafaka için hiç bilmedikleri, sadece adını duydukları bir şehre ‘eski payitahta’ ulaşmak için ‘ulam ulam’ yollara düşmelerini doğru anlamak gerekiyordu.

Gerçi bu halk; yani Anadolu Halkının yollara düşme geleneği eskiden de vardı, ama yıllardır yaşadıkları yerlerde yaşayıp gidiyordu. Hangi akıl onların aklına düşürmüşse ‘İstanbul’un taşı toprağı altın’ sözünü inanmışlardı bir kere o söze. Daha doğrusu inanmak isteyip de yola düşmüşlerdi.

Meşhur ‘Kara tren’ türküsü belki henüz o yıllar yakılmamıştı. Raylarda uzayıp giden vagonlarda Anadolu’dan İstanbul’a umut taşıyan trenlerde kompartımanlar tıklım tıklım olması gerekiyordu.

Belki gurbet Türküleri de o akından, İstanbul’a akından sonra yakılmıştı ‘kim bilir?’.

Ama en yanık Türkülerdi onlar. Hele içlerinde bir tanesi var ki; ‘yarim İstanbul’u mesken mi tuttun? Gördün güzelleri beni unuttun’ diye başlayan. Yürek dayanmazdı ona.

Giden, belki de hiç geri dönmeyen veya dönüşü geciken yarinin arkasından burcu burcu hasret kokan ve sitem dolu bu türkü yıllardır dillerden hiç düşmedi.

Hastafendinin bunlar aklına gelince yine mahzunlaşmıştı. Kim bilir belki onu da bırakıp giden bir sevdiği vardı da o aklına düşmüştü.

Tren yolları aklına geldi. Trenlerin geçtiği yol üzerindeki köyler, o köylerde yaşayan insanlar.

Hastafendi gençlik yıllarında tren yolculuklarını çok severdi. ‘Fırsat buldu mu?’ mutlaka tren yolculuğuna çıkardı.

Aslında bu tren yolculukların başlangıçta bir amacı vardı tabi…

Çocukluktan çok sevdiği bir kız vardı. Hani ‘çocukluk aşkı derler ya’ işte öyle bir şey. Zaten Hastafendi “aşk” deyince “insan bir kere aşık olur. Ötekiler aşk değil; olsa olsa sevgi veya hoşlanmadır. Ve gerçek aşk çocukluk aşkıdır. Çünkü ötekilerde ortalama insanın riyası, ikiyüzlülüğü gizlidir; güvenilemez” derdi. Tabi bu durum insana göre değişir. Ama herkes bu satırları okuduktan sonra geri yaslanıp “doğru mu? Değil mi?” diye düşünmeden hüküm vermesin.

İşte Hastafendi o çocukluk aşkını görmek için trene atlar giderdi. Bahanesi de hazırdı çok sık yapılan o yolculukların. Soran olursa “o okulda okuyan kardeşimi görmeye” diyecekti. Yani kendi kendini öyle kandırırdı.

Ancak o kadar gidip gelmiş; onu görememişti. Son sınıf olduğu için köylerde staj yapıyormuş.

Kardeşi o yıl birinci sınıftı ve çok küçüktü. Belki kendine yedirememişti; kardeşine o kızı görmek istediğini söylemeye.

‘Neden öyle yapmıştı? Gerçekten o kızı görmek istiyor muydu? Yoksa öylesine sırf merak ettiği için mi gidiyordu? Veya ‘belki beni unutmuştur kaygısı mı vardı?’ bilemem. O sorunun cevabını bugün kendi bile veremiyordu; ama yüreğinin bir yerlerinde buruk bir pişmanlık belki o günlerdeki o bohem yaklaşımının pişmanlığıydı. Bunun cevabını kendi bile bilemiyorsa; başka kim bilebilirdi ki?      

Ama onun özelliğiydi bu; yani kendi kendine boş vermişliği; yani amacını hep gizlemesi. “Belki bugün görürüm” umuduyla trene atlayıp gidip de ‘göremeyince’ kardeşine o kızı görmek için geldiğini söyletmeyen; “tekrar gelsem görebilir miyim? Bir sor ona” dedirtmeyen…

Neyse ne, ne? İşte o sıralar edindiği tren yolculuğunu giderek çok sever olmuştu.

Trenlerde giderken gördüğü kasaba ve köyleri; oralardaki evleri, o evlerde yaşayan insanları düşünürdü.

Oralarda yaşanan hayatları hayal etmeyi çok severdi. O sırada aklına bin bir düşünce üşüşür, sanki o insanların hepsi tanıdık gelirdi ona.

‘Acaba?’ derdi. ‘Oralarda benim gibi özlem duyup da o özlemle sevdiğini görmeye gidip; vardığı yerde bulamayınca onu arayıp sormayı ar edinen; sonra için için yanan varmı ki?’ diye düşünür bir cevap bulamazdı.

Gençliği hep evinden uzaklarda geçmişti. Belki ondan, belki de içinde yaşayan; ama bir türlü kavuşmamış olduğu özlem gereği yolculuk, gurbet ona hep tatlı bir hüzün verir; duygusallaştırırdı.

İşte o sıralar hep umursamıyor gözüktüğü veya kendini öyle kandırdığı sevdiklerinin yanında olmanın özlemini çekerdi.

Onun gençlik yıllarında şimdiki iletişim ve ulaşım olanakları yoktu tabi. En bilinen iletişim olanağı telefondu. Onunla konuşmak da meseleydi yani.

O yıllar manyetolu telefon yılları. Telefonu bağlamakla görevli memur ‘Ankara sen aradan çık, Konya, Konya’ diye şehir isimlerini saya saya bağlantıyı sağlamaya çalışırdı.

O yıllarla ilgili hiç unutmadığı bir anısı vardı.

Henüz on sekizinde devrimci heyecanla düşmüştü yollara. Kaldığı kasabada o gün pazardı. Dönerciye gitmişti. O sıra dönercide bir pikapta ‘dağlar kızı Reyhan’ türküsü çalıyor, dönerci de neşeyle türküye tempo tutarak elindeki bıçakla döner kesiyordu.

Nasıl olduysa o sıra aklına anası babası düşmüş, telefonla konuşmak istemişti onlarla. Yemekten sonra hemen yandaki postaneye telefonu yazdırmış, postanede saatlerce bekledikten sonra telefonun bağlandığı söylenmişti.

O heyecanla telefonu eline alan Hastafendi telefondaki sese hasretle “babacım sizi çok özledim” diye başlayan konuşma yapmıştı. Oysa konuştuğu babası değilmiş. O sıra memleketinde teyzeoğlunun düğünü varmış. Postanedeki memur bakmış babası yok; o sıra bulduğu eniştesini telefona çağırmış. O da “ben baban değilim, eniştenim” dese anlaşılıp anlaşılmayacağı belli değil “söyle oğlum” deyip babası gibi onunla konuşmuştu.

Anası yıllar sonra o olayı anlatırken gülümser “sen hep böyle saftın, çabuk kanardın” diye onunla dalga geçerdi.

Hastafendinin aklına bunlar gelmişti.

Anası aklına geldiği için yine dalıp gitti; Temur efendi de anasıyla aynı yaştaydı. Belki bir iki yaş küçük. Onun askerden geldiği yıllarda Hastafendi de yeni doğmuş iki üç yaşlarında bir çocuktu.

Devir Demokrat Parti devri. Ülke büyük bir savaş tehlikesini yenice atlatmış, onun yorgunluğu vardı halkta; o yorgunluk ve sıkıntıyla sarılmışlardı Demokrat Parti’ye. Yokluk ve korku bunaltmıştı herkesi.

‘Alaman Harbi’ diye tanımlıyor, biliyordu halk İkinci Dünya Savaşını . Almanlar az sıkıştırmamıştı hükümeti “gel illa birlik olalım” diye.

Tabi şimdiki gibi gazeteler çok yaygın değildi. Hükümetin yanında yayın yapan Son Havadis ve CHP nin gazetesi Ulus en meşhurlarıydı. Ama onlar da köylere o da belki üç dört günlük, bir haftalıkken gelirdi. Radyo desen o da çok varlıklı evlerde bulunurdu.

Temur Efendinin köyünde radyo yalnız muhtarı evinde vardı. Muhtar daha önce CHP liyken şimdi hızlı Demokratçı olmuştu.

Zaten hep öyleydi. O günün Demokratlarının hemen hepsi dünün Altık Okçularıydı. Yıllarca orada particilik yapanlar bakmışlar orda ekmek kalmadı, ekmek artık muhalif olmakta hızla Demokratçı olmuşlardı.

Hele savaş yıllarında. Her türlü karaborsacılığı yapan onlar olmasına rağmen en çok sızlanan hükümet aleyhine propoganda yapan kah “Almanlardan yana olalım” diyen kah İngilizci Rusçu olanlar da onlardı.

Ama kurt politikacı hiç tınmamış, hem Almanları hem İngilizleri, hem Rusları bu arada arada bir devreye giren ABD’yi de idare etmesini bilmiş ülkesini savaşın tam sınırında tutmuştu.

Tabi o sıra uyguladığı bu politika gereği ekonomik yönden sanki savaştaymış gibi aldığı önlemlerle her şeyi halka aynı eşitlikte dağıtmaya, sıkıntıyı herkesle paylaşmaya çok çalışmıştı ama şimdi sıkı Demokratçı geçinenler o sıra fırsatçılıkla epey yükü tutmuştu.

Herkesin gözü İstanbul’daydı...

Sonraki yıllar da bu savaş sırasında çekilen sıkıntıları anlatılan hikayeler hep İstanbul’u, Ankara’yı, İzmir’i anlatsa da asıl sıkıntıyı çeken her zaman olduğu gibi Anadolu insanı, kırsal kesim insanı olmuştu.

Laf lafı açıyor, laf kapıyı açıyor misali. Hastafendinin aklına babasını ziyarete gelen arkadaşı ve onun anlattıkları geldi.

Bir öğle vaktiydi. Balkonda babasıyla, anasıyla oturan Hastafendi birlikte sohbet ederken kapının tak tak vurulduğunu duydular.

‘Kim o diye?’ seslendiklerinde yaşlı bir ses ‘çavuş orda mı?’ diye soruyordu. Sonra kapıyı açıp merdivene gelince siması belirdi.

Hastafendi “buyur amca” derken babası da tanımış “O hoş geldin arkıdaş ya” demişti. O ‘hoş gelen’ arkadaş merdivenden çıkıp gelirken Hastafendinin babasına bakarken az ağlamaklı olmuş “çavuşla helallaşmıya geliyon” demişti.

Buyur ettiler. İki eski arkadaş konuşurken öğrenmişti. O gelen misafir Hastafendiye “sen biliyon mu? Bubandan bi tokat alıcem var. Onu almıya geldim” demişti gülerek. Sonra babasıyla birlikte anlatmışlardı.

O yıllar askere gidecek yaşa gelen veya yaklaşan gençleri olası bir savaşa hazır tutmak için her gün askerlik şubesinde toplayıp talim yaptırırlarmış. O sırada görevli olan çavuş Hastafedinin babasına o arkadaşa bir tokat atmasını söylemiş. Hastafendinin babası önce olmazlanmış.

‘Öyle ya durduğu yerde arkadaşa niye tokat atsın ki?’ Ama onbaşı ısrar edince önce ona yavaşça vurmuş. Çavuş Hastafendinin babasına “öyle tokat atılmaz, böyle atılır” diye şiddetli bir tokat akşedince Hastafendinin babasının yüzünde şimşekler çakmış. O da ikinci tokatı yememek için arkadaşına çok şiddetli bir tokat atmış. Babasının arkadaşı burada araya girip “emme gözlemden ateş çıkarttın valla. O tokadı hala unudameyon” demişti gülerek.

Hastafendinin aklına bunlar gelince aklı yine Temur Efendiye gitmişti. Tabi Temur efendi Alman Harbinin başında altı yedi yaşlarındaydı. Onun köyünde de belki ağabeyi askerlik şubesine çağrılmış talim ettirilmişti.

O sıra küçük bir çocuk olan Temur Efendi ağabeyinin her gün askerlik şubesine gidip gelişini anlamaya çalışıyordu. Belki onun ağabeyine birine tokat attıran veya birini ağabeyine tokat attıran bir çavuş vardı.

Zaten bu hep böyledir. Özellikle aydınlanmamış birine yetki verirsen ilk yapacağı iş yetkisinin gücünü tanımak veya tartmaktır. Hele askerde bu yetkiyi çok sorumsuzca kullanan o kadar çok kişi vardır ki. 

Birçok, özellikle orta yaş ve üzeri erkeğin ‘ne askerlik anıları vardır kim bilir?’ Öyle kafasına sinmiştir ki o öyküler, yaşanmışlıklar. Bir anlatmaya başlasın sanki o yılları yaşar gibi anlat anlat bitiremez.

Hastafendinin babasının da çok askerlik anısı, dedesinin esirlik ve kuvvayı milliye yılları çok anısı vardı. Hastafendi o yılları onlardan dinleye dinleye kendi yaşamış gibi olmuştu adeta.

Hele babasının ikinci savaşı sırasında yaptığı askerlik görevi sırasında anlattıkları aslında içler acısıydı. Ama Hastafendi o yılları kısaca kara mizah içerikli ‘Torbadaki Tavuk’ adlı öyküyle anlatmaya çalışmıştı.

İnönü’nün niye fellik fellik savaştan kaçtığının, kaçındığının öyküsü o yıllardaki askerlik anılarında gizlidir.

Öyle ki askerin giyecek ayakkabısı, elbisesi yokmuş. Bırakın tüfeği şunu bunu; ayağında doğru dürüst ayakkabısı yokken gideceği her yere ‘tatbikat var’ adı altında yayan gidermiş. Yemek için çıkan karavana arpa, yulaf lapasında bir de mevsiminde kapuskadan başka bir şey yokmuş.

Yıkanmaya yıkanmaya bit almış yürümüş. Meşhur (bitli piyade) deyimi o yıllara aittir.

Hal böyle olunca sayıca asker sayısını artırıp kuru kalabalıkla Alman’ın İngiliz’in gözünü korkutmaktan başka çare kalmamış. Babasının anlattığına göre Ankara’dan Kastamonu’ya oradan İnebolu’ya kadar aylarca dağlarda dolaşmışlar. Ellerindeki silahlar kurtuluş savaşından kalmaymış. Taburda araç olarak sadece tabur komutanına ait at varmış.

O kalabalık asker birlikleri oradan oraya taşınmış durmuş. Sanki herhangi bir harbe hazırmış gibi görüntü verilmiş.

Babasının dediği gibi o kadar olanaksızlıklar içinde olsalar da ‘gerçi iş başa düşünce Alaman, İngiliz’ tanımazlarmış ya. Neyse baştaki eski asker kurt politikacı İnönü büyük bir maharetle Türkiye’yi o savaşın dışında tutmuş.

Savaş sonrası muhalefete düştüğü yıllarda yaptığı yurt gezisinde ‘bizi aç bıraktın’ diyen yeni yetme birine “evet sizi aç bıraktım, ama öksüz bırakmadım” diye söylediği söz bugün bile bilinir.

O yıllardan şimdi yatıp kalkıp “Suriye’ye saldıralım” diye yırtınan politikacıların yönettiği bir Türkiye’ye geldik. Hiçbiri bu savaş ‘yurttaşa kaça mal olur? Kaç can gider? Kaç çocuk öksüz? Kaç ana baba evlatsız kalır?’ işin orasında değiller. Sadece kendi iktidarlarının devamı umurlarında…

Lafa geldi mi? Yatıp kalkıp o yıllara, o yıllarda çekilen sıkıntılara gönderme yapıyorlar. Tabi halk hele yeni yetişen genç nüfus yaşanan gerçeklerin farkında değil. Söylenenlere inanıp savaş kışkırtıcı politikalara öylesine bön bön bakıyorlar.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder