26 Eylül 2016 Pazartesi

ONLAR


                   
Onlar ancak bir yerden bir çalışmak için giderken “falan yerden golan yere çalışmak için işçi götüren kamyon şarampola devrildi. Şu kadar ölü veya yaralı var” veya “traktör romörkünde çalışmaya giden işçileri taşıyan traktör devrildi “şu kadar işçi öldü veya yaralı var” diye haber olursa o zaman cinsiyetleriyle isimleriyle fark edilirler; ama öyle çok da önemsenmezler. Sadece "Ah! Vah' Öylemiymiş? O saatte o kadar insanın ne işi varmış o arabada?" deyip geçiştirilirler; yani hiç kimsenin aklına "sabah sabah o minibüste  o kadar kişinin ne işleri vardı?" diye sormak gelmez.

Onlar aslında sadece ölü ve yaralı olarak verilen sayılardır. Her hangi bir kaza bela olmazsa zaten kendilerinden başka kimse bilmez tanımaz onları.

Onun için isim koymadım onlara; sadece onlar dedim.

Yukarıda yazdığım gibi onları kimse tanımaz; yani madalyonun arka yüzü 'mevsimlik tarım işçilerinin' benim bir öykümdeki 'gurbet kuşları' başlığıyla anlattığım onların gerçeğinin hiç farkında değildir.

O ölen insanların “sabah hangi düşlerle o araçlara bindiğini? Bindiklerinde yüz ifadelerini. Birbirlerine ilk söyledikleri sözlerin ne olduğunu? Her gün 'sabahın esselatında' yollara düşen o insanların hangi kaygıları olduğunu? O araçlara sadece bir gün mü? Yoksa bir mevsim mi? Yoksa çalışamaz duruma gelinceye kadar ömür boyu mu bindiği?” gerçeğini bilmezler; düşünmezler bile.

 Oysa madalyonun öteki yüzünde milyonlarla ifade edilen farklı etnik kimlik ve inançtaki Türkiye insanın gerçeği vardır.

Hani İstatistik Kurumu arada bir işsizlik rakamını yüzde bilmem kaç civarında açıklar, gerçekler biraz zorlayınca yüzde bilmem kaça çıkartmak zorunda kalır ya; siz o rakamlara hiç inanmayın.

Çünkü istatistik kurumunun verilerinde de yoktur onlar. Yani kayıtlara ‘ne işçi? ne de işsiz diye?’ geçmezler; yani bir öyküdeki Yaşar yaşamaz gibidirler.

Çünkü sisteminin yok kabul ettiği insanlardır. Yalnızca seçimden seçime vatandaş olarak kabul edilir. O sıra oylarını almak için hatırlanırlar ve tabi kömür makarna dağıtılır onlara.

Onlar ama her gün taşınsınlar; ama uzak yerlere iki üç aylık taşınsınlar; hepsinin ortak kaygısı yaşamlarını sürdürebilecekleri üç beş kuruş kazanmaktır. Yani sosyal güvence veya emeklilik gibi şeyler onların düşlerinde pek yer almaz.

Ölmeyecek kadar bir yaşam olanağı bulmuşlarsa en mutlu insanlardır onlar.

Onlar farklı etnik kimlikleri ve inançlarıyla ve aynı kaygıyla oradan oraya taşınsa da en fazla göç eden Güney Anadolu ve Doğu Anadolu insanı; yani Kürtlerdir.

Diğer bölgelerde kırsal kesimlerde de eskiden çok göç eden olurdu onlardan.

 O sıra düğün dernek hesapları; yani onlara veresiye mal veren tüccarlar alacaklarını onların gittiği yerden  dönüşüne göre ayarlardı.

Bizim oralarda bu mevsimlik işçiliğin adı "aşşaya gitmek" diye tanımlanırdı. "Aşşadan" kastedilen de Aydın Söke tarafındaki pamuk tarlalarıydı.

Sonraları daha uzak göçler; yani "Alamancı” göçleri başlayınca bu mevsimlik işçi göçlerinin pek sözü edilmez oldu bizim oralarda.

Atmışlardan sonra özellikle bütün Anadolu "Alamancı göçüne" katıldıysa da belli bölgelerde; tabi yoksulluğun tavan yaptığı Kürtlerin yaşadığı bölgelerde mevsimlik veya günü birlik göçler hiç eksilmedi.

Daha önceleri kamyon kasalarında veya traktör romörklerinde taşınırlardı. Her şey gibi ulaşım da "moderenleşince" ulaşım kervanına minibüsler de katıldı.

Ama ister kamyon kasalarında, ister traktör romörklerinde, ister minibüslerde olsun hep üst üste balık istifi olurdu onlar.

O zaman onları taşıyan araçlar bir trafik kazası yaparsa o aracın yolcu kapasitesini çok aşan  ölü ve yaralı olduğu fark edilir; bu kazalar medyaya haber olunca “bu kadar işçi nasıl sığmış? İnsanlık mı bu?” gibilerden tepkilerle fark edilirdi onların araçlara salkım saçak bindiği; yoksa ne insanlar ne de asıl görmesi gereken trafik görevlileri görmezdi o araçların kapasitesinin çok üzerinde yolcu aldığını; ya da ‘bakar kör’ olup görmezden gelirlerdi

Çünkü onların bu çilekeş ‘salkım saçak’ yolculukları normal karşılanırdı.

Onlardan bazılarının çocuklarını ‘çalıştırılmak üzere’ para karşılığı bir yerlere sattığı haber olur bazen. O haberi duyanlar “insan hiç evladını para için satar mı? Cık cık” diye tepki gösterirdi onların çaresizliğinin farkında olmadan.

“Yankesici” başlıklı yaşanmış öykümde de hikayeye konu olan yankesici babası tarafından satılmış ve onu alan da yankesici olarak yetiştirip kullanmıştı onu.

Buraya kadar yazdıklarımdan da anlaşılacağı üzere oradan oraya taşımacılıkları da dahil çok farklı yaşamları vardır onların.

Bir kere hemen her yerde sabahın en geç üçünde dördünde ayaklanırlar. Hazırlık falan denirken dört civarında yola çıkarlar. Ve çalışılacak yerde en geç beşte gün doğmadan iş başı yaparlar.

Eğer tütün, kekik işçiliğiyse yaptıkları; saat beşten önce iş başı yapmaları gerekir.

Sabahın ayazında ve çiğde girilen tarlalarda titreyerek gün doğumuna kadar çalışırlar. Çok genç yaşta ana baba olurlar ve çok genç yaşta onulmaz hastalıkların pençesinde tükenip giderler.

Hastane koridorlarını iyi gözlemişseniz eğer; oralarda hep çoğunluğu onların oluşturduğunu görürsünüz.

Onları diğer hastalardan fark ettirense; bir köşede sepsessiz kaderine razı oturuşlarıdır. Sorulduğunda çok yaşlı görünümlerine rağmen çok genç olduklarını ve başta romatizma olmak üzere o yaşantının bütün illetlerini taşıyan hastalıklardan muzdarip olduğunu öğrenirsiniz.

Bunları anlatırken bile çok şikayetçi gibi anlatmazlar. Çünkü daha doğarken çoğunlukla o yaşamı kabullenmiş gibidirler

Böylece yaşamları "bir varmış, bir yokmuş" biçiminde hep yenilerini içine alıp değirmen gibi daha öncekileri öğüterek devam edip gider.

Ne devlet ne de toplumun geri kalanı hiç tanımadan onları; istatistik kayıtlarına bile doğru dürüst girmeden; aynı hayatları dededen, nineden miras olarak devir alıp çocuklarına ve torunlarına devrederek 'bir sinema filminin sürekli tekrarı gibi' biteviye aynı hayatları yaşarlar.

Sevgileri bile suyun akışı gibi sessizdir. Onların birini seveceğini veya biri tarafında sevileceğini düşünmek bile istemez kimse. Tıpkı içlerine akıttıkları acılarına tuttukları yasların fark edilmediği gibi… Çünkü ağlayışları da gülüşleri, tutkuları da çok farklıdır onların.

Aslında yaşadığımız toplumun en dinamik üretken ve kendini ‘aydın’ sanan kimilerinin sürekli aşağıladığı; yerden yere vurduğu; yaşamlarıyla, kendi içlerinde yaşadıkları, yaşattıkları değerleri sürekli alay konusu olan insanlarıdır onlar.

Ben bütün öykülerimde daha çok onlara yer veririm.

Çünkü kalabalıklar içinde kurt gibi sürekli devinim halinde fıkır fıkır kaynayan; yaşayarak hayatı var eden; üreten; sıra dışı masal gibi gelen olağan üstü yaşamlarıyla hayatın asıl rengi onlardır.


2 yorum:

  1. Onlar acısıyla, sevgisiyle, türküsüyle, emeğiyle; tarlada, bahçede, fındıkta, pamukta, tütünde, inşaatta...her yerde vardırlar da peki neden hep kimliksiz, dostsuz ve kimsesizler?!..

    YanıtlaSil
  2. Merhaba Emin bey. Sorunuzun tek bir cevabı yok. Bir çok cevabı var. Ben hikayemde onların bütün farklılıklarıyla benzer sorunları benzer kaygılarla benzer şekilde yaşadığına işaret ettim. Gerisi hikayemin sınırları dışında konuları içeriyor. Temel sorun aydınlanma yaşamamış bir toplumun fertleri olmaları; ayrıca bütün farklılıklarıyla demokratik toplum hedefinde buluşamamış olmaları sorunun bir diğer nedeni. Yani sorunun siyasal, sosyolojik bir çok nedeni var.

    YanıtlaSil