Neyse biz hikayemize devam edelim.
Diyeceğim; “Uzayan Gecenin Hikayesi”ni yazmaktaki muradım
toplumsal aydınlanma sorunumuzu ileriden geriden yaşam örnekleriyle anlatırken
eğer geleceğimizin barış ve huzur içinde tıpkı İsveç Finlandiya, Norveç;
Danimarka, Hollanda vb. örnek verilecek ülkelerde olduğu gibi mutlu insanların
yaşadığı bir ortama kavuşması.
Bunun yolu da “söylemeye çok gerek yok” geleceğimizi
oluşturan çocuklarımızın eğitimden geçtiği çok bilinen bir gerçek.
Bu gerçeği doğru fark edebilmek, aydınlanmanın bir
toplumsal kaygıya dönüşmesini doğru anlayabilmek için kuşkusuz yakın
tarihimizi; yani cumhuriyetin başlangıcından bu yana yaşananları doğru bilmek
gerekiyor.
Bizim toplumsal yapımızın Uzayan Gecenin Hikayesinin
yazılmasında bu gerçek öne çıkıyor.
Bilindiği gibi cumhuriyet Osmanlı saltanatına son vererek
kuruldu. O sürece gelene kadar ‘kimileri kabul etmese de’ adına “milli
mücadele” verilen bir süreç yaşandı.
Bu süreci başlatan Fransız devriminden sonra farklı etnik
kimliklerde başlayan uluslaşma sürecinin Osmanlının dağılmasına zemin
hazırlarken Osmanlıyı kuran etnik kimlik olan Türklerin de bir arayışa yöneldi.
Bu yönelim yani Türklerin kendini ifade etmesi daha çok
kendini Tanzimat Fermanının ilanı olan Osmanlının kendini yenileme çabalarıyla
başlasa da siyaset olarak iktidar oyuna katılması 1908 de ilan edilen
meşrutiyetle oldu. O sırada Selanik’te örgütlenip gelen adına “Hareket Ordusu”
denen örgütlenme iktidara ortak olunca bir kimlik arayışına; daha doğrusu
kuruluşunu sağladığı Osmanlının zaman içinde yönetimi çeşitli nedenlerle
eğitimli azınlıklara teslimine tepki olarak Osmanlı yönetimini Türkleştirme
çabalarıyla devam edildi.
İktidara ortak olan İttihat Terakkiciler Osmanlı gerçeğini
doğru kavrayamadıkları için yönetimde etkin olan azınlıklara karşı savaş açtı.
O sıra zaten balkanlardaki azınlıklar milli kimliklerini kazanarak
bağımsızlıklarını hızla ilana yönelmişti. Bu sırada henüz böyle bir süreçte ön
almayan ve Osmanlının sadık tebaası Ermenilerin Osmanlı yönetiminde etkinliği
devam ediyordu.
İttihat ve Terakkinin lideri Enver paşa Birinci Dünya
savaşındaki süreci bahane ederek adeta Ermenileri yok eden bir tehcir
kampanyası başlattı.
Yukarıda İttihat ve Terakkicilerin Osmanlı gerçeğini doğru
kavrayamadığını yazmıştım. Gerçekten Osmanlı Fatih’ten itibaren ‘işine öyle
geldiği için’ daha çok fethettikleri yerlerin yönetimi başta olmak üzere
yönetiminde Müslüman olmayan tebaasına mensup olanlara görev vermeye yöneldi.
Sanırım ‘padişah nasıl olsa Türk. Bu nedenle azınlıkların
vezirliklerden başlayarak devletin bir kademesinde görev almasının mahzuru yok
düşüncesinden’ veya benim düşüncem olan ‘Türklerin devlet yönetiminde etkin
olmasının berberinde iktidar mücadelesi getireceği endişesinden’ bu yolu tercih
etti ki! Böyle düşünmekte çok haksız da değillerdi. Çünkü Osmanlı Anadolu’da hakimiyetini
kendinden önce Anadolu’ya gelen Selçuklular ve diğer Türk beyliklerini alt
ederek; yani etkisiz hale getirerek sağladı. Haliyle o beyliklerle kan bağı
olanları yok etmedi; kimi yerlerde görev vererek kendine tabi hale getirdi; ama
hiçbir zaman onlara sonuna kadar güvenmedi. Bu güvenmeyişinde Yıldırım Timur’a
yenilince kardeşler arasında başlayan ve adına Fetret devri denen süreçte o
beyliklerin kalanlarının kimi Osmanlı şehzadelerini desteklediği gözlenmişti.
Bu gerçeği fark eden; yani yönetimde iki başlılığın, kardeş
ve oğullar arasında başlayan iktidar mücadelesinde büyük emek verilerek kurulan
ve atalarının emaneti olan Osmanlının sonu olacağını düşünen Fatih Sultan
Mehmet o meşhur kanunnamesini ilan ederek iktidar olan padişahın kendi dışında
iktidara talip olma tehlikesi olanların öldürülmesinin devletin selameti için
gerekli gören kararı aldı.
O tarihten itibaren bilinen iktidar olanın evlat ve daha
çok kardeş katli dönemi başladı.
Öyle olunca Osmanlı kurucusu olan halkın eğitilip öne
çıkmasına hep soğuk baktı. Öyle ki! 1450 de icat edilen matbaaya ilgisiz
kalmış; yani matbaa marifetiyle kitap basımını ve asıl halkı olan Müslüman
tebaasının eğitimine hoş bakmadığı için 1492 de İspanya Kralının baskısı sonucu
Osmanlıya sığınan Yahudilerin beraberinde getirdiği matbaanın kullanımına devrin
padişahı olan 3 ncü Ahmet sadece Hristiyanların dillerinde yayın yapmak
kaydıyla izin verdi.
Bu durumda Avrupa ve Osmanlı tebaası olan Hristiyan
topluluklar matbaa olanaklarını kullanarak gerçekleştirdikleri eğitimle hızla
Orta Çağın karanlığından aydınlığa çıkıp devlet yönetiminde bir çok göreve
talip olurken Müslüman Halk din diye dayatılan karanlığa mahkum olduğu için
devlet yönetiminde hiçbir zaman etkin olamadı.
Bu gerçeği umursamayan Enver paşa yönetimindeki İttihat
Terakkiciler o sıra yönetimde de etkin olan ve haliyle ekonomide de etkin olan
Ermeni tebaasını adeta yok etmek için doğuda Ruslarla işbirliği içindeki kimi
Ermeni çeteleri bahane edip bilinen tehciri başlattı; bu tehcir sonunda
Anadolu’nun yerleşik halkı konumundaki yüzbinlerce Ermenin o tehcir sürecinde adeta yok edildi.
O sıra öteki Hristiyan tebaası zaten Balkan savaşından
sonra Osmanlıdan ayrılarak kendi bağımsız devletlerini kurmuştu.
İşte bu sırada İttihat Terakkinin yönetimiyle terse düşen
Mustafa Kemal bir devletin yönetiminde o devleti kuran halkın etkin
olabilmesinin ön şartının halkın eğitimi olduğu kararına çoktan varmıştı.
Cumhuriyetin ilanından sonra ilk işi bu kararını hayata
geçirmek olan Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşında omuz omuza birlikte olduğu
arkadaşlarıyla ters düşmeyi göze alarak bu kararını; yani halkın eğitimle
aydınlanması kararını uygulamak için bir mücadeleye girdi.
“Mücadeleye girdi” diye yazdım. Çünkü o sıra Arapça olan
eğitim dilini öğrenimi kolay olan ve çağdaş dünyanın uyguladığı Latin
alfabesinin kabulünde zorlu bir dirençle karşılaştı.
Latin alfabesine karşı olanlar aynı zamanda cumhuriyet
yönetiminin dinden referans almasında ve şeriat hukukun devamında ısrarlıydı.
Saltanatın kaldırılmasına tepkili olsalar da asıl tepkilerini hilafetin
kaldırılma sürecinde ortaya koymuşlardı. Öyle ki! Mustafa Kemal cumhuriyetin
ilanını bile oldu bittiye getirmiş; saltanatın kaldırılmasına tepkili olan
Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi Mustafa Kemal’in yakın silah arkadaşları
cumhuriyetin ilanı sırasında Ankara’da olmamayı tercih etmiş; Osmanlının
payitahtı olan İstanbul'a gitmişlerdi.
Saltanatın kaldırılmasıyla kaybettikleri mevzinin üzerine
bir de hilafet kaldırılınca geriye kurulan cumhuriyet yönetiminde etkin olmak
kalıyordu. Bunun için Latin alfabesine karşı adeta savaş açmışlardı. Kazım
Karabekir ısrarla “Latin alfabesini kabul edersek Müslüman dünyadan koparız”
diye endişesini dile getirip Latin alfabesinin ilanına ısrarla karşı çıkıyordu.
Mustafa Kemal’in kurmay zekasıyla o sıra parti içinde
tartışmaya çatığı Latin alfabeleri konusunun 1924 de İzmir’de toplanan İktisat
kongresinde tartışılma önerisini o sıra divan başkanı olan Kazım Karabekir
gündeme bile aldırmamıştı.
1926 yılında Atatürk'e suikast nedeniyle kurulan mahkemeler
bir yerde bu sürtüşmenin hesaplaşmasına dönüşmüş Mustafa Kemal’in iktidar
anlayışına; yani cumhuriyet yönetiminde laikliğin ve çağdaş anlayışın rehber
olmasına muhalif olan ‘ona Anadolu'nun kapısını açan’ Kazım Karabekir ve
Selanik'ten beri arkadaşlığı olan ve Samsun’dan itibaren birlikte olduğu Rauf
Orbay gibi kurtuluş savaşının önemli isimleri de bu mahkemede yargılanmış ve
idam cezası verilmişti.
Mustafa Kemal bu iş güzarlıklara tepki duysa da tepkisini
doğrudan ifade etmek yerine İsmet İnönü’ye çektiği telgrafla bu durumu
düzeltmesi için İzmir'e gelmesini istemiş; trenle süratle İzmir'e gelen İnönü
bu idamları engellemişti.
Sonuç olarak o sıra; hatta kurtuluş savaşının başından beri
girişilen iktidar mücadelesi çok çetin geçmiş; Mustafa Kemal başından kafasında
oluşturduğu iktidar hedefine hiç taviz vermeden yürümüştü.
Burada Kürtlerin birinci mecliste Kürdistan mebusları
olarak yer almasına rağmen cumhuriyetin kuruluş sürecinde dışlanmasıyla ilgili
Kürt Sosyalisti, Bilim insanı ve TİP in kurucularından Tarık Ziya Ekinci’nin
“Kürtlerin dışlanmasında bizimkilerin; yani bizim ağa bey takımının saltanat
neyse de hilafetin kaldırılmasına tepkili olması da çok etken oldu. Çünkü bizim
ağalar hilafette kaldırılırsa sonunda kendi rahatlarından olacakları için
saltanatın kaldırılması sırasında Mustafa Kemal’e karşıydılar” diye yaptığı
açıklama da o sürecin nasıl bir mücadeleyle yürüdüğünü göstermesi açısından
önemlidir.
Uzayan Gecenin Hikayesinde 1928 yılında Millet
Mektepleriyle başlayan toplumun içine sokulduğu karanlığa karşı mücadeleyi daha
iyi anlatabilmek için böyle ayrıntıya girdim.
Çünkü o gün Latin alfabelerine ve çağdaş hukuka ve
değerlere karşı olan anlayış iktidarı kaybetse de mücadeleyi bırakmadı.
Buradan o mücadelenin başını da Kazım Karabekir gibi
kurtuluş savaşının önemli isimlerinin çektiği anlamı çıkarılmamalı. İstikal
Mahkemelerinin verdiği idam kararıyla kırılan Kazım Karabekir sonradan orada
Mustafa Kemal’e rağmen mahkeme yargıcı üç Alilerin işgüzarlık yaptığını anlayıp
Mustafa Kemal’le iyi ilişkilerini sürdürmüştü.
Bir tv. programına çıkan kızı babasının Mustafa Kemal’e hiç
kırgın olmadığını; hatta ona hak bile verdiğini; bunu yazdığı hatıratında ifade
ettiğini söylemişti. Röportajı yapan muhabir “babanız bu hatıratı Atatürk’ün
sağlığında mı yazdı?” diye ‘sanki ondan korkarak böyle yazmış olmasın’ gibi
çağrışım yapan sorusuna kızı “Sorunuzu anlıyorum. Atatürk’ten çekindiği için mi?
Öyle yazdı demek istiyorsunuz. Hayır! Babam bu hatıratı Atatürk’ün vefatından
çok sonra yazdı. Samimi duygularını ifade etti” diye cevaplamıştı. Merak eden
kitapçılardan ‘Kazım Karabekir’in anıları’ diye alıp merakını giderebilir.
Neyse diyeceğim o değil. Büyük umutlarla 1928 yılı
Kasım’ında açılan Millet mektepleriyle başlayan ve heyecanla devam eden
aydınlanma süreci maalesef 1950 lilere doğru ve sonrası hep lafta kalmış; o
yıllarda başlatılan laik çağdaş toplum anlayışı topluma mal edilememiş ve
sonunda laiklik getirilip kadının başındaki türbana sıkışınca yılların
deneyimini kazanmış dini siyasete referans yapmak isteyenler bunu çok güzel
kullanarak türban diye bir siyasi simge üzerinden yürüttükleri iktidar
mücadelesiyle bugünlere geldiler.
Buradan bakınca bütün toplumların kendilerine yaşatılan
gecenin karanlığından kurtulması öyle lafla değil karanlığın aktörlerine karşı
toplumu kazanarak gerçekleşebileceği gerçeği bütün toplumların gerçeği olarak
karşılarında duruyor.
Sonuç olarak insanlığın ilk insandan bu yana yaşamını örten
ve onbinlerce yıldır devam eden karanlığın; yani gecenin hikayesi bu anlamda
evrensel nitelik kazanıyor.
Hindistan halkını kast sistemi içinde ön yargı duvarlarıyla
saran gecenin karanlığı bizim gibi toplumlara kadar inanç, ağa, bey, aşiret
veya ileri gelenlerin dayatmasıyla benzer biçimde yaşanıyor.
Sonuç olarak bu çemberi kıramayan toplumlar ön yargı
duvarları arkasındaki inanç diye dayatılan körleşmenin yarattığı kaosla didişip
birbirini tüketirken; kendi toplumsal yapılarını aydınlığa taşımış toplumlar o
didişen toplumları inançları üzerinden çatıştırıp sömürerek zenginliklerine
zenginlik katmışlar; ama o toplumlarda hala kimi ırkçı kitlelerin oralardaki
demokratik yaşamı tehditine bakınca; bütün insanlık gecenin karanlığından
kurulmadıkça insanlığın evrensel huzura kavuşması çok zor olduğu rahatlıkla
görülebiliyor.
Bunun yolu da kimilerinin çok beğendiği “medeniyetleri
çatıştırmak” Hıristiyan dünyanın karşısına İslam dünyasını koyarak, buralardan
üretilen İslamofobi gibi kavramların arkasına saklanıp inancın karanlığında
kalmış toplumsal yapıların içinde oluşturulan terör örgütlenmeleriyle dünyayı
dehşete boğan kutuplaştırmalar hiç değildir.
Unutmayalım Hristiyan dünya Ortaçağ karanlığında
debelenirken Moğol istilasına kadar dünyanın iki büyük kütüphanesi vardı. Biri
Bağdat Kütüphanesi; öteki İskenderiye Kütüphanesi…
O yıllar talan edilen İslam kültürü sonucu İslamiyet
üzerinde karanlığın şalı örtülürken Rönesans ve sonrasında icat edilen matbaa
marifetiyle Hristiyan dünya aydınlanmaya yönelmiş on sekizinci yüzyılın
sonlarında verilen uzun kanlı din savaşlarından sonra inanç adına dayatılan
karanlıktan aydınlığa çıkabilmiştir.
İkibin yılına gelindiğinde Haçlı kafasıyla ‘yalan olduğu
iddia sahiplerinin söylediği gerekçelerle’ Irak’a saldıran ABD tıpkı Orta çağ kafasıyla
ilk olarak beş yüze yakın Irak’lı bilim insanının öldürülmesinin yolunu açmış
ve Ortaçağ’da Moğolların yaptığı gibi tarihi değeri olan Mezopotamya’nın
başkenti özelliğindeki Bağdat’ın tarihsel değerlerini ve kütüphanesini talan
etmişti. O sıra iki milyona yakın Iraklının öldürülmesi ve bir o kadarın sakat
bırakılması ve birkaç yüz bin kadının tecavüzü bu talanın adeta belgesi olmuştu.
Bugün gelinen nokta gösterdi ki! İnanç diye dayatılan
karanlıkta üretilen terör bumerang gibi dönüp çağdaş ülkeler diye nitelenen
ülkeleri vurdu; vuruyor.
Bu da benim yukarıda dikkat çektiğim gibi! Aydınlanmış
çağdaş dünya gerçekten huzurlu bir yaşam istiyorsa Ortadoğudan Uzak doğuya
kadar toplumsal yapıyı inanç diye dayatılan karanlıktan aydınlığa çıkılmasına
el atmak zorundadır. Yani bütün dünya ilk insandan bu yana içinde kaybolduğu
karanlığı yenmedikçe bütün dünya ülkelerinin dirlikli, huzurlu bir yaşama kavuşması
çok zor.
Buradan bakınca “Uzayan Gecenin Hikayesi”nin evrensel
niteliği daha kolay anlaşılabilir.
Ben bu hikayeyi yazarken konunun evrensel niteliğine bağlı
olarak bundan sonraki bölümlerde çağlar öncesinden başlayan ve çağlar boyu
süren gecenin karanlığına karşı savaşı kimi tarihi destan ve romanlardaki
yaşamlardan yararlanarak yazacağım öykülerle süsleyerek devam edeceğim.
Çünkü ilk bilinen yazılı kaynak Sümer efsanelerinde,
Mısır’ın geçmiş tarihi yaşamından Mezepotamya’da kurulan medeniyetlere, Troya
efsanesine kadar uzanan ve antik çağ felsefe döneminde belirginlik kazanan
Avrupa, sonrasında Ortaasyada’da içinde Türk boylarının ve kurulan devletlerin
de olduğu yaşamlardan binlerce yıllık Çin medeniyetine, Güney Amerika’daki
Aztek ve Maya medeniyetine ve hatta kayıp kıta Atlantis ve Mu efsanesine kadar
uzanan ilk insandan itibaren insanın doğanın yasalarına karşı giriştiği
etkinlik mücadelesinden gelip Avrupa ve İslam dünyasının Ortaçağını anlatan ve
insanlığı aydınlanmaya götüren sürecin hikayesi tam anlamıyla Uzayan Gecenin
Hikayesini oluşturan bilgileri içermektedir.
Bu hikaye sürecinde insanlığın karanlığa karşı savaşımını
fark edebileceğiz.
Örneğin İskender’in Hindistan’ı işgale kalkışmasının efsane
anlatımı Beydaba’nın çok az bilinen Kelile Dinme’nin hikayesi Hindistan’ın 52
harfe tekabül eden Sankristçe’nin kullanıldığı dönemdeki yaşamıyla bugün
yüzlerce dil ve dine ev sahipliği yapan kast sistemi içinde kitlesel
hapishaneye dönüşen günümüzün bilişim çağının en önde gelen ülkesi Hindistan’ı
da bu hikaye süreciyle daha iyi anlayabileceğiz.
Yani bu bölüm buraya kadar…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder