17 Eylül 2016 Cumartesi

"UZAYAN GECENİN HİKAYESİ" DEVAM EDİYOR



Merhaba; geçtiğimiz günlerde izlediğim belgeselde Patagonya yerlileri vardı. Orada yerlilerin ilkel yaşamları sergileniyordu. İlgimi çekince izlemeye başladım.

Çekimi yapılan küçük bir kabileydi. Kabiledeki avcı olanların ava hazırlanış görüntüleri vardı.

O avcılardan biri ‘en yaşlılarıymış’ bir kurbağa yakaladı. Bu kurbağa kendine saldıran düşmana karşı kullanmak üzere derisinde çok güçlü zehir üretiyormuş. Saldırı anında derisinde oluşan zehir damlacıkları saldıranı çabuk zehirleyip etkisiz hale getirirmiş.

Belgesellere meraklı olduğum için bu verilen bilgiyi yadırgamadım. Çünkü belgesellerde vahşi doğada bütün canlıların; buna bitkiler de dahil saldırıya karşı silahlar geliştirdiğini izlemiştim. Onun için bu zehirli kurbağanın derisinde savunma amaçlı zehir üretmesini yadırgamadan izliyordum.

Yalnız burada merakımı çeken; bu ilkel kabilenin bunun farkında olmasıydı. Çünkü o kişinin zehre temas ettiği anda öleceği kesindi. Kabilenin yaşlısı bunun bilincinde itinayla iki çubukla kurbağayı tuttu. Kurbağa hareketsiz hale gelince bir eliyle diğer avcının uzattığı ağaçtan yapılma okları kurbağanın derisinde ışıldayan zehirlere sürtüyordu. Sonra zehire sürttüğü oku diğer avcıya uzatıyor; o da itinayla okları önceden hazırlanan yaprakların üzerine sıralıyordu. Bu şekilde otuza yakın ok zehre bulaştırıldı. Sonra ihtiyar yerli o kurbağayı ilk tuttuğu çubuklara kıstırıp yakaladıkları yere götürüp bıraktı. Yani öldürmedi. Belgeseli anlatan bunu “yerliler bu kurbağalara ihtiyacı olduğu için onlardan yararlanıp öldürmeden doğaya salıyorlar” diye açıklıyordu.

Ben bütün dikkatimi bu görüntülere verdiğim için avcı yerlilerin anadan üryan; çırılçıplak olduğunu sonradan fark ettim. Gerçi erkeklik organlarını saran kıl uzaktan bir şort gibi gözüküyordu. O da beni yanıltmış olabilirdi; ama onların çırıl çıplak olduğunu fark edince şaşırmadım değil.

O sıra kameraya ilerde kulübenin önünde kadın ve çocuklar gözüme ilişti. Çocuklar da çırılçıplaktı; ama kadınların belden aşağısını örten bir şeyler vardı. Sanırım çekim ekibi vermişti bunu onlara. Yani kadınların da çırıl çıplak olmasının hoş olmayacağını düşünmüştü besbelli.

Bunu görünce aklıma yerlilerin çırıl çıplak olmaktan hiç rahatsız olmadığı; ancak onları belgesele çekecek olan modern dünyadan gelmiş ekibin kadınların çırıl çıplak olmasının hoş olmayacağını düşünmesi geldi.

İçimden “hangisi daha çağdaş?” diye bir soru geçti. Sonra kimi tatil yörelerinde çıplaklar kampı olduğunu düşündüm. O kampa giden bizim yazarlardan ‘isimlerini hatırlayamadığım için öyle yazdım’ birinin ‘bir arkadaşıyla gittiği kampta bellerine sardıkları peştemale kamptakilerin nasıl ters ters baktığını; kazara peştemalini düşürünce önünü arkasını elleriyle nasıl saklamaya çalıştığını; sonra çıplaklar kampında olduğunu hatırlayıp kendinden utandığını’ ifade eden gözlemleri aklıma geldi.

Orada yazar “kamptaki çıplaklar bizi Ortaçağın karanlığından gelmiş hortlaklar sanıp; irkilerek bize bakıyordu” diye yazıyordu.

Oradan bakınca Patangonya’da yaşayan kadın yerlileri giydiren belgeselciler de bir yerde Ortaçağın karanlığından çıkıp gelmiş oluyorlardı.

Belgeseli izlerken bunlar aklımdan hızla geçti.

Neyse; bu kabilede tıpkı ilk insanlar gibi kabilenin günlük işlerini gören, çevredeki ağaçlardan çeşitli meyveleri toplayanlar ve bir de her gün ava gidip kabilenin günlük yiyecek ihtiyacını avlayıp gelen avcılar vardı. Avcılar diğerlerine göre daha hakim gözüküyordu. Kendinden emin ‘kim kaç yaşında bilinmeyen’ hepsi sırım gibi erkeklerdi. Erkeklik organlarının önlerinde sallanması hiç umurlarında değildi. En yaşlı olduğu söylenen yerlinin denetiminde hazırladıkları okları hayvan derisinden yaptıkları okluklara; yani sadaklara yerleştirdiler. Bu sırada kazara oka deyince ölecekleri umurlarında değildi. Belgeselciyle birlikte ava çıktılar.

“Ava çıktılar” dediysek hemen civarda avlanacak av var sanmayın. ‘Avın nerede? Hangi av olduğunu?’ ancak Allah bilir. Balıkçıların “rasgele” deyip yelken açışları gibi kilometrelerce geniş sahada saatlerce yürüdüler.

Belgeselci “aslında çok hızlı giderler; ama beni düşündükleri için yavaş gidiyorlar” demişti. ‘İyi ki yavaş gidiyorlardı’. Bizim oraların deyimiyle “apcanlayınca’ benim dört beş adımıma denk adım atıyorlardı. Tabi saatlerce yolda gidince su gereksinimi oluyor; ama ortalıkta öyle hiç su kabı falan gözükmüyordu. Ben “suyu nerede içecekler?” dediğim sırada belgeselci beni duymuş gibi “bunlar bir takım bitkilerin köklerini kazıp onları yiyerek susuzluklarını gideriyorlar” dedi.

Gerçekten ‘sanki bellilik yapmış gibi’ bir yerde durdular ve yeri kazdılar. Yerin içinden bir bitkiyi söküp çıkardılar. Bellerindeki bıçakla alışkın ellerle o bitki kökünü çabucak soydular. İçinden çıkardıkları beyaz kısmı paylaştılar. Tabi belgeselcilere de verdiler. Anlatan belgeselci o parçayı yiyince ‘sanki kana kana su içmiş gibi’ derin bir ‘off!’ çekip “susuzluğum gitti” dedi ve yola devam ettiler.

Karşılarına çıkan geyiği kaçırdılar. Belgeselci bunun kusurunu kendinin gürültü yapmasına bağladı. Zaten hemen yanındaki yaşlı yerli “olur böyle şeyler” diye gülümsüyordu. Sanırım belgeselciyi utandırmak istemediği için böyle davranmıştı; yoksa kaçan kocaman bir avdı. Aynı şeyin “modern dünya” denen yerde veya bizim buralarda geçtiğini düşündüm. Eğer avcının o ava kesin ihtiyacı varsa ‘yabancı mabancı’ dinlenmez; en azından “senin yüzünde kaçtı av” diye sitem ederdi.

Burada yazdığım gibi belgeselciye kızan olmadı. Yalnız ilerde beç tavukları karşılarına çıkınca ‘sanki’ belgeselciye “bunu da kaçırmayalım” der gibi yaşlı yerli işaretle az geri durmasını söyledi. Sonra en iyi avcı olan dikkatle yaklaşıp okunu attı ve tavuğu vurdu. Bir tavuk kime yetecek ki! Onlar da böyle düşünüp çabucak tavuğun tüylerini yoldular, ortaya topladıkları çalıları ağaçları sürterek tutuşturdular; çarçabuk pişirip birlikte yediler.

Ama kabile onlardan yiyecek bekliyordu. Bu görevlerinin bilincinde ileride tepit ettikleri bir kirpinin inini kazdılar. İçlerinden biri gönüllü yarı beline kadar girdiği kirpi ininde; orada saklanan kirpiyi ‘kirpinin oklarının eline batmasını aldırmadan’ çekip çıkardı. Sevinçle kafasını vurup öldürdüler. “Nasıl sevinmesinler ki?” belgeselcinin söylediğine göre kirpinin otuz kilonun üzerinde eti varmış. Kemiksiz “çık” et.

Çarçabuk kirpinin derisini orada yüzdüler. İçini temizleyip etini hazır ettikleri sırığa geçirdiler. Belgeselci o kadar yolda etin leş haline gelip kokacağını bildikleri için içini temizlediklerini söyledi. Neyse iki kişi bu eti sırtlandı. Biri de deriyi aldı. Değişerek kirpi etini ‘zafer kazanmış edasıyla’ kampa getirdiler.

Belgesel burada bitmedi tabi. Başka görüntüler de vardı; ama yazdıklarımın tekrarı gibiydi.

Ben bu belgeseli izledikten sonra ucundan kıyısından bildiğim Patangonya hakkında bilgilenmek için internete başvurdum.

Çünkü kabilenin yaşantısı çok ilkel; ateş yakmak dahil modern dünyanın hiçbir aracını kullanmıyorlardı. Belki bıçağı gelip gidenden almışlardı; o kadar. Geri kullandıkları av aletlerine, giysilere ve yaşam biçimlerine; daha doğrusu çırılçıplak hallerine bakınca ‘sanki’ zaman Patagonya’da binlerce yıldan bu yana durmuş gibiydi. Yani benim “Uzayan Gecenin Hikayesine” çok uygun bir konu özelliği taşıyordu. “Bunlar kimdi? Neye inanıyorlardı?” vb. bilgiler için internete girdim.

Girdim; ama daha önce yazdığım gibi googulda sağlıklı bilgiye ulaşmak adeta olanaksız hale gelmiş. Sorduğun soruyla alakasız cevaplar geliyor. Örneğin “Patagonyalılar neye inanıyordu? Hangi tanrıya inanıyordu?” sorusuna asla cevap alamdım. Yalnızca ‘Patagonya’nın yeri, oraya niçin Patagonya dendiği?’ gibi bilgiler vardı. Haa! Bir de; Patagonya’ya turlar düzenlendiği bilgisi vardı. O bilgide gezmek isteyenleri özendirmek için ‘Patagonya’da iki kişiye on kadın düştüğü’ haberi vardı. Yani “eyy millet. Patagonya’da garı gani!” türünden Törkiş tanıtım ilkelliği. Hani Rusya veya o taraftaki ülkeler için “kadınlar sıralanmış Türk erkekleri bekliyor” veya Türkiye’ye ye gelen bayan turistler için “Türk erkeklere kendilerini düzdürmek için koşup geliyor” ilkelliği gibi.

Bunları yazarken bizim oradan birinin Kuşadasında plajda yaşadıkları aklıma geldi. Bunu götüren arkadaşla birlikte plaja gitmişler. Etrafta dolu ‘bunun için çolbak garı var’. Başlamış onlara müstehcen laflar atmaya. Derken o laf attığı bayanlar biri yanındakine Türkçe bir şeyler söyleyince bizimki “epbe lay! Bunla Türkmüş ya!” deyip kaçmış. Bunu anlattı. Meğer o onları yabancı sanıp ‘nasıl olsa beni anlamazlar’ diye Abazalığını gideren laflar atıyormuş. Türk olduklarını anlayınc utanıp kaçmış oradan. Gerçekten Anadolu’da ‘tabi genellikle; yoksa sütü bozuk az değildir’ erkekler normal zamanda özellikle kendine yabancı; yani ailesinden olmayan kadınlara karşı çok dürüst ve naziktir. Ancak içince içindeki hayvanlım depreştiği için saldırganlaşır.

Buradan bakınca Patagonyalı yerlilerin anadan üryan; ama bu duruma hiç şaşırmaz halleri aklım geldi. Eminim Patagonya yerlilerinde taciz tecavüz de yoktu veya bir yere gizlenip kadınları dikiz etmek de. Çünkü her şey meydanda “neyi dikiz edip? Kime tecavüz edeceksin ki?” Bu yazdığıma bakın Patagonların Babun cinsi maymunlar gibi sabahtan akşama çatıştığını; yani sürekli birbiriyle cinsel ilişki kurduğunu sanmayın. Anlatmak istediğim ilk insanın ilkelliğini yaşayan bu kabilenin cinselliği karın doyurma gibi insanın sosyal ihtiyaçlarından görüp abartmadığıdır. Ayrıca belgeselde görünen herkesin ayrı kulübesi eşi ve çocukları olduğuydu.

Siz şimdi “olur mu öyle şey? İnsanlar çırılçıplak olur da tek duru mu hiç?” diye itiraz edebilirsiniz. Bu da sizin algınız olur tabi.

Ancak benim kendi yaşamımdan bildiğim karma eğitimin olduğu okullardaki öğrencilerin daha sosyal olduğu; yani kız erkek ilişkisinde kızlık ve erkekliğin değil insanlığın ağır bastığı; öte yandan tekli eğitimde; yani yalnız kız ve erkek öğrencilerin ayrı okuduğu okullarındaki öğrencilerin karşı cinse daha aç ve asosyal yetiştiği bir gerçek.

Nereden nereye? Ama toplumu saran ve bütün yaşamını karartan geceyi anlamak için sanırım böyle bir hikaye yolculuğu gerekiyor. Yani insanın farklı zamanlardaki yaşamını kıyaslayarak insanı anlamak…

Neyse; Patagonya Güney Amerika’nın en güneyinde Şili ve Arjantin’in topraklarını kapsayan bir bölge. Bu bölgeyi kaşif Macellan bulmuş. Eli kanlı kaşif yani. Orada gördüğü yerlilerin iriliği ve ayaklarının çok büyüklüğü nedeniyle büyük ayak anlamında onlara “Patagon” diye isimlendirmiş. Böylece onların yaşadığı bölgeye Patagonya denmiş.

Bilgiler hep tevatür. Bir söylentiye göre bunların 3-4 metre kadar uzun boyda dev insanlar olduğu iddia edilse de bunun efsane olduğu gerçeği yansıtmadığı yazılı googulda. Ama yine de ortalama 1.90 m. uzun boylu insanlar. Belgeselde gördüklerim de sırım gibi ince uzun boylu; kocaman ayaklıydılar.

Bunların Macellan boğazının güney yakasını oluşturan Tierra del Fuego takım adalarından 5000 yıl önce buraya geldiği bilgisi var. Bana göre Patagonlar da Darvin teorisine göre iki yüz bin yıl önce Afrika’nın doğusunda ortaya çıkan insanın göçü sonucu bir şekilde buraya gelen insanların torunları. Öyle veya böyle binlerce yıldır sosyal özelliklerini hiç bozmamışlar. Bunların içinde insan yiyen yamyam türleri olduğu bilgisi de var. Şili hükümeti bunlarla son zamanlarda ilgilenmeye başlamış.

Bu insan yiyenlere bunların günah olduğunu anlatmak üzere emperyalizmin ileri karakolu misyonerler gelmiş. Bunları Hıristiyan yapmaya falan kalkmışlar. On sekizinci yüzyılın ortalarına doğru ‘belki bu misyonerler Patagonlar bizi de yer korkusuyla veya Patagonya’dan pek iş çıkmayacağını düşünerek Patagonları Hıristiyan yapmaktan vazgeçip gitmişler.’

Buradan Patagonların her hangi bir dini olmadığı anlaşılıyor. Kendi aralarında barışık ve uyumlu yaşamları da zaten bunu gösteriyor. Yani belgeselde öyle bunları yöneten din adamı veya büyücü falan yoktu. Kabilenin olduğu yer kabile halkının görüntüsünden anlaşılan buydu. Dolayısıyla bunları din adına yöneten biri olmadığı için birbirleriyle çatışacak neden de kalmıyordu.

Siz şimdi “ne yani? Dinlerin olduğu her yerde insanlar birbiriyle çatışıyor mu?” diye soracak olursanız; ben “yazımı doğru anlamamışısınız” derim. Çünkü ben yukarıda bunların dinsiz olduğu için birbiriyle uyumlu olduğunu yazmadım. “Bunları yöneten din adamı veya büyücü yok” dedim. Çünkü insanlar inandıkları için birbiriyle çatışmaz. Birileri onları inanç adına çatıştırır. Bunun böyle olup olmadığını “şöyle geriye yaslanıp bilginiz dahilinde düşünün bakalım.” O zaman fark edeceksiniz ki çok tanrılı veya tek tanrılı bütün dinlerin egemenliğinin belli evresinde dini temsil ettiğini iddia eden birileri çıkar ve insanları birbirine karşı kışkırtır.

Hristiyanlığın yaygınlaşıp yönetenler katında kabul gördüğü dönemden sonra; yani MS. Sonra 400 yılından 16. Yüzyılın ilk yarısında 1648 yılında sona eren ve otuz yıl süren din savaşlarına kadar bütün dönemlerde din adına savaşlar Hristiyan dünyasını kasıp kavurdu. Altıncı yüz yılda ortaya çıkan İslamiyette de din savaşları hilafet kavgalarıyla başlamış 14. Yüz yıldan sonra hız kazanarak günümüze kadar devam etmiş; halen özellikle Ortadoğuyu kasıp kavurarak devam ediyor.

Yani diyeceğim insanlar inançla tanışmaya başladığı pagan döneminden bu yana inanç çatışmaları yaşarken toplumlar farklı inançlar adına oluşan ön yargı duvarları arasında hapsolmuş veya kendini hapsetmiş ve insanlığın üzerine çöken gecenin karanlığının en koyu evresi başlamış böylece.

Bu benim iddiam değil. Sosyoloji bilimi bunu daha iyi açıklar. Ben burada kimi bilgilerimle bu karanlığın hikayesini yazıyorum o kadar. Bütün hikayelerde olduğu gibi insan öykülerinde; örneğin bu bölümde Patagonları bir belgeselden yola çıkarak hikaye etmem bu yüzden.

Buradan benim en çok dikkatimi çeken Hindistan ve oradaki kast sistemine sıçrarsak; benim yukarıda yazdığım inanç adına insanı körleştiren ön yargı oluşumunun en katı örneğini orada görebiliriz.

Gerçi gerek Hristiyanlık gerek Müslümanlık ve hatta Yahudilikte oluşan mezhepleşmelerde ve hatta aynı mezhebe bağlı insanlarda sırf yorum farkı nedeniyle oluşan ön yargılarla birbirinin boğazlandığının çok kanlı örneği vardır; ama Hindistan bu konuda; yani inanç diye dayatılan karanlığın oluşturduğu ön yargı körleşmesi konusunda en özgün örnektir.

Bugün Hindistan’da altı yüzün üzerinde din olduğu söyleniyor. Bu dinler nedeniyle toplumlar çok katı kurallarla birbirinden ayrılmış. Örneğin fareyi kutsal kabul edip farenin kabındaki yiyeceği yiyerek hacı olduğunu düşünen birine bunun “yanlış, safsata, büyük ilkellik olduğunu” asla anlatamazsınız. Patagonların onca ilkel yaşamında böyle bir iğrençliği asla göremezsiniz. Çünkü onlar çok zehirli kurbağanın farkına varıp onun zehrinden zehirli ok yapacak kadar beyinleri gelişmiş insanlar. Yirmi yüzyılda onlardan çok daha fazla teknolojiyle tanışan Hindu yerliye ‘öldür Allah’ acından geberse de inek eti yedirememenin tek nedeni inancının onda oluşturduğu ön yargıdır.

Avrupa bugün dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan insanlardan daha mutlu ve özgürse; bunun tek nedeni aydınlanmayla inanç diye dayatılan ön yargı çemberini kırıp çıkabildiği; din adamlarına “senin beni din adına yönetmeni kabul etmiyorum. Sen ancak Tanrıyla benim aramda elçisinin. Orada kal” diyebildiği içindir. Yoksa aynı Avrupa’da inanç adına hareket ettiğini söyleyenlerin toplumun her şeyine egemen olduğu dönemlerde Hindistan’daki ilkellikten çok daha ileri ilkellikleri yaşamış; “içine şeytan kaçtı” diye insanların diri diri yakılmasına razı olmuş; giyotinle kafasının uçurulmasını o sıralar nimet gibi kabullenmişti. Papazlar veya rahiplerin adeta bokunu yiyecek durumdaydılar. 

Siz şimdi bakmayın İslam dünyasının üzerine din adına örtülen karanlığa bakıp “Ayy! Bu Müslümanlar ne cahil? Ne ilkel?” dediklerine… İslam dünyasında bilimin egemen olduğu onuncu ve ön dördünü yüzyıl arasında onlar inanç adına çatışmaların en karanlık dönemini yaşıyordu.

Bu karşılaştırmaları vermekteki amacım dinleri kıyaslamak ve “iyi din, kötü din” muhabbeti yapmak değil elbet.

Verdiğim dört örnekte amacım ön yargı körlüğünü oluşturanın inanç adına dayatma olduğunu anlatmak. Örneğin Hinduya “zinhar inek eti yemeyeceksin” diye dayatma olmasa belki çok açlar ineğin etinden sütünden faydalanmayı düşünebilirdi. Ama ne hikmetse bu dayatma hep en yoksullara oluyor. 

Patagonlarda kimse böyle bir dayatma yapmadığı için onlar binlerce yıldır olağanlaşmış hayatları ‘yaşamın onca zorluğuna rağmen’ güle oynaya yaşayıp gidiyor. Çünkü zihinlerini, beyinlerini körelten bir baskı yok; ama farenin kutsallığına inandırılmış kişi kendini farenin kabından yemek yemeye; böyle hacı olacağına kendini mecbur eder hale gelmiş.

Hikaye uzun. Bütün zamanlardan çok örnek var. Bu bölümü fazla uzatmamak için yine Hindistan’daki Zerdüştlerin bir cenaze törenini hikaye edip bitireceğim.

Zerdüştler Hindistan’da 25 milyon civarında nüfusa sahip. Onlarda akbaba kutsal hayvan kabul ediliyor.

Cenazelerini akbabalara sunma geleneği var. Bunun için tapınakları bile var. Bu tapınak bir kule, kulenin en tepesinde erkek, kadın ve çocuk cenazelerinin akbabalara sunulduğu bir sunak; akbabalar cenazenin etini yiyip geriye sadece kemikler kalınca görevlinin o kemikleri süpürüp içine attıkları bir delikten oluşuyor. En altta yukarıdan düşen kemikleri yakmak için bir de fırın var.

Yani Zerdüştlerde cenaze defnedildikten bir iki gün sonra geriye sadece yakılan kemiklerin külü kalıyor. Zerdüştler ölülerini yakan Hıristiyanlar gibi bu külü alıp şişeye koymadığı için bütün küller toplanı kutsal nehir olan ganja atılıyor.

Belgeselde izlediğim bir cenaze törenine İngiltere’de Oksford’da okumuş kişiler de katılmıştı. İngiltere’de yaşıyorlarmış. Ölenin yakınlarıymış. Cenaze için gelmişler ve huşu içinde törene katıldılar.

Yani bunlar ‘ya Zerdüşt dinine inanıyordu veya onca tahsile rağmen de yakınlarının o inanca göre defnine razıydılar.” Yani “böyle saçmalık olur mu?” gibi kestanelik yapmıyorlardı. İnanmasalar bile inananlara saygılıydılar.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder