28 Eylül 2016 Çarşamba

UZAYAN GECENİN HİKAYESİ



Merhaba; burada uzayan gecenin başından sonuna bütün hikayeyi paylaşarak bir bütün olarak okunmasını amaçladım.

Hikayeme benim için uzayan bir gecede başladım. Çünkü o günde yine uzun bir gece olmuştu. Öyle olunca beş saattir yattığım yerde gecenin sesini dinlerken yıllardır yaşadıklarım bir film şeridi gibi gözümün  önünden geçti.

Az buz değil tam atmış beş sene. Gece ve gündüzüyle geçen atmış beş yıl. Haliyle bu kadar yılda az şey yaşamadım.

Hep yazarım; uzun geceleri en çok yaşayan hastalardır. Hele benim gibi 'tedavi süresinde gecen gündüzün karışmışsa bir birine' işte o zaman bitmek bilmez geceler.

Coah hastalığı hiç geçmeyecek bir hastalık olduğu için; uzun geceler bir başına neler yaşamazsın ki? Tıpkı benim bu gece yaşadığım gibi.

Gözüm hemen karşımda balkona açılan cam kapıdan dalları balkona sarkan kayısı ağacının esen hafif rüzgarla geceye selam verişini izleyip uzaktan gelen kesik kesik köpek havlamalarını dinlerken uzaktan sabah ezanını okuyan hocanın sesi geldi..

Hani derler ya! "sabah ezanının kaçta okunduğunu en iyi hocalar ve hırsızlar bilir" diye bir laf vardır; ama eksiktir bu. Benim gibi geceleri uzun uzun yaşayan hastalar da iyi bilir.

O ezan okunduğu ana kadar gözümün önünden bütün yaşadıklarım geçti. Bu sırada atmış dokuz seksen yılları arasında yaşadıklarımı tekrar yaşadım.

O sıra yazmaya devam ettiğim hikayelerin kahramanları çıkıp geldi dosyalarından. Onlarla ileri geri epey sohbet ettik. Velhasıl onlarla birlikte iyi bir gece geçirdim.

Kuşkusuz bunları 'şimdi olduğu gibi' yazıya dökeceğim.

Bugün tedavimin yedinci günü…

Grip için “ilaç kullanırsan bir hafta; kullanmazsan 7 günde geçer” diye esprili bir laf vardır. Sağlıklı insanlar için gerçekten öyledir.

Benim gibi Coah hastaları bırakın grip kapmayı enfeksiyon olursa; yani akciğerlerde mevcut mikrop bir nedenle harekete geçerse tedavi süresi ilaçla on gün. Grip gibi “ilaç almasam” derseniz; o işin de kolayı var. İlk istasyondan bilet alıp yallah Hades ırmağının içine atarısınız kendisini. Orada yeni dostlarınızla yüzmeye başlarsınız. Yani bu Coah insanı hiç uğraştırmaz. Onun için rahatsızlığımdan bu yana ilaçlarımı düzenli kullanıyorum. Yani daha üç gün daha antibiyotiğe devam…

Yedinci günün gecesi keyfim yerinde olunca uykum tutmadı. Gözüm camlı kapının hemen ilerisinde kayısı ağacında dalıp gittim bir başka aleme; öykülerdeki dostlarımla sohbete.

Çoğu bu hastalık süresince iki satır yazmaya gücüm yetmeyeceğini bildiği için “ne oldu bizim hikaye?” diye sıkıştırmaz. Onun için onlarla sohbet bu nekahet süresinde keyifli olur.

Temur efendi “bizi Eskişehir yolundaki pompacıdan ne zaman çıkaracaksın?” diye sordu.

Ee! Arkadaş haklı. Ramiz efendi onu Göçmen Recep’in yanına yerleştirmiş; o gün de ilk sefer için ‘güle güle’ demişti.

O ‘güle güle’ demişti,; ama Göçmen Recep Bilecik rampasında kara yakalanmıştı.

O yıllar Haydarpaşa limanına boşalan mallar trenle gidermiş Anadolu’ya. DP iktidara geldikten sonra Marshal yardımını almış. Ama elin oğlu pardon Amerikan baba o krediyi karakaşımız kara gözümüz için vermedi ki! Ürettiği motorlu araçlardan satmak için verdi. Öyle olunca DP durumdan vazife çıkarıp “tren yolu komünist işi” deyip karayoluna hız verdi. Böylece ilk karayolu taşımacılığı başladı.

Kara yolu taşımacılığı başladı; ama 'bunların gidecek yolu var mı? Yook' Ee nasıl olacak bu iş?’

"Şimdilik köylünün süse" dediği makadam yollarda gide korlar; ‘göç yolda düzülür hesabı’ biz bu arada asfalt işine de başlarız” diye düşündüler. Bu da kredi veren Amerikan dede için kaymaklı kadayıf oldu.

O da "o yolda kamyonların haşatı çıkar. O zaman da tamir için yedek parça fabrikaları kurarız.  Arkasından bize pahalıya mal olan araba imalatının hamballığını; yani montaj işine sokarız bunlara" deyip uzun vadeli krediyle satmışlar araçları.

DP de bu kredi işine falan yeni alışıyor ‘vadeli malı bedava sanıp’ başlamış ithalata. Araçları da vadeli satmaya başlamış. Bu gelişme çoğu asker ocağında ehliyet alarak şoför olan bizim insanımızın da işine gelmiş. Yani öyle zannetmişler… Tıpkı şimdinin kredi kartlarını beleş para sananlar gibi “vadeli nasıl olsa?” deyip araba alma kuyruğuna girmişler.

Önceleri daha çok yeni yeni başlayan şehir içi ulaşıma yönelmişler. Taksi dolmuş almışlar. İlk kuyruklu Amerikan arabaları o sıra dolaşmaya başlamış İstanbul içinde.

Kimisi daha hevesli “bu yollarda kamyon çalışır mı?” diye düşünmeden kamyonculuğa soyunmuş.

İlk o sıralar Haydarpaşa limanından karayoluyla nakliye şirketleri kurulmaya başlamış. Üç beş arkadaş birleşip ‘nasıl olsa vadeli deyip’ ikişer üçer kamyon almışlar. Öyle olunca borçları ödeme telaşı başlamış. “Öyle ya! Ödenecek bir dünya senet”

İşte Temur efendinin Göçmen Recep de önce peşin bir araba almış. ‘İşi büyüteyim be ya!’ diye bir daha almış. İki kamyonuyla limanda tuttuğu yazıhaneye “göçmen nakliyat” diye yazdırmış.

İşte o sıra ikinci kamyon için Ramiz efendiye “senin Birol benle gelse olur mu? Şöyle bir buluncaya kadar be ya!” diye gelmiş. O da ikinci dolmuşu Birol’ü düşünerek aldığını söyleyip “olmaz be ya! Benim öteki dolmuşu ona vereceğim” demiş. Sonra “dur bi dakka! Bizim Birol’ün asker arkadaşı var burada. Birol ‘çok iyi şoför’ diyor. Ehliyeti Birol’le askerlik yaparken almış. Bi dene istersen onu” diyor.

Göçmen önce kel kafasını kaşıyor sonra “olur be ya! Biz ehliyeti üniversite de almadık. Hepimiz asker ocağında üğrendi bu bok yiyeni. Afyona yük saracağım. Makine parçası. Onu da alırım yanıma. Birlikte gideriz. O yolda bakarım kızanın şoförlüğüne. Arada arabayı ona veririm. Hem yol üğrenir hem alışır benim delikanlıya. Havada kar olacak gibi. İşin başından üğrenir yani” deyince anlaşmışlar

İşte o gün onları Limandan Ramiz efendi “güle güle” diye uğurlamıştı.

Şom ağızlı Göçmenin “havada kar var” deyişini yukarıdaki duymuş Adapazarı sapağında yukarıdan boca etmiş karı yola.

Bilecik rampalarında yol görünmez olunca Temur efendiye “tübe valla! Ha ben laf olsun diye Ramiz efendiye ‘havada kar olacak gibi’ dedim. Duydu yukarıdan dediğimi “Madem benim işimi karışırsın ‘al sana kar!’ dedi” diye anlatmış karın çoğalmasını.

"Tübe!" diye diye ‘arabayı da Temur efendiye vermeye korkmuş’ kendi devam etmiş yola. Niyeti Bozüyük’ten Eskişehir’e sallanınca verecekmiş arabayı. O aklına gelince  ‘Tübe! Valla bi da karışmam işine” diye söylenirken Bilecik’i geçmişler.

Temur efendiye "Eskişehir yolunda Tatar Ramazan’ın pompa istasyonu var. Oraya kapağa attık mı? Korkma" demiş.

Bizim Temur efendi buz gibi bir adam. Ağzından laf dirhemle çıkıyor. “İnşallah” demiş. Öyle deyince Göçmen içinden “şükür dili varmış. Konuştu be ya!” diye geçirmiş. Çünkü oraya kadar hep kendi konuşmuş; yeri gelince Temur efendi kafasını sallamış.

Neyse bu buranın hikayesi değil zaten. O yolculuğu Öykülerle yolculukta okursunuz.

Dün gece Temur efendi bizim sohbete katılıp “bizi Eskişehir yolundaki pompacıdan ne zaman çıkaracaksın?” diye sorunca anlattım yukarıda yazdıklarımı.

Temur efendi sorunca “sen de bilirsin. Bu bok yiyen hastalıkta böyle enfeksiyon oldu mu? Kuş gibi civiyor adamı. Bir haftadır elim varmadı. Ondan önce Datça’da tatil meselesi çıktı. Gerçi ‘ne tatili?’ ayağımı suya sokamadım. Datça’nın havası mı? Oksijeni mi çarptı beni” deyince telaşlandı. “Aman kendine dikkat et. Biliyorsun benim bu yollarda üşüterek ciğerleri yedim. Sonrası malum kanser… Senin odaya yoğun bakımdan getirdiler. Bildiğin gibi iki gün sonra Hades’e uçtum” dedi.

Derken ötekiler geldi. Üç beş öykü kahramanıyla biraz dirilmenin keyfiyle laflarken Deli Hayriye çıkıp gelmez mi “noldu bizim hikaye? Benim aşk hikayemi yazmecen mi? Yoğusam” diye sorucu Arap gibi.

Onun öfkeli gelişinden ürken Temur efendiyle ötekiler "sana Allah kolaylık versin" deyip kayboldular.

Deli Hayriye eli belinde “deli oldumu anlayınca gaçdıla seninkile” dedi gülümseyerek; sonra “sahi benim iş nolcek. Alimle benim aşkı yazcen deyodun” dedi.

İçimden kızdım kendime. Kadını kendim bela etmiştim başım.

Onu ve oğlu Zeynel’i “Kurban Paycısı” başlıklı öyküme öykü kahramanı yapmıştım.
O gün o hikayede oğlu Zeynel ardından dalgın baktığını görünce “Zeynel nereye gidiyor?” diye sormuştum. Sormaz olaydım. Başladı anlatmaya “Ne bilem ben? Fitre paralandan aldı şarap içşek her hal” dedi sonra “Emme Alimin bene armağanı o” demişti.

Ben “Ali kim kocan mı?” deyince “Gocem tabi. Şindik rahmetli o. Emme bi gız bi oğlan galınca ondan. Onlara ‘saçımı süpürge edip’ bakdım. Kimseye muhtaç etmedim” dedi. Derin bir iç çekti “Alim beni gaçırdıydı” deyip ‘nerede nasıl?’ tanıştıklarından başlayıp bütün hayatını anlatmıştı.

Anam da iki de bir “oğlum senin bu yazdıklan para etmez. Böyle boşa uğraşıp durma. Bi aşk romanı yaz. Şindiki gızla hep aşk romanı okuyomuş. Gomşula öyle dediydi” diye aşk romanı yaz dediği aklıma gelince Deli Hayriye’ye “bizim gız. Ben senin bu aşk hikayeni yazayım mı?” diye sordum. “Nası?” diye sordu. Ben de “yazıp kitap haline getiririm senin aşk hikayeni. Herkes okur öğrenir” deyince heyecanlanmış “essah mı deyon?” diye sormuştu. Ben de “essah deyon” deyince çok sevinmişti.

Böylece onun aşk hikayesini de öteki hikayelerin yanında bir başlık atıp “Hayriye ile Ali” diye “Leyla Mecnun” misali başladım yazmaya. On beş sayfa kadar da yazdım.

Araya malum aralar girince bir aydır el atmamıştım onun hikayeye. Bir iki sefer gelip sorunca bu aleti açıp “şimdi yazmaya devam edeceğim” diye savuşturmuştum.

Hınzır kadın Datça’dan beri beni takip ediyor; arada bir gelip yokluyormuş. Ben özellikle son yedi gündür başımı bile kaldıramamıştım ki! “Nasıl yazayım?”

O gelip gitmiş beni hep uyur bulunca ses etmemiş. Bugün diğer öykü kahramanlarıyla sohbet ederken görünce öfkelenip gelmiş “noldu bizi hikaye?” diye hesap sormaya.

Diğerleri gidince ona ‘hastalandığımı; gözümü bile açamadığımı’ söyledim. “İlk kez bugün canlandım” dedim.

Ben öyle deyince çok üzüldü “abu bizim oğlan canla uğraşıyomuş. Nolcek? ‘bene boşuna Deli Hayriye’ dememişle... Hana adamın derdi öküz gadının derdi sakız gibi olmuş. Abu bizim oğlan. Valla gusuruma bakma. Hana sen dedin ya! ‘senin Alinle aşkını herkezle okucek’ deyi ben ondan şey eddiydim” diye özür dileye dileye öldü.

Deli bu. Toplaması bir dert; dağıtması bir dert... Boş bulunup söz vermiştim; ama “hemen yazarım” dememiştim.

“Senin gibi çok insan var hikayesini yazdığım. Sırayla her birinizden ikişer üçer sayfa yazarım” demiştim; ama kadın haklı. Bir ayı geçiyor açmadım bile onun hikayesini. Ne kadar yazdıysam başında; orada duruyor.

Şimdi gelmiş hesap sormaya. Hasta olduğumu öğrenip üzüldüğünü görünce daha bir içim ısındı bu deli kadına. Çok da tatlı anlatmıştı Alisiyle aşkını “Gara gaşlı Alim” diye diye anlatmış sonra bana dikkatli bakmış “aynı senin gaşlan gibiydi” diye gaz da vermişti.

Şimdi onu öyle görünce “söz bizim gız. En çok senin aşkın hikayesini yazacağım” dedim. Pek sevindi. “Eyi ozman. Ben sene ırahadsız edmeyen. Gal salcağıla” deyip gitti.

O gidince ben de bu hikayeyi yazdım.

Zaten ‘Ne gecem? Ne gündüzüm?’ belli olmadığı gibi; konuştuğum insanların ‘Hangisi canlı? Hangisi kurgu’ bende karıştırdım.

Neyse diyeceğim o değil; diyeceğim “her kışın bir baharı her gecenin de bir sabahı vardır” diye ‘beylik laflar vardır.

Doğrudur; her kışın bir baharı; her gecenin bir sabahı vardır.

Bu sözü toplumsal yaşama uyarlamaya kalkınca ‘pek uymadığı görülür’. Çünkü mevsimlerin ve gece ile gündüzün döngüsü kendi matematiksel özelliği içinde sür git devam eder. İnsanoğlunun olumsuz veya olumlu çabaları bu döngüye bugünden yarına olmasa da zaman içinde bir şekilde etkisi olur.

Toplum yaşamındaysa toplumların kıştan kurtulup bahara kavuşması veya geceden aydınlığa çıkması doğa döngüsünü etkilemekten daha zor bedeller ödemeyi gerektirir.

İnsanlık on binlerce yıldır çok ağır bedeller ödeyerek bugünlere geldi; ama hala ne kıştan bahara, ne de karanlıktan aydınlığa tam olarak çıkamadı.

Kuşkusuz bu sonucu hazırlayan çok neden vardır. Ben burada tek tek toplumların değil; genel olarak toplumların bu süreçte kendi içindeki çelişkiler nelerdir? Yani toplumsal yapılarda birinden ötekine kışın kısalmasını veya gecenin daha uzun sürmesinin geneline bakmaya çalışacağım.

Öyle dediğime bakıp “oğlum bu senin işin mi? İyi kötü hikayeye benzer bir şeyler yazmaya çalışıyorsun. Bırak elin üç oğlaklı keçisini; işine bak sen” diyen olursa haksız da sayılmaz.

Ancak uzayan gecelerde bir başıma kalınca aklıma takılan şeyler üzerinde düşünerek vakit geçirmek alışkanlığım oldu.

Öyle olunca her gece aklım ‘bir kuşun daldan dala sıçradığı gibi’ konudan konuya sıçrıyor. “Umarım böyle sıçramaların bir yerinde boşluğa düşüp kaybolup gitmez”.

Neyse “sadede geleyim.” Uzunca süredir aklıma takılan toplumsal aydınlanma üzerine kafa yorarken ‘bu aydınlanmayı engelleyen, yavaşlatan neler olabilir?’ diye düşünürken aklıma toplumsal statünün oluşturduğu ön yargıların aydınlanmanın önünde önemli engel olduğunu ve bunun da sürekli körleşmeyi; yani bilgisizliğe sarılmayı; ya da bilgisiz fikir sahibi olunabileceği savına takılıp kalma sonucunu doğurduğunu düşündüm.

Tabi bu konuda doğru düşünce üretebilmek için biraz felsefe ve sosyal bilgiler konusunda bilgi sahibi gerekiyor; ama benim öyle bir eğitimim yok. O zaman ben de ‘yukarıda yazdığım gibi’ bilgisiz fikir beyan eden insan durumuna düşüyor gibi oluyorum.

Burada beni kurtaranın; yani bir düşünme ve düşünce üretme olanağı verenin okuma alışkanlığım sonucu haşır neşir olduğum  dünya edebiyatı; bunun sonucunda önümde serdiği yaşama Yaşar Kemal’in “Al Gözüm Seyreyle Salih” öyküsünün kahramanı Salih gibi bakabilme yeteneğimin olacağını düşündüm.

Bir süredir kendiliğinde ortaya çıkan öykülerimin de böyle bir sonucu doğurduğunu kimi ciddi eleştirilerden fark ediyorum.

Bu merakımı Bekir başkanın örneği ‘efe donu gibi kısa kesip’ sıkmadan yazımın başına dönersem “Toplumsal statüleşmeyi” öykü dilinde; öyküleştirerek yazmayı deneyeceğim.

Böylece muradımı daha iyi anlatırken okuyan arkadaşların yorumlarla yönelteceği eleştirilerle bu konuda birlikte düşünce üretmeyi deneyeceğim.

Bana göre daha çok inanç düşüncesinin ağır bastığı toplumlar; aynı zamanda toplumsal statünün kendi içinde ördüğü kalın ön yargı duvarlarıyla çevrili olunca ötekini fark edememenin yarattığı körleşme çok daha derin çatışmaları beraberinde getiriyor.

Avrupa inanç düşüncesinin ağırlığının toplumsal yapıda oluşturduğu körleşmeyi çok uzun ve zorlu mücadeleler sonucu çok bedel ödeyerek sağladığı aydınlanmayla geriletmiş; ancak tümüyle ortadan kaldıramamış. Çünkü en aydınlanmış toplumlarda bile özgür bireyin oluşumunun önünde hala inanç körlüğünün yarattığı engeller mevcuttur.

Toplumlar sanayileştikçe toplumdaki statüyü giderek iki sınıfa indirdiği için öteki ayrıntılar o toplumların demokratik yaşamlarını düzenlemede belirleyici engel olmaktan çıkmış; daha çok lokal birikintiler halinde ‘tıpkı kanser virüsü gibi’ toplumda demokratik direnç düşünce harekete geçmek üzere bir kenarda kalmış.

Doğu toplumlarında ise ekonomik temelli toplumsal statüleşmenin yarattığı ön yargı duvarları ‘aşılması çok zor’ engeller oluşturmuş..

Hızlanırsam; örneğin Hindistan… Burada kastlardan oluşan bir sistem vardır. Bu sistem tümüyle ekonomik temellidir. Bu sistem inanç duvarlarıyla araya aşılmaz engeller koyduğu için Hindistan’da bir kast sisteminden ötekine geçiş neredeyse olanaksızdır.

Bu öyle olanaksızdır ki; bu engel öyle kimi bilim ve bilgilenme eğitiminin yükselmesiyle bile aşılması olası değildir.

Hindistan’da dinler arası hep barış ve uyum örnek olarak gösterilir ve denir ki! “Hindistan’da altı yüzün üzerinde din var. Orada İslam dünyasına benzer çatışmalar yaşanmıyor. Herkes birbirinin dinini kabul etmiş” gibi kestirimden değerlendirme yapılıp geçilir.

Burada Hindistan’daki dinler arasında uyumu sağlayanın kastlar arasında ve kendi içinde örülen aşılmaz ön yargı duvarları olduğundan ‘nedense?’ hiç bahsedilmez.

Yani ‘kainatın sonsuza kadar değişmez kuralıymış gibi kabul ettirilen’ kastlardan birinden diğerine; daha doğru doğrusu bir alt kasttan bir üst kasta asla geçmenin düşünülemeyeceği gerçeği hep görmezden gelinir.

Örneğin; Hindistan’da en alt kast sistemindeki insan bir üst kastın içine sıçtığı lazımlığı dökmek için alıp götürürken; içindeki bokuyla lazımlığı bir matahmış gibi başının üzerinde taşımak zorundadır. O kişi veya çocuğu ‘hangi eğitimi? alırsa alsın; ‘hangi mesleği?’ yaparsa yapsın kast sistemi içindeki statüsü asla değişmez ön yargı duvarları içinde sonsuza değin o kast sistemi içinde mahkumiyetini sürdürmek zorundadır.

Hindistan’da bu kadar katı kurallarla birbirinden ayrılmış olan toplumsal yapıda bireyin içinde bulunduğu statüyü aşıp özgürleşmesi ve özgürleşen bireylerle demokratik bir toplum oluşturması neredeyse olanaksızdır.

O ülkeler ‘buna Japonya’da dahil edilebilir’ ülkeden ülkeye bu katı kurallarla ayrışmayı aşamayınca “bunlar bizi geleneksel değerlerimiz; kültürümüz” deyip topluma da kabul ettirmişler ve bu kabullenmişlik üzerinden bilim ve teknolojide gelişmeyi sağlamışlardır.

Böylece “çok renkli” diye sunulan kültürel yozlaşmanın ürettiği her koşulda yönetilebilir insanların oluşturduğu topluluklar haline gelmişlerdir.

Buradan bakınca; batı ve doğu arasındaki temel farkın dünya statüsünde batı toplumun her koşulda üstünlüğüdür.

Yani dünyada toplumsal statü aydınlanmış beyinli özgürleşmiş bireylerin oluşturduğu demokratik toplumsal yapılarla geleneksel ilkelliklerini ‘kültür’ vb. tanımlamalarla süsleyip bireyin özgürleşmesini söz konusu etmeyen; ama dünya ölçeğinde en azından silahlanma yarışında yer alan toplumsal yapılar arasındaki farkta belirgin olarak ortaya çıkar.

Böyle bir girişle umarım bu yazım yolculuğunun nereye gideceği fikrini verebilmişimdir.

Önümüzdeki süreç bizim toplumsal yapıyı da etkileyen doğuda mezhep ve aşiret ilişkileri temelinde oluşan statüler; batıda da köy ve kasabalarda ileri gelen, eşraf veya ileri gelmeyen, fakir ötekine bir şekilde mahkumiyetin oluşturduğu statüleşmelerin oluşturduğu ön yargıların inanç diye dayatılan körleşmeyi ‘nasıl beslediğini?’ ve bunun toplumun siyasal yapısına, toplumsal dönüşümünün önüne ‘hangi engelleri?’ koyduğunu hikaye dilinde yazacağım.

Buraya kadar yazdıklarımı zor zahmet sıkılmadan okuyan arkadaşlarımla ‘toplumsal yapımızı saran ön yargı duvarlarını nasıl aşıp özgür bireyler kulvarında buluşabileceğiz?’ yani ‘toplum olarak yaşadığımız uzun geceden aydınlığa nasıl aşabileceğiz?’ sorusunu kurgulayacağım kimi öykü kahramanlarının yaşam yolculuğunda aşmaya çalışacağız.

Unutmayalım; bu hikaye yolculuğunun genel adı “UZAYAN GECENİN HİKAYESİ”dir.

Bu geceyi anlamaya çalışırken; yani gecenin insan yaşamına etkisini anlamaya çalışırken gece konusunda yazılan tüm hikaye ve şiirlerde hep gecenin çok gizemli anlamı olduğu ortaya çıkıyor.

Gerçekten birçok yazılı kaynakta ilk insanların uzayan gecelerden korku duyduğu ve kimi kabilelerde her güneşin doğuşu şenliklerle kutlandığı ifade edilir.

Tabi burada anlatılan insanın ilk ayağa kalkıp yürüdüğü ve etrafı bilerek fark ettiği döneme ait olandır.

Sanırım her şeye çok kolay alışan insan kuşkusuz kısa sürede bu gece ile gündüzün devimine çok kolay alışmış; ama görünen hep gündüzü doğuran güneşi sevinçle selamlayıp baş tanrılar arasına korkan geceyi hep ölümü ifade eden yer altı tanrıları ile birlikte ifade etmiş.

Buradan bakınca gece insan bilincinde hep ‘bir an önce son bulması istenen’ ürküntüyü temsil etmiş. Onun için Güneş’i hep baş tanrı olarak Ay’ı da tanrıça olarak selamlanmış; yani gecenin karanlığı insanı insanlığı hep rahatsız etmiş.

İnsan ancak düşüncesinin ürettiği aletle karşısına çıkan doğal yaşamın engellerini aşmayı başladıktan sonra beyninin içinde onu boğan karanlıktan kurtulma sürecine girmiş.

Antropolojinin verdiği bilgiye göre bundan iki yüz bin yıl önce düşüncesinin itmesiyle ayağa kalkan insan yüz bin yıldan bu yana mevsim özelliklerine giyinmeye başlamış. Çünkü insanda düşünce egemen oldukça hayvansal özellikleri gerilemeye; ilk insan üşümezken yüz bin yaşına gelen insan üşümeye başlamış.

Antropoloji baş ve vücut bitlerinin yaşını belirledikten sonra insanlığın yaşını belirliyor. Çünkü sadece insanda bulunan baş bitinin iki yüz bin, vücut bitinin yüz bin yaşında olduğu tespit ediliyor. İnsanın gece ile gündüzün farkını düşünmeye bu süreçte başladığı düşünülüyor. Yani mevsim durumuna göre giyinmeye başlayan insan gece ve gündüzde soğuğun ve sıcağının farkına varmaya başlıyor ve geceden ürperirken güneşi coşkuyla selamlıyor.

Bu yazdıklarım başta Sümer efsaneleri olmak üzere insanlığın bıraktığı pek çok yazılı kaynaklarda rahatça görülebiliyor. “Pagan dönemi” denen çok tanrılı dinlerin ortaya çıkışı bu sürecin belli bir dönemine denk geliyor. Bu süreçteki insan davranışları ilk avı yakalayan ve ondan pay bekleyen insan davranışlarından itibaren insanın içinde bulunduğu topluluktaki statüsündeki durumuna göre şekilleniyor.

Topluma o sıra egemen olan ‘akıllı insan’ büyücü ve onun etrafında şekillenen statü daha sonra mülkiyet sahipleri ve onların hizmetinde insanlar olarak farklılaşarak şekilleniyor. Marx bu durumu mülkiyet ve üretim araçları karşısında durumuna göre insanı tarif ederek açıklamaya çalışıyor; ama bana göre bu tek başına insanın toplumsal yapıdaki statüsünü anlamaya ve anlatmaya yetmez.

Büyücülerle başlayan insanın düşüncesine ve sosyal yapısını etkileyen ve bana göre asıl belirleyici olan inanç diye dayatılan süreç insanın toplumsal yapısındaki statüsünü asıl belirleyendir. Bu süreçte oluşan ön yargılar; ön yargı duvarları arkasında bilgi diye pompalanan sisin oluşturduğu körleşme bana göre insanın geleceğini karartan ve asıl aşması gereken karanlığı oluşturmuş.

Peki; ama insan bu karanlığı ne zaman fark etmiş? Bütün yanlarıyla fark edip; bu karanlığın yenmek için süreç ne zaman başlamış?

Bu soruların en doğru cevabı insanlık tarihinde gizlidir. Bütün mesele o tarihi kendi gerçeğinde fark edebilmede. İnsanlık; daha doğrusu toplumlar bunu fark ettikçe karanlığı yenmek için çareler üretmiş. Ancak bu fark ediş bütün toplumlarda aynı olmamış. İnsan bilincinde bilme, öğrenme merakı gelişip; bu gelişme düşüncede egemen oldukça insanda yaşadığı süreci karartan sisi aşma gayreti artmış.

Bizim hikayemiz de tam bu sürecin başından itibaren ileri geri gide gele başlıyor.

Çünkü insanlık tarihi kendi içinde yaşanan öykülerle anlaşılabiliyor. Örneğin ilk avcı insanın ilk yakaladığı avın başındaki durumu ve o sıra karnı aç o avdan bir pay bekleyen insanın durumu bana göre ilk insani öyküdür.

Örneğin; bir gurup insan bir mağara içinde ‘belki üç; belki beş kişi günlerdir açtır. İçlerinden biri dışarıda bir şey bulma umuduyla dışarı çıkınca ona orada bulunan bir devekuşu saldırır. Kısa bir boğuşma sonucu o kişi devekuşunu kanadından yaralayıp içeri kaçar. Dışarıda yaranın öfkesiyle devekuşu dolaşırken içeridekiler korkuyla birbirine sarılır. Onların yanında bir de kadın vardır. Kadının kucağındaki çocuk kadının içi boş pörsüyen memesini emmeye çalışmaktadır.

Mağaradakiler korkunun ve açlığın etkisiyle sinmiş dururken içlerinden biri yerde daha önce yedikleri bir hayvanın eğe kemiğini görür. Birden o kemiği silah olarak kullanmayı düşünür. Yerden aldığı kemikle dışarıda homurdanarak dolaşan deve kuşun saldırmak için çıkar. Amacı deve kuşunu kaçırtıp kadın için dışarıdan yiyecek bir şeyler toplamaktır.

O düşünceyle elinde kemik dışarı çıkarken o kemikle deve kuşunu öldürüp etini kadına yedirmek gelir. Çünkü günlerdir kadın bir şey yememiş; kucağındaki bebeğin açlıktan sesi çıkmamaktır.

Beyindeki bu hareketlenme; yani kemiği silah olarak kullanma; avı o silahla öldürme düşüncesi onun hareketlerini de etkilemiştir. Diğer kişiler ondaki bu hareketlenmeye bir anlam vermeye çalışırken arkasından dışarı çıkarlar. Orada kısa sürede oluşan işbirliğiyle deve kuşu kısa sürede öldürürler ve ölüsü sürüyerek mağaranın içine taşırlar.

Kadın o güne kadar hiç görmediği ve gücünden çekindiği kişinin bu kısa sürede gösterdiği başarıyla şaşkın; birlikte kısa sürede deve kuşunun tüylerini yolup etini yerler. Az sonra açlıktan bayılmak üzere olan çocuk kadının sütle dolu memesini iştahla emmeye başlar

Belki bu kişi arkadan saldırırken ötekiler yandan saldırarak avın dikkatini dağıtmaya çalışmış olabilir. Belki bu insanlar arasında bir iş bölümün bir örneğidir.

Alın size kendi başınıza ‘hayal gücünüze göre’ kurgulayabileceğiniz bir mizansen. Avcıya, yanındakilere, doğuran kadına ve kucakta aç bebeğe istediğiniz ismi verin ve bunu hikayeleştirin.

Eminim o sıra yılların kafanızda biriktirdiği bilgilere göre o insanlara bir statü vererek hikayenizi kuracaksınız. Başka türlüsü zaten düşünülemez. Hepimizin doğduğumuz andan itibaren kişiliğimiz en az üç dört kuşak boyu kaderimiz olan belli toplumsal statülerin içinde oluşur. Çünkü insanların mutlaka yaşadıkları döneme göre kişiliğini belirleyen belli sosyal kalıplar vardır.

Bu nedenle yukarıdaki mizanseni hikaye olarak kurgulayan bir işçi veya işçi çocuğu ise ona göre, köylü veya köylü çocuğu ise ona göre, işsiz aç biri veya işsiz aç birinin çocuğu ise ona göre, varlıklı köylü, kasabalı veya şehirli ise ona göre, içinde yaşadığı toplum demokratik bir toplumsa ona göre, faşist, demokrasi dışı yönetimle yönetiliyorsa ona göre; yaşadığı ülke sömürge ise ona göre, dünyayı sömüren ülke ise ona göre, aşiret çocuğu veya Hindistan örneği aşılmaz duvarlarla çevrili kastlara bölünmüş ülke çocuğuysa ona göre, Hıristiyan, Müslüman, Hindu, Ezidi, Zerdüşt vb. inançlara sahip toplum ferdi ise ona göre; kısacası herkes kendi toplumsal yapısı ve statüsüne göre yukarıda mizansenin kahramanlarının hikayesini yazacaktır.

Yani herkes kendi kafasında oluşan önyargı duvarları içinde bir yerde kendi hikayesini yazacaktır.

Aynı mizanseni  ben ve şu sıra birlikte olduğum kişiler ayrı ayrı hikaye edeceğiz. Size de; yani “Uzayan Gecenin Hikayesi” ni okuyan ve bu hikayeyi birlikte yazmayı düşünen arkadaşlarıma kendi bulundukları yerde kaç kişi varsa; herkesin birbirinden bağımsız bu hikayeyi yazmayı öneriyorum.

Eğer bunu yaparlarsa; aynı yerde birlikte oldukları kişiler olarak aynı olayı kendi dünyalarında nasıl kurguladığını göreceklerdir. Bu şekilde aynı olayın birçok konuda aynı düşündüğünü sanan kişilerin aynı olayı farklı değerlendirmeleriyle içinde yaşadıkları toplumsal yapının statüleşmesinde yerlerini göreceklerdir

Bana göre insan bunu fark ettikçe onu hapseden ön yargıların farkına varabilecektir. Toplumları saran karanlıktan aydınlığa çıkmak için ilk adımı atmak için önce bizi hapseden ön yargıların esaretinden kurtulmak gerekir.

İnsanlığın on binlerce yıldan bu yana kendini saran karanlıkları aşıp aydınlığa ulaşma çabasının hikayesi tam da budur. Yani yukarıda yazdığım mizansenin hikayesini kurgulama.

Tekrar yazarsam; burada aynı olayı kurgulamada beliren farklılıkların nedeni; yani hikayeye şekil veren düşünce tamamen kişinin içinde bulduğu toplumsal statüde oluşan kişiliğidir.

Örneğin tamamen cin peri masallarıyla düş dünyası olan biriyse burada cin veya dev gibi doğa üstü güçlere hikayede yer verir. Ya da aşiret bağlarıyla yetişmiş biriyse ağa bey ilişkilerini, şehirli bir ailenin internet çılgınlığı içinde yetişmiş fertse bilgisayar oyunu kahramanlarının davranışlarını, Hindistan’da yaşayan biriyse oradakileri bir kastın sınırları içinde hikaye eder ve belki orada ava saldıran kişiyi kendi kafasında kastın sınırlarını zorlayan kahramana benzetirdi.

Bu satırları okuyan burada geri yaslanıp yazdıklarımı ‘şöyle bir düşünürse’ ne demek istediğimi sanırım daha iyi anlar.

Burada anlatmak istediğim herkesin her şeye kendi düşünce yapısını sınırlayan duvarlar arasında bakabildiği. Yani herkesin kendi kafasında yarattığı gecenin alacakaranlığında şeyleri seçmeye çalıştığı; o geceden kurtulmaya başladığı anda ancak düşüncesinde oluşan aydınlık kadar şeyleri daha net seçmeye başlayabildiğidir.

Buradan bakınca tek tek bireylerdeymiş gibi gözüken düşüncenin karanlığının aslında bireylerin oluşturduğu toplumsal yapının durumunda yattığı gerçeği ortaya çıkar. Çünkü toplumsal statüde aynı kümede yer alan kişiler birbirine yönelik ön yargıları kullanılarak topluma egemen olan statü tarafından siyasi amaçlar için birbirine düşürülerek kullanılır.

Bunu örnekle daha açarsam ‘çok uzağa gitmeden’ içinde yaşadığımız toplumsal yapıda siyasetin örgütlenmesi buna iyi bir örnek olabilir.

Bizim toplumsal yapıda bütün siyasi partilerin oy tabanlarının toplumsal statüde yeri ‘üç aşağı, beş yukarı’ aynıdır. Yani büyük bir çoğunluğu işçi, köylü dar gelirli insanlardan oluşur.

Peki öyleyse bu insanlar nasıl olur da ‘kendi çıkarları açısından’ taban tabana zıt partilere oy veren kümeler oluşturur? Sanırım yukarıda verilen mizansenin hikayesini yazmaya başlayınca geleceğiniz yer bu sorunun cevabıdır.

Şimdilik cevap verirsem toplumsal statüde aynı kesimi oluşturan kitleler birbirine karşı oluşan ön yargıları kullanılarak yaratılan bilgi kirliliği içinde birbirine karşı kullanılırlar. “Kullanan kim?” Aynı toplumsal yapıya egemen statüdekiler. Hindistan’da bir üst kast, feodal yapılanmada bey, aşiret reisi, köylülüğün ağır bastığı toplumsal yapıda köy veya kasaba ileri geleni statüsünde olanlar basamak basamak birbirini kullanarak veya kullandırarak toplumsal yapıyı şekillendirir.

Bu süreçte her yapı kendini kullanan yapının yarattığı bilgi körleşmesinin karanlığı içindedir. Yani toplumsal yapıyı saran gecenin karanlığı tıpkı gecenin bir vakti gökyüzünü saran gecenin dalgalanması gibi hale haledir.

Bu karanlığın ilk fark edildiği an da mağara içinde açlıktan kıvranırken dışarıda korku yaratan deve kuşunu kovalamak için yerdeki eğe kemiğini alan kişinin bir anda o kemiği silah gibi görüp devekuşunu öldürüp açlıklarını gidermeyi akıl ettiği an.

Buraya kadar okuyan “canım bu iş bu kadar basit mi?” diye tepki verebilir. Bence insanlığın evrimini anlamak için ilk başlanacak yer böyle bu kadar basittir. Daha karmaşığını biliyorsan; yazarsın. O karmaşık süreci tartışırız.

Burada sorun insanlığı binlerce yıldır sarıp önünü karartan ve aşmak için insanlığın binlerce yıldır çok bedeller ödediği karanlığın bugün hala dünyanın geleceğini niçin kararttığını anlamaya çalışmaktır. İlk avcı insanı, ilk ateşle karşılaşan insanı ve ilk tanrı diye ürküp taptığı şeyi anlamadan bugün yaşananları anlamak çok zordur. Anlamanın yolu da basit öyküler içinde o süreci yaşayarak anlamaktır.

Uzayan Gecenin Hikayesinde yapılmak istenen de tam da budur.

Umarım sabırla bu hikaye okunur ve okuyanların kendi arasında birbirinden bağımsız yukarıdaki mizansen kurgulanır.

Ben önümüzdeki hafta o mizanseni kendi bulunduğum yerde kişilerin kurguladığı hikayeleri özetleyerek Uzayan Gecenin Hikayesine devam edeceğiz.

Dileğim; o mizansenin hikayesini yazan arkadaşların hikayelerini yorum veya mesajlarla iletmesi.

Uzayan Gecenin Hikayesinin geçen haftaki bölümünde paylaştığım bir mizansenin Uzayan Gecenin Hikayesini okuyan arkadaşların kendi anladığı şekilde hikayesini yazmasını önermiştim.

Bu önerime olumlu yanıt alamadım. Sadece Nevin Sen ismiyle Facebookta sayfası olan sevgili kardeşim kendi çocukluğunda duyduğu korkuları öğretmen okuluna gitmeden önce gittiği bir köyde duyduğu bir hikaye üzerinden ifade ettikten sonra öğretmen okulunun verdiği moralle içindeki korkuyu nasıl yendiğini anlatmış.

Aşağıda onun yazdığı hikaye var. Ancak yine de hikayesinin yazılmasını önerdiğim mizansenin hikayesini yazmaktan kaçınmış.

Bu durumu paylaşımlarıma değerli yorumlarıyla katkı veren Öykülerle Yolculuk isimli uzun öyküde yol arkadaşım olan Reşat Keser dostum geçen hafta paylaştığım “Uzayan Gecenin Hikayesi” nin altında “Belirlenen bir konuda, çok kişinin öyküler yazma önerisi ilginç...Cesaret edeceklere başarılar diliyorum şimdiden..."Gece" insanların daha çok yalnızlaştığı, duygularının öne çıktığı bir yaşam dilimi sanki.Gündüz, doğa daha net. O nedenle düşünce daha ön planda... Neler okuyacağız, merak ediyorum.” Diye yorum yapmıştı. Ben o yoruma “Merhaba sevgili dostum. Çok ilginç bir toplumsal yapıya sahibiz. Hiç bir konuda doğru dürüst düşüncemizi ifadeden kaçınırken hemen her konuda öfkemizi kusuyoruz. Ben bunu toplumsal yapımızın geleneksel utangaçlığına veriyorum. Bizim oralarda özellikle düğünlerde 'kadına erkek fark etmez" insanlar asıla asıla oynamaya zor çıkarılır. O zorla çıkarılan kişiyi artık o oyundan vazgeçirene aşk olsun. Çünkü içinde biriken kurtları dökmeden öldür Allah o meydanı terk etmez artık. Çok kurtlu kişiyse yorulur çekilir sonra kendiliğinden kalkar oyuna. Benim burada yapmaya çalıştığım tam o. Bu hikayeyi okuyan arkadaşlarımı birlikte düşünmeye ve düşüncemizi birlikte ifade etmeye çağırıyorum. Umarım bu asılmalarım bir şekilde işe yarar. Çünkü bana göre şu sıra en çok ihtiyacımız olan yaşadığımız sorunları birlikte düşünme ve düşüncelerimizi öfkesiz öykü tadında birbirimize anlatma” diye cevaplamıştım. Hala aynı fikirdeyim.

Yani o bölümü okuyan arkadaşlarımın hemen hepsi o mizansenin hikaye etmeyi içinden geçirmiş; ama “yapamam” çekincesiyle hikaye etmekten kaçınmıştır. Örneğin Şenel Kızılbayrak isimli arkadaşım kendini öyle ifade etmişti.

Gerçi onun haklı bir gerekçesi vardı. Samimi bir ifade ile uzun yıllar Avrupa’da olmasını gerekçe göstermiş; bu durumun kendini ifadede zorluk çıkardığını söylemiş; ben “pekala deneyebileceğini” söyleyince “deneyeceğini” yazmıştı.

Diğer hikayeyi okuyan arkadaşlarım sessiz kalmayı seçti.

Bu durumu; yani kendimizi ifadede çekingenliğimizin böyle olduğunu sosyal medyadaki paylaşımlardan çok rahat gözleyebiliriz. Hemen herkes kimi duygu ve düşüncelerini veya gündemle ilgili düşüncelerini kendi ifade etmekten kaçınıyor. Sürekli bir yerden indirdikleri paylaşımlarla kendini ifade etmeyi seçiyoruz.

Bana göre içinde yaşadığımız toplumun en önemli sorunu bu. Kendini ifade etmekten “yapamam, beceremem” kaygısıyla kaçınması; ya da kimi paylaşımların altına yapılan yorumlarda olduğu gibi paylaşımla ilgisi olmayan kendi ön yargılarının ürettiği daha çok öfke ve tepkiyi ifade eden yorumlar yapması.

Toplumsal yapımızın bu çekingen yapısı “yapamam, edemem” diye düşüncesini kilitleyen ön yargısı kuşkusuz kişilerin kendilerinden bağımsız aile içi eğitimden başlayarak aldığı eğitimde sürekli kişiliğini baskılayan nitelik oluyor.

Örneğin bizde topluca şarkı söyleme alışkanlığı hemen hemen hiç yoktur. Belki alkol alınca alkolün verdiği cesaretle; o da çığırından çıkan birlikte şarkı söylenebiliyor; ama sesi gerçekten güzel ve kendi başına güzel şarkı türkü söyleyen birinden “bir şarkı ve türkü” söylemesi istenince o kişinin uzunca süre “nazlanma” sanılan çekindiği çokça gözlenir.

Örneğin bir konuda karşılıklı birbirimizi dinleyerek konuşma alışkanlığı neredeyse yok denecek kadar azdır.

Yukarıda yazdığım gibi ‘kişinin oynamak için canı çekse de’ uzun ısrarlar sonu oyuna katılması bizim folklorük eğlence alışanlığı olmayışındandır. Genelde erkek erkeğe veya kadın kadına ilişkiler yaygın olduğu için kadınların veya kızların erkeklerle birlikte eğlenmesinde hemen cinsellik aranır hoş karşılanmaz. Sonuç olarak yukarıda da yazdığım gibi aile içi eğitimden başlayarak devletin verdiği eğitimde devam eden kişiliğin baskılaması sonucu kendini sosyal, kültürel ve tabi siyasal olarak ifade etmeden çekingen bireylerin oluşturduğu bir toplum haline gelmişiz. Belki istenen de budur.

İşte bu da bizim toplumsal yapımızı saran uzayıp giden gecenin kaçınılmaz sonucudur.

Bu gecenin karanlığını aşma çabaları cumhuriyetin kuruluşundan sonra çağı yakalamak ve çağdaş değerlere sahip haline gelebilmek için telaşla uygulamaya sokulan Millet Mektepleri ve okuma yazma kursları ne kadar istense de sürekli eskinin devamını isteyen çevrelerin engellemesiyle karşılaşmış; ama buna rağmen o çabalar hatırı sayılır bir sonuca ulaşmış; ancak bu çabalar siyasal olarak örgütlenmede zayıf kalınca zaman içinde eskinin devamından yana olanlar ön alır duruma gelmiş ve Türkiye Halkı olarak alaca karanlığın içinde kitlenip kalmışız.

Sonuç olarak toplumun en bilinçli veya aydınlanmış kesimlerinin bir mizansenin hikaye edilmesindeki çekingenliği aşamamışız.

Nevin Sen’in burada kendi hikayesinden küçük bir bölümü aşağıdaki gibi hikaye etmesini ben bu anlamda çok önemsiyorum.

NEVİN SEN’İN hikayesi.

“Öğretmen okulu sınavlarına katılmak için annemin çırağı olan ablamla onun öğretmenlik yaptığı köyde iki hafta kaldık. Bu köy Aşağı ve Yukarı Kırlı diye iki ayrı konumdaydı. Biz Aşağı Kırlıda öğretmen lojmanında kalıyorduk. İlk defa köyde bu kadar uzun kaldım.

Benim doğup büyüğüm kaza bu köye göre şimdiki büyük şehirleri aratmıyordu. Kazamızda iki tane ilkokul bir tane ortaokul vardı. Sinema, fırın, memur lokali, kütüphane, çarşı, bir de gölümüz vardı.

Köyde herkes sabah olunca ya eşekleriyle ya da arabalarıyla tarlaya gidiyor! Akşam güneş batınca tüm yaşam dinlenmeye çekiliyordu.

Tüm köyün üzerine koyu renk bir örtü gibi gecenin karanlığı çöküyordu! Bazı akşamlar köyün ileri gelenlerine misafirliğe gidiyorduk.

Ben ablayla abinin arasına girip arkama etrafa bakmadan gidiyordum. Karanlığın içindeki en küçük bir şey beni korkutmaya yetip artıyordu..Benim bu korkumu köyde duymayan kalmamıştı.

Evlerine gittiğimiz yaşlı amca nine beni torunu gibi seviyordu.

Nine bir akşam bir hikaye anlattı. İki köy arasında bir gurk tavuk geceleri civcivlerini güdermiş. Gece yolculuk edenler görürmüş onu. Yukarı köyden bir nine çocuklarını sırayla Yemene, Çanakkaleye askere göndermiş. Dört oğlu da gittiği savaştan dönmemiş. O nine akşama kadar iki köy arasındaki çeşme başında çocuklarının yolunu gözlemiş tüm yaşamı boyunca. Çok ağıtlar yakmış çeşme başında.

O öldükten sonra geceleri bir gurg tavuk çeşmenin oralarda yavrularını gütmeye başlamış. İşte o gün bu gün geceleri o yola gidilmezmiş.

Çocuk aklımla o neneye acır içimden dualar okurdum.

O köyde bana anlatılan hikayeler doğa üstü güçlerin bizi cezalandırmak için geceyi kullandığı fikri uyandırmıştı. O zifiri karanlık gecelerde bulut yoksa yıldızlar irili ufaklı göz kırparak ‘korkma biz buradayız’ der gibi ışıl ışıl ışıldarlardı. Yıldızları izlerken karanlığı unuturdum.

Köy öğretmeni olmak için gittiğim ilk köyde karanlıktan korkmamayı öğrendim.

Gittiğim okul karanlıktan korkmamamı karanlıkla nasıl mücadele edileceğini öğretti bana. Karanlığın düşmanının bilim olduğu, köylerdeki çocukların bilgilerle donatılınca birer yıldız gibi ışıl ışıl ışıldaması içimdeki karanlık korkusunu yok etti zaman içinde...


Son zamanlarda yaşananlar yüzünden içimi yine aynı korku sarmaya başladı! Umarım ve dilerim içi pırıl pırıl o köy çocukları ışıl ışıl ışıldamaya devam eder. Ülkenin tepesine çöken karanlığı bir bir yırtıp insanlara umut olurlar...

Hikayemi buraya kadar okuyan herkese kocaman bir MERHABA!”

Nevin Sen’in hikayesi bu kadar.

Geçen bölümde benim de o mizanseni hikaye edeceğimi yazmıştım. Bu bölümde o hikayeyi yazarken ‘dileğim hepimizin kendimizi ‘ama ön yargılardan arınmış doğru ve öfkesiz ifadelerle’ ifade etmekten kaçınmadığımız bir toplumsal yapıya ulaşmamız.’ Çünkü toplumu saran gecenin karanlığından kurtulup aydınlanmış ve çağı yakalayan toplumlar ligine çıkabilmemizin bence anahtarı bundur.               

Mizansenle ilgili benim hikayem şöyle;

Orada ben önce kahramanları isimlendirmeyi düşündüm.

Öyle olunca yerdeki eğe kemiğini fark edip dışarıda öfkeyle dolaşan devekuşunu kovalamayı düşünen kişinin adına Ali; diğer korkuyla ona bakan kişileri de Birol ve Işık olarak isimlendirdim. Kucağında çocuk olan kadına Emine çocuğa da Hasan ismini verip şöyle hikaye ettim.

“Bir süre önce Ali yanında Birol ve Işık Emine’yi de yanlarına alarak yiyecek aramaya çıktılar. Daha çok ağaçlardan meyve toplayarak ve birbirileriyle kavga ederken ölen hayvan ölülerini yiyerek beslenen gurup henüz düşünerek hareket etme döneminde değildi. Kendileri gibi diğer hayvanlardan farklı davranarak gelişen türden üremişlerdi. Bu değişim onların fiziksel özelliklerinde de değişim yaratmıştı. Düşünce sistemi işlemeye başladıkça fiziki yönden eski özelliklerini yavaş yavaş kaybediyorlardı. Öyle olunca diğer hayvanlara karşı ancak birlikte mücadele etme yeteneklerini geliştirdikçe etkili olabiliyorlardı.

Bu değişim hepsinde aynı olmuyordu kuşkusuz. Bir kısmı meyve toplayarak varlıklarını sürdürmeye çalışırken; bir kısmı da eski özelliklerini koruyarak başka hayvanları avlayarak karınlarını doyuruyor ve varlığını sürdürüyordu. Bu iki pekala birlikte yaşabiliyor ve kendi aralarında kendiliğinden oluşan işbirliğiyle bu birlikteliklerini sürdürebiliyordu.

Ali bu nedenle diğerlerinden daha güçlü avcı gelenekten geliyordu. Birol ve Işık meyve toplayarak yaşamını sürdürdüğü için daha vahşi hayvanlara karşı daha çekigendi.

Emine bu beraberlikleri sırasında Ali ile girdikleri cinsel ilişki sonucu Hasan’ı doğurmuştu. Ali bu nedenle kendiyle birlikte Emine ve Hasan’ın da güvenliğinden ve beslenmesinden kendini sorumlu tutuyordu.

Birlikte yaşayıp giderken o gün hep kaldıkları mağaranın yanında bir deve kuşuyla karşılaştılar.

Deve kuşu mağaranın girişinde bir kovuğa çıkardığı yumurtlarını korumak için oradaydı.

Ali yerden aldığı bir ağaç parçasıyla deve kuşunu kovalamayı düşündü. Çünkü deve kuşu orada olduğu sürece sürekli kaldıkları mağaraya girme olanağı yoktu.

Onun bu davranışına ürküntüyle bakan Birol istemeden Ali’ye destek olmayı düşünürken Işık korkarak olduğu yerde kaldı. Çünkü böyle kavgalara hiç girmemişti. Ali Emine ve kucağındaki Hasan’ın korku dolu bakışları görünce hırsla deve kuşuna saldırdı. Bu sırada Birol de saldırdı. Yumurtalarını koruma kaygısıyla bunlara direnen deve kuşu bir gaga darbesiyle Birol’ü sakatladığı sırada Ali arkadan dolanıp deve kuşunun başına elindeki ağaç parçasını bütün gücüyle vurdu. Bu darbe sonucu sersemleyen deve kuşu yere yıkıldığı sırada Ali Emine ve Hasan’ı kapıp mağaraya girdi. Arkasından gelen Birol ve Işık’la birlikte hızla mağaranın kapısını oradaki kayalarla örterken deve kuşunun iki yumurtasını görüp; onları da kapıp içeri sığındılar.

Bir süre sonra kendine gelen deve kuşu yumurtalarının eksildiğini fark edince çılgına döndü; günlerdir mağaranın önünden ayrılmıyor; arada bir homurtuyla karışık sesiyle öfkesini kusuyordu.

İşte o günden beri sadece deve kuşunun iki yumurtasını paylaşarak beslenen gurup mağaranın içinde köşede biriken su birikintisinden susuzluklarını giderseler de açlıktan ayakta kalacak halleri kalmamıştı. Tabi Hasan da Emine’nin memesinde süt kalamadığı için üç gündür sütsüzlükten sarkmış memeyi emiyordu. Memeden nerdeyse kan gelecek durumdaydı.

Bunları fark eden Ali deve kuşunu kovmadan orada ölüp gidecekleri kaygısıyla daha önce avlayıp geldiği öküzün eğe kemiğini yerde gördü. Onu silah olarak kullanırsa deve kuşunu kovabileceği aklına geldi. Son bir gayretle o eğe kemiğini alıp dışarı çıkarken Işık korkuyla büzülürken daha önce sakatlansa da Birol yine ona destek olmak için yerden bir ağaç parçası aldı; birlikte dışarı çıkıyorlardı. O sıra Ali’nin aklına deve kuşunu öldürüp etini pekala yiyecekleri geldi. Arkasından gelen Birol’le deve kuşuna saldırdılar. Birol yandan saldırıp deve kuşunun dikkatini dağıttığı sırada Ali elindeki eğe kemiğini arka arkaya deve kuşunun başına vurup onu öldürdü.

Sonra Birol’le birlikte sevinçle deve kuşunun ölüsünü mağaraya taşıdılar. Işık onlara katılmadığı için orada büzülmüş duruyordu. Onu da çağırdılar birlikte deve kuşunu parçalayıp yediler. Bu sırada yumurtadan çıkalı epey olan deve kuşunun üç yavrusu korkuyla oradan kaçıştı.

Onların arkasından bakan Ali kendi de öldürülse Hasan’ın böyle çaresiz kalacağını düşünürken kendine yardım eden Birol’e ‘böyle birlikte olursak bizi kimse yenemez’ dedi. Deve kuşunun etinden utanarak yiyen Işık’a ‘sen de bizimle beraber ol. Üçümüz daha güçlü oluruz’ dedi.

Bu olay belki ilk insanlar arasında bilinçli dayanışmanın yararını gösteren ilk örnekti. Onun için hikayeyi böyle kurguladım. Belki diğer vahşi insanlar da onlardan görüp öğrenerek birlikte yaşamanın yollarını keşfetmeye başladı.

Burada belgeselde izlediğim hayvan davranışlarından yola çıkarak insanın belirleyici özelliğinin kendi arasında oluşturduğu iş bölümü sırasındaki statüleşme olduğunu gördüm. Çünkü hayvanlarda da kendini, özellikle yavrusunu savunma iç güdüsel davranışlar sıkça gözlenir.

Örneğin geçenlerde izlediğim bir belgeselde su içen anne babun kucağında yavrusuyla bir timsahın hücumuna uğradı. Orada anne babun kendini ve yavrusunu timsahtan kurtarmaya çalışırken baba babun koştu geldi ve hiç çekinmeden timsaha saldırdı. Bu sırada anne babun kolundan ağır yara alarak timsahtan kurtuldu. Karşıda çaresiz timsahın ağzındaki yavrusuna bakınırken baba babun saldırılarını sürdürdü. Kama gibi dişlerini timsaha saplayınca canı acıyan timsah ağzındaki yavruyu bırakıp kaçtı. Timsanın bıraktığı yavru sanırım ölmüştü. Baba babun eline aldığı yavruyla yanında yarlı anne babun ağaçların arasında kayboldu.

O sıra onlara korkuyla bakan bir çok babun yardımlarına koşmadı.

Aslında babunlar Ali ve Birol örneğinde olduğu gibi birlikte davranabilse pekala su içilen bölgedeki timsahları kaçırtıp kendileri için güvenli bölge oluşturabilirdi.

Sanırım insanla kendine en yakın hayvanı ayıran bu bilinçli iş bölümü. Yani insanlar bilinçli iş bölümünü geliştirdikçe; yani birlikte tehlikelere karşı davranmayı öğrendikçe onları tehdit eden tehlikeleri bertaraf edebilir. Sanırım insanın bu niteliği zaman içinde; ancak çok yavaş gelişmiş. Öyle olduğu için binlerce yıldan bu yana sürekli kendinden daha kurnaz ve güçlü olanların onlara biçtiği yaşamı kabullene gelmişler.

Ali ile Birol arasındaki birlikte bilinçli iş bölümünü insanlaşmanın ilk adımı olarak görürsek ondan sonraki süreç de insanlaşma süreci olmuştur. İnsan bilinçlendikçe insanlığını; daha doğrusu yaşamını geliştirip iyileştirmiştir.”

Geçen hafta paylaştığım bölümdeki mizanseni ben kısaca böyle hikayeleştirmeyi düşündüm. Sonra okuyunca hikayenin benim özlemini duyduğum insan davranışlarının gelişim sürecini örnekleyen bir hikaye olduğunu gördüm.

Zaten benim yazdığım veya Nevin Sen’in yazdığı gibi herkes ‘konu ne olursa olsun’ aslında kendi hikayesinden örnekleyerek hikayesini yazar.

Bunun günümüzde bizim edebiyatımızda en özgün örneği Yaşar Kemal’in roman ve hikayeleridir. Yaşar Kemal o hikayelerin hepsinin içine kendi yaşamını; o yaşam sürecinde duyup gördüklerini gizlemiştir. Onun hikayelerini dikkatlice okuyan herkes bunu fark edecektir.

Ben de kendi çapında bir süredir uzun kısa pek çok hikaye ve bir kaç tane roman yazdım. Onların hepsinin içinde bir yerlerinde kendi hikayemin yer aldığını biliyorum.

Buradan “yer yüzü edebiyatında yer alan yazarların hepsinin yazdıkları toplumsal yapı içinde kendilerine düşen yaşam biçiminin içinden gözlemledikleriyle kendi öykülerinin harmanıdır” desek sanırım yalan olmaz.

Uzayan Gecenin Hikayesinde buraya gelmemizin nedeni dünyada bütün insanlar aslında toplumsal yapı içindeki statüsünün ona belirlediği yaşamın içinde kendi hikayesini yaşar. İlkel toplumdan günümüzdeki bilişim çağı toplumuna kadar bütün süreçte bu böyledir.

Kimi topluluklar hala geçmiş dönemlerin kendine biçtiği rolün içindeki kendilerine düşen kısmın hikayesini yaşarken kimi topluluklar gayretleriyle o dönemlerin kendine biçtiği rolü reddederek kendine biçtiği rolün hikayesini yaşamaya başlamıştır. Buna biz “insanın ve toplumun aydınlanması” diyoruz.

Öteki toplumlar hala kendilerinin inanç, töre, adet vb. diye sokulduğu sınırların içinde o sınırların yarattığı ön yargı duvarları arasında oluşan körleşmenin sisi içinde bir hayatı yaşıyor.

Buradan rahatlıkla insanın geçmiş yaşam biçimlerinin düşüncesini kitleyen ön yargı kilitlerini ancak aydınlanmayla kırabileceğini; yaşamını örten ve tüm zamanlarda etkin olan uzayan gecenin karanlığından ancak böyle kurtulup aydınlığa çıkabileceğini söyleyebiliriz.

Buradan bakınca “Uzayan Gecenin Hikayesi” bir yerde ilk insanlardan bu yana insanlığın hikayesidir.

Dolayısıyla ilk insandan bu yana insanlığın oluşturduğu toplumların ve toplumsal yapılarda oluşan statüleri ve bunların toplumların etkisini etraflıca incelemeden Uzayan Gecenin Hikayesi bitmeyecektir.

Benim burada yapmaya çalıştığım kısa öykülerle tüm zamanlarda gezinip insanlığın yaşadığı süreçleri tanıyarak Uzayan Gecenin Hikayesini yazmak.

Onun için bu hikayeyi okuyanlara kimi mizansenlerle veya kendi hikayelerinden bölümlerle katılarak bu hikayeyi birlikte yazmayı önerdim.

Neyse biz hikayemize devam edelim.

Diyeceğim; “Uzayan Gecenin Hikayesi”ni yazmaktaki muradım toplumsal aydınlanma sorunumuzu ileriden geriden yaşam örnekleriyle anlatırken eğer geleceğimizin barış ve huzur içinde tıpkı İsveç Finlandiya, Norveç; Danimarka, Hollanda vb. örnek verilecek ülkelerde olduğu gibi mutlu insanların yaşadığı bir ortama kavuşması.

Bunun yolu da “söylemeye çok gerek yok” geleceğimizi oluşturan çocuklarımızın eğitimden geçtiği çok bilinen bir gerçek.

Bu gerçeği doğru fark edebilmek, aydınlanmanın bir toplumsal kaygıya dönüşmesini doğru anlayabilmek için kuşkusuz yakın tarihimizi; yani cumhuriyetin başlangıcından bu yana yaşananları doğru bilmek gerekiyor.

Bizim toplumsal yapımızın Uzayan Gecenin Hikayesinin yazılmasında bu gerçek öne çıkıyor.

Bilindiği gibi cumhuriyet Osmanlı saltanatına son vererek kuruldu. O sürece gelene kadar ‘kimileri kabul etmese de’ adına “milli mücadele” verilen bir süreç yaşandı.

Bu süreci başlatan Fransız devriminden sonra farklı etnik kimliklerde başlayan uluslaşma sürecinin Osmanlının dağılmasına zemin hazırlarken Osmanlıyı kuran etnik kimlik olan Türklerin de bir arayışa yöneldi.

Bu yönelim yani Türklerin kendini ifade etmesi daha çok kendini Tanzimat Fermanının ilanı olan Osmanlının kendini yenileme çabalarıyla başlasa da siyaset olarak iktidar oyuna katılması 1908 de ilan edilen meşrutiyetle oldu. O sırada Selanik’te örgütlenip gelen adına “Hareket Ordusu” denen örgütlenme iktidara ortak olunca bir kimlik arayışına; daha doğrusu kuruluşunu sağladığı Osmanlının zaman içinde yönetimi çeşitli nedenlerle eğitimli azınlıklara teslimine tepki olarak Osmanlı yönetimini Türkleştirme çabalarıyla devam edildi.

İktidara ortak olan İttihat Terakkiciler Osmanlı gerçeğini doğru kavrayamadıkları için yönetimde etkin olan azınlıklara karşı savaş açtı. O sıra zaten balkanlardaki azınlıklar milli kimliklerini kazanarak bağımsızlıklarını hızla ilana yönelmişti. Bu sırada henüz böyle bir süreçte ön almayan ve Osmanlının sadık tebaası Ermenilerin Osmanlı yönetiminde etkinliği devam ediyordu.

İttihat ve Terakkinin lideri Enver paşa Birinci Dünya savaşındaki süreci bahane ederek adeta Ermenileri yok eden bir tehcir kampanyası başlattı.

Yukarıda İttihat ve Terakkicilerin Osmanlı gerçeğini doğru kavrayamadığını yazmıştım. Gerçekten Osmanlı Fatih’ten itibaren ‘işine öyle geldiği için’ daha çok fethettikleri yerlerin yönetimi başta olmak üzere yönetiminde Müslüman olmayan tebaasına mensup olanlara görev vermeye yöneldi.

Sanırım ‘padişah nasıl olsa Türk. Bu nedenle azınlıkların vezirliklerden başlayarak devletin bir kademesinde görev almasının mahzuru yok düşüncesinden’ veya benim düşüncem olan ‘Türklerin devlet yönetiminde etkin olmasının berberinde iktidar mücadelesi getireceği endişesinden’ bu yolu tercih etti ki! Böyle düşünmekte çok haksız da değillerdi. Çünkü Osmanlı Anadolu’da hakimiyetini kendinden önce Anadolu’ya gelen Selçuklular ve diğer Türk beyliklerini alt ederek; yani etkisiz hale getirerek sağladı. Haliyle o beyliklerle kan bağı olanları yok etmedi; kimi yerlerde görev vererek kendine tabi hale getirdi; ama hiçbir zaman onlara sonuna kadar güvenmedi. Bu güvenmeyişinde Yıldırı Timur’a yenilince kardeşler arasında başlayan ve adına Fetret devri denen süreçte o beyliklerin kalanlarının kimi Osmanlı şehzadelerini desteklediği gözlenmişti.

Bu gerçeği fark eden; yani yönetimde iki başlılığın, kardeş ve oğullar arasında başlayan iktidar mücadelesinde büyük emek verilerek kurulan ve atalarının emaneti olan Osmanlının sonu olacağını düşünen Fatih Sultan Mehmet o meşhur kanunnamesini ilan ederek iktidar olan padişahın kendi dışında iktidara talip olma tehlikesi olanların öldürülmesinin devletin selameti için gerekli gören kararı aldı.

O tarihten itibaren bilinen iktidar olanın evlat ve daha çok kardeş katli dönemi başladı.

Öyle olunca Osmanlı kurucusu olan halkın eğitilip öne çıkmasına hep soğuk baktı. Öyle ki! 1450 de icat edilen matbaaya ilgisiz kalmış; yani matbaa marifetiyle kitap basımını ve asıl halkı olan Müslüman tebaasının eğitimine hoş bakmadığı için 1492 de İspanya Kralının baskısı sonucu Osmanlıya sığınan Yahudilerin beraberinde getirdiği matbaanın kullanımına devrin padişahı olan 3 ncü Ahmet sadece Hıristiyanların dillerinde yayın yapmak kaydıyla izin verdi.

Bu durumda Avrupa ve Osmanlı tebaası olan Hıristiyan topluluklar matbaa olanaklarını kullanarak gerçekleştirdikleri eğitimle hızla Orta Çağın karanlığından aydınlığa çıkıp devlet yönetiminde bir çok göreve talip olurken Müslüman Halk din diye dayatılan karanlığa mahkum olduğu için devlet yönetiminde hiçbir zaman etkin olamadı.

Bu gerçeği umursamayan Enver paşa yönetimindeki İttihat Terakkiciler o sıra yönetimde de etkin olan ve haliyle ekonomide de etkin olan Ermeni tebaasını adeta yok etmek için doğuda Ruslarla işbirliği içindeki kimi Ermeni çeteleri bahane edip bilinen tehciri başlattı; bu tehcir sonunda Anadolu’da yerleşik yüzbinlerce Ermenin tamamı yok edildi.

O sıra öteki Hıristiyan tebaası zaten Balkan savaşından sonra Osmanlıdan ayrılarak kendi bağımsız devletlerini kurmuştu.

İşte bu sırada İttihat Terakkinin yönetimiyle terse düşen Mustafa Kemal bir devletin yönetiminde o devleti kuran halkın etkin olabilmesinin ön şartının halkın eğitimi olduğu kararına çoktan varmıştı.

Cumhuriyetin ilanından sonra ilk işi bu kararını hayata geçirmek olan Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşında omuz omuza birlikte olduğu arkadaşlarıyla ters düşmeyi göze alarak bu kararını; yani halkın eğitimle aydınlanması kararını uygulamak için bir mücadeleye girdi.

“Mücadeleye girdi” diye yazdım. Çünkü o sıra Arapça olan eğitim dilini öğrenimi kolay olan ve çağdaş dünyanın uyguladığı Latin alfabesinin kabulünde zorlu bir dirençle karşılaştı.

Latin alfabesine karşı olanlar aynı zamanda cumhuriyet yönetiminin dinden referans almasında ve şeriat hukukun devamında ısrarlıydı. Saltanatın kaldırılmasına tepkili olsalar da asıl tepkilerini hilafetin kaldırılma sürecinde ortaya koymuşlardı. Öyle ki! Mustafa Kemal cumhuriyetin ilanını bile oldu bittiye getirmiş; saltanatın kaldırılmasına tepkili olan Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi Mustafa Kemal’in yakın silah arkadaşları cumhuriyetin ilanı sırasında Ankara’da olmamayı tercih etmiş; Osmanlının payitahtı olan İstanbul’a gitmişlerdi.

Saltanatın kaldırılmasıyla kaybettikleri mevzinin üzerine bir de hilafet kaldırılınca geriye kurulan cumhuriyet yönetiminde etkin olmak kalıyordu. Bunun için Latin alfabesine karşı adeta savaş açmışlardı. Kazım Karabekir ısrarla “Latin alfabesini kabul edersek Müslüman dünyadan koparız” diye endişesini dile getirip Latin alfabesinin ilanına ısrarla karşı çıkıyordu.

Mustafa Kemal’in kurmay zekasıyla o sıra parti içinde tartışmaya çatığı Latin alfabeleri konusunun 1924 de İzmir’de toplanan İktisat kongresinde tartışılma önerisini o sıra divan başkanı olan Kazım Karabekir gündeme bile aldırmamıştı.

1926 yılında Atatürk’e suikast nedeniyle kurulan mahkemeler bir yerde bu sürtüşmenin hesaplaşmasına dönüşmüş Mustafa Kemal’in iktidar anlayışına; yani cumhuriyet yönetiminde laikliğin ve çağdaş anlayışın rehber olmasına muhalif olan ‘ona Anadolu’nun kapısını açan’ Kazım Karabekir ve Selanik’ten beri arkadaşlığı olan ve Samsun’dan itibaren birlikte olduğu Rauf Orbay gibi kurtuluş savaşının önemli isimleri de bu mahkemede yargılanmış ve idam cezası verilmişti.

Mustafa Kemal bu iş güzarlıklara tepki duysa da tepkisini doğrudan ifade etmek yerine İsmet İnönü’ye çektiği telgrafla bu durumu düzeltmesi için İzmir’e gelmesini istemiş; trenle süratle İzmir’e gelen İnönü bu idamları engellemişti.

Sonuç olarak o sıra; hatta kurtuluş savaşının başından beri girişilen iktidar mücadelesi çok çetin geçmiş; Mustafa Kemal başından kafasında oluşturduğu iktidar hedefine hiç taviz vermeden yürümüştü.

Burada Kürtlerin birinci mecliste Kürdistan mebusları olarak yer almasına rağmen cumhuriyetin kuruluş sürecinde dışlanmasıyla ilgili Kürt Sosyalisti, Bilim insanı ve TİP in kurucularından Tarık Ziya Ekinci’nin “Kürtlerin dışlanmasında bizimkilerin; yani bizim ağa bey takımının saltanat neyse de hilafetin kaldırılmasına tepkili olması da çok etken oldu. Çünkü bizim ağalar hilafette kaldırılırsa sonunda kendi rahatlarından olacakları için saltanatın kaldırılması sırasında Mustafa Kemal’e karşıydılar” diye yaptığı açıklama da o sürecin nasıl bir mücadeleyle yürüdüğünü göstermesi açısından önemlidir.

Uzayan Gecenin Hikayesinde 1928 yılında Millet Mektepleriyle başlayan toplumun içine sokulduğu karanlığa karşı mücadeleyi daha iyi anlatabilmek için böyle ayrıntıya girdim.

Çünkü o gün Latin alfabelerine ve çağdaş hukuka ve değerlere karşı olan anlayış iktidarı kaybetse de mücadeleyi bırakmadı.

Buradan o mücadelenin başını da Kazım Karabekir gibi kurtuluş savaşının önemli isimlerinin çektiği anlamı çıkarılmamalı. İstikal Mahkemelerinin verdiği idam kararıyla kırılan Kazım Karabekir sonradan orada Mustafa Kemal’e rağmen mahkeme yargıcı üç Alilerin işgüzarlık yaptığını anlayıp Mustafa Kemal’le iyi ilişkilerini sürdürmüştü.

Bir tv. programına çıkan kızı babasının Mustafa Kemal’e hiç kırgın olmadığını; hatta ona hak bile verdiğini; bunu yazdığı hatıratında ifade ettiğini söylemişti. Röportajı yapan muhabir “babanız bu hatıratı Atatürk’ün sağlığında mı yazdı?” diye ‘sanki ondan korkarak böyle yazmış olmasın’ gibi çağrışım yapan sorusuna kızı “Sorunuzu anlıyorum. Atatürk’ten çekindiği için mi? Öyle yazdı demek istiyorsunuz. Hayır! Babam bu hatıratı Atatürk’ün vefatından çok sonra yazdı. Samimi duygularını ifade etti” diye cevaplamıştı. Merak eden kitapçılardan ‘Kazım Karabekir’in anıları’ diye alıp merakını giderebilir.

Neyse diyeceğim o değil. Büyük umutlarla 1928 yılı Kasım’ında açılan Millet mektepleriyle başlayan ve heyecanla devam eden aydınlanma süreci maalesef 1950 lilere doğru ve sonrası hep lafta kalmış; o yıllarda başlatılan laik çağdaş toplum anlayışı topluma mal edilememiş ve sonunda laiklik getirilip kadının başındaki türbana sıkışınca yılların deneyimini kazanmış dini siyasete referans yapmak isteyenler bunu çok güzel kullanarak türban diye bir siyasi simge üzerinden yürüttükleri iktidar mücadelesiyle bugünlere geldiler.

Buradan bakınca bütün toplumların kendilerine yaşatılan gecenin karanlığından kurtulması öyle lafla değil karanlığın aktörlerine karşı toplumu kazanarak gerçekleşebileceği gerçeği bütün toplumların gerçeği olarak karşılarında duruyor.

Sonuç olarak insanlığın ilk insandan bu yana yaşamını örten ve onbinlerce yıldır devam eden karanlığın; yani gecenin hikayesi bu anlamda evrensel nitelik kazanıyor.

Hindistan halkını kast sistemi içinde ön yargı duvarlarıyla saran gecenin karanlığı bizim gibi toplumlara kadar inanç, ağa, bey, aşiret veya ileri gelenlerin dayatmasıyla benzer biçimde yaşanıyor.

Sonuç olarak bu çemberi kıramayan toplumlar ön yargı duvarları arkasındaki inanç diye dayatılan körleşmenin yarattığı kaosla didişip birbirini tüketirken; kendi toplumsal yapılarını aydınlığa taşımış toplumlar o didişen toplumları inançları üzerinden çatıştırıp sömürerek zenginliklerine zenginlik katmışlar; ama o toplumlarda hala kimi ırkçı kitlelerin oralardaki demokratik yaşamı tehditine bakınca; bütün insanlık gecenin karanlığından kurulmadıkça insanlığın evrensel huzura kavuşması çok zor olduğu rahatlıkla görülebiliyor.

Bunun yolu da kimilerinin çok beğendiği “medeniyetleri çatıştırmak” Hıristiyan dünyanın karşısına İslam dünyasını koyarak, buralardan üretilen İslamofobi gibi kavramların arkasına saklanıp inancın karanlığında kalmış toplumsal yapıların içinde oluşturulan terör örgütlenmeleriyle dünyayı dehşete boğan kutuplaştırmalar hiç değildir.

Unutmayalım Hıristiyan dünya Ortaçağ karanlığında debelenirken Moğol istilasına kadar dünyanın iki büyük kütüphanesi vardı. Biri Bağdat Kütüphanesi; öteki İskenderiye Kütüphanesi…

O yıllar talan edilen İslam kültürü sonucu İslamiyet üzerinde karanlığın şalı örtülürken Rönesans ve sonrasında icat edilen matbaa marifetiyle Hıristiyan dünya aydınlanmaya yönelmiş on sekizinci yüzyılın sonlarında verilen uzun kanlı din savaşlarından sonra inanç adına dayatılan karanlıktan aydınlığa çıkabilmiştir.

İkibin yılına gelindiğinde Haçlı kafasıyla ‘yalan olduğu iddia sahiplerinin söylediği gerekçelerle’ Irak’a saldıran ABD tıpkı Orta çağ kafasıyla ilk olarak beş yüze yakın Irak’lı bilim insanının öldürülmesinin yolunu açmış ve Ortaçağ’da Moğolların yaptığı gibi tarihi değeri olan Mezopotamya’nın başkenti özelliğindeki Bağdat’ın tarihsel değerlerini kütüphanesini talan etmişti. O sıra iki milyona yakın Iraklının öldürülmesi ve bir o kadarın sakat bırakılması ve birkaç yüz bin kadının tecavüzü bu talanın adeta tuzu biberi olmuştur.

Bugün gelinen nokta gösterdi ki! İnanç diye dayatılan karanlıkta üretilen terör bumerang gibi dönüp çağdaş ülkeler diye nitelenen ülkeleri vurdu; vuruyor.

Bu da benim yukarıda dikkat çektiğim gibi! Aydınlanmış çağdaş dünya gerçekten huzurlu bir yaşam istiyorsa Ortadoğudan Uzak doğuya kadar toplumsal yapıyı inanç diye dayatılan karanlıktan aydınlığa çıkılmasına el atmak zorundadır. Yani bütün dünya ilk insandan bu yana içinde kaybolduğu karanlığı yenmedikçe bütün dünya ülkelerinin dirlikli, huzurlu bir yaşama kavuşması çok zor.

Buradan bakınca “Uzayan Gecenin Hikayesi”nin evrensel niteliği daha kolay anlaşılabilir.

Ben bu hikayeyi yazarken konunun evrensel niteliğine bağlı olarak bundan sonraki bölümlerde çağlar öncesinden başlayan ve çağlar boyu süren gecenin karanlığına karşı savaşı kimi tarihi destan ve romanlardaki yaşamlardan yararlanarak yazacağım öykülerle süsleyerek devam edeceğim.

Çünkü ilk bilinen yazılı kaynak Sümer efsanelerinde, Mısır’ın geçmiş tarihi yaşamından Mezepotamya’da kurulan medeniyetlere, Troya efsanesine kadar uzanan ve antik çağ felsefe döneminde belirginlik kazanan Avrupa, sonrasında Ortaasyada’da içinde Türk boylarının ve kurulan devletlerin de olduğu yaşamlardan binlerce yıllık Çin medeniyetine, Güney Amerika’daki Aztek ve Maya medeniyetine ve hatta kayıp kıta Atlantis ve Mu efsanesine kadar uzanan ilk insandan itibaren insanın doğanın yasalarına karşı giriştiği etkinlik mücadelesinden gelip Avrupa ve İslam dünyasının Ortaçağını anlatan ve insanlığı aydınlanmaya götüren sürecin hikayesi tam anlamıyla Uzayan Gecenin Hikayesini oluşturan bilgileri içermektedir.

Bu hikaye sürecinde insanlığın karanlığa karşı savaşımını fark edebileceğiz.

Örneğin İskender’in Hindistan’ı işgale kalkışmasının efsane anlatımı Beydaba’nın çok az bilinen Kelile Dinme’nin hikayesi Hindistan’ın 52 harfe tekabül eden Sankristçe’nin kullanıldığı dönemdeki yaşamıyla bugün yüzlerce dil ve dine ev sahipliği yapan kast sistemi içinde kitlesel hapishaneye dönüşen günümüzün bilişim çağının en önde gelen ülkesi Hindistan’ı da bu hikaye süreciyle daha iyi anlayabileceğiz.

Geçtiğimiz günlerde izlediğim belgeselde Patagonya yerlileri vardı. Orada yerlilerin ilkel yaşamları sergileniyordu. İlgimi çekince izlemeye başladım.

Çekimi yapılan küçük bir kabileydi. Kabiledeki avcı olanların ava hazırlanış görüntüleri vardı.

O avcılardan biri ‘en yaşlılarıymış’ bir kurbağa yakaladı. Bu kurbağa kendine saldıran düşmana karşı kullanmak üzere derisinde çok güçlü zehir üretiyormuş. Saldırı anında derisinde oluşan zehir damlacıkları saldıranı çabuk zehirleyip etkisiz hale getirirmiş.

Belgesellere meraklı olduğum için bu verilen bilgiyi yadırgamadım. Çünkü belgesellerde vahşi doğada bütün canlıların; buna bitkiler de dahil saldırıya karşı silahlar geliştirdiğini izlemiştim. Onun için bu zehirli kurbağanın derisinde savunma amaçlı zehir üretmesini yadırgamadan izliyordum.

Yalnız burada merakımı çeken; bu ilkel kabilenin bunun farkında olmasıydı. Çünkü o kişinin zehre temas ettiği anda öleceği kesindi. Kabilenin yaşlısı bunun bilincinde itinayla iki çubukla kurbağayı tuttu. Kurbağa hareketsiz hale gelince bir eliyle diğer avcının uzattığı ağaçtan yapılma okları kurbağanın derisinde ışıldayan zehirlere sürtüyordu. Sonra zehire sürttüğü oku diğer avcıya uzatıyor; o da itinayla okları önceden hazırlanan yaprakların üzerine sıralıyordu. Bu şekilde otuza yakın ok zehre bulaştırıldı. Sonra ihtiyar yerli o kurbağayı ilk tuttuğu çubuklara kıstırıp yakaladıkları yere götürüp bıraktı. Yani öldürmedi. Belgeseli anlatan bunu “yerliler bu kurbağalara ihtiyacı olduğu için onlardan yararlanıp öldürmeden doğaya salıyorlar” diye açıklıyordu.

Ben bütün dikkatimi bu görüntülere verdiğim için avcı yerlilerin anadan üryan; çırılçıplak olduğunu sonradan fark ettim. Gerçi erkeklik organlarını saran kıl uzaktan bir şort gibi gözüküyordu. O da beni yanıltmış olabilirdi; ama onların çırıl çıplak olduğunu fark edince şaşırmadım değil.

O sıra kameraya ilerde kulübenin önünde kadın ve çocuklar gözüme ilişti. Çocuklar da çırılçıplaktı; ama kadınların belden aşağısını örten bir şeyler vardı. Sanırım çekim ekibi vermişti bunu onlara. Yani kadınların da çırıl çıplak olmasının hoş olmayacağını düşünmüştü besbelli.

Bunu görünce aklıma yerlilerin çırıl çıplak olmaktan hiç rahatsız olmadığı; ancak onları belgesele çekecek olan modern dünyadan gelmiş ekibin kadınların çırıl çıplak olmasının hoş olmayacağını düşünmesi geldi.

İçimden “hangisi daha çağdaş?” diye bir soru geçti. Sonra kimi tatil yörelerinde çıplaklar kampı olduğunu düşündüm. O kampa giden bizim yazarlardan ‘isimlerini hatırlayamadığım için öyle yazdım’ birinin ‘bir arkadaşıyla gittiği kampta bellerine sardıkları peştemale kamptakilerin nasıl ters ters baktığını; kazara peştemalini düşürünce önünü arkasını elleriyle nasıl saklamaya çalıştığını; sonra çıplaklar kampında olduğunu hatırlayıp kendinden utandığını’ ifade eden gözlemleri aklıma geldi.

Orada yazar “kamptaki çıplaklar bizi Ortaçağın karanlığından gelmiş hortlaklar sanıp; irkilerek bize bakıyordu” diye yazıyordu.

Oradan bakınca Patangonya’da yaşayan kadın yerlileri giydiren belgeselciler de bir yerde Ortaçağın karanlığından çıkıp gelmiş oluyorlardı.

Belgeseli izlerken bunlar aklımdan hızla geçti.

Neyse; bu kabilede tıpkı ilk insanlar gibi kabilenin günlük işlerini gören, çevredeki ağaçlardan çeşitli meyveleri toplayanlar ve bir de her gün ava gidip kabilenin günlük yiyecek ihtiyacını avlayıp gelen avcılar vardı. Avcılar diğerlerine göre daha hakim gözüküyordu. Kendinden emin ‘kim kaç yaşında bilinmeyen’ hepsi sırım gibi erkeklerdi. Erkeklik organlarının önlerinde sallanması hiç umurlarında değildi. En yaşlı olduğu söylenen yerlinin denetiminde hazırladıkları okları hayvan derisinden yaptıkları okluklara; yani sadaklara yerleştirdiler. Bu sırada kazara oka deyince ölecekleri umurlarında değildi. Belgeselciyle birlikte ava çıktılar.

“Ava çıktılar” dediysek hemen civarda avlanacak av var sanmayın. ‘Avın nerede? Hangi av olduğunu?’ ancak Allah bilir. Balıkçıların “rasgele” deyip yelken açışları gibi kilometrelerce geniş sahada saatlerce yürüdüler.

Belgeselci “aslında çok hızlı giderler; ama beni düşündükleri için yavaş gidiyorlar” demişti. ‘İyi ki yavaş gidiyorlardı’. Bizim oraların deyimiyle “apcanlayınca’ benim dört beş adımıma denk adım atıyorlardı. Tabi saatlerce yolda gidince su gereksinimi oluyor; ama ortalıkta öyle hiç su kabı falan gözükmüyordu. Ben “suyu nerede içecekler?” dediğim sırada belgeselci beni duymuş gibi “bunlar bir takım bitkilerin köklerini kazıp onları yiyerek susuzluklarını gideriyorlar” dedi.

Gerçekten ‘sanki bellilik yapmış gibi’ bir yerde durdular ve yeri kazdılar. Yerin içinden bir bitkiyi söküp çıkardılar. Bellerindeki bıçakla alışkın ellerle o bitki kökünü çabucak soydular. İçinden çıkardıkları beyaz kısmı paylaştılar. Tabi belgeselcilere de verdiler. Anlatan belgeselci o parçayı yiyince ‘sanki kana kana su içmiş gibi’ derin bir ‘off!’ çekip “susuzluğum gitti” dedi ve yola devam ettiler.

Karşılarına çıkan geyiği kaçırdılar. Belgeselci bunun kusurunu kendinin gürültü yapmasına bağladı. Zaten hemen yanındaki yaşlı yerli “olur böyle şeyler” diye gülümsüyordu. Sanırım belgeselciyi utandırmak istemediği için böyle davranmıştı; yoksa kaçan kocaman bir avdı. Aynı şeyin “modern dünya” denen yerde veya bizim buralarda geçtiğini düşündüm. Eğer avcının o ava kesin ihtiyacı varsa ‘yabancı mabancı’ dinlenmez; en azından “senin yüzünde kaçtı av” diye sitem ederdi.

Burada yazdığım gibi belgeselciye kızan olmadı. Yalnız ilerde beç tavukları karşılarına çıkınca ‘sanki’ belgeselciye “bunu da kaçırmayalım” der gibi yaşlı yerli işaretle az geri durmasını söyledi. Sonra en iyi avcı olan dikkatle yaklaşıp okunu attı ve tavuğu vurdu. Bir tavuk kime yetecek ki! Onlar da böyle düşünüp çabucak tavuğun tüylerini yoldular, ortaya topladıkları çalıları ağaçları sürterek tutuşturdular; çarçabuk pişirip birlikte yediler.

Ama kabile onlardan yiyecek bekliyordu. Bu görevlerinin bilincinde ileride tepit ettikleri bir kirpinin inini kazdılar. İçlerinden biri gönüllü yarı beline kadar girdiği kirpi ininde; orada saklanan kirpiyi ‘kirpinin oklarının eline batmasını aldırmadan’ çekip çıkardı. Sevinçle kafasını vurup öldürdüler. “Nasıl sevinmesinler ki?” belgeselcinin söylediğine göre kirpinin otuz kilonun üzerinde eti varmış. Kemiksiz “çık” et.

Çarçabuk kirpinin derisini orada yüzdüler. İçini temizleyip etini hazır ettikleri sırığa geçirdiler. Belgeselci o kadar yolda etin leş haline gelip kokacağını bildikleri için içini temizlediklerini söyledi. Neyse iki kişi bu eti sırtlandı. Biri de deriyi aldı. Değişerek kirpi etini ‘zafer kazanmış edasıyla’ kampa getirdiler.

Belgesel burada bitmedi tabi. Başka görüntüler de vardı; ama yazdıklarımın tekrarı gibiydi.

Ben bu belgeseli izledikten sonra ucundan kıyısından bildiğim Patangonya hakkında bilgilenmek için internete başvurdum.

Çünkü kabilenin yaşantısı çok ilkel; ateş yakmak dahil modern dünyanın hiçbir aracını kullanmıyorlardı. Belki bıçağı gelip gidenden almışlardı; o kadar. Geri kullandıkları av aletlerine, giysilere ve yaşam biçimlerine; daha doğrusu çırılçıplak hallerine bakınca ‘sanki’ zaman Patagonya’da binlerce yıldan bu yana durmuş gibiydi. Yani benim “Uzayan Gecenin Hikayesine” çok uygun bir konu özelliği taşıyordu. “Bunlar kimdi? Neye inanıyorlardı?” vb. bilgiler için internete girdim.

Girdim; ama daha önce yazdığım gibi googulda sağlıklı bilgiye ulaşmak adeta olanaksız hale gelmiş. Sorduğun soruyla alakasız cevaplar geliyor. Örneğin “Patagonyalılar neye inanıyordu? Hangi tanrıya inanıyordu?” sorusuna asla cevap alamdım. Yalnızca ‘Patagonya’nın yeri, oraya niçin Patagonya dendiği?’ gibi bilgiler vardı. Haa! Bir de; Patagonya’ya turlar düzenlendiği bilgisi vardı. O bilgide gezmek isteyenleri özendirmek için ‘Patagonya’da iki kişiye on kadın düştüğü’ haberi vardı. Yani “eyy millet. Patagonya’da garı gani!” türünden Törkiş tanıtım ilkelliği. Hani Rusya veya o taraftaki ülkeler için “kadınlar sıralanmış Türk erkekleri bekliyor” veya Türkiye’ye ye gelen bayan turistler için “Türk erkeklere kendilerini düzdürmek için koşup geliyor” ilkelliği gibi.

Bunları yazarken bizim oradan birinin Kuşadasında plajda yaşadıkları aklıma geldi. Bunu götüren arkadaşla birlikte plaja gitmişler. Etrafta dolu ‘bunun için çolbak garı var’. Başlamış onlara müstehcen laflar atmaya. Derken o laf attığı bayanlar biri yanındakine Türkçe bir şeyler söyleyince bizimki “epbe lay! Bunla Türkmüş ya!” deyip kaçmış. Bunu anlattı. Meğer o onları yabancı sanıp ‘nasıl olsa beni anlamazlar’ diye Abazalığını gideren laflar atıyormuş. Türk olduklarını anlayınc utanıp kaçmış oradan. Gerçekten Anadolu’da ‘tabi genellikle; yoksa sütü bozuk az değildir’ erkekler normal zamanda özellikle kendine yabancı; yani ailesinden olmayan kadınlara karşı çok dürüst ve naziktir. Ancak içince içindeki hayvanlım depreştiği için saldırganlaşır.

Buradan bakınca Patagonyalı yerlilerin anadan üryan; ama bu duruma hiç şaşırmaz halleri aklım geldi. Eminim Patagonya yerlilerinde taciz tecavüz de yoktu veya bir yere gizlenip kadınları dikiz etmek de. Çünkü her şey meydanda “neyi dikiz edip? Kime tecavüz edeceksin ki?” Bu yazdığıma bakın Patagonların Babun cinsi maymunlar gibi sabahtan akşama çatıştığını; yani sürekli birbiriyle cinsel ilişki kurduğunu sanmayın. Anlatmak istediğim ilk insanın ilkelliğini yaşayan bu kabilenin cinselliği karın doyurma gibi insanın sosyal ihtiyaçlarından görüp abartmadığıdır. Ayrıca belgeselde görünen herkesin ayrı kulübesi eşi ve çocukları olduğuydu.

Siz şimdi “olur mu öyle şey? İnsanlar çırılçıplak olur da tek duru mu hiç?” diye itiraz edebilirsiniz. Bu da sizin algınız olur tabi.

Ancak benim kendi yaşamımdan bildiğim karma eğitimin olduğu okullardaki öğrencilerin daha sosyal olduğu; yani kız erkek ilişkisinde kızlık ve erkekliğin değil insanlığın ağır bastığı; öte yandan tekli eğitimde; yani yalnız kız ve erkek öğrencilerin ayrı okuduğu okullarındaki öğrencilerin karşı cinse daha aç ve asosyal yetiştiği bir gerçek.

Nereden nereye? Ama toplumu saran ve bütün yaşamını karartan geceyi anlamak için sanırım böyle bir hikaye yolculuğu gerekiyor. Yani insanın farklı zamanlardaki yaşamını kıyaslayarak insanı anlamak…

Neyse; Patagonya Güney Amerika’nın en güneyinde Şili ve Arjantin’in topraklarını kapsayan bir bölge. Bu bölgeyi kaşif Macellan bulmuş. Eli kanlı kaşif yani. Orada gördüğü yerlilerin iriliği ve ayaklarının çok büyüklüğü nedeniyle büyük ayak anlamında onlara “Patagon” diye isimlendirmiş. Böylece onların yaşadığı bölgeye Patagonya denmiş.

Bilgiler hep tevatür. Bir söylentiye göre bunların 3-4 metre kadar uzun boyda dev insanlar olduğu iddia edilse de bunun efsane olduğu gerçeği yansıtmadığı yazılı googulda. Ama yine de ortalama 1.90 m. uzun boylu insanlar. Belgeselde gördüklerim de sırım gibi ince uzun boylu; kocaman ayaklıydılar.

Bunların Macellan boğazının güney yakasını oluşturan Tierra del Fuego takım adalarından 5000 yıl önce buraya geldiği bilgisi var. Bana göre Patagonlar da Darvin teorisine göre iki yüz bin yıl önce Afrika’nın doğusunda ortaya çıkan insanın göçü sonucu bir şekilde buraya gelen insanların torunları. Öyle veya böyle binlerce yıldır sosyal özelliklerini hiç bozmamışlar. Bunların içinde insan yiyen yamyam türleri olduğu bilgisi de var. Şili hükümeti bunlarla son zamanlarda ilgilenmeye başlamış.

Bu insan yiyenlere bunların günah olduğunu anlatmak üzere emperyalizmin ileri karakolu misyonerler gelmiş. Bunları Hıristiyan yapmaya falan kalkmışlar. On sekizinci yüzyılın ortalarına doğru ‘belki bu misyonerler Patagonlar bizi de yer korkusuyla veya Patagonya’dan pek iş çıkmayacağını düşünerek Patagonları Hıristiyan yapmaktan vazgeçip gitmişler.’

Buradan Patagonların her hangi bir dini olmadığı anlaşılıyor. Kendi aralarında barışık ve uyumlu yaşamları da zaten bunu gösteriyor. Yani belgeselde öyle bunları yöneten din adamı veya büyücü falan yoktu. Kabilenin olduğu yer kabile halkının görüntüsünden anlaşılan buydu. Dolayısıyla bunları din adına yöneten biri olmadığı için birbirleriyle çatışacak neden de kalmıyordu.

Siz şimdi “ne yani? Dinlerin olduğu her yerde insanlar birbiriyle çatışıyor mu?” diye soracak olursanız; ben “yazımı doğru anlamamışısınız” derim. Çünkü ben yukarıda bunların dinsiz olduğu için birbiriyle uyumlu olduğunu yazmadım. “Bunları yöneten din adamı veya büyücü yok” dedim. Çünkü insanlar inandıkları için birbiriyle çatışmaz. Birileri onları inanç adına çatıştırır. Bunun böyle olup olmadığını “şöyle geriye yaslanıp bilginiz dahilinde düşünün bakalım.” O zaman fark edeceksiniz ki çok tanrılı veya tek tanrılı bütün dinlerin egemenliğinin belli evresinde dini temsil ettiğini iddia eden birileri çıkar ve insanları birbirine karşı kışkırtır.

Hıristiyanlığın yaygınlaşıp yönetenler katında kabul gördüğü dönemden sonra; yani MS. Sonra 400 yılından 16. Yüzyılın ilk yarısında 1648 yılında sona eren ve otuz yıl süren din savaşlarına kadar bütün dönemlerde din adına savaşlar Hıristiyan dünyasını kasıp kavurdu. Altıncı yüz yılda ortaya çıkan İslamiyette de din savaşları hilafet kavgalarıyla başlamış 14. Yüz yıldan sonra hız kazanarak günümüze kadar devam etmiş; halen özellikle Ortadoğuyu kasıp kavurarak devam ediyor.

Yani diyeceğim insanlar inançla tanışmaya başladığı pagan döneminden bu yana inanç çatışmaları yaşarken toplumlar farklı inançlar adına oluşan ön yargı duvarları arasında hapsolmuş veya kendini hapsetmiş ve insanlığın üzerine çöken gecenin karanlığının en koyu evresi başlamış böylece.

Bu benim iddiam değil. Sosyoloji bilimi bunu daha iyi açıklar. Ben burada kimi bilgilerimle bu karanlığın hikayesini yazıyorum o kadar. Bütün hikayelerde olduğu gibi insan öykülerinde; örneğin bu bölümde Patagonları bir belgeselden yola çıkarak hikaye etmem bu yüzden.

Buradan benim en çok dikkatimi çeken Hindistan ve oradaki kast sistemine sıçrarsak; benim yukarıda yazdığım inanç adına insanı körleştiren ön yargı oluşumunun en katı örneğini orada görebiliriz.

Gerçi gerek Hıristiyanlık gerek Müslümanlık ve hatta Yahudilikte oluşan mezhepleşmelerde bile aynı mezhebe bağlı insanların sırf yorum farkı nedeniyle oluşan ön yargılarla birbirini boğazladığının çok kanlı örneği vardır; ama Hindistan bu konuda; yani inanç diye dayatılan karanlığın oluşturduğu ön yargı körleşmesi konusunda en özgün örnektir.

Bugün Hindistan’da altı yüzün üzerinde din olduğu söyleniyor. Bu dinler nedeniyle toplumlar çok katı kurallarla birbirinden ayrılmış. Örneğin fareyi kutsal kabul edip farenin kabındaki yiyeceği yiyerek hacı olduğunu düşünen birine bunun “yanlış, safsata, büyük ilkellik olduğunu” asla anlatamazsınız. Patagonların onca ilkel yaşamında böyle bir iğrençliği asla göremezsiniz. Çünkü onlar çok zehirli kurbağanın farkına varıp onun zehrinden zehirli ok yapacak kadar beyinleri gelişmiş insanlar. Yirmi yüzyılda onlardan çok daha fazla teknolojiyle tanışan Hindu yerliye ‘öldür Allah’ acından geberse de inek eti yedirememenin tek nedeni inancının onda oluşturduğu ön yargıdır.

Avrupa bugün dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan insanlardan daha mutlu ve özgürse; bunun tek nedeni aydınlanmayla inanç diye dayatılan ön yargı çemberini kırıp çıkabildiği; din adamlarına “senin beni din adına yönetmeni kabul etmiyorum. Sen ancak Tanrıyla benim aramda elçisinin. Orada kal” diyebildiği içindir. Yoksa aynı Avrupa’da inanç adına hareket ettiğini söyleyenlerin toplumun her şeyine egemen olduğu dönemlerde Hindistan’daki ilkellikten çok daha ileri ilkellikleri yaşamış; “içine şeytan kaçtı” diye insanların diri diri yakılmasına razı olmuş; giyotinle kafasının uçurulmasını o sıralar nimet gibi kabullenmişti. Papazlar veya rahiplerin adeta bokunu yiyecek durumdaydılar. Siz şimdi bakmayın İslam dünyasının üzerine din adına örtülen karanlığa bakıp “Ayy! Bu Müslümanlar ne cahil? Ne ilkel?” dediklerine… İslam dünyasında bilimin egemen olduğu onuncu ve ön dördünü yüzyıl arasında onlar inanç adına çatışmaların en karanlık dönemini yaşıyordu.

Bu karşılaştırmaları vermekteki amacım dinleri kıyaslamak ve “iyi din, kötü din” muhabbeti yapmak değil elbet.

Verdiğim dört örnekte amacım ön yargı körlüğünü oluşturanın inanç adına dayatma olduğunu anlatmak. Örneğin Hinduya “zinhar inek eti yemeyeceksin” diye dayatma olmasa belki çok açlar ineğin etinden sütünden faydalanmayı düşünebilirdi. Ama ne hikmetse bu dayatma hep en yoksullara oluyor. Patagonlarda kimse böyle bir dayatma yapmadığı için onlar binlerce yıldır olağanlaşmış hayatları ‘yaşamın onca zorluğuna rağmen’ güle oynaya yaşayıp gidiyor. Çünkü zihinlerini, beyinlerini körelten bir baskı yok; ama farenin kutsallığına inandırılmış kişi kendini farenin kabından yemek yemeye; böyle hacı olacağına kendini mecbur eder hale gelmiş.

Hikaye uzun. Bütün zamanlardan çok örnek var. Bu bölümü fazla uzatmamak için yine Hindistan’daki Zerdüştlerin bir cenaze törenini hikaye edip bitireceğim.

Zerdüştler Hindistan’da 25 milyon civarında nüfusa sahip. Onlarda akbaba kutsal hayvan kabul ediliyor.

Cenazelerini akbabalara sunma geleneği var. Bunun için tapınakları bile var. Bu tapınak bir kule, kulenin en tepesinde erkek, kadın ve çocuk cenazelerinin akbabalara sunulduğu bir sunak; akbabalar cenazenin etini yiyip geriye sadece kemikler kalınca görevlinin o kemikleri süpürüp içine attıkları bir delikten oluşuyor. En altta yukarıdan düşen kemikleri yakmak için bir de fırın var.

Yani Zerdüştlerde cenaze defnedildikten bir iki gün sonra geriye sadece yakılan kemiklerin külü kalıyor. Zerdüştler ölülerini yakan Hıristiyanlar gibi bu külü alıp şişeye koymadığı için bütün küller toplanı kutsal nehir olan ganja atılıyor.

Belgeselde izlediğim bir cenaze törenine İngiltere’de Oksford’da okumuş kişiler de katılmıştı. İngiltere’de yaşıyorlarmış. Ölenin yakınlarıymış. Cenaze için gelmişler ve huşu içinde törene katıldılar.

Yani bunlar ‘ya Zerdüşt dinine inanıyordu veya onca tahsile rağmen de yakınlarının o inanca göre defnine razıydılar.” Yani “böyle saçmalık olur mu?” gibi kestanelik yapmıyorlardı. İnanmasalar bile inananlara saygılıydılar.

Yukarıda Hindistan’daki dinlerden bahsedip orada Zerdüştlerin cenaze töreninden bahsederken lafı insanların birbirine saygısına getirip “yani bunlar ‘Zerdüşt dinine inanıyordu veya onca tahsile rağmen de yakınlarının o inanca göre defnine razıydılar.” Yani “böyle saçmalık olur mu?” gibi kestanelik yapmıyorlardı. İnanmasalar bile inananlara saygılıydılar” diye bitirmiştim.

İnsanların birbirine saygı göstermesi aslında insan ilişkilerinde insanlığın temel göstergesidir. İlk insandan bu yana insanlık ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkiler üzerine şekillenen toplumsal yapısında her ne kadar inanç diye üzerine örtülen karanlığın etkisinde kalsa bile; insanın evrimi esas olarak hayvandan farklılaşması üzerine şekillenmiştir.

Yani ilk insandan itibaren insanlar birbirine davranışlarında hayvandan farklılık gösterdikçe insanlaşmış. Buna insanın uygarlaşması da denebilir.

Burada tabi “uygarlık nedir?” sorusunun doğru tanımını bilmek gerekir. Uygarlık kimilerinin sandığı gibi medeniyet değil; insanlaşmadır.

Freud ilk uygar insanın ilk küfür eden insan olduğunu ifade ederken tam da buna işaret ediyordu. Yani tepkisini hayvanlar gibi hırlaşarak, ötekine saldırarak değil küfür ederek belli ederken hayvanlara ait; genlerine işlemiş saldırgan dürtüyle değil küfürle tepkisini ifade etmesinin insanın uygarlaştığının ilk işareti olarak ifade ediyordu. Bu ifadeden yola çıkarak uygarlığın insanın davranışlarının hayvan davranışlarından ayrılması olarak ifade edebiliriz. Yani insan genlerine kadar işlemiş hayvansal dürtülerden kurtuldukça uygarlaşır.

Buradan bakınca; ‘unutmadan hemen ifade edeyim’ emperyalist çıkarlarla saldırganlaşan ve savaş araç gereçlerini geliştirmeye önem veren toplumların giderek hayvansal dürtülerin esiri olmaya; yani hayvanlaşmaya başladığını; yani evrimini geriye döndürdüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.

Geçen haftaki yazımda Patagonya yerlilerini anlatırken orada yerlilerin anadan üryan; yani doğdukları gibi çırıl çıplak yaşadığını; belgeselcilerin kendi ön yargıları gereği çekim yaparken kadınların çırıl çıplak görünümünün hoş olmayacağını düşünüp onlara cinsel organlarını örtmeleri bir şeyler verdiğine işaret etmiş ve yerlilerin çırıl çıplak olmaktan hiç rahatsız olmadığı halde onları belgesele çekecek olan modern dünyadan gelmiş ekibin kadınların çırıl çıplak olmasının hoş olmayacağını düşünmesini sorgulamıştım.

Sonra içimden “hangisi daha çağdaş?” diye bir soru geçtiğini yazmış; sonra kimi tatil yörelerinde çıplaklar kampı olduğunu vurgulamış; o kampa giden bizim yazarlardan ‘isimlerini hatırlayamadığım için öyle yazdım’ birinin yaşadıklarını anlatmıştım.

O yazar bir arkadaşıyla gittiği kampta bellerine sardıkları peştemale kamptakilerin onlara nasıl ters ters baktığını yazmış; o sıra kazara peştemalini düşürünce önünü arkasını elleriyle nasıl saklamaya çalıştığını; çıplaklar kampında olduğunu hatırlayıp kendinden utandığını’ ifade etmişti.

Yazar orada düşüncesini “kamptaki çıplaklar bizi Ortaçağın karanlığından gelmiş hortlaklar sanıp; irkilerek bize bakıyordu” diye ifade etmişti.

Yazarın bu görüşünden yola çıkarak pekala çırılçıplak yaşamayı seçen; bu sırada olağan ilişkileri ve işlevleri dışında “elerinden kollarından farklı görmedikleri cinsel organlarını örtmeyi düşünmeyen Patagonya yerlilerinin mi? Yoksa onların yaşamını belgesele çekmek için geldiklerinde ilk olarak kadınların cinsel organını örtmesini isteyen çekim ekibinin mi? Daha uygar olduğunu” sorguladığımızda ilk cevap olarak hayvanlar gibi çıplak yaşayan yerlilere göre hayvanlardan farklı giyinen çekim ekibinin ‘hayvan davranışlarından daha farklı davrandıkları için’ daha uygar olduğu cevabını verebiliriz; ancak cinsel organlarını örterek daha uygar hale geldiğini iddia ettiğimiz medeni insanın cinsel taciz ve tecavüzlerde hayvandan daha hayvan olduğuna bakınca aynı iddiada bulunabilir miyiz bilmiyorum.

Çünkü giyinmek veya örtünmek uygarlığın ölçüsü olsaydı Ortadoğuda yaşayanların veya bir burnu dışarıda kalan Eskimoların en uygar insan olduklarını söyleyebilirdik; ama öyle değil. Yani uygarlığın ölçüsü örtünmek değil; Freud’un tarif ettiği gibi öfkesini kontrol etmek. Yani insan öfkesini kontrol edip tepkisini saldırıyla değil sözle ifadede geliştirdikçe uygarlaşıyor. Buradan bakınca “en uygar insan kendini en az küfürle ifade eden insandır” diyebiliriz. İnsanın kendini saldırarak değil sözle ifade etmesi de ancak kullandığı kelime zenginliğine bağlıdır. Buradan bakınca en uygar insanın anlamını bilerek kullandığı veya anladığı kelime yönünden en zengin olan insan olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz.

Bu tarifi yaptıktan sonra geriye çekilip dünya uygarlığına baktığımızda; dünyadaki hayvandan en arınmış davranışlara sahip olan insanların en sıkı giyinen toplumlar değil; en çok kitap okuyan toplumlar olduğunu söyleyebiliriz. 2016 yılı araştırmalarında en mutlu insanların yaşadığı; yani insan olmaktan en mutlu olanların yaşadığı ülkeler sıralamasına bakınca da bunu görebiliriz.

Orada en mutlu; yani en uygarlaşmış; yani hayvansal davranışlardan en arınmış ülkeler sırlamasında dünyanın emperyalist gücü sayılan; yani silah yönünden en gelişmiş silahlara sahip insanların yaşadığı ABD nin, Rusya’nın, Çin’in vb. ülkelerin değil en çok kitap okuyan ve insan ilişkilerini en fazla geliştirmiş; gelecek kuşaklarının eğitimine en fazla önem veren ülkeler olduğu görülüyor.

Böylece Patagonya yerlilerinden itibaren çıktığımız insanlığın uygarlık yolculuğunda geldiğimiz noktada insanlığı saran gecenin karanlığın en belirgin aydınlığa dönüştüğü yerlerin inanç diye dayatılan ön yargı körlüğünün en az etkili yerler olduğu daha anlaşılır oluyor.

Sonuç olarak yazacağım; insanlık ilk insandan itibaren adeta aidiyeti haline gelmiş inanç değerlerinin körlüğünde kaybolmadıkça çıktığı insanlık yolculuğunda daha başarılı oluyor. Burada kastettiğim elbet inançlar değil; daha çok toplumda yönetimde egemen olanların kendi siyasi ve ekonomik çıkarları için inanç diye; inanç adına dayattıklarıdır. Yoksa insanlık ilk insandan itibaren özellikle çözemediği güçleri tanrılaştırarak kendinden daha etkin bir gücün varlığını zaten kabul ederek yaşayıp gelmiş.

Bütün dinlerin ortaya çıkış nedeni de bu…

Burada o gücü temsil ettiğini iddia edenlerin toplumda etkinliğidir ön yargı körleşmesini oluşturan; yani insanlığı gecenin karanlığına sokan. Yoksa insan inandığı güçle baş başa bırakılsa bir sorun yaşamıyor. Kendi günlük yaşamından sosyal ve kültürel ilişkilerine kadar pekala kendine göre bir yaşamı geliştirebiliyor. Bunu insanlığın özellikle kültürel birikimlerinde, kültürel zenginliklerinde pekala fark edebiliriz. İnsanlığın kültürel gelişiminin ve sosyal ilişkilerinin akamete uğradığı dönemler hep o karanlığı yaratan; yani yönetenlerin inanç diye kendi egemenliklerini dayattığı dönemler olmuştur.

Bilinen ilk insanlık tarihinden bu yana bunu rahatlıkla gözleyebiliriz.

En son tek tanrılı dinler döneminde yaşanan insanlığın karanlık dönemleri de aynı inanç adına birilerinin kendi egemenlikleri dayattığı dönemler olmuştur.

Ortaçağ karanlığından bahsederken ilk çağ karanlığından bahsetmememizin nedeni biraz da budur.

İlk çağ döneminde kendini tanrı olarak veya tanrının oğlu olarak ifade eden tiranlar, krallar olsa da insanlık gelişimini hep sürdürmüş. Özellikle felsefenin ve insanın kendini yönetme biçimi olan demokrasinin ilk bahsedildiği dönem bugün antik çağ olarak biline ilk çağ dönemi olmuştur.

Ancak Ortaçağın da başlangıcı olan Hıristiyanlık ortaya çıktıktan itibaren; özellikle yaygınlaşıp inanç veya tanrı adına söz söyleyen yöneticilerin etkin olduğu döneme gelindiğinde o dönem için insanlığın en karanlık; gelişiminin ne durduğu dönem olduğunu görüyoruz.

Buradan sonraki süreçte gözlenen yöneticilerin inanç adına hareket ettiği ve inanç değerlerinden güç aldığı ve etkin olduğu dönemlerin karanlığın şalının toplumun üzerine en kalın örtüldüğü; o toplumlar için gecelerin çok uzun dönemler olduğudur.

Geri dönersek; Hindistan örneğinde olduğu gibi en ilkel inançların etkin olduğu toplumlar dahil inanç adına söz söyleyenlerin toplumda etkin olduğu dönemler insanlık için karanlığın en koyu olduğu dönemlerdir. Onun için Avrupa aydınlanmasının ve bilime önem veren İslam aydınlanmasının yaşandığı dönemlerin insanlığın gecenin karanlığını dünya ölçeğinde araladığı dönemler olduğunu söyleyebiliriz. Yani insanlık bir bütün olarak ilk insandan bu yana insanlaşma sürecinde yaşadığı uzayan gecenin karanlığını henüz tamamen aşabilmiş değildir.

İlk bölümlerde işaret ettiğim gibi bilim ve teknolojiyi eğitimle bütünleştirip kendi içinde aydınlanma yaşayan toplumlar için bile gecenin karanlığı tehlikesi henüz son bulmuş değil.

İnsanlık bir bütün olarak bilimde; özellikle insanın çağdaş eğitiminde buluşup inanç diye dayatılan karanlıktan kurtulamadıkça hiçbir toplum için sinerli bir yaşam yoktur.

Çünkü inanç diye dayatılan karanlığın içinde üreyen terör sonunda bütün insanlığı tehdit eder hale geldi. Emperyalist ülkeler gecenin karanlığını yaşayan ülkelerin yer altı ve yer üstü zenginliklerini belli çıkar gurupları için sömürürken bunun için hayvansal dürtülerini; yani saldırganlıklarını ve tabi saldırı araçlarını geliştirirken inanç diye dayatılan karanlığa destekleyip prim vermiştir. Sonunda gelinen noktada kendi toplumlarının; yani kendi yurttaşlarının da güvenliği tehdit altına girmiştir.

Bu tehditi besleyen politikalar terk edilip; bütün insanlığın aydınlanmasında buluşmadıkça; yani bugün çok sarınılan Samuel Huntington’un geliştirdiği “Medeniyetler Çatışmasını” değil “Medeniyetlerin Uygarlıkta buluşmasını” (ki bunun adı Kopenhang Kriterleridir) gerçekleştirmedikçe ilk insandan bu yana insanlığın dünyasını karartan ve o zamandan bu zamana “Uzayan Gecenin Karanlığından” insanlığın kurtulması ve o karanlığın cehenneminden insanlığı koruyacak aydınlığa çıkması olanaksızdır.

Tabi burada her topluma; her ülkenin yurttaşlarına münferit düşen görev öncelikle kendi toplumunda, kendi ülkesinde aydınlanmayı sağlayarak kendini saran karanlığı yırtmasıdır. Bu şekilde oluşan aydınlığın dalga dalga bütün dünyayı sarması sağlanabilir.

O zaman Hindistan toplumunun aşılmaz sanılan ön yargılarla parçalayan kast sistemi denen sisteme son verilebilir. O zaman inanç adına dayatmaların veya kimi feodal bağların oluşturduğu ön yargılarının esiri haline gelmiş Asya ve Ortadoğu ülkeleri emperyalist kışkırtmalarla içine yuvarlandığı cehennem çukurundan çıkıp aydınlıkla buluşabilir; Afrika’nın Asya’nın açlıktan birbirini yiyecek hale gelen insanları doyabilir; dünya iklimini ve haliyle dünyanın geleceğini tehdit eden doğal felaketlerin önüne geçilebilir ve belki o zaman Patagonya yerlilerinin kanaatkar mutluluğunda buluşan uygar insanların barış içinde dirlikli yaşadığı bir dünyada buluşulabilir.

Yazdıklarımı çok ütopik bulanlara özellikle Avrupa’nın Ortaçağ karanlığından kurtuluş mücadelesi ve otuz yıl süren kanlı din savaşlarının tarihiyle ve Avrupa aydınlanmasının kilometre taşları olan edebiyatıyla doğru ilgilenmesini önereceğim.

O sürecin tarihi ve özellikle edebiyatı Avrupa’nın kendini saran karanlıktan nasıl kurtulup bugün dünyanın en mutlu insanlarının çoğunlukta olduğu Avrupa’ya ulaştığını kendi gerçeğinde gözler önüne seriyor.

Yani dostlarım; daha doğrusu “Uzayan Gecenin Hikayesini” üşenmeden okuyup takip eden dostlarım; sizin de fark ettiğiniz gibi insanın; daha doğrusu toplumların ilkelliği; yani yaşamlarını karartan gecenin karanlığı kendi içinden yarattıkları ucubelere teslim oluşlarının ifadesidir. O ucubeden kurtuluşun da tek yolu insanlığın ürettiği ortak kültürü ve edebiyatıyla buluşup; mutlaka doğru bilgilerle donanmaktan geçer. Bunun için de üşengeçliği terk etmek gerekir.

Çünkü oturduğun yerde ne bilgi sahibi olunuyor; ne de uygarlaşılıyor.
Oturduğun yerden ancak bilgisiz fikirlerle birbiriyle didişerek birbirini tüketen toplumlar haline gelinebilir. Tıpkı bizim bugün toplum olarak yaşadığımız süreç gibi süreçler yaşanabilir.

Aslında “Uzayan Gecenin Hikayesi” burada bitmiyor. Ben kendi çapımda yazdığım öykülerle o hikayeye devam ediyorum; ama bir şeyi çok uzatmak; hele ‘gaydırıgubbak olmayan’ konularda uzatmak insanı sıkıyor. Bunu blogdan paylaştığım hikayelerin okunma oranlarında görebiliyorum.

Onun için “efe donu gibi kısa olmasa da” hikayemi burada bitiriyorum. Gerisini herkes kendi kafasından yazabilir.


Neyse en son diyeceğim; hikayemi buraya kadar okuyan herkese buradan kocaman bir “MERHABA”

2 yorum:

  1. Merhaba dostum; zaten okumuştum reklamına dayanamadım bir kez daha okudum. Ellerinize sağlık... :):)

    YanıtlaSil
  2. Merhaba sevgili arkadaşım. Yorumla katkın için çok teşekkür ederim. izin yorumlarımız yazma zevki veriyor insana.

    YanıtlaSil