Merhaba; geçtiğimiz günlerde izlediğim belgeselde Patagonya
yerlileri vardı. Orada yerlilerin ilkel yaşamları sergileniyordu. İlgimi
çekince izlemeye başladım.
Çekimi yapılan küçük bir kabileydi. Kabiledeki avcı
olanların ava hazırlanış görüntüleri vardı.
O avcılardan biri ‘en yaşlılarıymış’ bir kurbağa yakaladı.
Bu kurbağa kendine saldıran düşmana karşı kullanmak üzere derisinde çok güçlü
zehir üretiyormuş. Saldırı anında derisinde oluşan zehir damlacıkları saldıranı
çabuk zehirleyip etkisiz hale getirirmiş.
Belgesellere meraklı olduğum için bu verilen bilgiyi
yadırgamadım. Çünkü belgesellerde vahşi doğada bütün canlıların; buna bitkiler
de dahil saldırıya karşı silahlar geliştirdiğini izlemiştim. Onun için bu
zehirli kurbağanın derisinde savunma amaçlı zehir üretmesini yadırgamadan
izliyordum.
Yalnız burada merakımı çeken; bu ilkel kabilenin bunun farkında
olmasıydı. Çünkü o kişinin zehre temas ettiği anda öleceği kesindi. Kabilenin
yaşlısı bunun bilincinde itinayla iki çubukla kurbağayı tuttu. Kurbağa
hareketsiz hale gelince bir eliyle diğer avcının uzattığı ağaçtan yapılma
okları kurbağanın derisinde ışıldayan zehirlere sürtüyordu. Sonra zehire
sürttüğü oku diğer avcıya uzatıyor; o da itinayla okları önceden hazırlanan
yaprakların üzerine sıralıyordu. Bu şekilde otuza yakın ok zehre bulaştırıldı.
Sonra ihtiyar yerli o kurbağayı ilk tuttuğu çubuklara kıstırıp yakaladıkları
yere götürüp bıraktı. Yani öldürmedi. Belgeseli anlatan bunu “yerliler bu
kurbağalara ihtiyacı olduğu için onlardan yararlanıp öldürmeden doğaya
salıyorlar” diye açıklıyordu.
Ben bütün dikkatimi bu görüntülere verdiğim için avcı
yerlilerin anadan üryan; çırılçıplak olduğunu sonradan fark ettim. Gerçi
erkeklik organlarını saran kıl uzaktan bir şort gibi gözüküyordu. O da beni
yanıltmış olabilirdi; ama onların çırıl çıplak olduğunu fark edince şaşırmadım
değil.
O sıra kameraya ilerde kulübenin önünde kadın ve çocuklar
gözüme ilişti. Çocuklar da çırılçıplaktı; ama kadınların belden aşağısını örten
bir şeyler vardı. Sanırım çekim ekibi vermişti bunu onlara. Yani kadınların da
çırıl çıplak olmasının hoş olmayacağını düşünmüştü besbelli.
Bunu görünce aklıma yerlilerin çırıl çıplak olmaktan hiç
rahatsız olmadığı; ancak onları belgesele çekecek olan modern dünyadan gelmiş
ekibin kadınların çırıl çıplak olmasının hoş olmayacağını düşünmesi geldi.
İçimden “hangisi daha çağdaş?” diye bir soru geçti. Sonra
kimi tatil yörelerinde çıplaklar kampı olduğunu düşündüm. O kampa giden bizim
yazarlardan ‘isimlerini hatırlayamadığım için öyle yazdım’ birinin ‘bir
arkadaşıyla gittiği kampta bellerine sardıkları peştemale kamptakilerin nasıl ters
ters baktığını; kazara peştemalini düşürünce önünü arkasını elleriyle nasıl
saklamaya çalıştığını; sonra çıplaklar kampında olduğunu hatırlayıp kendinden
utandığını’ ifade eden gözlemleri aklıma geldi.
Orada yazar “kamptaki çıplaklar bizi Ortaçağın
karanlığından gelmiş hortlaklar sanıp; irkilerek bize bakıyordu” diye
yazıyordu.
Oradan bakınca Patangonya’da yaşayan kadın yerlileri
giydiren belgeselciler de bir yerde Ortaçağın karanlığından çıkıp gelmiş
oluyorlardı.
Belgeseli izlerken bunlar aklımdan hızla geçti.
Neyse; bu kabilede tıpkı ilk insanlar gibi kabilenin günlük
işlerini gören, çevredeki ağaçlardan çeşitli meyveleri toplayanlar ve bir de
her gün ava gidip kabilenin günlük yiyecek ihtiyacını avlayıp gelen avcılar
vardı. Avcılar diğerlerine göre daha hakim gözüküyordu. Kendinden emin ‘kim kaç
yaşında bilinmeyen’ hepsi sırım gibi erkeklerdi. Erkeklik organlarının
önlerinde sallanması hiç umurlarında değildi. En yaşlı olduğu söylenen yerlinin
denetiminde hazırladıkları okları hayvan derisinden yaptıkları okluklara; yani
sadaklara yerleştirdiler. Bu sırada kazara oka deyince ölecekleri umurlarında
değildi. Belgeselciyle birlikte ava çıktılar.
“Ava çıktılar” dediysek hemen civarda avlanacak av var
sanmayın. ‘Avın nerede? Hangi av olduğunu?’ ancak Allah bilir. Balıkçıların
“rasgele” deyip yelken açışları gibi kilometrelerce geniş sahada saatlerce
yürüdüler.
Belgeselci “aslında çok hızlı giderler; ama beni düşündükleri
için yavaş gidiyorlar” demişti. ‘İyi ki yavaş gidiyorlardı’. Bizim oraların
deyimiyle “apcanlayınca’ benim dört beş adımıma denk adım atıyorlardı. Tabi
saatlerce yolda gidince su gereksinimi oluyor; ama ortalıkta öyle hiç su kabı
falan gözükmüyordu. Ben “suyu nerede içecekler?” dediğim sırada belgeselci beni
duymuş gibi “bunlar bir takım bitkilerin köklerini kazıp onları yiyerek
susuzluklarını gideriyorlar” dedi.
Gerçekten ‘sanki bellilik yapmış gibi’ bir yerde durdular
ve yeri kazdılar. Yerin içinden bir bitkiyi söküp çıkardılar. Bellerindeki
bıçakla alışkın ellerle o bitki kökünü çabucak soydular. İçinden çıkardıkları
beyaz kısmı paylaştılar. Tabi belgeselcilere de verdiler. Anlatan belgeselci o
parçayı yiyince ‘sanki kana kana su içmiş gibi’ derin bir ‘off!’ çekip
“susuzluğum gitti” dedi ve yola devam ettiler.
Karşılarına çıkan geyiği kaçırdılar. Belgeselci bunun
kusurunu kendinin gürültü yapmasına bağladı. Zaten hemen yanındaki yaşlı yerli
“olur böyle şeyler” diye gülümsüyordu. Sanırım belgeselciyi utandırmak
istemediği için böyle davranmıştı; yoksa kaçan kocaman bir avdı. Aynı şeyin
“modern dünya” denen yerde veya bizim buralarda geçtiğini düşündüm. Eğer avcının
o ava kesin ihtiyacı varsa ‘yabancı mabancı’ dinlenmez; en azından “senin
yüzünde kaçtı av” diye sitem ederdi.
Burada yazdığım gibi belgeselciye kızan olmadı. Yalnız
ilerde beç tavukları karşılarına çıkınca ‘sanki’ belgeselciye “bunu da kaçırmayalım”
der gibi yaşlı yerli işaretle az geri durmasını söyledi. Sonra en iyi avcı olan
dikkatle yaklaşıp okunu attı ve tavuğu vurdu. Bir tavuk kime yetecek ki! Onlar
da böyle düşünüp çabucak tavuğun tüylerini yoldular, ortaya topladıkları
çalıları ağaçları sürterek tutuşturdular; çarçabuk pişirip birlikte yediler.
Ama kabile onlardan yiyecek bekliyordu. Bu görevlerinin
bilincinde ileride tepit ettikleri bir kirpinin inini kazdılar. İçlerinden biri
gönüllü yarı beline kadar girdiği kirpi ininde; orada saklanan kirpiyi ‘kirpinin
oklarının eline batmasını aldırmadan’ çekip çıkardı. Sevinçle kafasını vurup
öldürdüler. “Nasıl sevinmesinler ki?” belgeselcinin söylediğine göre kirpinin
otuz kilonun üzerinde eti varmış. Kemiksiz “çık” et.
Çarçabuk kirpinin derisini orada yüzdüler. İçini temizleyip
etini hazır ettikleri sırığa geçirdiler. Belgeselci o kadar yolda etin leş
haline gelip kokacağını bildikleri için içini temizlediklerini söyledi. Neyse iki
kişi bu eti sırtlandı. Biri de deriyi aldı. Değişerek kirpi etini ‘zafer
kazanmış edasıyla’ kampa getirdiler.
Belgesel burada bitmedi tabi. Başka görüntüler de vardı;
ama yazdıklarımın tekrarı gibiydi.
Ben bu belgeseli izledikten sonra ucundan kıyısından
bildiğim Patangonya hakkında bilgilenmek için internete başvurdum.
Çünkü kabilenin yaşantısı çok ilkel; ateş yakmak dahil
modern dünyanın hiçbir aracını kullanmıyorlardı. Belki bıçağı gelip gidenden
almışlardı; o kadar. Geri kullandıkları av aletlerine, giysilere ve yaşam
biçimlerine; daha doğrusu çırılçıplak hallerine bakınca ‘sanki’ zaman
Patagonya’da binlerce yıldan bu yana durmuş gibiydi. Yani benim “Uzayan Gecenin
Hikayesine” çok uygun bir konu özelliği taşıyordu. “Bunlar kimdi? Neye
inanıyorlardı?” vb. bilgiler için internete girdim.
Girdim; ama daha önce yazdığım gibi googulda sağlıklı
bilgiye ulaşmak adeta olanaksız hale gelmiş. Sorduğun soruyla alakasız cevaplar
geliyor. Örneğin “Patagonyalılar neye inanıyordu? Hangi tanrıya inanıyordu?”
sorusuna asla cevap alamdım. Yalnızca ‘Patagonya’nın yeri, oraya niçin Patagonya
dendiği?’ gibi bilgiler vardı. Haa! Bir de; Patagonya’ya turlar düzenlendiği
bilgisi vardı. O bilgide gezmek isteyenleri özendirmek için ‘Patagonya’da iki
kişiye on kadın düştüğü’ haberi vardı. Yani “eyy millet. Patagonya’da garı
gani!” türünden Törkiş tanıtım ilkelliği. Hani Rusya veya o taraftaki ülkeler
için “kadınlar sıralanmış Türk erkekleri bekliyor” veya Türkiye’ye ye gelen
bayan turistler için “Türk erkeklere kendilerini düzdürmek için koşup geliyor”
ilkelliği gibi.
Bunları yazarken bizim oradan birinin Kuşadasında plajda
yaşadıkları aklıma geldi. Bunu götüren arkadaşla birlikte plaja gitmişler.
Etrafta dolu ‘bunun için çolbak garı var’. Başlamış onlara müstehcen laflar
atmaya. Derken o laf attığı bayanlar biri yanındakine Türkçe bir şeyler söyleyince
bizimki “epbe lay! Bunla Türkmüş ya!” deyip kaçmış. Bunu anlattı. Meğer o
onları yabancı sanıp ‘nasıl olsa beni anlamazlar’ diye Abazalığını gideren
laflar atıyormuş. Türk olduklarını anlayınc utanıp kaçmış oradan. Gerçekten
Anadolu’da ‘tabi genellikle; yoksa sütü bozuk az değildir’ erkekler normal
zamanda özellikle kendine yabancı; yani ailesinden olmayan kadınlara karşı çok
dürüst ve naziktir. Ancak içince içindeki hayvanlım depreştiği için
saldırganlaşır.
Buradan bakınca Patagonyalı yerlilerin anadan üryan; ama bu
duruma hiç şaşırmaz halleri aklım geldi. Eminim Patagonya yerlilerinde taciz
tecavüz de yoktu veya bir yere gizlenip kadınları dikiz etmek de. Çünkü her şey
meydanda “neyi dikiz edip? Kime tecavüz edeceksin ki?” Bu yazdığıma bakın Patagonların
Babun cinsi maymunlar gibi sabahtan akşama çatıştığını; yani sürekli birbiriyle
cinsel ilişki kurduğunu sanmayın. Anlatmak istediğim ilk insanın ilkelliğini
yaşayan bu kabilenin cinselliği karın doyurma gibi insanın sosyal
ihtiyaçlarından görüp abartmadığıdır. Ayrıca belgeselde görünen herkesin ayrı
kulübesi eşi ve çocukları olduğuydu.
Siz şimdi “olur mu öyle şey? İnsanlar çırılçıplak olur da
tek duru mu hiç?” diye itiraz edebilirsiniz. Bu da sizin algınız olur tabi.
Ancak benim kendi yaşamımdan bildiğim karma eğitimin olduğu
okullardaki öğrencilerin daha sosyal olduğu; yani kız erkek ilişkisinde kızlık
ve erkekliğin değil insanlığın ağır bastığı; öte yandan tekli eğitimde; yani
yalnız kız ve erkek öğrencilerin ayrı okuduğu okullarındaki öğrencilerin karşı
cinse daha aç ve asosyal yetiştiği bir gerçek.
Nereden nereye? Ama toplumu saran ve bütün yaşamını
karartan geceyi anlamak için sanırım böyle bir hikaye yolculuğu gerekiyor. Yani
insanın farklı zamanlardaki yaşamını kıyaslayarak insanı anlamak…
Neyse; Patagonya Güney Amerika’nın en güneyinde Şili ve
Arjantin’in topraklarını kapsayan bir bölge. Bu bölgeyi kaşif Macellan bulmuş.
Eli kanlı kaşif yani. Orada gördüğü yerlilerin iriliği ve ayaklarının çok
büyüklüğü nedeniyle büyük ayak anlamında onlara “Patagon” diye isimlendirmiş.
Böylece onların yaşadığı bölgeye Patagonya denmiş.
Bilgiler hep tevatür. Bir söylentiye göre bunların 3-4
metre kadar uzun boyda dev insanlar olduğu iddia edilse de bunun efsane olduğu
gerçeği yansıtmadığı yazılı googulda. Ama yine de ortalama 1.90 m. uzun boylu
insanlar. Belgeselde gördüklerim de sırım gibi ince uzun boylu; kocaman
ayaklıydılar.
Bunların Macellan boğazının güney yakasını oluşturan Tierra
del Fuego takım adalarından 5000 yıl önce buraya geldiği bilgisi var. Bana göre
Patagonlar da Darvin teorisine göre iki yüz bin yıl önce Afrika’nın doğusunda
ortaya çıkan insanın göçü sonucu bir şekilde buraya gelen insanların torunları.
Öyle veya böyle binlerce yıldır sosyal özelliklerini hiç bozmamışlar. Bunların
içinde insan yiyen yamyam türleri olduğu bilgisi de var. Şili hükümeti bunlarla
son zamanlarda ilgilenmeye başlamış.
Bu insan yiyenlere bunların günah olduğunu anlatmak üzere
emperyalizmin ileri karakolu misyonerler gelmiş. Bunları Hıristiyan yapmaya
falan kalkmışlar. On sekizinci yüzyılın ortalarına doğru ‘belki bu misyonerler
Patagonlar bizi de yer korkusuyla veya Patagonya’dan pek iş çıkmayacağını
düşünerek Patagonları Hıristiyan yapmaktan vazgeçip gitmişler.’
Buradan Patagonların her hangi bir dini olmadığı
anlaşılıyor. Kendi aralarında barışık ve uyumlu yaşamları da zaten bunu
gösteriyor. Yani belgeselde öyle bunları yöneten din adamı veya büyücü falan
yoktu. Kabilenin olduğu yer kabile halkının görüntüsünden anlaşılan buydu.
Dolayısıyla bunları din adına yöneten biri olmadığı için birbirleriyle çatışacak
neden de kalmıyordu.
Siz şimdi “ne yani? Dinlerin olduğu her yerde insanlar
birbiriyle çatışıyor mu?” diye soracak olursanız; ben “yazımı doğru
anlamamışısınız” derim. Çünkü ben yukarıda bunların dinsiz olduğu için
birbiriyle uyumlu olduğunu yazmadım. “Bunları yöneten din adamı veya büyücü
yok” dedim. Çünkü insanlar inandıkları için birbiriyle çatışmaz. Birileri
onları inanç adına çatıştırır. Bunun böyle olup olmadığını “şöyle geriye
yaslanıp bilginiz dahilinde düşünün bakalım.” O zaman fark edeceksiniz ki çok
tanrılı veya tek tanrılı bütün dinlerin egemenliğinin belli evresinde dini
temsil ettiğini iddia eden birileri çıkar ve insanları birbirine karşı
kışkırtır.
Hristiyanlığın yaygınlaşıp yönetenler katında kabul
gördüğü dönemden sonra; yani MS. Sonra 400 yılından 16. Yüzyılın ilk yarısında
1648 yılında sona eren ve otuz yıl süren din savaşlarına kadar bütün dönemlerde
din adına savaşlar Hristiyan dünyasını kasıp kavurdu. Altıncı yüz yılda ortaya
çıkan İslamiyette de din savaşları hilafet kavgalarıyla başlamış 14. Yüz yıldan
sonra hız kazanarak günümüze kadar devam etmiş; halen özellikle Ortadoğuyu
kasıp kavurarak devam ediyor.
Yani diyeceğim insanlar inançla tanışmaya başladığı pagan
döneminden bu yana inanç çatışmaları yaşarken toplumlar farklı inançlar adına oluşan
ön yargı duvarları arasında hapsolmuş veya kendini hapsetmiş ve insanlığın
üzerine çöken gecenin karanlığının en koyu evresi başlamış böylece.
Bu benim iddiam değil. Sosyoloji bilimi bunu daha iyi
açıklar. Ben burada kimi bilgilerimle bu karanlığın hikayesini yazıyorum o
kadar. Bütün hikayelerde olduğu gibi insan öykülerinde; örneğin bu bölümde
Patagonları bir belgeselden yola çıkarak hikaye etmem bu yüzden.
Buradan benim en çok dikkatimi çeken Hindistan ve oradaki
kast sistemine sıçrarsak; benim yukarıda yazdığım inanç adına insanı
körleştiren ön yargı oluşumunun en katı örneğini orada görebiliriz.
Gerçi gerek Hristiyanlık gerek Müslümanlık ve hatta
Yahudilikte oluşan mezhepleşmelerde ve hatta aynı mezhebe bağlı insanlarda sırf
yorum farkı nedeniyle oluşan ön yargılarla birbirinin boğazlandığının çok kanlı
örneği vardır; ama Hindistan bu konuda; yani inanç diye dayatılan karanlığın
oluşturduğu ön yargı körleşmesi konusunda en özgün örnektir.
Bugün Hindistan’da altı yüzün üzerinde din olduğu
söyleniyor. Bu dinler nedeniyle toplumlar çok katı kurallarla birbirinden
ayrılmış. Örneğin fareyi kutsal kabul edip farenin kabındaki yiyeceği yiyerek
hacı olduğunu düşünen birine bunun “yanlış, safsata, büyük ilkellik olduğunu”
asla anlatamazsınız. Patagonların onca ilkel yaşamında böyle bir iğrençliği
asla göremezsiniz. Çünkü onlar çok zehirli kurbağanın farkına varıp onun
zehrinden zehirli ok yapacak kadar beyinleri gelişmiş insanlar. Yirmi yüzyılda
onlardan çok daha fazla teknolojiyle tanışan Hindu yerliye ‘öldür Allah’ acından
geberse de inek eti yedirememenin tek nedeni inancının onda oluşturduğu ön
yargıdır.
Avrupa bugün dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan
insanlardan daha mutlu ve özgürse; bunun tek nedeni aydınlanmayla inanç diye
dayatılan ön yargı çemberini kırıp çıkabildiği; din adamlarına “senin beni din
adına yönetmeni kabul etmiyorum. Sen ancak Tanrıyla benim aramda elçisinin.
Orada kal” diyebildiği içindir. Yoksa aynı Avrupa’da inanç adına hareket
ettiğini söyleyenlerin toplumun her şeyine egemen olduğu dönemlerde Hindistan’daki
ilkellikten çok daha ileri ilkellikleri yaşamış; “içine şeytan kaçtı” diye insanların
diri diri yakılmasına razı olmuş; giyotinle kafasının uçurulmasını o sıralar
nimet gibi kabullenmişti. Papazlar veya rahiplerin adeta bokunu yiyecek
durumdaydılar.
Siz şimdi bakmayın İslam dünyasının üzerine din adına örtülen
karanlığa bakıp “Ayy! Bu Müslümanlar ne cahil? Ne ilkel?” dediklerine… İslam
dünyasında bilimin egemen olduğu onuncu ve ön dördünü yüzyıl arasında onlar
inanç adına çatışmaların en karanlık dönemini yaşıyordu.
Bu karşılaştırmaları vermekteki amacım dinleri kıyaslamak
ve “iyi din, kötü din” muhabbeti yapmak değil elbet.
Verdiğim dört örnekte amacım ön yargı körlüğünü oluşturanın
inanç adına dayatma olduğunu anlatmak. Örneğin Hinduya “zinhar inek eti yemeyeceksin”
diye dayatma olmasa belki çok açlar ineğin etinden sütünden faydalanmayı
düşünebilirdi. Ama ne hikmetse bu dayatma hep en yoksullara oluyor.
Patagonlarda
kimse böyle bir dayatma yapmadığı için onlar binlerce yıldır olağanlaşmış
hayatları ‘yaşamın onca zorluğuna rağmen’ güle oynaya yaşayıp gidiyor. Çünkü
zihinlerini, beyinlerini körelten bir baskı yok; ama farenin kutsallığına
inandırılmış kişi kendini farenin kabından yemek yemeye; böyle hacı olacağına
kendini mecbur eder hale gelmiş.
Hikaye uzun. Bütün zamanlardan çok örnek var. Bu bölümü
fazla uzatmamak için yine Hindistan’daki Zerdüştlerin bir cenaze törenini
hikaye edip bitireceğim.
Zerdüştler Hindistan’da 25 milyon civarında nüfusa sahip.
Onlarda akbaba kutsal hayvan kabul ediliyor.
Cenazelerini akbabalara sunma geleneği var. Bunun için
tapınakları bile var. Bu tapınak bir kule, kulenin en tepesinde erkek, kadın ve
çocuk cenazelerinin akbabalara sunulduğu bir sunak; akbabalar cenazenin etini
yiyip geriye sadece kemikler kalınca görevlinin o kemikleri süpürüp içine
attıkları bir delikten oluşuyor. En altta yukarıdan düşen kemikleri yakmak için
bir de fırın var.
Yani Zerdüştlerde cenaze defnedildikten bir iki gün sonra
geriye sadece yakılan kemiklerin külü kalıyor. Zerdüştler ölülerini yakan
Hıristiyanlar gibi bu külü alıp şişeye koymadığı için bütün küller toplanı
kutsal nehir olan ganja atılıyor.
Belgeselde izlediğim bir cenaze törenine İngiltere’de
Oksford’da okumuş kişiler de katılmıştı. İngiltere’de yaşıyorlarmış. Ölenin
yakınlarıymış. Cenaze için gelmişler ve huşu içinde törene katıldılar.
Yani bunlar ‘ya Zerdüşt dinine inanıyordu veya onca tahsile
rağmen de yakınlarının o inanca göre defnine razıydılar.” Yani “böyle saçmalık
olur mu?” gibi kestanelik yapmıyorlardı. İnanmasalar bile inananlara saygılıydılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder