8 Eylül 2016 Perşembe

UZAYAN GECENİN HKAYESİ DEVAM EDİYOR


Neyse biz hikayemize devam edelim.

Diyeceğim; “Uzayan Gecenin Hikayesi”ni yazmaktaki muradım toplumsal aydınlanma sorunumuzu ileriden geriden yaşam örnekleriyle anlatırken eğer geleceğimizin barış ve huzur içinde tıpkı İsveç Finlandiya, Norveç; Danimarka, Hollanda vb. örnek verilecek ülkelerde olduğu gibi mutlu insanların yaşadığı bir ortama kavuşması.

Bunun yolu da “söylemeye çok gerek yok” geleceğimizi oluşturan çocuklarımızın eğitimden geçtiği çok bilinen bir gerçek.

Bu gerçeği doğru fark edebilmek, aydınlanmanın bir toplumsal kaygıya dönüşmesini doğru anlayabilmek için kuşkusuz yakın tarihimizi; yani cumhuriyetin başlangıcından bu yana yaşananları doğru bilmek gerekiyor.

Bizim toplumsal yapımızın Uzayan Gecenin Hikayesinin yazılmasında bu gerçek öne çıkıyor.
Bilindiği gibi cumhuriyet Osmanlı saltanatına son vererek kuruldu. O sürece gelene kadar ‘kimileri kabul etmese de’ adına “milli mücadele” verilen bir süreç yaşandı.

Bu süreci başlatan Fransız devriminden sonra farklı etnik kimliklerde başlayan uluslaşma sürecinin Osmanlının dağılmasına zemin hazırlarken Osmanlıyı kuran etnik kimlik olan Türklerin de bir arayışa yöneldi.

Bu yönelim yani Türklerin kendini ifade etmesi daha çok kendini Tanzimat Fermanının ilanı olan Osmanlının kendini yenileme çabalarıyla başlasa da siyaset olarak iktidar oyuna katılması 1908 de ilan edilen meşrutiyetle oldu. O sırada Selanik’te örgütlenip gelen adına “Hareket Ordusu” denen örgütlenme iktidara ortak olunca bir kimlik arayışına; daha doğrusu kuruluşunu sağladığı Osmanlının zaman içinde yönetimi çeşitli nedenlerle eğitimli azınlıklara teslimine tepki olarak Osmanlı yönetimini Türkleştirme çabalarıyla devam edildi.

İktidara ortak olan İttihat Terakkiciler Osmanlı gerçeğini doğru kavrayamadıkları için yönetimde etkin olan azınlıklara karşı savaş açtı. O sıra zaten balkanlardaki azınlıklar milli kimliklerini kazanarak bağımsızlıklarını hızla ilana yönelmişti. Bu sırada henüz böyle bir süreçte ön almayan ve Osmanlının sadık tebaası Ermenilerin Osmanlı yönetiminde etkinliği devam ediyordu.

İttihat ve Terakkinin lideri Enver paşa Birinci Dünya savaşındaki süreci bahane ederek adeta Ermenileri yok eden bir tehcir kampanyası başlattı.

Yukarıda İttihat ve Terakkicilerin Osmanlı gerçeğini doğru kavrayamadığını yazmıştım. Gerçekten Osmanlı Fatih’ten itibaren ‘işine öyle geldiği için’ daha çok fethettikleri yerlerin yönetimi başta olmak üzere yönetiminde Müslüman olmayan tebaasına mensup olanlara görev vermeye yöneldi.

Sanırım ‘padişah nasıl olsa Türk. Bu nedenle azınlıkların vezirliklerden başlayarak devletin bir kademesinde görev almasının mahzuru yok düşüncesinden’ veya benim düşüncem olan ‘Türklerin devlet yönetiminde etkin olmasının berberinde iktidar mücadelesi getireceği endişesinden’ bu yolu tercih etti ki! Böyle düşünmekte çok haksız da değillerdi. Çünkü Osmanlı Anadolu’da hakimiyetini kendinden önce Anadolu’ya gelen Selçuklular ve diğer Türk beyliklerini alt ederek; yani etkisiz hale getirerek sağladı. Haliyle o beyliklerle kan bağı olanları yok etmedi; kimi yerlerde görev vererek kendine tabi hale getirdi; ama hiçbir zaman onlara sonuna kadar güvenmedi. Bu güvenmeyişinde Yıldırım Timur’a yenilince kardeşler arasında başlayan ve adına Fetret devri denen süreçte o beyliklerin kalanlarının kimi Osmanlı şehzadelerini desteklediği gözlenmişti.

Bu gerçeği fark eden; yani yönetimde iki başlılığın, kardeş ve oğullar arasında başlayan iktidar mücadelesinde büyük emek verilerek kurulan ve atalarının emaneti olan Osmanlının sonu olacağını düşünen Fatih Sultan Mehmet o meşhur kanunnamesini ilan ederek iktidar olan padişahın kendi dışında iktidara talip olma tehlikesi olanların öldürülmesinin devletin selameti için gerekli gören kararı aldı.

O tarihten itibaren bilinen iktidar olanın evlat ve daha çok kardeş katli dönemi başladı.

Öyle olunca Osmanlı kurucusu olan halkın eğitilip öne çıkmasına hep soğuk baktı. Öyle ki! 1450 de icat edilen matbaaya ilgisiz kalmış; yani matbaa marifetiyle kitap basımını ve asıl halkı olan Müslüman tebaasının eğitimine hoş bakmadığı için 1492 de İspanya Kralının baskısı sonucu Osmanlıya sığınan Yahudilerin beraberinde getirdiği matbaanın kullanımına devrin padişahı olan 3 ncü Ahmet sadece Hristiyanların dillerinde yayın yapmak kaydıyla izin verdi.

Bu durumda Avrupa ve Osmanlı tebaası olan Hristiyan topluluklar matbaa olanaklarını kullanarak gerçekleştirdikleri eğitimle hızla Orta Çağın karanlığından aydınlığa çıkıp devlet yönetiminde bir çok göreve talip olurken Müslüman Halk din diye dayatılan karanlığa mahkum olduğu için devlet yönetiminde hiçbir zaman etkin olamadı.

Bu gerçeği umursamayan Enver paşa yönetimindeki İttihat Terakkiciler o sıra yönetimde de etkin olan ve haliyle ekonomide de etkin olan Ermeni tebaasını adeta yok etmek için doğuda Ruslarla işbirliği içindeki kimi Ermeni çeteleri bahane edip bilinen tehciri başlattı; bu tehcir sonunda Anadolu’nun yerleşik halkı konumundaki yüzbinlerce Ermenin o tehcir sürecinde adeta yok edildi.

O sıra öteki Hristiyan tebaası zaten Balkan savaşından sonra Osmanlıdan ayrılarak kendi bağımsız devletlerini kurmuştu.

İşte bu sırada İttihat Terakkinin yönetimiyle terse düşen Mustafa Kemal bir devletin yönetiminde o devleti kuran halkın etkin olabilmesinin ön şartının halkın eğitimi olduğu kararına çoktan varmıştı.

Cumhuriyetin ilanından sonra ilk işi bu kararını hayata geçirmek olan Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşında omuz omuza birlikte olduğu arkadaşlarıyla ters düşmeyi göze alarak bu kararını; yani halkın eğitimle aydınlanması kararını uygulamak için bir mücadeleye girdi.

“Mücadeleye girdi” diye yazdım. Çünkü o sıra Arapça olan eğitim dilini öğrenimi kolay olan ve çağdaş dünyanın uyguladığı Latin alfabesinin kabulünde zorlu bir dirençle karşılaştı.

Latin alfabesine karşı olanlar aynı zamanda cumhuriyet yönetiminin dinden referans almasında ve şeriat hukukun devamında ısrarlıydı. Saltanatın kaldırılmasına tepkili olsalar da asıl tepkilerini hilafetin kaldırılma sürecinde ortaya koymuşlardı. Öyle ki! Mustafa Kemal cumhuriyetin ilanını bile oldu bittiye getirmiş; saltanatın kaldırılmasına tepkili olan Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi Mustafa Kemal’in yakın silah arkadaşları cumhuriyetin ilanı sırasında Ankara’da olmamayı tercih etmiş; Osmanlının payitahtı olan İstanbul'a gitmişlerdi.

Saltanatın kaldırılmasıyla kaybettikleri mevzinin üzerine bir de hilafet kaldırılınca geriye kurulan cumhuriyet yönetiminde etkin olmak kalıyordu. Bunun için Latin alfabesine karşı adeta savaş açmışlardı. Kazım Karabekir ısrarla “Latin alfabesini kabul edersek Müslüman dünyadan koparız” diye endişesini dile getirip Latin alfabesinin ilanına ısrarla karşı çıkıyordu.

Mustafa Kemal’in kurmay zekasıyla o sıra parti içinde tartışmaya çatığı Latin alfabeleri konusunun 1924 de İzmir’de toplanan İktisat kongresinde tartışılma önerisini o sıra divan başkanı olan Kazım Karabekir gündeme bile aldırmamıştı.

1926 yılında Atatürk'e suikast nedeniyle kurulan mahkemeler bir yerde bu sürtüşmenin hesaplaşmasına dönüşmüş Mustafa Kemal’in iktidar anlayışına; yani cumhuriyet yönetiminde laikliğin ve çağdaş anlayışın rehber olmasına muhalif olan ‘ona Anadolu'nun kapısını açan’ Kazım Karabekir ve Selanik'ten beri arkadaşlığı olan ve Samsun’dan itibaren birlikte olduğu Rauf Orbay gibi kurtuluş savaşının önemli isimleri de bu mahkemede yargılanmış ve idam cezası verilmişti.

Mustafa Kemal bu iş güzarlıklara tepki duysa da tepkisini doğrudan ifade etmek yerine İsmet İnönü’ye çektiği telgrafla bu durumu düzeltmesi için İzmir'e gelmesini istemiş; trenle süratle İzmir'e gelen İnönü bu idamları engellemişti.

Sonuç olarak o sıra; hatta kurtuluş savaşının başından beri girişilen iktidar mücadelesi çok çetin geçmiş; Mustafa Kemal başından kafasında oluşturduğu iktidar hedefine hiç taviz vermeden yürümüştü.

Burada Kürtlerin birinci mecliste Kürdistan mebusları olarak yer almasına rağmen cumhuriyetin kuruluş sürecinde dışlanmasıyla ilgili Kürt Sosyalisti, Bilim insanı ve TİP in kurucularından Tarık Ziya Ekinci’nin “Kürtlerin dışlanmasında bizimkilerin; yani bizim ağa bey takımının saltanat neyse de hilafetin kaldırılmasına tepkili olması da çok etken oldu. Çünkü bizim ağalar hilafette kaldırılırsa sonunda kendi rahatlarından olacakları için saltanatın kaldırılması sırasında Mustafa Kemal’e karşıydılar” diye yaptığı açıklama da o sürecin nasıl bir mücadeleyle yürüdüğünü göstermesi açısından önemlidir.

Uzayan Gecenin Hikayesinde 1928 yılında Millet Mektepleriyle başlayan toplumun içine sokulduğu karanlığa karşı mücadeleyi daha iyi anlatabilmek için böyle ayrıntıya girdim.

Çünkü o gün Latin alfabelerine ve çağdaş hukuka ve değerlere karşı olan anlayış iktidarı kaybetse de mücadeleyi bırakmadı.

Buradan o mücadelenin başını da Kazım Karabekir gibi kurtuluş savaşının önemli isimlerinin çektiği anlamı çıkarılmamalı. İstikal Mahkemelerinin verdiği idam kararıyla kırılan Kazım Karabekir sonradan orada Mustafa Kemal’e rağmen mahkeme yargıcı üç Alilerin işgüzarlık yaptığını anlayıp Mustafa Kemal’le iyi ilişkilerini sürdürmüştü.

Bir tv. programına çıkan kızı babasının Mustafa Kemal’e hiç kırgın olmadığını; hatta ona hak bile verdiğini; bunu yazdığı hatıratında ifade ettiğini söylemişti. Röportajı yapan muhabir “babanız bu hatıratı Atatürk’ün sağlığında mı yazdı?” diye ‘sanki ondan korkarak böyle yazmış olmasın’ gibi çağrışım yapan sorusuna kızı “Sorunuzu anlıyorum. Atatürk’ten çekindiği için mi? Öyle yazdı demek istiyorsunuz. Hayır! Babam bu hatıratı Atatürk’ün vefatından çok sonra yazdı. Samimi duygularını ifade etti” diye cevaplamıştı. Merak eden kitapçılardan ‘Kazım Karabekir’in anıları’ diye alıp merakını giderebilir.

Neyse diyeceğim o değil. Büyük umutlarla 1928 yılı Kasım’ında açılan Millet mektepleriyle başlayan ve heyecanla devam eden aydınlanma süreci maalesef 1950 lilere doğru ve sonrası hep lafta kalmış; o yıllarda başlatılan laik çağdaş toplum anlayışı topluma mal edilememiş ve sonunda laiklik getirilip kadının başındaki türbana sıkışınca yılların deneyimini kazanmış dini siyasete referans yapmak isteyenler bunu çok güzel kullanarak türban diye bir siyasi simge üzerinden yürüttükleri iktidar mücadelesiyle bugünlere geldiler.

Buradan bakınca bütün toplumların kendilerine yaşatılan gecenin karanlığından kurtulması öyle lafla değil karanlığın aktörlerine karşı toplumu kazanarak gerçekleşebileceği gerçeği bütün toplumların gerçeği olarak karşılarında duruyor.

Sonuç olarak insanlığın ilk insandan bu yana yaşamını örten ve onbinlerce yıldır devam eden karanlığın; yani gecenin hikayesi bu anlamda evrensel nitelik kazanıyor.

Hindistan halkını kast sistemi içinde ön yargı duvarlarıyla saran gecenin karanlığı bizim gibi toplumlara kadar inanç, ağa, bey, aşiret veya ileri gelenlerin dayatmasıyla benzer biçimde yaşanıyor.

Sonuç olarak bu çemberi kıramayan toplumlar ön yargı duvarları arkasındaki inanç diye dayatılan körleşmenin yarattığı kaosla didişip birbirini tüketirken; kendi toplumsal yapılarını aydınlığa taşımış toplumlar o didişen toplumları inançları üzerinden çatıştırıp sömürerek zenginliklerine zenginlik katmışlar; ama o toplumlarda hala kimi ırkçı kitlelerin oralardaki demokratik yaşamı tehditine bakınca; bütün insanlık gecenin karanlığından kurulmadıkça insanlığın evrensel huzura kavuşması çok zor olduğu rahatlıkla görülebiliyor.

Bunun yolu da kimilerinin çok beğendiği “medeniyetleri çatıştırmak” Hıristiyan dünyanın karşısına İslam dünyasını koyarak, buralardan üretilen İslamofobi gibi kavramların arkasına saklanıp inancın karanlığında kalmış toplumsal yapıların içinde oluşturulan terör örgütlenmeleriyle dünyayı dehşete boğan kutuplaştırmalar hiç değildir.

Unutmayalım Hristiyan dünya Ortaçağ karanlığında debelenirken Moğol istilasına kadar dünyanın iki büyük kütüphanesi vardı. Biri Bağdat Kütüphanesi; öteki İskenderiye Kütüphanesi…

O yıllar talan edilen İslam kültürü sonucu İslamiyet üzerinde karanlığın şalı örtülürken Rönesans ve sonrasında icat edilen matbaa marifetiyle Hristiyan dünya aydınlanmaya yönelmiş on sekizinci yüzyılın sonlarında verilen uzun kanlı din savaşlarından sonra inanç adına dayatılan karanlıktan aydınlığa çıkabilmiştir.

İkibin yılına gelindiğinde Haçlı kafasıyla ‘yalan olduğu iddia sahiplerinin söylediği gerekçelerle’ Irak’a saldıran ABD tıpkı Orta çağ kafasıyla ilk olarak beş yüze yakın Irak’lı bilim insanının öldürülmesinin yolunu açmış ve Ortaçağ’da Moğolların yaptığı gibi tarihi değeri olan Mezopotamya’nın başkenti özelliğindeki Bağdat’ın tarihsel değerlerini ve kütüphanesini talan etmişti. O sıra iki milyona yakın Iraklının öldürülmesi ve bir o kadarın sakat bırakılması ve birkaç yüz bin kadının tecavüzü bu talanın adeta belgesi olmuştu.

Bugün gelinen nokta gösterdi ki! İnanç diye dayatılan karanlıkta üretilen terör bumerang gibi dönüp çağdaş ülkeler diye nitelenen ülkeleri vurdu; vuruyor.

Bu da benim yukarıda dikkat çektiğim gibi! Aydınlanmış çağdaş dünya gerçekten huzurlu bir yaşam istiyorsa Ortadoğudan Uzak doğuya kadar toplumsal yapıyı inanç diye dayatılan karanlıktan aydınlığa çıkılmasına el atmak zorundadır. Yani bütün dünya ilk insandan bu yana içinde kaybolduğu karanlığı yenmedikçe bütün dünya ülkelerinin dirlikli, huzurlu bir yaşama kavuşması çok zor.

Buradan bakınca “Uzayan Gecenin Hikayesi”nin evrensel niteliği daha kolay anlaşılabilir.

Ben bu hikayeyi yazarken konunun evrensel niteliğine bağlı olarak bundan sonraki bölümlerde çağlar öncesinden başlayan ve çağlar boyu süren gecenin karanlığına karşı savaşı kimi tarihi destan ve romanlardaki yaşamlardan yararlanarak yazacağım öykülerle süsleyerek devam edeceğim.

Çünkü ilk bilinen yazılı kaynak Sümer efsanelerinde, Mısır’ın geçmiş tarihi yaşamından Mezepotamya’da kurulan medeniyetlere, Troya efsanesine kadar uzanan ve antik çağ felsefe döneminde belirginlik kazanan Avrupa, sonrasında Ortaasyada’da içinde Türk boylarının ve kurulan devletlerin de olduğu yaşamlardan binlerce yıllık Çin medeniyetine, Güney Amerika’daki Aztek ve Maya medeniyetine ve hatta kayıp kıta Atlantis ve Mu efsanesine kadar uzanan ilk insandan itibaren insanın doğanın yasalarına karşı giriştiği etkinlik mücadelesinden gelip Avrupa ve İslam dünyasının Ortaçağını anlatan ve insanlığı aydınlanmaya götüren sürecin hikayesi tam anlamıyla Uzayan Gecenin Hikayesini oluşturan bilgileri içermektedir.

Bu hikaye sürecinde insanlığın karanlığa karşı savaşımını fark edebileceğiz.

Örneğin İskender’in Hindistan’ı işgale kalkışmasının efsane anlatımı Beydaba’nın çok az bilinen Kelile Dinme’nin hikayesi Hindistan’ın 52 harfe tekabül eden Sankristçe’nin kullanıldığı dönemdeki yaşamıyla bugün yüzlerce dil ve dine ev sahipliği yapan kast sistemi içinde kitlesel hapishaneye dönüşen günümüzün bilişim çağının en önde gelen ülkesi Hindistan’ı da bu hikaye süreciyle daha iyi anlayabileceğiz.


Yani bu bölüm buraya kadar…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder