Onlar ancak
bir yerden bir çalışmak için giderken “falan yerden golan yere çalışmak için
işçi götüren kamyon şarampola devrildi. Şu kadar ölü veya yaralı var” veya “traktör
romörkünde çalışmaya giden işçileri taşıyan traktör devrildi “şu kadar işçi
öldü veya yaralı var” diye haber olursa o zaman cinsiyetleriyle isimleriyle
fark edilirler; ama öyle çok da önemsenmezler. Sadece "Ah! Vah' Öylemiymiş? O
saatte o kadar insanın ne işi varmış o arabada?" deyip geçiştirilirler; yani hiç
kimsenin aklına "sabah sabah o minibüste o kadar kişinin ne
işleri vardı?" diye sormak gelmez.
Onlar aslında
sadece ölü ve yaralı olarak verilen sayılardır. Her hangi bir kaza bela olmazsa
zaten kendilerinden başka kimse bilmez tanımaz onları.
Onun için
isim koymadım onlara; sadece onlar dedim.
Yukarıda
yazdığım gibi onları kimse tanımaz; yani madalyonun arka yüzü 'mevsimlik tarım
işçilerinin' benim bir öykümdeki 'gurbet kuşları' başlığıyla anlattığım
onların gerçeğinin hiç farkında değildir.
O ölen
insanların “sabah hangi düşlerle o araçlara bindiğini? Bindiklerinde yüz
ifadelerini. Birbirlerine ilk söyledikleri sözlerin ne olduğunu? Her gün
'sabahın esselatında' yollara düşen o insanların hangi kaygıları olduğunu?
O araçlara sadece bir gün mü? Yoksa bir mevsim mi? Yoksa çalışamaz duruma
gelinceye kadar ömür boyu mu bindiği?” gerçeğini bilmezler; düşünmezler bile.
Oysa
madalyonun öteki yüzünde milyonlarla ifade edilen farklı etnik kimlik ve
inançtaki Türkiye insanın gerçeği vardır.
Hani
İstatistik Kurumu arada bir işsizlik rakamını yüzde bilmem kaç civarında
açıklar, gerçekler biraz zorlayınca yüzde bilmem kaça çıkartmak zorunda kalır
ya; siz o rakamlara hiç inanmayın.
Çünkü
istatistik kurumunun verilerinde de yoktur onlar. Yani kayıtlara ‘ne işçi? ne
de işsiz diye?’ geçmezler; yani bir öyküdeki Yaşar yaşamaz gibidirler.
Çünkü
sisteminin yok kabul ettiği insanlardır. Yalnızca seçimden seçime vatandaş
olarak kabul edilir. O sıra oylarını almak için hatırlanırlar ve tabi kömür
makarna dağıtılır onlara.
Onlar ama
her gün taşınsınlar; ama uzak yerlere iki üç aylık taşınsınlar; hepsinin ortak kaygısı
yaşamlarını sürdürebilecekleri üç beş kuruş kazanmaktır. Yani sosyal güvence
veya emeklilik gibi şeyler onların düşlerinde pek yer almaz.
Ölmeyecek
kadar bir yaşam olanağı bulmuşlarsa en mutlu insanlardır onlar.
Onlar farklı
etnik kimlikleri ve inançlarıyla ve aynı kaygıyla oradan oraya taşınsa da en
fazla göç eden Güney Anadolu ve Doğu Anadolu insanı; yani Kürtlerdir.
Diğer bölgelerde
kırsal kesimlerde de eskiden çok göç eden olurdu onlardan.
O sıra düğün dernek hesapları; yani onlara
veresiye mal veren tüccarlar alacaklarını onların gittiği yerden dönüşüne göre ayarlardı.
Bizim
oralarda bu mevsimlik işçiliğin adı "aşşaya gitmek" diye tanımlanırdı.
"Aşşadan" kastedilen de Aydın Söke tarafındaki pamuk
tarlalarıydı.
Sonraları
daha uzak göçler; yani "Alamancı” göçleri başlayınca bu mevsimlik işçi
göçlerinin pek sözü edilmez oldu bizim oralarda.
Atmışlardan
sonra özellikle bütün Anadolu "Alamancı göçüne" katıldıysa da belli
bölgelerde; tabi yoksulluğun tavan yaptığı Kürtlerin yaşadığı bölgelerde mevsimlik
veya günü birlik göçler hiç eksilmedi.
Daha
önceleri kamyon kasalarında veya traktör romörklerinde taşınırlardı. Her şey
gibi ulaşım da "moderenleşince" ulaşım kervanına minibüsler de
katıldı.
Ama ister
kamyon kasalarında, ister traktör romörklerinde, ister minibüslerde olsun hep
üst üste balık istifi olurdu onlar.
O zaman
onları taşıyan araçlar bir trafik kazası yaparsa o aracın yolcu kapasitesini
çok aşan ölü ve yaralı olduğu fark
edilir; bu kazalar medyaya haber olunca “bu kadar işçi nasıl sığmış? İnsanlık
mı bu?” gibilerden tepkilerle fark edilirdi onların araçlara salkım saçak
bindiği; yoksa ne insanlar ne de asıl görmesi gereken trafik görevlileri görmezdi
o araçların kapasitesinin çok üzerinde yolcu aldığını; ya da ‘bakar kör’ olup
görmezden gelirlerdi
Çünkü
onların bu çilekeş ‘salkım saçak’ yolculukları normal karşılanırdı.
Onlardan bazılarının
çocuklarını ‘çalıştırılmak üzere’ para karşılığı bir yerlere sattığı haber olur
bazen. O haberi duyanlar “insan hiç evladını para için satar mı? Cık cık” diye
tepki gösterirdi onların çaresizliğinin farkında olmadan.
“Yankesici”
başlıklı yaşanmış öykümde de hikayeye konu olan yankesici babası tarafından
satılmış ve onu alan da yankesici olarak yetiştirip kullanmıştı onu.
Buraya kadar
yazdıklarımdan da anlaşılacağı üzere oradan oraya taşımacılıkları da dahil çok
farklı yaşamları vardır onların.
Bir kere
hemen her yerde sabahın en geç üçünde dördünde ayaklanırlar. Hazırlık falan
denirken dört civarında yola çıkarlar. Ve çalışılacak yerde en geç beşte gün
doğmadan iş başı yaparlar.
Eğer tütün,
kekik işçiliğiyse yaptıkları; saat beşten önce iş başı yapmaları gerekir.
Sabahın ayazında
ve çiğde girilen tarlalarda titreyerek gün doğumuna kadar çalışırlar. Çok genç
yaşta ana baba olurlar ve çok genç yaşta onulmaz hastalıkların pençesinde
tükenip giderler.
Hastane
koridorlarını iyi gözlemişseniz eğer; oralarda hep çoğunluğu onların oluşturduğunu
görürsünüz.
Onları diğer
hastalardan fark ettirense; bir köşede sepsessiz kaderine razı oturuşlarıdır.
Sorulduğunda çok yaşlı görünümlerine rağmen çok genç olduklarını ve başta
romatizma olmak üzere o yaşantının bütün illetlerini taşıyan hastalıklardan
muzdarip olduğunu öğrenirsiniz.
Bunları
anlatırken bile çok şikayetçi gibi anlatmazlar. Çünkü daha doğarken çoğunlukla
o yaşamı kabullenmiş gibidirler
Böylece
yaşamları "bir varmış, bir yokmuş" biçiminde hep yenilerini içine
alıp değirmen gibi daha öncekileri öğüterek devam edip gider.
Ne devlet ne
de toplumun geri kalanı hiç tanımadan onları; istatistik kayıtlarına bile doğru
dürüst girmeden; aynı hayatları dededen, nineden miras olarak devir alıp
çocuklarına ve torunlarına devrederek 'bir sinema filminin sürekli tekrarı
gibi' biteviye aynı hayatları yaşarlar.
Sevgileri
bile suyun akışı gibi sessizdir. Onların birini seveceğini veya biri tarafında
sevileceğini düşünmek bile istemez kimse. Tıpkı içlerine akıttıkları acılarına
tuttukları yasların fark edilmediği gibi… Çünkü ağlayışları da gülüşleri,
tutkuları da çok farklıdır onların.
Aslında
yaşadığımız toplumun en dinamik üretken ve kendini ‘aydın’ sanan kimilerinin
sürekli aşağıladığı; yerden yere vurduğu; yaşamlarıyla, kendi içlerinde
yaşadıkları, yaşattıkları değerleri sürekli alay konusu olan insanlarıdır
onlar.
Ben bütün
öykülerimde daha çok onlara yer veririm.
Çünkü
kalabalıklar içinde kurt gibi sürekli devinim halinde fıkır fıkır kaynayan; yaşayarak
hayatı var eden; üreten; sıra dışı masal gibi gelen olağan üstü yaşamlarıyla
hayatın asıl rengi onlardır.
Onlar acısıyla, sevgisiyle, türküsüyle, emeğiyle; tarlada, bahçede, fındıkta, pamukta, tütünde, inşaatta...her yerde vardırlar da peki neden hep kimliksiz, dostsuz ve kimsesizler?!..
YanıtlaSilMerhaba Emin bey. Sorunuzun tek bir cevabı yok. Bir çok cevabı var. Ben hikayemde onların bütün farklılıklarıyla benzer sorunları benzer kaygılarla benzer şekilde yaşadığına işaret ettim. Gerisi hikayemin sınırları dışında konuları içeriyor. Temel sorun aydınlanma yaşamamış bir toplumun fertleri olmaları; ayrıca bütün farklılıklarıyla demokratik toplum hedefinde buluşamamış olmaları sorunun bir diğer nedeni. Yani sorunun siyasal, sosyolojik bir çok nedeni var.
YanıtlaSil