Merhaba; burada uzayan gecenin başından sonuna bütün hikayeyi paylaşarak bir bütün olarak okunmasını amaçladım.
Hikayeme benim için uzayan bir gecede başladım. Çünkü o günde yine uzun bir gece olmuştu. Öyle olunca beş saattir yattığım yerde gecenin sesini
dinlerken yıllardır yaşadıklarım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti.
Az
buz değil tam atmış beş sene. Gece ve gündüzüyle geçen atmış beş yıl. Haliyle bu kadar yılda az şey yaşamadım.
Hep
yazarım; uzun geceleri en çok yaşayan hastalardır. Hele benim gibi 'tedavi
süresinde gecen gündüzün karışmışsa bir birine' işte o zaman bitmek bilmez
geceler.
Coah
hastalığı hiç geçmeyecek bir hastalık olduğu için; uzun geceler bir başına
neler yaşamazsın ki? Tıpkı benim bu gece yaşadığım gibi.
Gözüm
hemen karşımda balkona açılan cam kapıdan dalları balkona sarkan kayısı
ağacının esen hafif rüzgarla geceye selam verişini izleyip uzaktan gelen kesik
kesik köpek havlamalarını dinlerken uzaktan sabah ezanını okuyan hocanın sesi
geldi..
Hani
derler ya! "sabah ezanının kaçta okunduğunu en iyi hocalar ve hırsızlar
bilir" diye bir laf vardır; ama eksiktir bu. Benim gibi geceleri uzun uzun
yaşayan hastalar da iyi bilir.
O
ezan okunduğu ana kadar gözümün önünden bütün yaşadıklarım geçti. Bu sırada
atmış dokuz seksen yılları arasında yaşadıklarımı tekrar yaşadım.
O sıra yazmaya devam ettiğim hikayelerin kahramanları çıkıp geldi dosyalarından. Onlarla ileri geri epey sohbet ettik. Velhasıl onlarla birlikte iyi bir
gece geçirdim.
Kuşkusuz
bunları 'şimdi olduğu gibi' yazıya dökeceğim.
Bugün
tedavimin yedinci günü…
Grip
için “ilaç kullanırsan bir hafta; kullanmazsan 7 günde geçer” diye esprili bir
laf vardır. Sağlıklı insanlar için gerçekten öyledir.
Benim
gibi Coah hastaları bırakın grip kapmayı enfeksiyon olursa; yani akciğerlerde
mevcut mikrop bir nedenle harekete geçerse tedavi süresi ilaçla on gün. Grip
gibi “ilaç almasam” derseniz; o işin de kolayı var. İlk istasyondan bilet alıp
yallah Hades ırmağının içine atarısınız kendisini. Orada yeni dostlarınızla
yüzmeye başlarsınız. Yani bu Coah insanı hiç uğraştırmaz. Onun için
rahatsızlığımdan bu yana ilaçlarımı düzenli kullanıyorum. Yani daha üç gün daha
antibiyotiğe devam…
Yedinci
günün gecesi keyfim yerinde olunca uykum tutmadı. Gözüm camlı kapının hemen
ilerisinde kayısı ağacında dalıp gittim bir başka aleme; öykülerdeki
dostlarımla sohbete.
Çoğu
bu hastalık süresince iki satır yazmaya gücüm yetmeyeceğini bildiği için “ne
oldu bizim hikaye?” diye sıkıştırmaz. Onun için onlarla sohbet bu nekahet
süresinde keyifli olur.
Temur
efendi “bizi Eskişehir yolundaki pompacıdan ne zaman çıkaracaksın?” diye sordu.
Ee!
Arkadaş haklı. Ramiz efendi onu Göçmen Recep’in yanına yerleştirmiş; o gün de
ilk sefer için ‘güle güle’ demişti.
O
‘güle güle’ demişti,; ama Göçmen Recep Bilecik rampasında kara yakalanmıştı.
O
yıllar Haydarpaşa limanına boşalan mallar trenle gidermiş Anadolu’ya. DP
iktidara geldikten sonra Marshal yardımını almış. Ama elin oğlu pardon Amerikan
baba o krediyi karakaşımız kara gözümüz için vermedi ki! Ürettiği motorlu
araçlardan satmak için verdi. Öyle olunca DP durumdan vazife çıkarıp “tren yolu
komünist işi” deyip karayoluna hız verdi. Böylece ilk karayolu taşımacılığı
başladı.
Kara
yolu taşımacılığı başladı; ama 'bunların gidecek yolu var mı? Yook' Ee nasıl
olacak bu iş?’
"Şimdilik
köylünün süse" dediği makadam yollarda gide korlar; ‘göç yolda düzülür hesabı’
biz bu arada asfalt işine de başlarız” diye düşündüler. Bu da kredi veren
Amerikan dede için kaymaklı kadayıf oldu.
O
da "o yolda kamyonların haşatı çıkar. O zaman da tamir için yedek parça
fabrikaları kurarız. Arkasından bize
pahalıya mal olan araba imalatının hamballığını; yani montaj işine sokarız
bunlara" deyip uzun vadeli krediyle satmışlar araçları.
DP
de bu kredi işine falan yeni alışıyor ‘vadeli malı bedava sanıp’ başlamış
ithalata. Araçları da vadeli satmaya başlamış. Bu gelişme çoğu asker ocağında
ehliyet alarak şoför olan bizim insanımızın da işine gelmiş. Yani öyle
zannetmişler… Tıpkı şimdinin kredi kartlarını beleş para sananlar gibi “vadeli
nasıl olsa?” deyip araba alma kuyruğuna girmişler.
Önceleri
daha çok yeni yeni başlayan şehir içi ulaşıma yönelmişler. Taksi dolmuş
almışlar. İlk kuyruklu Amerikan arabaları o sıra dolaşmaya başlamış İstanbul
içinde.
Kimisi
daha hevesli “bu yollarda kamyon çalışır mı?” diye düşünmeden kamyonculuğa
soyunmuş.
İlk
o sıralar Haydarpaşa limanından karayoluyla nakliye şirketleri kurulmaya
başlamış. Üç beş arkadaş birleşip ‘nasıl olsa vadeli deyip’ ikişer üçer kamyon
almışlar. Öyle olunca borçları ödeme telaşı başlamış. “Öyle ya! Ödenecek bir
dünya senet”
İşte
Temur efendinin Göçmen Recep de önce peşin bir araba almış. ‘İşi büyüteyim be
ya!’ diye bir daha almış. İki kamyonuyla limanda tuttuğu yazıhaneye “göçmen
nakliyat” diye yazdırmış.
İşte
o sıra ikinci kamyon için Ramiz efendiye “senin Birol benle gelse olur mu?
Şöyle bir buluncaya kadar be ya!” diye gelmiş. O da ikinci dolmuşu Birol’ü
düşünerek aldığını söyleyip “olmaz be ya! Benim öteki dolmuşu ona vereceğim”
demiş. Sonra “dur bi dakka! Bizim Birol’ün asker arkadaşı var burada. Birol
‘çok iyi şoför’ diyor. Ehliyeti Birol’le askerlik yaparken almış. Bi dene
istersen onu” diyor.
Göçmen
önce kel kafasını kaşıyor sonra “olur be ya! Biz ehliyeti üniversite de
almadık. Hepimiz asker ocağında üğrendi bu bok yiyeni. Afyona yük saracağım.
Makine parçası. Onu da alırım yanıma. Birlikte gideriz. O yolda bakarım kızanın
şoförlüğüne. Arada arabayı ona veririm. Hem yol üğrenir hem alışır benim
delikanlıya. Havada kar olacak gibi. İşin başından üğrenir yani” deyince
anlaşmışlar
İşte
o gün onları Limandan Ramiz efendi “güle güle” diye uğurlamıştı.
Şom
ağızlı Göçmenin “havada kar var” deyişini yukarıdaki duymuş Adapazarı sapağında
yukarıdan boca etmiş karı yola.
Bilecik
rampalarında yol görünmez olunca Temur efendiye “tübe valla! Ha ben laf olsun
diye Ramiz efendiye ‘havada kar olacak gibi’ dedim. Duydu yukarıdan dediğimi
“Madem benim işimi karışırsın ‘al sana kar!’ dedi” diye anlatmış karın
çoğalmasını.
"Tübe!" diye diye ‘arabayı da Temur efendiye vermeye korkmuş’ kendi devam etmiş yola.
Niyeti Bozüyük’ten Eskişehir’e sallanınca verecekmiş arabayı. O aklına
gelince ‘Tübe! Valla bi da karışmam
işine” diye söylenirken Bilecik’i geçmişler.
Temur
efendiye "Eskişehir yolunda Tatar Ramazan’ın pompa istasyonu var. Oraya kapağa
attık mı? Korkma" demiş.
Bizim
Temur efendi buz gibi bir adam. Ağzından laf dirhemle çıkıyor. “İnşallah”
demiş. Öyle deyince Göçmen içinden “şükür dili varmış. Konuştu be ya!” diye
geçirmiş. Çünkü oraya kadar hep kendi konuşmuş; yeri gelince Temur efendi
kafasını sallamış.
Neyse
bu buranın hikayesi değil zaten. O yolculuğu Öykülerle yolculukta okursunuz.
Dün
gece Temur efendi bizim sohbete katılıp “bizi Eskişehir yolundaki pompacıdan ne
zaman çıkaracaksın?” diye sorunca anlattım yukarıda yazdıklarımı.
Temur
efendi sorunca “sen de bilirsin. Bu bok yiyen hastalıkta böyle enfeksiyon oldu
mu? Kuş gibi civiyor adamı. Bir haftadır elim varmadı. Ondan önce Datça’da
tatil meselesi çıktı. Gerçi ‘ne tatili?’ ayağımı suya sokamadım. Datça’nın
havası mı? Oksijeni mi çarptı beni” deyince telaşlandı. “Aman kendine dikkat
et. Biliyorsun benim bu yollarda üşüterek ciğerleri yedim. Sonrası malum
kanser… Senin odaya yoğun bakımdan getirdiler. Bildiğin gibi iki gün sonra
Hades’e uçtum” dedi.
Derken
ötekiler geldi. Üç beş öykü kahramanıyla biraz dirilmenin keyfiyle laflarken
Deli Hayriye çıkıp gelmez mi “noldu bizim hikaye? Benim aşk hikayemi yazmecen
mi? Yoğusam” diye sorucu Arap gibi.
Onun
öfkeli gelişinden ürken Temur efendiyle ötekiler "sana Allah kolaylık versin" deyip kayboldular.
Deli
Hayriye eli belinde “deli oldumu anlayınca gaçdıla seninkile” dedi
gülümseyerek; sonra “sahi benim iş nolcek. Alimle benim aşkı yazcen deyodun”
dedi.
İçimden
kızdım kendime. Kadını kendim bela etmiştim başım.
Onu
ve oğlu Zeynel’i “Kurban Paycısı” başlıklı öyküme öykü kahramanı yapmıştım.
O
gün o hikayede oğlu Zeynel ardından dalgın baktığını görünce “Zeynel nereye
gidiyor?” diye sormuştum. Sormaz olaydım. Başladı anlatmaya “Ne bilem ben?
Fitre paralandan aldı şarap içşek her hal” dedi sonra “Emme Alimin bene
armağanı o” demişti.
Ben
“Ali kim kocan mı?” deyince “Gocem tabi. Şindik rahmetli o. Emme bi gız bi
oğlan galınca ondan. Onlara ‘saçımı süpürge edip’ bakdım. Kimseye muhtaç
etmedim” dedi. Derin bir iç çekti “Alim beni gaçırdıydı” deyip ‘nerede nasıl?’
tanıştıklarından başlayıp bütün hayatını anlatmıştı.
Anam
da iki de bir “oğlum senin bu yazdıklan para etmez. Böyle boşa uğraşıp durma.
Bi aşk romanı yaz. Şindiki gızla hep aşk romanı okuyomuş. Gomşula öyle dediydi”
diye aşk romanı yaz dediği aklıma gelince Deli Hayriye’ye “bizim gız. Ben senin
bu aşk hikayeni yazayım mı?” diye sordum. “Nası?” diye sordu. Ben de “yazıp
kitap haline getiririm senin aşk hikayeni. Herkes okur öğrenir” deyince
heyecanlanmış “essah mı deyon?” diye sormuştu. Ben de “essah deyon” deyince çok
sevinmişti.
Böylece
onun aşk hikayesini de öteki hikayelerin yanında bir başlık atıp “Hayriye ile
Ali” diye “Leyla Mecnun” misali başladım yazmaya. On beş sayfa kadar da yazdım.
Araya
malum aralar girince bir aydır el atmamıştım onun hikayeye. Bir iki sefer gelip
sorunca bu aleti açıp “şimdi yazmaya devam edeceğim” diye savuşturmuştum.
Hınzır
kadın Datça’dan beri beni takip ediyor; arada bir gelip yokluyormuş. Ben
özellikle son yedi gündür başımı bile kaldıramamıştım ki! “Nasıl yazayım?”
O
gelip gitmiş beni hep uyur bulunca ses etmemiş. Bugün diğer öykü kahramanlarıyla
sohbet ederken görünce öfkelenip gelmiş “noldu bizi hikaye?” diye hesap
sormaya.
Diğerleri
gidince ona ‘hastalandığımı; gözümü bile açamadığımı’ söyledim. “İlk kez bugün
canlandım” dedim.
Ben
öyle deyince çok üzüldü “abu bizim oğlan canla uğraşıyomuş. Nolcek? ‘bene
boşuna Deli Hayriye’ dememişle... Hana adamın derdi öküz gadının derdi sakız
gibi olmuş. Abu bizim oğlan. Valla gusuruma bakma. Hana sen dedin ya! ‘senin
Alinle aşkını herkezle okucek’ deyi ben ondan şey eddiydim” diye özür dileye dileye
öldü.
Deli
bu. Toplaması bir dert; dağıtması bir dert... Boş bulunup söz vermiştim; ama
“hemen yazarım” dememiştim.
“Senin
gibi çok insan var hikayesini yazdığım. Sırayla her birinizden ikişer üçer
sayfa yazarım” demiştim; ama kadın haklı. Bir ayı geçiyor açmadım bile onun
hikayesini. Ne kadar yazdıysam başında; orada duruyor.
Şimdi
gelmiş hesap sormaya. Hasta olduğumu öğrenip üzüldüğünü görünce daha bir içim
ısındı bu deli kadına. Çok da tatlı anlatmıştı Alisiyle aşkını “Gara gaşlı
Alim” diye diye anlatmış sonra bana dikkatli bakmış “aynı senin gaşlan gibiydi”
diye gaz da vermişti.
Şimdi
onu öyle görünce “söz bizim gız. En çok senin aşkın hikayesini yazacağım”
dedim. Pek sevindi. “Eyi ozman. Ben sene ırahadsız edmeyen. Gal salcağıla”
deyip gitti.
O
gidince ben de bu hikayeyi yazdım.
Zaten
‘Ne gecem? Ne gündüzüm?’ belli olmadığı gibi; konuştuğum insanların ‘Hangisi
canlı? Hangisi kurgu’ bende karıştırdım.
Neyse
diyeceğim o değil; diyeceğim “her kışın bir baharı her gecenin de bir sabahı
vardır” diye ‘beylik laflar vardır.
Doğrudur;
her kışın bir baharı; her gecenin bir sabahı vardır.
Bu
sözü toplumsal yaşama uyarlamaya kalkınca ‘pek uymadığı görülür’. Çünkü
mevsimlerin ve gece ile gündüzün döngüsü kendi matematiksel özelliği içinde sür
git devam eder. İnsanoğlunun olumsuz veya olumlu çabaları bu döngüye bugünden
yarına olmasa da zaman içinde bir şekilde etkisi olur.
Toplum
yaşamındaysa toplumların kıştan kurtulup bahara kavuşması veya geceden
aydınlığa çıkması doğa döngüsünü etkilemekten daha zor bedeller ödemeyi
gerektirir.
İnsanlık
on binlerce yıldır çok ağır bedeller ödeyerek bugünlere geldi; ama hala ne
kıştan bahara, ne de karanlıktan aydınlığa tam olarak çıkamadı.
Kuşkusuz
bu sonucu hazırlayan çok neden vardır. Ben burada tek tek toplumların değil;
genel olarak toplumların bu süreçte kendi içindeki çelişkiler nelerdir? Yani
toplumsal yapılarda birinden ötekine kışın kısalmasını veya gecenin daha uzun
sürmesinin geneline bakmaya çalışacağım.
Öyle
dediğime bakıp “oğlum bu senin işin mi? İyi kötü hikayeye benzer bir şeyler
yazmaya çalışıyorsun. Bırak elin üç oğlaklı keçisini; işine bak sen” diyen
olursa haksız da sayılmaz.
Ancak
uzayan gecelerde bir başıma kalınca aklıma takılan şeyler üzerinde düşünerek
vakit geçirmek alışkanlığım oldu.
Öyle
olunca her gece aklım ‘bir kuşun daldan dala sıçradığı gibi’ konudan konuya
sıçrıyor. “Umarım böyle sıçramaların bir yerinde boşluğa düşüp kaybolup
gitmez”.
Neyse
“sadede geleyim.” Uzunca süredir aklıma takılan toplumsal aydınlanma üzerine
kafa yorarken ‘bu aydınlanmayı engelleyen, yavaşlatan neler olabilir?’ diye
düşünürken aklıma toplumsal statünün oluşturduğu ön yargıların aydınlanmanın
önünde önemli engel olduğunu ve bunun da sürekli körleşmeyi; yani bilgisizliğe
sarılmayı; ya da bilgisiz fikir sahibi olunabileceği savına takılıp kalma
sonucunu doğurduğunu düşündüm.
Tabi
bu konuda doğru düşünce üretebilmek için biraz felsefe ve sosyal bilgiler
konusunda bilgi sahibi gerekiyor; ama benim öyle bir eğitimim yok. O zaman ben
de ‘yukarıda yazdığım gibi’ bilgisiz fikir beyan eden insan durumuna düşüyor
gibi oluyorum.
Burada
beni kurtaranın; yani bir düşünme ve düşünce üretme olanağı verenin okuma
alışkanlığım sonucu haşır neşir olduğum dünya edebiyatı; bunun sonucunda
önümde serdiği yaşama Yaşar Kemal’in “Al Gözüm Seyreyle Salih” öyküsünün
kahramanı Salih gibi bakabilme yeteneğimin olacağını düşündüm.
Bir
süredir kendiliğinde ortaya çıkan öykülerimin de böyle bir sonucu doğurduğunu kimi
ciddi eleştirilerden fark ediyorum.
Bu
merakımı Bekir başkanın örneği ‘efe donu gibi kısa kesip’ sıkmadan yazımın
başına dönersem “Toplumsal statüleşmeyi” öykü dilinde; öyküleştirerek yazmayı
deneyeceğim.
Böylece
muradımı daha iyi anlatırken okuyan arkadaşların yorumlarla yönelteceği
eleştirilerle bu konuda birlikte düşünce üretmeyi deneyeceğim.
Bana
göre daha çok inanç düşüncesinin ağır bastığı toplumlar; aynı zamanda toplumsal
statünün kendi içinde ördüğü kalın ön yargı duvarlarıyla çevrili olunca ötekini
fark edememenin yarattığı körleşme çok daha derin çatışmaları beraberinde
getiriyor.
Avrupa
inanç düşüncesinin ağırlığının toplumsal yapıda oluşturduğu körleşmeyi çok uzun
ve zorlu mücadeleler sonucu çok bedel ödeyerek sağladığı aydınlanmayla
geriletmiş; ancak tümüyle ortadan kaldıramamış. Çünkü en aydınlanmış
toplumlarda bile özgür bireyin oluşumunun önünde hala inanç körlüğünün
yarattığı engeller mevcuttur.
Toplumlar
sanayileştikçe toplumdaki statüyü giderek iki sınıfa indirdiği için öteki
ayrıntılar o toplumların demokratik yaşamlarını düzenlemede belirleyici engel
olmaktan çıkmış; daha çok lokal birikintiler halinde ‘tıpkı kanser virüsü gibi’
toplumda demokratik direnç düşünce harekete geçmek üzere bir kenarda kalmış.
Doğu
toplumlarında ise ekonomik temelli toplumsal statüleşmenin yarattığı ön yargı
duvarları ‘aşılması çok zor’ engeller oluşturmuş..
Hızlanırsam;
örneğin Hindistan… Burada kastlardan oluşan bir sistem vardır. Bu sistem
tümüyle ekonomik temellidir. Bu sistem inanç duvarlarıyla araya aşılmaz
engeller koyduğu için Hindistan’da bir kast sisteminden ötekine geçiş neredeyse
olanaksızdır.
Bu
öyle olanaksızdır ki; bu engel öyle kimi bilim ve bilgilenme eğitiminin
yükselmesiyle bile aşılması olası değildir.
Hindistan’da
dinler arası hep barış ve uyum örnek olarak gösterilir ve denir ki!
“Hindistan’da altı yüzün üzerinde din var. Orada İslam dünyasına benzer
çatışmalar yaşanmıyor. Herkes birbirinin dinini kabul etmiş” gibi kestirimden
değerlendirme yapılıp geçilir.
Burada
Hindistan’daki dinler arasında uyumu sağlayanın kastlar arasında ve kendi
içinde örülen aşılmaz ön yargı duvarları olduğundan ‘nedense?’ hiç bahsedilmez.
Yani
‘kainatın sonsuza kadar değişmez kuralıymış gibi kabul ettirilen’ kastlardan
birinden diğerine; daha doğru doğrusu bir alt kasttan bir üst kasta asla
geçmenin düşünülemeyeceği gerçeği hep görmezden gelinir.
Örneğin;
Hindistan’da en alt kast sistemindeki insan bir üst kastın içine sıçtığı
lazımlığı dökmek için alıp götürürken; içindeki bokuyla lazımlığı bir matahmış
gibi başının üzerinde taşımak zorundadır. O kişi veya çocuğu ‘hangi eğitimi?
alırsa alsın; ‘hangi mesleği?’ yaparsa yapsın kast sistemi içindeki statüsü
asla değişmez ön yargı duvarları içinde sonsuza değin o kast sistemi içinde
mahkumiyetini sürdürmek zorundadır.
Hindistan’da
bu kadar katı kurallarla birbirinden ayrılmış olan toplumsal yapıda bireyin
içinde bulunduğu statüyü aşıp özgürleşmesi ve özgürleşen bireylerle demokratik
bir toplum oluşturması neredeyse olanaksızdır.
O
ülkeler ‘buna Japonya’da dahil edilebilir’ ülkeden ülkeye bu katı kurallarla
ayrışmayı aşamayınca “bunlar bizi geleneksel değerlerimiz; kültürümüz” deyip
topluma da kabul ettirmişler ve bu kabullenmişlik üzerinden bilim ve
teknolojide gelişmeyi sağlamışlardır.
Böylece
“çok renkli” diye sunulan kültürel yozlaşmanın ürettiği her koşulda
yönetilebilir insanların oluşturduğu topluluklar haline gelmişlerdir.
Buradan
bakınca; batı ve doğu arasındaki temel farkın dünya statüsünde batı toplumun
her koşulda üstünlüğüdür.
Yani
dünyada toplumsal statü aydınlanmış beyinli özgürleşmiş bireylerin oluşturduğu
demokratik toplumsal yapılarla geleneksel ilkelliklerini ‘kültür’ vb.
tanımlamalarla süsleyip bireyin özgürleşmesini söz konusu etmeyen; ama dünya
ölçeğinde en azından silahlanma yarışında yer alan toplumsal yapılar arasındaki
farkta belirgin olarak ortaya çıkar.
Böyle
bir girişle umarım bu yazım yolculuğunun nereye gideceği fikrini
verebilmişimdir.
Önümüzdeki
süreç bizim toplumsal yapıyı da etkileyen doğuda mezhep ve aşiret ilişkileri
temelinde oluşan statüler; batıda da köy ve kasabalarda ileri gelen, eşraf veya
ileri gelmeyen, fakir ötekine bir şekilde mahkumiyetin oluşturduğu
statüleşmelerin oluşturduğu ön yargıların inanç diye dayatılan körleşmeyi
‘nasıl beslediğini?’ ve bunun toplumun siyasal yapısına, toplumsal dönüşümünün
önüne ‘hangi engelleri?’ koyduğunu hikaye dilinde yazacağım.
Buraya
kadar yazdıklarımı zor zahmet sıkılmadan okuyan arkadaşlarımla ‘toplumsal
yapımızı saran ön yargı duvarlarını nasıl aşıp özgür bireyler kulvarında
buluşabileceğiz?’ yani ‘toplum olarak yaşadığımız uzun geceden aydınlığa nasıl
aşabileceğiz?’ sorusunu kurgulayacağım kimi öykü kahramanlarının yaşam
yolculuğunda aşmaya çalışacağız.
Unutmayalım;
bu hikaye yolculuğunun genel adı “UZAYAN GECENİN HİKAYESİ”dir.
Bu
geceyi anlamaya çalışırken; yani gecenin insan yaşamına etkisini anlamaya
çalışırken gece konusunda yazılan tüm hikaye ve şiirlerde hep gecenin çok
gizemli anlamı olduğu ortaya çıkıyor.
Gerçekten
birçok yazılı kaynakta ilk insanların uzayan gecelerden korku duyduğu ve kimi
kabilelerde her güneşin doğuşu şenliklerle kutlandığı ifade edilir.
Tabi
burada anlatılan insanın ilk ayağa kalkıp yürüdüğü ve etrafı bilerek fark
ettiği döneme ait olandır.
Sanırım
her şeye çok kolay alışan insan kuşkusuz kısa sürede bu gece ile gündüzün
devimine çok kolay alışmış; ama görünen hep gündüzü doğuran güneşi sevinçle
selamlayıp baş tanrılar arasına korkan geceyi hep ölümü ifade eden yer altı
tanrıları ile birlikte ifade etmiş.
Buradan
bakınca gece insan bilincinde hep ‘bir an önce son bulması istenen’ ürküntüyü
temsil etmiş. Onun için Güneş’i hep baş tanrı olarak Ay’ı da tanrıça olarak
selamlanmış; yani gecenin karanlığı insanı insanlığı hep rahatsız etmiş.
İnsan
ancak düşüncesinin ürettiği aletle karşısına çıkan doğal yaşamın engellerini
aşmayı başladıktan sonra beyninin içinde onu boğan karanlıktan kurtulma
sürecine girmiş.
Antropolojinin
verdiği bilgiye göre bundan iki yüz bin yıl önce düşüncesinin itmesiyle ayağa
kalkan insan yüz bin yıldan bu yana mevsim özelliklerine giyinmeye başlamış.
Çünkü insanda düşünce egemen oldukça hayvansal özellikleri gerilemeye; ilk
insan üşümezken yüz bin yaşına gelen insan üşümeye başlamış.
Antropoloji
baş ve vücut bitlerinin yaşını belirledikten sonra insanlığın yaşını
belirliyor. Çünkü sadece insanda bulunan baş bitinin iki yüz bin, vücut bitinin
yüz bin yaşında olduğu tespit ediliyor. İnsanın gece ile gündüzün farkını
düşünmeye bu süreçte başladığı düşünülüyor. Yani mevsim durumuna göre giyinmeye
başlayan insan gece ve gündüzde soğuğun ve sıcağının farkına varmaya başlıyor
ve geceden ürperirken güneşi coşkuyla selamlıyor.
Bu
yazdıklarım başta Sümer efsaneleri olmak üzere insanlığın bıraktığı pek çok
yazılı kaynaklarda rahatça görülebiliyor. “Pagan dönemi” denen çok tanrılı
dinlerin ortaya çıkışı bu sürecin belli bir dönemine denk geliyor. Bu süreçteki
insan davranışları ilk avı yakalayan ve ondan pay bekleyen insan
davranışlarından itibaren insanın içinde bulunduğu topluluktaki statüsündeki
durumuna göre şekilleniyor.
Topluma
o sıra egemen olan ‘akıllı insan’ büyücü ve onun etrafında şekillenen statü
daha sonra mülkiyet sahipleri ve onların hizmetinde insanlar olarak
farklılaşarak şekilleniyor. Marx bu durumu mülkiyet ve üretim araçları
karşısında durumuna göre insanı tarif ederek açıklamaya çalışıyor; ama bana
göre bu tek başına insanın toplumsal yapıdaki statüsünü anlamaya ve anlatmaya
yetmez.
Büyücülerle
başlayan insanın düşüncesine ve sosyal yapısını etkileyen ve bana göre asıl
belirleyici olan inanç diye dayatılan süreç insanın toplumsal yapısındaki
statüsünü asıl belirleyendir. Bu süreçte oluşan ön yargılar; ön yargı duvarları
arkasında bilgi diye pompalanan sisin oluşturduğu körleşme bana göre insanın
geleceğini karartan ve asıl aşması gereken karanlığı oluşturmuş.
Peki;
ama insan bu karanlığı ne zaman fark etmiş? Bütün yanlarıyla fark edip; bu
karanlığın yenmek için süreç ne zaman başlamış?
Bu
soruların en doğru cevabı insanlık tarihinde gizlidir. Bütün mesele o tarihi
kendi gerçeğinde fark edebilmede. İnsanlık; daha doğrusu toplumlar bunu fark
ettikçe karanlığı yenmek için çareler üretmiş. Ancak bu fark ediş bütün
toplumlarda aynı olmamış. İnsan bilincinde bilme, öğrenme merakı gelişip; bu
gelişme düşüncede egemen oldukça insanda yaşadığı süreci karartan sisi aşma
gayreti artmış.
Bizim
hikayemiz de tam bu sürecin başından itibaren ileri geri gide gele başlıyor.
Çünkü
insanlık tarihi kendi içinde yaşanan öykülerle anlaşılabiliyor. Örneğin ilk
avcı insanın ilk yakaladığı avın başındaki durumu ve o sıra karnı aç o avdan
bir pay bekleyen insanın durumu bana göre ilk insani öyküdür.
Örneğin;
bir gurup insan bir mağara içinde ‘belki üç; belki beş kişi günlerdir açtır.
İçlerinden biri dışarıda bir şey bulma umuduyla dışarı çıkınca ona orada
bulunan bir devekuşu saldırır. Kısa bir boğuşma sonucu o kişi devekuşunu
kanadından yaralayıp içeri kaçar. Dışarıda yaranın öfkesiyle devekuşu
dolaşırken içeridekiler korkuyla birbirine sarılır. Onların yanında bir de
kadın vardır. Kadının kucağındaki çocuk kadının içi boş pörsüyen memesini
emmeye çalışmaktadır.
Mağaradakiler
korkunun ve açlığın etkisiyle sinmiş dururken içlerinden biri yerde daha önce
yedikleri bir hayvanın eğe kemiğini görür. Birden o kemiği silah olarak
kullanmayı düşünür. Yerden aldığı kemikle dışarıda homurdanarak dolaşan deve
kuşun saldırmak için çıkar. Amacı deve kuşunu kaçırtıp kadın için dışarıdan
yiyecek bir şeyler toplamaktır.
O
düşünceyle elinde kemik dışarı çıkarken o kemikle deve kuşunu öldürüp etini
kadına yedirmek gelir. Çünkü günlerdir kadın bir şey yememiş; kucağındaki
bebeğin açlıktan sesi çıkmamaktır.
Beyindeki
bu hareketlenme; yani kemiği silah olarak kullanma; avı o silahla öldürme
düşüncesi onun hareketlerini de etkilemiştir. Diğer kişiler ondaki bu
hareketlenmeye bir anlam vermeye çalışırken arkasından dışarı çıkarlar. Orada
kısa sürede oluşan işbirliğiyle deve kuşu kısa sürede öldürürler ve ölüsü
sürüyerek mağaranın içine taşırlar.
Kadın
o güne kadar hiç görmediği ve gücünden çekindiği kişinin bu kısa sürede
gösterdiği başarıyla şaşkın; birlikte kısa sürede deve kuşunun tüylerini yolup
etini yerler. Az sonra açlıktan bayılmak üzere olan çocuk kadının sütle dolu
memesini iştahla emmeye başlar
Belki bu kişi arkadan saldırırken ötekiler
yandan saldırarak avın dikkatini dağıtmaya çalışmış olabilir. Belki bu insanlar
arasında bir iş bölümün bir örneğidir.
Alın
size kendi başınıza ‘hayal gücünüze göre’ kurgulayabileceğiniz bir mizansen.
Avcıya, yanındakilere, doğuran kadına ve kucakta aç bebeğe istediğiniz ismi
verin ve bunu hikayeleştirin.
Eminim
o sıra yılların kafanızda biriktirdiği bilgilere göre o insanlara bir statü
vererek hikayenizi kuracaksınız. Başka türlüsü zaten düşünülemez. Hepimizin
doğduğumuz andan itibaren kişiliğimiz en az üç dört kuşak boyu kaderimiz olan
belli toplumsal statülerin içinde oluşur. Çünkü insanların mutlaka yaşadıkları
döneme göre kişiliğini belirleyen belli sosyal kalıplar vardır.
Bu
nedenle yukarıdaki mizanseni hikaye olarak kurgulayan bir işçi veya işçi çocuğu
ise ona göre, köylü veya köylü çocuğu ise ona göre, işsiz aç biri veya işsiz aç
birinin çocuğu ise ona göre, varlıklı köylü, kasabalı veya şehirli ise ona
göre, içinde yaşadığı toplum demokratik bir toplumsa ona göre, faşist,
demokrasi dışı yönetimle yönetiliyorsa ona göre; yaşadığı ülke sömürge ise ona
göre, dünyayı sömüren ülke ise ona göre, aşiret çocuğu veya Hindistan örneği
aşılmaz duvarlarla çevrili kastlara bölünmüş ülke çocuğuysa ona göre,
Hıristiyan, Müslüman, Hindu, Ezidi, Zerdüşt vb. inançlara sahip toplum ferdi
ise ona göre; kısacası herkes kendi toplumsal yapısı ve statüsüne göre yukarıda
mizansenin kahramanlarının hikayesini yazacaktır.
Yani herkes kendi kafasında oluşan önyargı duvarları içinde
bir yerde kendi hikayesini yazacaktır.
Aynı mizanseni ben
ve şu sıra birlikte olduğum kişiler ayrı ayrı hikaye edeceğiz. Size de; yani
“Uzayan Gecenin Hikayesi” ni okuyan ve bu hikayeyi birlikte yazmayı düşünen
arkadaşlarıma kendi bulundukları yerde kaç kişi varsa; herkesin birbirinden
bağımsız bu hikayeyi yazmayı öneriyorum.
Eğer bunu yaparlarsa; aynı yerde birlikte oldukları kişiler
olarak aynı olayı kendi dünyalarında nasıl kurguladığını göreceklerdir. Bu
şekilde aynı olayın birçok konuda aynı düşündüğünü sanan kişilerin aynı olayı
farklı değerlendirmeleriyle içinde yaşadıkları toplumsal yapının statüleşmesinde
yerlerini göreceklerdir
Bana göre insan bunu fark ettikçe onu hapseden ön
yargıların farkına varabilecektir. Toplumları saran karanlıktan aydınlığa
çıkmak için ilk adımı atmak için önce bizi hapseden ön yargıların esaretinden
kurtulmak gerekir.
İnsanlığın on binlerce yıldan bu yana kendini saran
karanlıkları aşıp aydınlığa ulaşma çabasının hikayesi tam da budur. Yani
yukarıda yazdığım mizansenin hikayesini kurgulama.
Tekrar yazarsam; burada aynı olayı kurgulamada beliren
farklılıkların nedeni; yani hikayeye şekil veren düşünce tamamen kişinin içinde
bulduğu toplumsal statüde oluşan kişiliğidir.
Örneğin tamamen cin peri masallarıyla düş dünyası olan
biriyse burada cin veya dev gibi doğa üstü güçlere hikayede yer verir. Ya da
aşiret bağlarıyla yetişmiş biriyse ağa bey ilişkilerini, şehirli bir ailenin
internet çılgınlığı içinde yetişmiş fertse bilgisayar oyunu kahramanlarının
davranışlarını, Hindistan’da yaşayan biriyse oradakileri bir kastın sınırları
içinde hikaye eder ve belki orada ava saldıran kişiyi kendi kafasında kastın
sınırlarını zorlayan kahramana benzetirdi.
Bu satırları okuyan burada geri yaslanıp yazdıklarımı
‘şöyle bir düşünürse’ ne demek istediğimi sanırım daha iyi anlar.
Burada anlatmak istediğim herkesin her şeye kendi düşünce yapısını
sınırlayan duvarlar arasında bakabildiği. Yani herkesin kendi kafasında
yarattığı gecenin alacakaranlığında şeyleri seçmeye çalıştığı; o geceden
kurtulmaya başladığı anda ancak düşüncesinde oluşan aydınlık kadar şeyleri daha
net seçmeye başlayabildiğidir.
Buradan bakınca tek tek bireylerdeymiş gibi gözüken
düşüncenin karanlığının aslında bireylerin oluşturduğu toplumsal yapının
durumunda yattığı gerçeği ortaya çıkar. Çünkü toplumsal statüde aynı kümede yer
alan kişiler birbirine yönelik ön yargıları kullanılarak topluma egemen olan
statü tarafından siyasi amaçlar için birbirine düşürülerek kullanılır.
Bunu örnekle daha açarsam ‘çok uzağa gitmeden’ içinde
yaşadığımız toplumsal yapıda siyasetin örgütlenmesi buna iyi bir örnek
olabilir.
Bizim toplumsal yapıda bütün siyasi partilerin oy
tabanlarının toplumsal statüde yeri ‘üç aşağı, beş yukarı’ aynıdır. Yani büyük
bir çoğunluğu işçi, köylü dar gelirli insanlardan oluşur.
Peki öyleyse bu insanlar nasıl olur da ‘kendi çıkarları
açısından’ taban tabana zıt partilere oy veren kümeler oluşturur? Sanırım
yukarıda verilen mizansenin hikayesini yazmaya başlayınca geleceğiniz yer bu
sorunun cevabıdır.
Şimdilik cevap verirsem toplumsal statüde aynı kesimi
oluşturan kitleler birbirine karşı oluşan ön yargıları kullanılarak yaratılan
bilgi kirliliği içinde birbirine karşı kullanılırlar. “Kullanan kim?” Aynı
toplumsal yapıya egemen statüdekiler. Hindistan’da bir üst kast, feodal
yapılanmada bey, aşiret reisi, köylülüğün ağır bastığı toplumsal yapıda köy
veya kasaba ileri geleni statüsünde olanlar basamak basamak birbirini
kullanarak veya kullandırarak toplumsal yapıyı şekillendirir.
Bu süreçte her yapı kendini kullanan yapının yarattığı
bilgi körleşmesinin karanlığı içindedir. Yani toplumsal yapıyı saran gecenin
karanlığı tıpkı gecenin bir vakti gökyüzünü saran gecenin dalgalanması gibi
hale haledir.
Bu karanlığın ilk fark edildiği an da mağara içinde
açlıktan kıvranırken dışarıda korku yaratan deve kuşunu kovalamak için yerdeki
eğe kemiğini alan kişinin bir anda o kemiği silah gibi görüp devekuşunu öldürüp
açlıklarını gidermeyi akıl ettiği an.
Buraya kadar okuyan “canım bu iş bu kadar basit mi?” diye
tepki verebilir. Bence insanlığın evrimini anlamak için ilk başlanacak yer
böyle bu kadar basittir. Daha karmaşığını biliyorsan; yazarsın. O karmaşık
süreci tartışırız.
Burada sorun insanlığı binlerce yıldır sarıp önünü karartan
ve aşmak için insanlığın binlerce yıldır çok bedeller ödediği karanlığın bugün
hala dünyanın geleceğini niçin kararttığını anlamaya çalışmaktır. İlk avcı
insanı, ilk ateşle karşılaşan insanı ve ilk tanrı diye ürküp taptığı şeyi
anlamadan bugün yaşananları anlamak çok zordur. Anlamanın yolu da basit öyküler
içinde o süreci yaşayarak anlamaktır.
Uzayan Gecenin Hikayesinde yapılmak istenen de tam da
budur.
Umarım sabırla bu hikaye okunur ve okuyanların kendi
arasında birbirinden bağımsız yukarıdaki mizansen kurgulanır.
Ben önümüzdeki hafta o mizanseni kendi bulunduğum yerde
kişilerin kurguladığı hikayeleri özetleyerek Uzayan Gecenin Hikayesine devam
edeceğiz.
Dileğim; o mizansenin hikayesini yazan arkadaşların
hikayelerini yorum veya mesajlarla iletmesi.
Uzayan Gecenin Hikayesinin geçen haftaki bölümünde
paylaştığım bir mizansenin Uzayan Gecenin Hikayesini okuyan arkadaşların kendi
anladığı şekilde hikayesini yazmasını önermiştim.
Bu önerime olumlu yanıt alamadım. Sadece Nevin Sen ismiyle
Facebookta sayfası olan sevgili kardeşim kendi çocukluğunda duyduğu korkuları
öğretmen okuluna gitmeden önce gittiği bir köyde duyduğu bir hikaye üzerinden
ifade ettikten sonra öğretmen okulunun verdiği moralle içindeki korkuyu nasıl
yendiğini anlatmış.
Aşağıda onun yazdığı hikaye var. Ancak yine de hikayesinin
yazılmasını önerdiğim mizansenin hikayesini yazmaktan kaçınmış.
Bu durumu paylaşımlarıma değerli yorumlarıyla katkı veren
Öykülerle Yolculuk isimli uzun öyküde yol arkadaşım olan Reşat Keser dostum
geçen hafta paylaştığım “Uzayan Gecenin Hikayesi” nin altında “Belirlenen bir
konuda, çok kişinin öyküler yazma önerisi ilginç...Cesaret edeceklere başarılar
diliyorum şimdiden..."Gece" insanların daha çok yalnızlaştığı,
duygularının öne çıktığı bir yaşam dilimi sanki.Gündüz, doğa daha net. O
nedenle düşünce daha ön planda... Neler okuyacağız, merak ediyorum.” Diye yorum
yapmıştı. Ben o yoruma “Merhaba sevgili dostum. Çok ilginç bir toplumsal yapıya
sahibiz. Hiç bir konuda doğru dürüst düşüncemizi ifadeden kaçınırken hemen her
konuda öfkemizi kusuyoruz. Ben bunu toplumsal yapımızın geleneksel
utangaçlığına veriyorum. Bizim oralarda özellikle düğünlerde 'kadına erkek
fark etmez" insanlar asıla asıla oynamaya zor çıkarılır. O zorla çıkarılan
kişiyi artık o oyundan vazgeçirene aşk olsun. Çünkü içinde biriken kurtları
dökmeden öldür Allah o meydanı terk etmez artık. Çok kurtlu kişiyse yorulur
çekilir sonra kendiliğinden kalkar oyuna. Benim burada yapmaya çalıştığım tam
o. Bu hikayeyi okuyan arkadaşlarımı birlikte düşünmeye ve düşüncemizi birlikte
ifade etmeye çağırıyorum. Umarım bu asılmalarım bir şekilde işe yarar. Çünkü
bana göre şu sıra en çok ihtiyacımız olan yaşadığımız sorunları birlikte
düşünme ve düşüncelerimizi öfkesiz öykü tadında birbirimize anlatma” diye
cevaplamıştım. Hala aynı fikirdeyim.
Yani o bölümü okuyan arkadaşlarımın hemen hepsi o
mizansenin hikaye etmeyi içinden geçirmiş; ama “yapamam” çekincesiyle hikaye
etmekten kaçınmıştır. Örneğin Şenel Kızılbayrak isimli arkadaşım kendini öyle
ifade etmişti.
Gerçi onun haklı bir gerekçesi vardı. Samimi bir ifade ile
uzun yıllar Avrupa’da olmasını gerekçe göstermiş; bu durumun kendini ifadede
zorluk çıkardığını söylemiş; ben “pekala deneyebileceğini” söyleyince
“deneyeceğini” yazmıştı.
Diğer hikayeyi okuyan arkadaşlarım sessiz kalmayı seçti.
Bu durumu; yani kendimizi ifadede çekingenliğimizin böyle
olduğunu sosyal medyadaki paylaşımlardan çok rahat gözleyebiliriz. Hemen herkes
kimi duygu ve düşüncelerini veya gündemle ilgili düşüncelerini kendi ifade
etmekten kaçınıyor. Sürekli bir yerden indirdikleri paylaşımlarla kendini ifade
etmeyi seçiyoruz.
Bana göre içinde yaşadığımız toplumun en önemli sorunu bu.
Kendini ifade etmekten “yapamam, beceremem” kaygısıyla kaçınması; ya da kimi
paylaşımların altına yapılan yorumlarda olduğu gibi paylaşımla ilgisi olmayan
kendi ön yargılarının ürettiği daha çok öfke ve tepkiyi ifade eden yorumlar
yapması.
Toplumsal yapımızın bu çekingen yapısı “yapamam, edemem”
diye düşüncesini kilitleyen ön yargısı kuşkusuz kişilerin kendilerinden
bağımsız aile içi eğitimden başlayarak aldığı eğitimde sürekli kişiliğini
baskılayan nitelik oluyor.
Örneğin bizde topluca şarkı söyleme alışkanlığı hemen hemen
hiç yoktur. Belki alkol alınca alkolün verdiği cesaretle; o da çığırından çıkan
birlikte şarkı söylenebiliyor; ama sesi gerçekten güzel ve kendi başına güzel
şarkı türkü söyleyen birinden “bir şarkı ve türkü” söylemesi istenince o
kişinin uzunca süre “nazlanma” sanılan çekindiği çokça gözlenir.
Örneğin bir konuda karşılıklı birbirimizi dinleyerek
konuşma alışkanlığı neredeyse yok denecek kadar azdır.
Yukarıda yazdığım gibi ‘kişinin oynamak için canı çekse de’
uzun ısrarlar sonu oyuna katılması bizim folklorük eğlence alışanlığı
olmayışındandır. Genelde erkek erkeğe veya kadın kadına ilişkiler yaygın olduğu
için kadınların veya kızların erkeklerle birlikte eğlenmesinde hemen cinsellik
aranır hoş karşılanmaz. Sonuç olarak yukarıda da yazdığım gibi aile içi
eğitimden başlayarak devletin verdiği eğitimde devam eden kişiliğin baskılaması
sonucu kendini sosyal, kültürel ve tabi siyasal olarak ifade etmeden çekingen
bireylerin oluşturduğu bir toplum haline gelmişiz. Belki istenen de budur.
İşte bu da bizim toplumsal yapımızı saran uzayıp giden
gecenin kaçınılmaz sonucudur.
Bu gecenin karanlığını aşma çabaları cumhuriyetin
kuruluşundan sonra çağı yakalamak ve çağdaş değerlere sahip haline gelebilmek
için telaşla uygulamaya sokulan Millet Mektepleri ve okuma yazma kursları ne
kadar istense de sürekli eskinin devamını isteyen çevrelerin engellemesiyle
karşılaşmış; ama buna rağmen o çabalar hatırı sayılır bir sonuca ulaşmış; ancak
bu çabalar siyasal olarak örgütlenmede zayıf kalınca zaman içinde eskinin
devamından yana olanlar ön alır duruma gelmiş ve Türkiye Halkı olarak alaca
karanlığın içinde kitlenip kalmışız.
Sonuç olarak toplumun en bilinçli veya aydınlanmış
kesimlerinin bir mizansenin hikaye edilmesindeki çekingenliği aşamamışız.
Nevin Sen’in burada kendi hikayesinden küçük bir bölümü
aşağıdaki gibi hikaye etmesini ben bu anlamda çok önemsiyorum.
NEVİN SEN’İN hikayesi.
“Öğretmen okulu sınavlarına katılmak için annemin çırağı
olan ablamla onun öğretmenlik yaptığı köyde iki hafta kaldık. Bu köy Aşağı ve
Yukarı Kırlı diye iki ayrı konumdaydı. Biz Aşağı Kırlıda öğretmen lojmanında
kalıyorduk. İlk defa köyde bu kadar uzun kaldım.
Benim doğup büyüğüm kaza bu köye göre şimdiki büyük
şehirleri aratmıyordu. Kazamızda iki tane ilkokul bir tane ortaokul vardı.
Sinema, fırın, memur lokali, kütüphane, çarşı, bir de gölümüz vardı.
Köyde herkes sabah olunca ya eşekleriyle ya da arabalarıyla
tarlaya gidiyor! Akşam güneş batınca tüm yaşam dinlenmeye çekiliyordu.
Tüm köyün üzerine koyu renk bir örtü gibi gecenin karanlığı
çöküyordu! Bazı akşamlar köyün ileri gelenlerine misafirliğe gidiyorduk.
Ben ablayla abinin arasına girip arkama etrafa bakmadan
gidiyordum. Karanlığın içindeki en küçük bir şey beni korkutmaya yetip
artıyordu..Benim bu korkumu köyde duymayan kalmamıştı.
Evlerine gittiğimiz yaşlı amca nine beni torunu gibi
seviyordu.
Nine bir akşam bir hikaye anlattı. İki köy arasında bir
gurk tavuk geceleri civcivlerini güdermiş. Gece yolculuk edenler görürmüş onu.
Yukarı köyden bir nine çocuklarını sırayla Yemene, Çanakkaleye askere
göndermiş. Dört oğlu da gittiği savaştan dönmemiş. O nine akşama kadar iki köy
arasındaki çeşme başında çocuklarının yolunu gözlemiş tüm yaşamı boyunca. Çok
ağıtlar yakmış çeşme başında.
O öldükten sonra geceleri bir gurg tavuk çeşmenin oralarda
yavrularını gütmeye başlamış. İşte o gün bu gün geceleri o yola gidilmezmiş.
Çocuk aklımla o neneye acır içimden dualar okurdum.
O köyde bana anlatılan hikayeler doğa üstü güçlerin bizi
cezalandırmak için geceyi kullandığı fikri uyandırmıştı. O zifiri karanlık
gecelerde bulut yoksa yıldızlar irili ufaklı göz kırparak ‘korkma biz
buradayız’ der gibi ışıl ışıl ışıldarlardı. Yıldızları izlerken karanlığı
unuturdum.
Köy öğretmeni olmak için gittiğim ilk köyde karanlıktan
korkmamayı öğrendim.
Gittiğim okul karanlıktan korkmamamı karanlıkla nasıl
mücadele edileceğini öğretti bana. Karanlığın düşmanının bilim olduğu,
köylerdeki çocukların bilgilerle donatılınca birer yıldız gibi ışıl ışıl
ışıldaması içimdeki karanlık korkusunu yok etti zaman içinde...
Son zamanlarda yaşananlar yüzünden içimi yine aynı korku sarmaya başladı!
Umarım ve dilerim içi pırıl pırıl o köy çocukları ışıl ışıl ışıldamaya devam
eder. Ülkenin tepesine çöken karanlığı bir bir yırtıp insanlara umut olurlar...
Hikayemi buraya kadar okuyan herkese kocaman bir MERHABA!”
Nevin Sen’in hikayesi bu kadar.
Geçen bölümde benim de o mizanseni hikaye edeceğimi
yazmıştım. Bu bölümde o hikayeyi yazarken ‘dileğim hepimizin kendimizi ‘ama ön
yargılardan arınmış doğru ve öfkesiz ifadelerle’ ifade etmekten kaçınmadığımız
bir toplumsal yapıya ulaşmamız.’ Çünkü toplumu saran gecenin karanlığından
kurtulup aydınlanmış ve çağı yakalayan toplumlar ligine çıkabilmemizin bence
anahtarı bundur.
Mizansenle ilgili benim hikayem şöyle;
Orada ben önce kahramanları isimlendirmeyi düşündüm.
Öyle olunca yerdeki eğe kemiğini fark edip dışarıda öfkeyle
dolaşan devekuşunu kovalamayı düşünen kişinin adına Ali; diğer korkuyla ona
bakan kişileri de Birol ve Işık olarak isimlendirdim. Kucağında çocuk olan kadına
Emine çocuğa da Hasan ismini verip şöyle hikaye ettim.
“Bir süre önce Ali yanında Birol ve Işık Emine’yi de
yanlarına alarak yiyecek aramaya çıktılar. Daha çok ağaçlardan meyve toplayarak
ve birbirileriyle kavga ederken ölen hayvan ölülerini yiyerek beslenen gurup
henüz düşünerek hareket etme döneminde değildi. Kendileri gibi diğer
hayvanlardan farklı davranarak gelişen türden üremişlerdi. Bu değişim onların
fiziksel özelliklerinde de değişim yaratmıştı. Düşünce sistemi işlemeye
başladıkça fiziki yönden eski özelliklerini yavaş yavaş kaybediyorlardı. Öyle
olunca diğer hayvanlara karşı ancak birlikte mücadele etme yeteneklerini
geliştirdikçe etkili olabiliyorlardı.
Bu değişim hepsinde aynı olmuyordu kuşkusuz. Bir kısmı
meyve toplayarak varlıklarını sürdürmeye çalışırken; bir kısmı da eski
özelliklerini koruyarak başka hayvanları avlayarak karınlarını doyuruyor ve
varlığını sürdürüyordu. Bu iki pekala birlikte yaşabiliyor ve kendi aralarında
kendiliğinden oluşan işbirliğiyle bu birlikteliklerini sürdürebiliyordu.
Ali bu nedenle diğerlerinden daha güçlü avcı gelenekten
geliyordu. Birol ve Işık meyve toplayarak yaşamını sürdürdüğü için daha vahşi
hayvanlara karşı daha çekigendi.
Emine bu beraberlikleri sırasında Ali ile girdikleri cinsel
ilişki sonucu Hasan’ı doğurmuştu. Ali bu nedenle kendiyle birlikte Emine ve
Hasan’ın da güvenliğinden ve beslenmesinden kendini sorumlu tutuyordu.
Birlikte yaşayıp giderken o gün hep kaldıkları mağaranın
yanında bir deve kuşuyla karşılaştılar.
Deve kuşu mağaranın girişinde bir kovuğa çıkardığı
yumurtlarını korumak için oradaydı.
Ali yerden aldığı bir ağaç parçasıyla deve kuşunu
kovalamayı düşündü. Çünkü deve kuşu orada olduğu sürece sürekli kaldıkları
mağaraya girme olanağı yoktu.
Onun bu davranışına ürküntüyle bakan Birol istemeden Ali’ye
destek olmayı düşünürken Işık korkarak olduğu yerde kaldı. Çünkü böyle
kavgalara hiç girmemişti. Ali Emine ve kucağındaki Hasan’ın korku dolu
bakışları görünce hırsla deve kuşuna saldırdı. Bu sırada Birol de saldırdı.
Yumurtalarını koruma kaygısıyla bunlara direnen deve kuşu bir gaga darbesiyle
Birol’ü sakatladığı sırada Ali arkadan dolanıp deve kuşunun başına elindeki
ağaç parçasını bütün gücüyle vurdu. Bu darbe sonucu sersemleyen deve kuşu yere
yıkıldığı sırada Ali Emine ve Hasan’ı kapıp mağaraya girdi. Arkasından gelen
Birol ve Işık’la birlikte hızla mağaranın kapısını oradaki kayalarla örterken
deve kuşunun iki yumurtasını görüp; onları da kapıp içeri sığındılar.
Bir süre sonra kendine gelen deve kuşu yumurtalarının
eksildiğini fark edince çılgına döndü; günlerdir mağaranın önünden ayrılmıyor;
arada bir homurtuyla karışık sesiyle öfkesini kusuyordu.
İşte o günden beri sadece deve kuşunun iki yumurtasını
paylaşarak beslenen gurup mağaranın içinde köşede biriken su birikintisinden
susuzluklarını giderseler de açlıktan ayakta kalacak halleri kalmamıştı. Tabi
Hasan da Emine’nin memesinde süt kalamadığı için üç gündür sütsüzlükten sarkmış
memeyi emiyordu. Memeden nerdeyse kan gelecek durumdaydı.
Bunları fark eden Ali deve kuşunu kovmadan orada ölüp
gidecekleri kaygısıyla daha önce avlayıp geldiği öküzün eğe kemiğini yerde
gördü. Onu silah olarak kullanırsa deve kuşunu kovabileceği aklına geldi. Son
bir gayretle o eğe kemiğini alıp dışarı çıkarken Işık korkuyla büzülürken daha
önce sakatlansa da Birol yine ona destek olmak için yerden bir ağaç parçası
aldı; birlikte dışarı çıkıyorlardı. O sıra Ali’nin aklına deve kuşunu öldürüp
etini pekala yiyecekleri geldi. Arkasından gelen Birol’le deve kuşuna
saldırdılar. Birol yandan saldırıp deve kuşunun dikkatini dağıttığı sırada Ali
elindeki eğe kemiğini arka arkaya deve kuşunun başına vurup onu öldürdü.
Sonra Birol’le birlikte sevinçle deve kuşunun ölüsünü
mağaraya taşıdılar. Işık onlara katılmadığı için orada büzülmüş duruyordu. Onu
da çağırdılar birlikte deve kuşunu parçalayıp yediler. Bu sırada yumurtadan
çıkalı epey olan deve kuşunun üç yavrusu korkuyla oradan kaçıştı.
Onların arkasından bakan Ali kendi de öldürülse Hasan’ın
böyle çaresiz kalacağını düşünürken kendine yardım eden Birol’e ‘böyle birlikte
olursak bizi kimse yenemez’ dedi. Deve kuşunun etinden utanarak yiyen Işık’a ‘sen
de bizimle beraber ol. Üçümüz daha güçlü oluruz’ dedi.
Bu olay belki ilk insanlar arasında bilinçli dayanışmanın
yararını gösteren ilk örnekti. Onun için hikayeyi böyle kurguladım. Belki diğer
vahşi insanlar da onlardan görüp öğrenerek birlikte yaşamanın yollarını
keşfetmeye başladı.
Burada belgeselde izlediğim hayvan davranışlarından yola
çıkarak insanın belirleyici özelliğinin kendi arasında oluşturduğu iş bölümü
sırasındaki statüleşme olduğunu gördüm. Çünkü hayvanlarda da kendini, özellikle
yavrusunu savunma iç güdüsel davranışlar sıkça gözlenir.
Örneğin geçenlerde izlediğim bir belgeselde su içen anne
babun kucağında yavrusuyla bir timsahın hücumuna uğradı. Orada anne babun
kendini ve yavrusunu timsahtan kurtarmaya çalışırken baba babun koştu geldi ve
hiç çekinmeden timsaha saldırdı. Bu sırada anne babun kolundan ağır yara alarak
timsahtan kurtuldu. Karşıda çaresiz timsahın ağzındaki yavrusuna bakınırken
baba babun saldırılarını sürdürdü. Kama gibi dişlerini timsaha saplayınca canı
acıyan timsah ağzındaki yavruyu bırakıp kaçtı. Timsanın bıraktığı yavru sanırım
ölmüştü. Baba babun eline aldığı yavruyla yanında yarlı anne babun ağaçların
arasında kayboldu.
O sıra onlara korkuyla bakan bir çok babun yardımlarına koşmadı.
Aslında babunlar Ali ve Birol örneğinde olduğu gibi
birlikte davranabilse pekala su içilen bölgedeki timsahları kaçırtıp kendileri
için güvenli bölge oluşturabilirdi.
Sanırım insanla kendine en yakın hayvanı ayıran bu bilinçli
iş bölümü. Yani insanlar bilinçli iş bölümünü geliştirdikçe; yani birlikte
tehlikelere karşı davranmayı öğrendikçe onları tehdit eden tehlikeleri bertaraf
edebilir. Sanırım insanın bu niteliği zaman içinde; ancak çok yavaş gelişmiş.
Öyle olduğu için binlerce yıldan bu yana sürekli kendinden daha kurnaz ve güçlü
olanların onlara biçtiği yaşamı kabullene gelmişler.
Ali ile Birol arasındaki birlikte bilinçli iş bölümünü
insanlaşmanın ilk adımı olarak görürsek ondan sonraki süreç de insanlaşma
süreci olmuştur. İnsan bilinçlendikçe insanlığını; daha doğrusu yaşamını
geliştirip iyileştirmiştir.”
Geçen hafta paylaştığım bölümdeki mizanseni ben kısaca
böyle hikayeleştirmeyi düşündüm. Sonra okuyunca hikayenin benim özlemini
duyduğum insan davranışlarının gelişim sürecini örnekleyen bir hikaye olduğunu
gördüm.
Zaten benim yazdığım veya Nevin Sen’in yazdığı gibi herkes
‘konu ne olursa olsun’ aslında kendi hikayesinden örnekleyerek hikayesini
yazar.
Bunun günümüzde bizim edebiyatımızda en özgün örneği Yaşar
Kemal’in roman ve hikayeleridir. Yaşar Kemal o hikayelerin hepsinin içine kendi
yaşamını; o yaşam sürecinde duyup gördüklerini gizlemiştir. Onun hikayelerini
dikkatlice okuyan herkes bunu fark edecektir.
Ben de kendi çapında bir süredir uzun kısa pek çok hikaye
ve bir kaç tane roman yazdım. Onların hepsinin içinde bir yerlerinde kendi
hikayemin yer aldığını biliyorum.
Buradan “yer yüzü edebiyatında yer alan yazarların hepsinin
yazdıkları toplumsal yapı içinde kendilerine düşen yaşam biçiminin içinden
gözlemledikleriyle kendi öykülerinin harmanıdır” desek sanırım yalan olmaz.
Uzayan Gecenin Hikayesinde buraya gelmemizin nedeni dünyada
bütün insanlar aslında toplumsal yapı içindeki statüsünün ona belirlediği
yaşamın içinde kendi hikayesini yaşar. İlkel toplumdan günümüzdeki bilişim çağı
toplumuna kadar bütün süreçte bu böyledir.
Kimi topluluklar hala geçmiş dönemlerin kendine biçtiği
rolün içindeki kendilerine düşen kısmın hikayesini yaşarken kimi topluluklar
gayretleriyle o dönemlerin kendine biçtiği rolü reddederek kendine biçtiği
rolün hikayesini yaşamaya başlamıştır. Buna biz “insanın ve toplumun
aydınlanması” diyoruz.
Öteki toplumlar hala kendilerinin inanç, töre, adet vb.
diye sokulduğu sınırların içinde o sınırların yarattığı ön yargı duvarları
arasında oluşan körleşmenin sisi içinde bir hayatı yaşıyor.
Buradan rahatlıkla insanın geçmiş yaşam biçimlerinin
düşüncesini kitleyen ön yargı kilitlerini ancak aydınlanmayla kırabileceğini;
yaşamını örten ve tüm zamanlarda etkin olan uzayan gecenin karanlığından ancak
böyle kurtulup aydınlığa çıkabileceğini söyleyebiliriz.
Buradan bakınca “Uzayan Gecenin Hikayesi” bir yerde ilk
insanlardan bu yana insanlığın hikayesidir.
Dolayısıyla ilk insandan bu yana insanlığın oluşturduğu
toplumların ve toplumsal yapılarda oluşan statüleri ve bunların toplumların
etkisini etraflıca incelemeden Uzayan Gecenin Hikayesi bitmeyecektir.
Benim burada yapmaya çalıştığım kısa öykülerle tüm
zamanlarda gezinip insanlığın yaşadığı süreçleri tanıyarak Uzayan Gecenin
Hikayesini yazmak.
Onun için bu hikayeyi okuyanlara kimi mizansenlerle veya
kendi hikayelerinden bölümlerle katılarak bu hikayeyi birlikte yazmayı önerdim.
Neyse biz hikayemize devam edelim.
Diyeceğim; “Uzayan Gecenin Hikayesi”ni yazmaktaki muradım
toplumsal aydınlanma sorunumuzu ileriden geriden yaşam örnekleriyle anlatırken
eğer geleceğimizin barış ve huzur içinde tıpkı İsveç Finlandiya, Norveç;
Danimarka, Hollanda vb. örnek verilecek ülkelerde olduğu gibi mutlu insanların
yaşadığı bir ortama kavuşması.
Bunun yolu da “söylemeye çok gerek yok” geleceğimizi
oluşturan çocuklarımızın eğitimden geçtiği çok bilinen bir gerçek.
Bu gerçeği doğru fark edebilmek, aydınlanmanın bir toplumsal
kaygıya dönüşmesini doğru anlayabilmek için kuşkusuz yakın tarihimizi; yani
cumhuriyetin başlangıcından bu yana yaşananları doğru bilmek gerekiyor.
Bizim toplumsal yapımızın Uzayan Gecenin Hikayesinin
yazılmasında bu gerçek öne çıkıyor.
Bilindiği gibi cumhuriyet Osmanlı saltanatına son vererek
kuruldu. O sürece gelene kadar ‘kimileri kabul etmese de’ adına “milli
mücadele” verilen bir süreç yaşandı.
Bu süreci başlatan Fransız devriminden sonra farklı etnik
kimliklerde başlayan uluslaşma sürecinin Osmanlının dağılmasına zemin
hazırlarken Osmanlıyı kuran etnik kimlik olan Türklerin de bir arayışa yöneldi.
Bu yönelim yani Türklerin kendini ifade etmesi daha çok
kendini Tanzimat Fermanının ilanı olan Osmanlının kendini yenileme çabalarıyla
başlasa da siyaset olarak iktidar oyuna katılması 1908 de ilan edilen
meşrutiyetle oldu. O sırada Selanik’te örgütlenip gelen adına “Hareket Ordusu”
denen örgütlenme iktidara ortak olunca bir kimlik arayışına; daha doğrusu
kuruluşunu sağladığı Osmanlının zaman içinde yönetimi çeşitli nedenlerle
eğitimli azınlıklara teslimine tepki olarak Osmanlı yönetimini Türkleştirme
çabalarıyla devam edildi.
İktidara ortak olan İttihat Terakkiciler Osmanlı gerçeğini
doğru kavrayamadıkları için yönetimde etkin olan azınlıklara karşı savaş açtı.
O sıra zaten balkanlardaki azınlıklar milli kimliklerini kazanarak
bağımsızlıklarını hızla ilana yönelmişti. Bu sırada henüz böyle bir süreçte ön
almayan ve Osmanlının sadık tebaası Ermenilerin Osmanlı yönetiminde etkinliği
devam ediyordu.
İttihat ve Terakkinin lideri Enver paşa Birinci Dünya
savaşındaki süreci bahane ederek adeta Ermenileri yok eden bir tehcir
kampanyası başlattı.
Yukarıda İttihat ve Terakkicilerin Osmanlı gerçeğini doğru
kavrayamadığını yazmıştım. Gerçekten Osmanlı Fatih’ten itibaren ‘işine öyle
geldiği için’ daha çok fethettikleri yerlerin yönetimi başta olmak üzere
yönetiminde Müslüman olmayan tebaasına mensup olanlara görev vermeye yöneldi.
Sanırım ‘padişah nasıl olsa Türk. Bu nedenle azınlıkların
vezirliklerden başlayarak devletin bir kademesinde görev almasının mahzuru yok
düşüncesinden’ veya benim düşüncem olan ‘Türklerin devlet yönetiminde etkin
olmasının berberinde iktidar mücadelesi getireceği endişesinden’ bu yolu tercih
etti ki! Böyle düşünmekte çok haksız da değillerdi. Çünkü Osmanlı Anadolu’da
hakimiyetini kendinden önce Anadolu’ya gelen Selçuklular ve diğer Türk
beyliklerini alt ederek; yani etkisiz hale getirerek sağladı. Haliyle o
beyliklerle kan bağı olanları yok etmedi; kimi yerlerde görev vererek kendine
tabi hale getirdi; ama hiçbir zaman onlara sonuna kadar güvenmedi. Bu
güvenmeyişinde Yıldırı Timur’a yenilince kardeşler arasında başlayan ve adına
Fetret devri denen süreçte o beyliklerin kalanlarının kimi Osmanlı
şehzadelerini desteklediği gözlenmişti.
Bu gerçeği fark eden; yani yönetimde iki başlılığın, kardeş
ve oğullar arasında başlayan iktidar mücadelesinde büyük emek verilerek kurulan
ve atalarının emaneti olan Osmanlının sonu olacağını düşünen Fatih Sultan
Mehmet o meşhur kanunnamesini ilan ederek iktidar olan padişahın kendi dışında
iktidara talip olma tehlikesi olanların öldürülmesinin devletin selameti için
gerekli gören kararı aldı.
O tarihten itibaren bilinen iktidar olanın evlat ve daha
çok kardeş katli dönemi başladı.
Öyle olunca Osmanlı kurucusu olan halkın eğitilip öne
çıkmasına hep soğuk baktı. Öyle ki! 1450 de icat edilen matbaaya ilgisiz
kalmış; yani matbaa marifetiyle kitap basımını ve asıl halkı olan Müslüman
tebaasının eğitimine hoş bakmadığı için 1492 de İspanya Kralının baskısı sonucu
Osmanlıya sığınan Yahudilerin beraberinde getirdiği matbaanın kullanımına
devrin padişahı olan 3 ncü Ahmet sadece Hıristiyanların dillerinde yayın yapmak
kaydıyla izin verdi.
Bu durumda Avrupa ve Osmanlı tebaası olan Hıristiyan
topluluklar matbaa olanaklarını kullanarak gerçekleştirdikleri eğitimle hızla
Orta Çağın karanlığından aydınlığa çıkıp devlet yönetiminde bir çok göreve
talip olurken Müslüman Halk din diye dayatılan karanlığa mahkum olduğu için
devlet yönetiminde hiçbir zaman etkin olamadı.
Bu gerçeği umursamayan Enver paşa yönetimindeki İttihat
Terakkiciler o sıra yönetimde de etkin olan ve haliyle ekonomide de etkin olan
Ermeni tebaasını adeta yok etmek için doğuda Ruslarla işbirliği içindeki kimi
Ermeni çeteleri bahane edip bilinen tehciri başlattı; bu tehcir sonunda
Anadolu’da yerleşik yüzbinlerce Ermenin tamamı yok edildi.
O sıra öteki Hıristiyan tebaası zaten Balkan savaşından
sonra Osmanlıdan ayrılarak kendi bağımsız devletlerini kurmuştu.
İşte bu sırada İttihat Terakkinin yönetimiyle terse düşen Mustafa
Kemal bir devletin yönetiminde o devleti kuran halkın etkin olabilmesinin ön
şartının halkın eğitimi olduğu kararına çoktan varmıştı.
Cumhuriyetin ilanından sonra ilk işi bu kararını hayata
geçirmek olan Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşında omuz omuza birlikte olduğu
arkadaşlarıyla ters düşmeyi göze alarak bu kararını; yani halkın eğitimle
aydınlanması kararını uygulamak için bir mücadeleye girdi.
“Mücadeleye girdi” diye yazdım. Çünkü o sıra Arapça olan
eğitim dilini öğrenimi kolay olan ve çağdaş dünyanın uyguladığı Latin
alfabesinin kabulünde zorlu bir dirençle karşılaştı.
Latin alfabesine karşı olanlar aynı zamanda cumhuriyet
yönetiminin dinden referans almasında ve şeriat hukukun devamında ısrarlıydı.
Saltanatın kaldırılmasına tepkili olsalar da asıl tepkilerini hilafetin
kaldırılma sürecinde ortaya koymuşlardı. Öyle ki! Mustafa Kemal cumhuriyetin
ilanını bile oldu bittiye getirmiş; saltanatın kaldırılmasına tepkili olan
Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi Mustafa Kemal’in yakın silah arkadaşları
cumhuriyetin ilanı sırasında Ankara’da olmamayı tercih etmiş; Osmanlının
payitahtı olan İstanbul’a gitmişlerdi.
Saltanatın kaldırılmasıyla kaybettikleri mevzinin üzerine
bir de hilafet kaldırılınca geriye kurulan cumhuriyet yönetiminde etkin olmak
kalıyordu. Bunun için Latin alfabesine karşı adeta savaş açmışlardı. Kazım
Karabekir ısrarla “Latin alfabesini kabul edersek Müslüman dünyadan koparız”
diye endişesini dile getirip Latin alfabesinin ilanına ısrarla karşı çıkıyordu.
Mustafa Kemal’in kurmay zekasıyla o sıra parti içinde
tartışmaya çatığı Latin alfabeleri konusunun 1924 de İzmir’de toplanan İktisat
kongresinde tartışılma önerisini o sıra divan başkanı olan Kazım Karabekir
gündeme bile aldırmamıştı.
1926 yılında Atatürk’e suikast nedeniyle kurulan mahkemeler
bir yerde bu sürtüşmenin hesaplaşmasına dönüşmüş Mustafa Kemal’in iktidar
anlayışına; yani cumhuriyet yönetiminde laikliğin ve çağdaş anlayışın rehber
olmasına muhalif olan ‘ona Anadolu’nun kapısını açan’ Kazım Karabekir ve
Selanik’ten beri arkadaşlığı olan ve Samsun’dan itibaren birlikte olduğu Rauf
Orbay gibi kurtuluş savaşının önemli isimleri de bu mahkemede yargılanmış ve
idam cezası verilmişti.
Mustafa Kemal bu iş güzarlıklara tepki duysa da tepkisini
doğrudan ifade etmek yerine İsmet İnönü’ye çektiği telgrafla bu durumu
düzeltmesi için İzmir’e gelmesini istemiş; trenle süratle İzmir’e gelen İnönü
bu idamları engellemişti.
Sonuç olarak o sıra; hatta kurtuluş savaşının başından beri
girişilen iktidar mücadelesi çok çetin geçmiş; Mustafa Kemal başından kafasında
oluşturduğu iktidar hedefine hiç taviz vermeden yürümüştü.
Burada Kürtlerin birinci mecliste Kürdistan mebusları
olarak yer almasına rağmen cumhuriyetin kuruluş sürecinde dışlanmasıyla ilgili
Kürt Sosyalisti, Bilim insanı ve TİP in kurucularından Tarık Ziya Ekinci’nin
“Kürtlerin dışlanmasında bizimkilerin; yani bizim ağa bey takımının saltanat
neyse de hilafetin kaldırılmasına tepkili olması da çok etken oldu. Çünkü bizim
ağalar hilafette kaldırılırsa sonunda kendi rahatlarından olacakları için saltanatın
kaldırılması sırasında Mustafa Kemal’e karşıydılar” diye yaptığı açıklama da o
sürecin nasıl bir mücadeleyle yürüdüğünü göstermesi açısından önemlidir.
Uzayan Gecenin Hikayesinde 1928 yılında Millet
Mektepleriyle başlayan toplumun içine sokulduğu karanlığa karşı mücadeleyi daha
iyi anlatabilmek için böyle ayrıntıya girdim.
Çünkü o gün Latin alfabelerine ve çağdaş hukuka ve
değerlere karşı olan anlayış iktidarı kaybetse de mücadeleyi bırakmadı.
Buradan o mücadelenin başını da Kazım Karabekir gibi kurtuluş
savaşının önemli isimlerinin çektiği anlamı çıkarılmamalı. İstikal
Mahkemelerinin verdiği idam kararıyla kırılan Kazım Karabekir sonradan orada
Mustafa Kemal’e rağmen mahkeme yargıcı üç Alilerin işgüzarlık yaptığını anlayıp
Mustafa Kemal’le iyi ilişkilerini sürdürmüştü.
Bir tv. programına çıkan kızı babasının Mustafa Kemal’e hiç
kırgın olmadığını; hatta ona hak bile verdiğini; bunu yazdığı hatıratında ifade
ettiğini söylemişti. Röportajı yapan muhabir “babanız bu hatıratı Atatürk’ün
sağlığında mı yazdı?” diye ‘sanki ondan korkarak böyle yazmış olmasın’ gibi
çağrışım yapan sorusuna kızı “Sorunuzu anlıyorum. Atatürk’ten çekindiği için
mi? Öyle yazdı demek istiyorsunuz. Hayır! Babam bu hatıratı Atatürk’ün
vefatından çok sonra yazdı. Samimi duygularını ifade etti” diye cevaplamıştı.
Merak eden kitapçılardan ‘Kazım Karabekir’in anıları’ diye alıp merakını
giderebilir.
Neyse diyeceğim o değil. Büyük umutlarla 1928 yılı
Kasım’ında açılan Millet mektepleriyle başlayan ve heyecanla devam eden
aydınlanma süreci maalesef 1950 lilere doğru ve sonrası hep lafta kalmış; o
yıllarda başlatılan laik çağdaş toplum anlayışı topluma mal edilememiş ve
sonunda laiklik getirilip kadının başındaki türbana sıkışınca yılların
deneyimini kazanmış dini siyasete referans yapmak isteyenler bunu çok güzel
kullanarak türban diye bir siyasi simge üzerinden yürüttükleri iktidar
mücadelesiyle bugünlere geldiler.
Buradan bakınca bütün toplumların kendilerine yaşatılan
gecenin karanlığından kurtulması öyle lafla değil karanlığın aktörlerine karşı
toplumu kazanarak gerçekleşebileceği gerçeği bütün toplumların gerçeği olarak
karşılarında duruyor.
Sonuç olarak insanlığın ilk insandan bu yana yaşamını örten
ve onbinlerce yıldır devam eden karanlığın; yani gecenin hikayesi bu anlamda
evrensel nitelik kazanıyor.
Hindistan halkını kast sistemi içinde ön yargı duvarlarıyla
saran gecenin karanlığı bizim gibi toplumlara kadar inanç, ağa, bey, aşiret
veya ileri gelenlerin dayatmasıyla benzer biçimde yaşanıyor.
Sonuç olarak bu çemberi kıramayan toplumlar ön yargı
duvarları arkasındaki inanç diye dayatılan körleşmenin yarattığı kaosla didişip
birbirini tüketirken; kendi toplumsal yapılarını aydınlığa taşımış toplumlar o
didişen toplumları inançları üzerinden çatıştırıp sömürerek zenginliklerine
zenginlik katmışlar; ama o toplumlarda hala kimi ırkçı kitlelerin oralardaki
demokratik yaşamı tehditine bakınca; bütün insanlık gecenin karanlığından
kurulmadıkça insanlığın evrensel huzura kavuşması çok zor olduğu rahatlıkla
görülebiliyor.
Bunun yolu da kimilerinin çok beğendiği “medeniyetleri
çatıştırmak” Hıristiyan dünyanın karşısına İslam dünyasını koyarak, buralardan
üretilen İslamofobi gibi kavramların arkasına saklanıp inancın karanlığında
kalmış toplumsal yapıların içinde oluşturulan terör örgütlenmeleriyle dünyayı
dehşete boğan kutuplaştırmalar hiç değildir.
Unutmayalım Hıristiyan dünya Ortaçağ karanlığında
debelenirken Moğol istilasına kadar dünyanın iki büyük kütüphanesi vardı. Biri
Bağdat Kütüphanesi; öteki İskenderiye Kütüphanesi…
O yıllar talan edilen İslam kültürü sonucu İslamiyet
üzerinde karanlığın şalı örtülürken Rönesans ve sonrasında icat edilen matbaa
marifetiyle Hıristiyan dünya aydınlanmaya yönelmiş on sekizinci yüzyılın
sonlarında verilen uzun kanlı din savaşlarından sonra inanç adına dayatılan
karanlıktan aydınlığa çıkabilmiştir.
İkibin yılına gelindiğinde Haçlı kafasıyla ‘yalan olduğu
iddia sahiplerinin söylediği gerekçelerle’ Irak’a saldıran ABD tıpkı Orta çağ
kafasıyla ilk olarak beş yüze yakın Irak’lı bilim insanının öldürülmesinin
yolunu açmış ve Ortaçağ’da Moğolların yaptığı gibi tarihi değeri olan
Mezopotamya’nın başkenti özelliğindeki Bağdat’ın tarihsel değerlerini
kütüphanesini talan etmişti. O sıra iki milyona yakın Iraklının öldürülmesi ve
bir o kadarın sakat bırakılması ve birkaç yüz bin kadının tecavüzü bu talanın
adeta tuzu biberi olmuştur.
Bugün gelinen nokta gösterdi ki! İnanç diye dayatılan
karanlıkta üretilen terör bumerang gibi dönüp çağdaş ülkeler diye nitelenen
ülkeleri vurdu; vuruyor.
Bu da benim yukarıda dikkat çektiğim gibi! Aydınlanmış
çağdaş dünya gerçekten huzurlu bir yaşam istiyorsa Ortadoğudan Uzak doğuya
kadar toplumsal yapıyı inanç diye dayatılan karanlıktan aydınlığa çıkılmasına
el atmak zorundadır. Yani bütün dünya ilk insandan bu yana içinde kaybolduğu
karanlığı yenmedikçe bütün dünya ülkelerinin dirlikli, huzurlu bir yaşama
kavuşması çok zor.
Buradan bakınca “Uzayan Gecenin Hikayesi”nin evrensel
niteliği daha kolay anlaşılabilir.
Ben bu hikayeyi yazarken konunun evrensel niteliğine bağlı
olarak bundan sonraki bölümlerde çağlar öncesinden başlayan ve çağlar boyu
süren gecenin karanlığına karşı savaşı kimi tarihi destan ve romanlardaki
yaşamlardan yararlanarak yazacağım öykülerle süsleyerek devam edeceğim.
Çünkü ilk bilinen yazılı kaynak Sümer efsanelerinde,
Mısır’ın geçmiş tarihi yaşamından Mezepotamya’da kurulan medeniyetlere, Troya
efsanesine kadar uzanan ve antik çağ felsefe döneminde belirginlik kazanan
Avrupa, sonrasında Ortaasyada’da içinde Türk boylarının ve kurulan devletlerin
de olduğu yaşamlardan binlerce yıllık Çin medeniyetine, Güney Amerika’daki
Aztek ve Maya medeniyetine ve hatta kayıp kıta Atlantis ve Mu efsanesine kadar
uzanan ilk insandan itibaren insanın doğanın yasalarına karşı giriştiği
etkinlik mücadelesinden gelip Avrupa ve İslam dünyasının Ortaçağını anlatan ve
insanlığı aydınlanmaya götüren sürecin hikayesi tam anlamıyla Uzayan Gecenin
Hikayesini oluşturan bilgileri içermektedir.
Bu hikaye sürecinde insanlığın karanlığa karşı savaşımını
fark edebileceğiz.
Örneğin İskender’in Hindistan’ı işgale kalkışmasının efsane
anlatımı Beydaba’nın çok az bilinen Kelile Dinme’nin hikayesi Hindistan’ın 52
harfe tekabül eden Sankristçe’nin kullanıldığı dönemdeki yaşamıyla bugün
yüzlerce dil ve dine ev sahipliği yapan kast sistemi içinde kitlesel
hapishaneye dönüşen günümüzün bilişim çağının en önde gelen ülkesi Hindistan’ı
da bu hikaye süreciyle daha iyi anlayabileceğiz.
Geçtiğimiz günlerde izlediğim belgeselde Patagonya
yerlileri vardı. Orada yerlilerin ilkel yaşamları sergileniyordu. İlgimi
çekince izlemeye başladım.
Çekimi yapılan küçük bir kabileydi. Kabiledeki avcı
olanların ava hazırlanış görüntüleri vardı.
O avcılardan biri ‘en yaşlılarıymış’ bir kurbağa yakaladı.
Bu kurbağa kendine saldıran düşmana karşı kullanmak üzere derisinde çok güçlü
zehir üretiyormuş. Saldırı anında derisinde oluşan zehir damlacıkları saldıranı
çabuk zehirleyip etkisiz hale getirirmiş.
Belgesellere meraklı olduğum için bu verilen bilgiyi
yadırgamadım. Çünkü belgesellerde vahşi doğada bütün canlıların; buna bitkiler
de dahil saldırıya karşı silahlar geliştirdiğini izlemiştim. Onun için bu
zehirli kurbağanın derisinde savunma amaçlı zehir üretmesini yadırgamadan
izliyordum.
Yalnız burada merakımı çeken; bu ilkel kabilenin bunun farkında
olmasıydı. Çünkü o kişinin zehre temas ettiği anda öleceği kesindi. Kabilenin
yaşlısı bunun bilincinde itinayla iki çubukla kurbağayı tuttu. Kurbağa
hareketsiz hale gelince bir eliyle diğer avcının uzattığı ağaçtan yapılma
okları kurbağanın derisinde ışıldayan zehirlere sürtüyordu. Sonra zehire
sürttüğü oku diğer avcıya uzatıyor; o da itinayla okları önceden hazırlanan
yaprakların üzerine sıralıyordu. Bu şekilde otuza yakın ok zehre bulaştırıldı.
Sonra ihtiyar yerli o kurbağayı ilk tuttuğu çubuklara kıstırıp yakaladıkları
yere götürüp bıraktı. Yani öldürmedi. Belgeseli anlatan bunu “yerliler bu
kurbağalara ihtiyacı olduğu için onlardan yararlanıp öldürmeden doğaya
salıyorlar” diye açıklıyordu.
Ben bütün dikkatimi bu görüntülere verdiğim için avcı
yerlilerin anadan üryan; çırılçıplak olduğunu sonradan fark ettim. Gerçi
erkeklik organlarını saran kıl uzaktan bir şort gibi gözüküyordu. O da beni
yanıltmış olabilirdi; ama onların çırıl çıplak olduğunu fark edince şaşırmadım
değil.
O sıra kameraya ilerde kulübenin önünde kadın ve çocuklar
gözüme ilişti. Çocuklar da çırılçıplaktı; ama kadınların belden aşağısını örten
bir şeyler vardı. Sanırım çekim ekibi vermişti bunu onlara. Yani kadınların da
çırıl çıplak olmasının hoş olmayacağını düşünmüştü besbelli.
Bunu görünce aklıma yerlilerin çırıl çıplak olmaktan hiç
rahatsız olmadığı; ancak onları belgesele çekecek olan modern dünyadan gelmiş
ekibin kadınların çırıl çıplak olmasının hoş olmayacağını düşünmesi geldi.
İçimden “hangisi daha çağdaş?” diye bir soru geçti. Sonra
kimi tatil yörelerinde çıplaklar kampı olduğunu düşündüm. O kampa giden bizim
yazarlardan ‘isimlerini hatırlayamadığım için öyle yazdım’ birinin ‘bir
arkadaşıyla gittiği kampta bellerine sardıkları peştemale kamptakilerin nasıl ters
ters baktığını; kazara peştemalini düşürünce önünü arkasını elleriyle nasıl
saklamaya çalıştığını; sonra çıplaklar kampında olduğunu hatırlayıp kendinden
utandığını’ ifade eden gözlemleri aklıma geldi.
Orada yazar “kamptaki çıplaklar bizi Ortaçağın
karanlığından gelmiş hortlaklar sanıp; irkilerek bize bakıyordu” diye
yazıyordu.
Oradan bakınca Patangonya’da yaşayan kadın yerlileri
giydiren belgeselciler de bir yerde Ortaçağın karanlığından çıkıp gelmiş
oluyorlardı.
Belgeseli izlerken bunlar aklımdan hızla geçti.
Neyse; bu kabilede tıpkı ilk insanlar gibi kabilenin günlük
işlerini gören, çevredeki ağaçlardan çeşitli meyveleri toplayanlar ve bir de
her gün ava gidip kabilenin günlük yiyecek ihtiyacını avlayıp gelen avcılar
vardı. Avcılar diğerlerine göre daha hakim gözüküyordu. Kendinden emin ‘kim kaç
yaşında bilinmeyen’ hepsi sırım gibi erkeklerdi. Erkeklik organlarının
önlerinde sallanması hiç umurlarında değildi. En yaşlı olduğu söylenen yerlinin
denetiminde hazırladıkları okları hayvan derisinden yaptıkları okluklara; yani
sadaklara yerleştirdiler. Bu sırada kazara oka deyince ölecekleri umurlarında
değildi. Belgeselciyle birlikte ava çıktılar.
“Ava çıktılar” dediysek hemen civarda avlanacak av var
sanmayın. ‘Avın nerede? Hangi av olduğunu?’ ancak Allah bilir. Balıkçıların
“rasgele” deyip yelken açışları gibi kilometrelerce geniş sahada saatlerce yürüdüler.
Belgeselci “aslında çok hızlı giderler; ama beni düşündükleri
için yavaş gidiyorlar” demişti. ‘İyi ki yavaş gidiyorlardı’. Bizim oraların
deyimiyle “apcanlayınca’ benim dört beş adımıma denk adım atıyorlardı. Tabi
saatlerce yolda gidince su gereksinimi oluyor; ama ortalıkta öyle hiç su kabı
falan gözükmüyordu. Ben “suyu nerede içecekler?” dediğim sırada belgeselci beni
duymuş gibi “bunlar bir takım bitkilerin köklerini kazıp onları yiyerek
susuzluklarını gideriyorlar” dedi.
Gerçekten ‘sanki bellilik yapmış gibi’ bir yerde durdular
ve yeri kazdılar. Yerin içinden bir bitkiyi söküp çıkardılar. Bellerindeki
bıçakla alışkın ellerle o bitki kökünü çabucak soydular. İçinden çıkardıkları
beyaz kısmı paylaştılar. Tabi belgeselcilere de verdiler. Anlatan belgeselci o
parçayı yiyince ‘sanki kana kana su içmiş gibi’ derin bir ‘off!’ çekip
“susuzluğum gitti” dedi ve yola devam ettiler.
Karşılarına çıkan geyiği kaçırdılar. Belgeselci bunun
kusurunu kendinin gürültü yapmasına bağladı. Zaten hemen yanındaki yaşlı yerli
“olur böyle şeyler” diye gülümsüyordu. Sanırım belgeselciyi utandırmak
istemediği için böyle davranmıştı; yoksa kaçan kocaman bir avdı. Aynı şeyin
“modern dünya” denen yerde veya bizim buralarda geçtiğini düşündüm. Eğer avcının
o ava kesin ihtiyacı varsa ‘yabancı mabancı’ dinlenmez; en azından “senin
yüzünde kaçtı av” diye sitem ederdi.
Burada yazdığım gibi belgeselciye kızan olmadı. Yalnız
ilerde beç tavukları karşılarına çıkınca ‘sanki’ belgeselciye “bunu da
kaçırmayalım” der gibi yaşlı yerli işaretle az geri durmasını söyledi. Sonra en
iyi avcı olan dikkatle yaklaşıp okunu attı ve tavuğu vurdu. Bir tavuk kime
yetecek ki! Onlar da böyle düşünüp çabucak tavuğun tüylerini yoldular, ortaya
topladıkları çalıları ağaçları sürterek tutuşturdular; çarçabuk pişirip
birlikte yediler.
Ama kabile onlardan yiyecek bekliyordu. Bu görevlerinin
bilincinde ileride tepit ettikleri bir kirpinin inini kazdılar. İçlerinden biri
gönüllü yarı beline kadar girdiği kirpi ininde; orada saklanan kirpiyi ‘kirpinin
oklarının eline batmasını aldırmadan’ çekip çıkardı. Sevinçle kafasını vurup
öldürdüler. “Nasıl sevinmesinler ki?” belgeselcinin söylediğine göre kirpinin
otuz kilonun üzerinde eti varmış. Kemiksiz “çık” et.
Çarçabuk kirpinin derisini orada yüzdüler. İçini temizleyip
etini hazır ettikleri sırığa geçirdiler. Belgeselci o kadar yolda etin leş
haline gelip kokacağını bildikleri için içini temizlediklerini söyledi. Neyse iki
kişi bu eti sırtlandı. Biri de deriyi aldı. Değişerek kirpi etini ‘zafer
kazanmış edasıyla’ kampa getirdiler.
Belgesel burada bitmedi tabi. Başka görüntüler de vardı;
ama yazdıklarımın tekrarı gibiydi.
Ben bu belgeseli izledikten sonra ucundan kıyısından
bildiğim Patangonya hakkında bilgilenmek için internete başvurdum.
Çünkü kabilenin yaşantısı çok ilkel; ateş yakmak dahil
modern dünyanın hiçbir aracını kullanmıyorlardı. Belki bıçağı gelip gidenden
almışlardı; o kadar. Geri kullandıkları av aletlerine, giysilere ve yaşam
biçimlerine; daha doğrusu çırılçıplak hallerine bakınca ‘sanki’ zaman
Patagonya’da binlerce yıldan bu yana durmuş gibiydi. Yani benim “Uzayan Gecenin
Hikayesine” çok uygun bir konu özelliği taşıyordu. “Bunlar kimdi? Neye
inanıyorlardı?” vb. bilgiler için internete girdim.
Girdim; ama daha önce yazdığım gibi googulda sağlıklı
bilgiye ulaşmak adeta olanaksız hale gelmiş. Sorduğun soruyla alakasız cevaplar
geliyor. Örneğin “Patagonyalılar neye inanıyordu? Hangi tanrıya inanıyordu?”
sorusuna asla cevap alamdım. Yalnızca ‘Patagonya’nın yeri, oraya niçin
Patagonya dendiği?’ gibi bilgiler vardı. Haa! Bir de; Patagonya’ya turlar
düzenlendiği bilgisi vardı. O bilgide gezmek isteyenleri özendirmek için
‘Patagonya’da iki kişiye on kadın düştüğü’ haberi vardı. Yani “eyy millet.
Patagonya’da garı gani!” türünden Törkiş tanıtım ilkelliği. Hani Rusya veya o
taraftaki ülkeler için “kadınlar sıralanmış Türk erkekleri bekliyor” veya
Türkiye’ye ye gelen bayan turistler için “Türk erkeklere kendilerini düzdürmek
için koşup geliyor” ilkelliği gibi.
Bunları yazarken bizim oradan birinin Kuşadasında plajda
yaşadıkları aklıma geldi. Bunu götüren arkadaşla birlikte plaja gitmişler.
Etrafta dolu ‘bunun için çolbak garı var’. Başlamış onlara müstehcen laflar
atmaya. Derken o laf attığı bayanlar biri yanındakine Türkçe bir şeyler
söyleyince bizimki “epbe lay! Bunla Türkmüş ya!” deyip kaçmış. Bunu anlattı.
Meğer o onları yabancı sanıp ‘nasıl olsa beni anlamazlar’ diye Abazalığını
gideren laflar atıyormuş. Türk olduklarını anlayınc utanıp kaçmış oradan.
Gerçekten Anadolu’da ‘tabi genellikle; yoksa sütü bozuk az değildir’ erkekler
normal zamanda özellikle kendine yabancı; yani ailesinden olmayan kadınlara
karşı çok dürüst ve naziktir. Ancak içince içindeki hayvanlım depreştiği için
saldırganlaşır.
Buradan bakınca Patagonyalı yerlilerin anadan üryan; ama bu
duruma hiç şaşırmaz halleri aklım geldi. Eminim Patagonya yerlilerinde taciz
tecavüz de yoktu veya bir yere gizlenip kadınları dikiz etmek de. Çünkü her şey
meydanda “neyi dikiz edip? Kime tecavüz edeceksin ki?” Bu yazdığıma bakın Patagonların
Babun cinsi maymunlar gibi sabahtan akşama çatıştığını; yani sürekli birbiriyle
cinsel ilişki kurduğunu sanmayın. Anlatmak istediğim ilk insanın ilkelliğini
yaşayan bu kabilenin cinselliği karın doyurma gibi insanın sosyal ihtiyaçlarından
görüp abartmadığıdır. Ayrıca belgeselde görünen herkesin ayrı kulübesi eşi ve
çocukları olduğuydu.
Siz şimdi “olur mu öyle şey? İnsanlar çırılçıplak olur da
tek duru mu hiç?” diye itiraz edebilirsiniz. Bu da sizin algınız olur tabi.
Ancak benim kendi yaşamımdan bildiğim karma eğitimin olduğu
okullardaki öğrencilerin daha sosyal olduğu; yani kız erkek ilişkisinde kızlık
ve erkekliğin değil insanlığın ağır bastığı; öte yandan tekli eğitimde; yani
yalnız kız ve erkek öğrencilerin ayrı okuduğu okullarındaki öğrencilerin karşı
cinse daha aç ve asosyal yetiştiği bir gerçek.
Nereden nereye? Ama toplumu saran ve bütün yaşamını
karartan geceyi anlamak için sanırım böyle bir hikaye yolculuğu gerekiyor. Yani
insanın farklı zamanlardaki yaşamını kıyaslayarak insanı anlamak…
Neyse; Patagonya Güney Amerika’nın en güneyinde Şili ve
Arjantin’in topraklarını kapsayan bir bölge. Bu bölgeyi kaşif Macellan bulmuş.
Eli kanlı kaşif yani. Orada gördüğü yerlilerin iriliği ve ayaklarının çok
büyüklüğü nedeniyle büyük ayak anlamında onlara “Patagon” diye isimlendirmiş.
Böylece onların yaşadığı bölgeye Patagonya denmiş.
Bilgiler hep tevatür. Bir söylentiye göre bunların 3-4
metre kadar uzun boyda dev insanlar olduğu iddia edilse de bunun efsane olduğu
gerçeği yansıtmadığı yazılı googulda. Ama yine de ortalama 1.90 m. uzun boylu
insanlar. Belgeselde gördüklerim de sırım gibi ince uzun boylu; kocaman
ayaklıydılar.
Bunların Macellan boğazının güney yakasını oluşturan Tierra
del Fuego takım adalarından 5000 yıl önce buraya geldiği bilgisi var. Bana göre
Patagonlar da Darvin teorisine göre iki yüz bin yıl önce Afrika’nın doğusunda
ortaya çıkan insanın göçü sonucu bir şekilde buraya gelen insanların torunları.
Öyle veya böyle binlerce yıldır sosyal özelliklerini hiç bozmamışlar. Bunların
içinde insan yiyen yamyam türleri olduğu bilgisi de var. Şili hükümeti bunlarla
son zamanlarda ilgilenmeye başlamış.
Bu insan yiyenlere bunların günah olduğunu anlatmak üzere
emperyalizmin ileri karakolu misyonerler gelmiş. Bunları Hıristiyan yapmaya
falan kalkmışlar. On sekizinci yüzyılın ortalarına doğru ‘belki bu misyonerler
Patagonlar bizi de yer korkusuyla veya Patagonya’dan pek iş çıkmayacağını
düşünerek Patagonları Hıristiyan yapmaktan vazgeçip gitmişler.’
Buradan Patagonların her hangi bir dini olmadığı
anlaşılıyor. Kendi aralarında barışık ve uyumlu yaşamları da zaten bunu
gösteriyor. Yani belgeselde öyle bunları yöneten din adamı veya büyücü falan
yoktu. Kabilenin olduğu yer kabile halkının görüntüsünden anlaşılan buydu.
Dolayısıyla bunları din adına yöneten biri olmadığı için birbirleriyle
çatışacak neden de kalmıyordu.
Siz şimdi “ne yani? Dinlerin olduğu her yerde insanlar
birbiriyle çatışıyor mu?” diye soracak olursanız; ben “yazımı doğru
anlamamışısınız” derim. Çünkü ben yukarıda bunların dinsiz olduğu için
birbiriyle uyumlu olduğunu yazmadım. “Bunları yöneten din adamı veya büyücü
yok” dedim. Çünkü insanlar inandıkları için birbiriyle çatışmaz. Birileri
onları inanç adına çatıştırır. Bunun böyle olup olmadığını “şöyle geriye
yaslanıp bilginiz dahilinde düşünün bakalım.” O zaman fark edeceksiniz ki çok
tanrılı veya tek tanrılı bütün dinlerin egemenliğinin belli evresinde dini
temsil ettiğini iddia eden birileri çıkar ve insanları birbirine karşı
kışkırtır.
Hıristiyanlığın yaygınlaşıp yönetenler katında kabul
gördüğü dönemden sonra; yani MS. Sonra 400 yılından 16. Yüzyılın ilk yarısında
1648 yılında sona eren ve otuz yıl süren din savaşlarına kadar bütün dönemlerde
din adına savaşlar Hıristiyan dünyasını kasıp kavurdu. Altıncı yüz yılda ortaya
çıkan İslamiyette de din savaşları hilafet kavgalarıyla başlamış 14. Yüz yıldan
sonra hız kazanarak günümüze kadar devam etmiş; halen özellikle Ortadoğuyu
kasıp kavurarak devam ediyor.
Yani diyeceğim insanlar inançla tanışmaya başladığı pagan
döneminden bu yana inanç çatışmaları yaşarken toplumlar farklı inançlar adına oluşan
ön yargı duvarları arasında hapsolmuş veya kendini hapsetmiş ve insanlığın
üzerine çöken gecenin karanlığının en koyu evresi başlamış böylece.
Bu benim iddiam değil. Sosyoloji bilimi bunu daha iyi
açıklar. Ben burada kimi bilgilerimle bu karanlığın hikayesini yazıyorum o
kadar. Bütün hikayelerde olduğu gibi insan öykülerinde; örneğin bu bölümde Patagonları
bir belgeselden yola çıkarak hikaye etmem bu yüzden.
Buradan benim en çok dikkatimi çeken Hindistan ve oradaki
kast sistemine sıçrarsak; benim yukarıda yazdığım inanç adına insanı
körleştiren ön yargı oluşumunun en katı örneğini orada görebiliriz.
Gerçi gerek Hıristiyanlık gerek Müslümanlık ve hatta
Yahudilikte oluşan mezhepleşmelerde bile aynı mezhebe bağlı insanların sırf
yorum farkı nedeniyle oluşan ön yargılarla birbirini boğazladığının çok kanlı
örneği vardır; ama Hindistan bu konuda; yani inanç diye dayatılan karanlığın
oluşturduğu ön yargı körleşmesi konusunda en özgün örnektir.
Bugün Hindistan’da altı yüzün üzerinde din olduğu
söyleniyor. Bu dinler nedeniyle toplumlar çok katı kurallarla birbirinden
ayrılmış. Örneğin fareyi kutsal kabul edip farenin kabındaki yiyeceği yiyerek
hacı olduğunu düşünen birine bunun “yanlış, safsata, büyük ilkellik olduğunu”
asla anlatamazsınız. Patagonların onca ilkel yaşamında böyle bir iğrençliği
asla göremezsiniz. Çünkü onlar çok zehirli kurbağanın farkına varıp onun
zehrinden zehirli ok yapacak kadar beyinleri gelişmiş insanlar. Yirmi yüzyılda
onlardan çok daha fazla teknolojiyle tanışan Hindu yerliye ‘öldür Allah’
acından geberse de inek eti yedirememenin tek nedeni inancının onda oluşturduğu
ön yargıdır.
Avrupa bugün dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan
insanlardan daha mutlu ve özgürse; bunun tek nedeni aydınlanmayla inanç diye
dayatılan ön yargı çemberini kırıp çıkabildiği; din adamlarına “senin beni din
adına yönetmeni kabul etmiyorum. Sen ancak Tanrıyla benim aramda elçisinin.
Orada kal” diyebildiği içindir. Yoksa aynı Avrupa’da inanç adına hareket
ettiğini söyleyenlerin toplumun her şeyine egemen olduğu dönemlerde
Hindistan’daki ilkellikten çok daha ileri ilkellikleri yaşamış; “içine şeytan
kaçtı” diye insanların diri diri yakılmasına razı olmuş; giyotinle kafasının
uçurulmasını o sıralar nimet gibi kabullenmişti. Papazlar veya rahiplerin adeta
bokunu yiyecek durumdaydılar. Siz şimdi bakmayın İslam dünyasının üzerine din
adına örtülen karanlığa bakıp “Ayy! Bu Müslümanlar ne cahil? Ne ilkel?”
dediklerine… İslam dünyasında bilimin egemen olduğu onuncu ve ön dördünü yüzyıl
arasında onlar inanç adına çatışmaların en karanlık dönemini yaşıyordu.
Bu karşılaştırmaları vermekteki amacım dinleri kıyaslamak
ve “iyi din, kötü din” muhabbeti yapmak değil elbet.
Verdiğim dört örnekte amacım ön yargı körlüğünü oluşturanın
inanç adına dayatma olduğunu anlatmak. Örneğin Hinduya “zinhar inek eti
yemeyeceksin” diye dayatma olmasa belki çok açlar ineğin etinden sütünden faydalanmayı
düşünebilirdi. Ama ne hikmetse bu dayatma hep en yoksullara oluyor. Patagonlarda
kimse böyle bir dayatma yapmadığı için onlar binlerce yıldır olağanlaşmış
hayatları ‘yaşamın onca zorluğuna rağmen’ güle oynaya yaşayıp gidiyor. Çünkü
zihinlerini, beyinlerini körelten bir baskı yok; ama farenin kutsallığına
inandırılmış kişi kendini farenin kabından yemek yemeye; böyle hacı olacağına
kendini mecbur eder hale gelmiş.
Hikaye uzun. Bütün zamanlardan çok örnek var. Bu bölümü
fazla uzatmamak için yine Hindistan’daki Zerdüştlerin bir cenaze törenini
hikaye edip bitireceğim.
Zerdüştler Hindistan’da 25 milyon civarında nüfusa sahip.
Onlarda akbaba kutsal hayvan kabul ediliyor.
Cenazelerini akbabalara sunma geleneği var. Bunun için
tapınakları bile var. Bu tapınak bir kule, kulenin en tepesinde erkek, kadın ve
çocuk cenazelerinin akbabalara sunulduğu bir sunak; akbabalar cenazenin etini
yiyip geriye sadece kemikler kalınca görevlinin o kemikleri süpürüp içine
attıkları bir delikten oluşuyor. En altta yukarıdan düşen kemikleri yakmak için
bir de fırın var.
Yani Zerdüştlerde cenaze defnedildikten bir iki gün sonra
geriye sadece yakılan kemiklerin külü kalıyor. Zerdüştler ölülerini yakan
Hıristiyanlar gibi bu külü alıp şişeye koymadığı için bütün küller toplanı kutsal
nehir olan ganja atılıyor.
Belgeselde izlediğim bir cenaze törenine İngiltere’de
Oksford’da okumuş kişiler de katılmıştı. İngiltere’de yaşıyorlarmış. Ölenin
yakınlarıymış. Cenaze için gelmişler ve huşu içinde törene katıldılar.
Yani bunlar ‘ya Zerdüşt dinine inanıyordu veya onca tahsile
rağmen de yakınlarının o inanca göre defnine razıydılar.” Yani “böyle saçmalık
olur mu?” gibi kestanelik yapmıyorlardı. İnanmasalar bile inananlara
saygılıydılar.
Yukarıda Hindistan’daki dinlerden bahsedip orada
Zerdüştlerin cenaze töreninden bahsederken lafı insanların birbirine saygısına
getirip “yani bunlar ‘Zerdüşt dinine inanıyordu veya onca tahsile rağmen de
yakınlarının o inanca göre defnine razıydılar.” Yani “böyle saçmalık olur mu?”
gibi kestanelik yapmıyorlardı. İnanmasalar bile inananlara saygılıydılar” diye
bitirmiştim.
İnsanların birbirine saygı göstermesi aslında insan
ilişkilerinde insanlığın temel göstergesidir. İlk insandan bu yana insanlık
ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkiler üzerine şekillenen toplumsal yapısında
her ne kadar inanç diye üzerine örtülen karanlığın etkisinde kalsa bile;
insanın evrimi esas olarak hayvandan farklılaşması üzerine şekillenmiştir.
Yani ilk insandan itibaren insanlar birbirine
davranışlarında hayvandan farklılık gösterdikçe insanlaşmış. Buna insanın
uygarlaşması da denebilir.
Burada tabi “uygarlık nedir?” sorusunun doğru tanımını
bilmek gerekir. Uygarlık kimilerinin sandığı gibi medeniyet değil;
insanlaşmadır.
Freud ilk uygar insanın ilk küfür eden insan olduğunu ifade
ederken tam da buna işaret ediyordu. Yani tepkisini hayvanlar gibi hırlaşarak,
ötekine saldırarak değil küfür ederek belli ederken hayvanlara ait; genlerine
işlemiş saldırgan dürtüyle değil küfürle tepkisini ifade etmesinin insanın
uygarlaştığının ilk işareti olarak ifade ediyordu. Bu ifadeden yola çıkarak
uygarlığın insanın davranışlarının hayvan davranışlarından ayrılması olarak
ifade edebiliriz. Yani insan genlerine kadar işlemiş hayvansal dürtülerden
kurtuldukça uygarlaşır.
Buradan bakınca; ‘unutmadan hemen ifade edeyim’ emperyalist
çıkarlarla saldırganlaşan ve savaş araç gereçlerini geliştirmeye önem veren
toplumların giderek hayvansal dürtülerin esiri olmaya; yani hayvanlaşmaya
başladığını; yani evrimini geriye döndürdüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.
Geçen haftaki yazımda Patagonya yerlilerini anlatırken
orada yerlilerin anadan üryan; yani doğdukları gibi çırıl çıplak yaşadığını;
belgeselcilerin kendi ön yargıları gereği çekim yaparken kadınların çırıl
çıplak görünümünün hoş olmayacağını düşünüp onlara cinsel organlarını örtmeleri
bir şeyler verdiğine işaret etmiş ve yerlilerin çırıl çıplak olmaktan hiç
rahatsız olmadığı halde onları belgesele çekecek olan modern dünyadan gelmiş
ekibin kadınların çırıl çıplak olmasının hoş olmayacağını düşünmesini
sorgulamıştım.
Sonra içimden “hangisi daha çağdaş?” diye bir soru
geçtiğini yazmış; sonra kimi tatil yörelerinde çıplaklar kampı olduğunu
vurgulamış; o kampa giden bizim yazarlardan ‘isimlerini hatırlayamadığım için
öyle yazdım’ birinin yaşadıklarını anlatmıştım.
O yazar bir arkadaşıyla gittiği kampta bellerine sardıkları
peştemale kamptakilerin onlara nasıl ters ters baktığını yazmış; o sıra kazara
peştemalini düşürünce önünü arkasını elleriyle nasıl saklamaya çalıştığını;
çıplaklar kampında olduğunu hatırlayıp kendinden utandığını’ ifade etmişti.
Yazar orada düşüncesini “kamptaki çıplaklar bizi Ortaçağın
karanlığından gelmiş hortlaklar sanıp; irkilerek bize bakıyordu” diye ifade
etmişti.
Yazarın bu görüşünden yola çıkarak pekala çırılçıplak
yaşamayı seçen; bu sırada olağan ilişkileri ve işlevleri dışında “elerinden
kollarından farklı görmedikleri cinsel organlarını örtmeyi düşünmeyen Patagonya
yerlilerinin mi? Yoksa onların yaşamını belgesele çekmek için geldiklerinde ilk
olarak kadınların cinsel organını örtmesini isteyen çekim ekibinin mi? Daha
uygar olduğunu” sorguladığımızda ilk cevap olarak hayvanlar gibi çıplak yaşayan
yerlilere göre hayvanlardan farklı giyinen çekim ekibinin ‘hayvan
davranışlarından daha farklı davrandıkları için’ daha uygar olduğu cevabını
verebiliriz; ancak cinsel organlarını örterek daha uygar hale geldiğini iddia
ettiğimiz medeni insanın cinsel taciz ve tecavüzlerde hayvandan daha hayvan
olduğuna bakınca aynı iddiada bulunabilir miyiz bilmiyorum.
Çünkü giyinmek veya örtünmek uygarlığın ölçüsü olsaydı
Ortadoğuda yaşayanların veya bir burnu dışarıda kalan Eskimoların en uygar
insan olduklarını söyleyebilirdik; ama öyle değil. Yani uygarlığın ölçüsü
örtünmek değil; Freud’un tarif ettiği gibi öfkesini kontrol etmek. Yani insan
öfkesini kontrol edip tepkisini saldırıyla değil sözle ifadede geliştirdikçe
uygarlaşıyor. Buradan bakınca “en uygar insan kendini en az küfürle ifade eden
insandır” diyebiliriz. İnsanın kendini saldırarak değil sözle ifade etmesi de
ancak kullandığı kelime zenginliğine bağlıdır. Buradan bakınca en uygar insanın
anlamını bilerek kullandığı veya anladığı kelime yönünden en zengin olan insan
olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz.
Bu tarifi yaptıktan sonra geriye çekilip dünya uygarlığına
baktığımızda; dünyadaki hayvandan en arınmış davranışlara sahip olan insanların
en sıkı giyinen toplumlar değil; en çok kitap okuyan toplumlar olduğunu
söyleyebiliriz. 2016 yılı araştırmalarında en mutlu insanların yaşadığı; yani
insan olmaktan en mutlu olanların yaşadığı ülkeler sıralamasına bakınca da bunu
görebiliriz.
Orada en mutlu; yani en uygarlaşmış; yani hayvansal
davranışlardan en arınmış ülkeler sırlamasında dünyanın emperyalist gücü
sayılan; yani silah yönünden en gelişmiş silahlara sahip insanların yaşadığı
ABD nin, Rusya’nın, Çin’in vb. ülkelerin değil en çok kitap okuyan ve insan
ilişkilerini en fazla geliştirmiş; gelecek kuşaklarının eğitimine en fazla önem
veren ülkeler olduğu görülüyor.
Böylece Patagonya yerlilerinden itibaren çıktığımız
insanlığın uygarlık yolculuğunda geldiğimiz noktada insanlığı saran gecenin karanlığın
en belirgin aydınlığa dönüştüğü yerlerin inanç diye dayatılan ön yargı
körlüğünün en az etkili yerler olduğu daha anlaşılır oluyor.
Sonuç olarak yazacağım; insanlık ilk insandan itibaren
adeta aidiyeti haline gelmiş inanç değerlerinin körlüğünde kaybolmadıkça
çıktığı insanlık yolculuğunda daha başarılı oluyor. Burada kastettiğim elbet
inançlar değil; daha çok toplumda yönetimde egemen olanların kendi siyasi ve
ekonomik çıkarları için inanç diye; inanç adına dayattıklarıdır. Yoksa insanlık
ilk insandan itibaren özellikle çözemediği güçleri tanrılaştırarak kendinden
daha etkin bir gücün varlığını zaten kabul ederek yaşayıp gelmiş.
Bütün dinlerin ortaya çıkış nedeni de bu…
Burada o gücü temsil ettiğini iddia edenlerin toplumda
etkinliğidir ön yargı körleşmesini oluşturan; yani insanlığı gecenin
karanlığına sokan. Yoksa insan inandığı güçle baş başa bırakılsa bir sorun
yaşamıyor. Kendi günlük yaşamından sosyal ve kültürel ilişkilerine kadar pekala
kendine göre bir yaşamı geliştirebiliyor. Bunu insanlığın özellikle kültürel
birikimlerinde, kültürel zenginliklerinde pekala fark edebiliriz. İnsanlığın
kültürel gelişiminin ve sosyal ilişkilerinin akamete uğradığı dönemler hep o
karanlığı yaratan; yani yönetenlerin inanç diye kendi egemenliklerini dayattığı
dönemler olmuştur.
Bilinen ilk insanlık tarihinden bu yana bunu rahatlıkla
gözleyebiliriz.
En son tek tanrılı dinler döneminde yaşanan insanlığın
karanlık dönemleri de aynı inanç adına birilerinin kendi egemenlikleri
dayattığı dönemler olmuştur.
Ortaçağ karanlığından bahsederken ilk çağ karanlığından
bahsetmememizin nedeni biraz da budur.
İlk çağ döneminde kendini tanrı olarak veya tanrının oğlu
olarak ifade eden tiranlar, krallar olsa da insanlık gelişimini hep sürdürmüş. Özellikle
felsefenin ve insanın kendini yönetme biçimi olan demokrasinin ilk bahsedildiği
dönem bugün antik çağ olarak biline ilk çağ dönemi olmuştur.
Ancak Ortaçağın da başlangıcı olan Hıristiyanlık ortaya
çıktıktan itibaren; özellikle yaygınlaşıp inanç veya tanrı adına söz söyleyen
yöneticilerin etkin olduğu döneme gelindiğinde o dönem için insanlığın en
karanlık; gelişiminin ne durduğu dönem olduğunu görüyoruz.
Buradan sonraki süreçte gözlenen yöneticilerin inanç adına
hareket ettiği ve inanç değerlerinden güç aldığı ve etkin olduğu dönemlerin
karanlığın şalının toplumun üzerine en kalın örtüldüğü; o toplumlar için
gecelerin çok uzun dönemler olduğudur.
Geri dönersek; Hindistan örneğinde olduğu gibi en ilkel
inançların etkin olduğu toplumlar dahil inanç adına söz söyleyenlerin toplumda
etkin olduğu dönemler insanlık için karanlığın en koyu olduğu dönemlerdir. Onun
için Avrupa aydınlanmasının ve bilime önem veren İslam aydınlanmasının
yaşandığı dönemlerin insanlığın gecenin karanlığını dünya ölçeğinde araladığı
dönemler olduğunu söyleyebiliriz. Yani insanlık bir bütün olarak ilk insandan
bu yana insanlaşma sürecinde yaşadığı uzayan gecenin karanlığını henüz tamamen
aşabilmiş değildir.
İlk bölümlerde işaret ettiğim gibi bilim ve teknolojiyi
eğitimle bütünleştirip kendi içinde aydınlanma yaşayan toplumlar için bile
gecenin karanlığı tehlikesi henüz son bulmuş değil.
İnsanlık bir bütün olarak bilimde; özellikle insanın çağdaş
eğitiminde buluşup inanç diye dayatılan karanlıktan kurtulamadıkça hiçbir
toplum için sinerli bir yaşam yoktur.
Çünkü inanç diye dayatılan karanlığın içinde üreyen terör
sonunda bütün insanlığı tehdit eder hale geldi. Emperyalist ülkeler gecenin
karanlığını yaşayan ülkelerin yer altı ve yer üstü zenginliklerini belli çıkar
gurupları için sömürürken bunun için hayvansal dürtülerini; yani
saldırganlıklarını ve tabi saldırı araçlarını geliştirirken inanç diye
dayatılan karanlığa destekleyip prim vermiştir. Sonunda gelinen noktada kendi
toplumlarının; yani kendi yurttaşlarının da güvenliği tehdit altına girmiştir.
Bu tehditi besleyen politikalar terk edilip; bütün
insanlığın aydınlanmasında buluşmadıkça; yani bugün çok sarınılan Samuel Huntington’un
geliştirdiği “Medeniyetler Çatışmasını” değil “Medeniyetlerin Uygarlıkta
buluşmasını” (ki bunun adı Kopenhang Kriterleridir) gerçekleştirmedikçe ilk
insandan bu yana insanlığın dünyasını karartan ve o zamandan bu zamana “Uzayan
Gecenin Karanlığından” insanlığın kurtulması ve o karanlığın cehenneminden
insanlığı koruyacak aydınlığa çıkması olanaksızdır.
Tabi burada her topluma; her ülkenin yurttaşlarına münferit
düşen görev öncelikle kendi toplumunda, kendi ülkesinde aydınlanmayı sağlayarak
kendini saran karanlığı yırtmasıdır. Bu şekilde oluşan aydınlığın dalga dalga
bütün dünyayı sarması sağlanabilir.
O zaman Hindistan toplumunun aşılmaz sanılan ön yargılarla
parçalayan kast sistemi denen sisteme son verilebilir. O zaman inanç adına
dayatmaların veya kimi feodal bağların oluşturduğu ön yargılarının esiri haline
gelmiş Asya ve Ortadoğu ülkeleri emperyalist kışkırtmalarla içine yuvarlandığı
cehennem çukurundan çıkıp aydınlıkla buluşabilir; Afrika’nın Asya’nın açlıktan
birbirini yiyecek hale gelen insanları doyabilir; dünya iklimini ve haliyle
dünyanın geleceğini tehdit eden doğal felaketlerin önüne geçilebilir ve belki o
zaman Patagonya yerlilerinin kanaatkar mutluluğunda buluşan uygar insanların
barış içinde dirlikli yaşadığı bir dünyada buluşulabilir.
Yazdıklarımı çok ütopik bulanlara özellikle Avrupa’nın
Ortaçağ karanlığından kurtuluş mücadelesi ve otuz yıl süren kanlı din
savaşlarının tarihiyle ve Avrupa aydınlanmasının kilometre taşları olan edebiyatıyla
doğru ilgilenmesini önereceğim.
O sürecin tarihi ve özellikle edebiyatı Avrupa’nın kendini
saran karanlıktan nasıl kurtulup bugün dünyanın en mutlu insanlarının
çoğunlukta olduğu Avrupa’ya ulaştığını kendi gerçeğinde gözler önüne seriyor.
Yani dostlarım; daha doğrusu “Uzayan Gecenin Hikayesini”
üşenmeden okuyup takip eden dostlarım; sizin de fark ettiğiniz gibi insanın;
daha doğrusu toplumların ilkelliği; yani yaşamlarını karartan gecenin karanlığı
kendi içinden yarattıkları ucubelere teslim oluşlarının ifadesidir. O ucubeden
kurtuluşun da tek yolu insanlığın ürettiği ortak kültürü ve edebiyatıyla
buluşup; mutlaka doğru bilgilerle donanmaktan geçer. Bunun için de üşengeçliği
terk etmek gerekir.
Çünkü oturduğun yerde ne bilgi sahibi olunuyor; ne de
uygarlaşılıyor.
Oturduğun yerden ancak bilgisiz fikirlerle birbiriyle
didişerek birbirini tüketen toplumlar haline gelinebilir. Tıpkı bizim bugün
toplum olarak yaşadığımız süreç gibi süreçler yaşanabilir.
Aslında “Uzayan Gecenin Hikayesi” burada bitmiyor. Ben
kendi çapımda yazdığım öykülerle o hikayeye devam ediyorum; ama bir şeyi çok
uzatmak; hele ‘gaydırıgubbak olmayan’ konularda uzatmak insanı sıkıyor. Bunu
blogdan paylaştığım hikayelerin okunma oranlarında görebiliyorum.
Onun için “efe donu gibi kısa olmasa da” hikayemi burada
bitiriyorum. Gerisini herkes kendi kafasından yazabilir.
Neyse en son diyeceğim; hikayemi buraya kadar okuyan herkese
buradan kocaman bir “MERHABA”
Merhaba dostum; zaten okumuştum reklamına dayanamadım bir kez daha okudum. Ellerinize sağlık... :):)
YanıtlaSilMerhaba sevgili arkadaşım. Yorumla katkın için çok teşekkür ederim. izin yorumlarımız yazma zevki veriyor insana.
YanıtlaSil