Remzi usta onu ertesi gün kendi müteahitliğini yaptığı
inşaata götürmüş.
Dayı burada durakladı. Sonra “o yıllar İstanbul’un
her yerinde inşaat vardı. Bizim usta Bağdat Caddesi üzerinde üç villa almış
onları yapıyormuş” dedikten sonra Hastafendinin baktığını görünce “ne bakıyon
yeğen. O yıllar Bağdat Caddesi boydan boya hep bağ bahçe içindeydi. O yıl
hükümet oralarda yolları genişletse de bazı yerlerde yapılaşma devam etmiş. Ama
üç kata kadar. O bağ bahçenin sahipleri de bu karar üzerine oralarda daha çok
villa olmak üzere ev yapmaya karar vermişler. Orası boydan boya, Caddebostan
her yerde inşaat vardı. Karşıda da öyleymiş. Taksim’de Nişantaşı’nda yani
İstanbul’un her yerinde inşaat varmış. Simsarların işçi kavgası da bu
yüzdenmiş. Çok işçi lazımdı yani. En çok da amele ihtiyacı vardı. Çünkü şimdiki
gibi teknik yok. Her şey elle. Beton elle karılıyor. Sırtta tenekelerle
taşınıyordu. İstanbul'a taşı toprağı altın diye gelenler taşın
toprağın içinde bir lokma ekmek için sürünüyordu. Herkes benim gibi şanslı değildi. Benden fazla ne
ustalar vardı, ama aynı simsarların elinde harcanıp gitti. Onun için ben babama
çok dua ederim. Benim elime mektup verip asker arkadaşına gönderdi diye. Arkadaşı sayesinde Üsküdar’da Fikirtepe’de iki katlı ev yaptım. Çoluğu çocuğu
everdim. Gerçi şimdi evin başına, daha doğrusu Fikirtepe’nin
başına baykuşlar üşüştü. Onlarla mücadele ediyoruz ya” deyince Hastafendi
“nasıl?” dedi. Onun “nasıl?” demesine gülümseyen dayı “az sabret yeğen. Oraya
gelene kadar anlatacak daha çok şey var” deyince Hastafendi keyif olmuştu.
Sabahleyin evden deniz kenarında hem kendini dinlemek
hem de o yıllar trenle gelip, kayıklarla Kadıköy’e geçenleri; İstanbul’un
geçmişinin hayalini kurmak için gelmişti. Ama hiç ummadığı bir şeyle, o
yılların canlı tanığıyla karşılaşmıştı. Bu arada suyu da bitmişti.
“Dayı burası güneş oldu. Gel şu ilerideki çay
bahçesinde çekilelim bir kenara; sen yaşadıklarını anlat. Ben de zevkle
dinleyeyim” deyince dayı hafiften gevrek bir gülüşle “Olur yeğen. Sana ne
yaşadıysam dipden tırnağa anlatacağım. Ben birçok sabah buraya gelirim. Ama
sayende bugün ben de ilk kez farklı bir şey yaşıyorum ” dedi.
Birlikte kalkıp deniz kenarındaki çay bahçesinde
deniz kenarında bir masanın yanına oturup iki çay söylediler. Hastafendi
kendine bir de su söyleyip dayıya “dinlemeye hazırım” der gibi baktı.
Garson çayları bırakıp gitti. Hastafendi şekeri
menüsünden çıkaralı çok olmuştu. Onun şekerleri kenara çekip şekersiz çayı
içmek için eline alması dayının dikkatini çekti. Kendisi iki şekeri de çayının
içine koyup karıştırırken “ben şekersiz edemiyorum. Halbuki doktor yasakladı”
dedikten sonra bardağı eline aldı ve karşı tarafa doğru işaret etti. “Biliyor
musun? Şu karşıda görünen kısımlar ben geldiğimde yoktu” dedi.
İstanbul’un o yıllar çok tenha olduğunu söylerken
oturdukları yeri ve çevresini işaret edip “buralar hep denizdi. O yıllar
Şirketi Hayriye’nin vapurları vardı ‘yandan çarklı’. Karşıdan buraya saatte bir
gelip giderlerdi. O vapurlarda en çok İstanbul'a iş için gelenler ve onları getiren simsarlar olurdu. Kadıköy'e trenle gelip Ferhat'ın kahvede veya
Harem’de iskelenin hemen ilerisindeki kahvede toplananlardan simsarlar adam
seçer alır karşıdaki inşaatlarda çalışmak üzere vapura bindirip götürürdü” dedi
ve gülümseyerek devam etti “O sıra o ilk kez vapura binecek olan insanların
vapurun gelmesini beklerken ki halleri aklıma geldi. Hayatlarında ilk defa
vapura binecekler. Aralarında dua eden mi ararsın? Son anda ‘ben vapura binmem
diye’ ayak direyip gitmekten vazgeçen mi ararsın? Vapurların önünde kaynaşıp
dururlardı” dedikten sonra ‘sen şimdi bana sen bunları nereden biliyorsun? Sen
denizden korkmadın mı?’ diyeceksin. “Hiç korkmaz olur muyum? Ben de ilk defa
vapura bindiğimde çok korkmuş, bildiğim bütün duaları okuyordum. Benim bu
halime de Hayri çok gülerdi” dedi.
Hastafendinin “Hayri de kim?” der gibi baktığını
görünce “doğru ya ben sana onu anlatmadım. Vapuru görünce aklıma geleni
anlattım” dedi ve devam etti.
Hayri Remzi Usta’nın büyük oğluymuş.
Remzi Usta ona “hadi bakalım eve gidelim. Bugün bende
kal. Sana sonra kalacak yer ayarlarım” deyince Remzi ustayla onun evine
geldiğinde tanımış Hayri’yi.
Remzi usta’nın evi Fikirtepe’de büyük bahçe
içindeymiş. Bu ev Remzi Ustaya babasından kalmış. Evlendikten sonra da
babasıyla bu evde altlı üstlü oturmuşlar.
Remzi ustanın babası da ustaymış; ‘hem de ne usta?’.
Bütün Kadıköy’de onu tanımayan yokmuş. ‘Hayri Usta’ dedin mi? Akan sular
dururmuş. Onlar Bayburtluymuş. Dedesi İstanbula göçtüğünde henüz padişah
işbaşındaymış.
Yanında üç kızı bir oğluyla gelip Fikirtepe’de evin
olduğu büyük bahçeyi satın almış. O yıllar Fikirtepe ve etrafı hep bağlık
bahçelikmiş. Etrafta in cin yokmuş. Dedesinin evi İstanbul işgal edildiğinde
işgale karşı direnenlerin adeta sığınağı olmuş.
Dayı bunları anlattıktan sonra “konuyu çok
dağıtmayayım. Zaman olursa onları da anlatırım. Ben sana kendimi anlatayım”
dedi.
Remzi ustayla evine gelmişler. Karısının adı
Ayşe’ymiş. Giritliymiş. Babasının arkadaşı ve iş ortağı Cafer usta varmış.
Arkadaşlıkları çok ileriymiş. Ayşe Cafer ustanın biricik kızı… Cafer usta Hayri
ustanın yanında tanıdığı Remzi ustayı çok severmiş. Remzi usta bayramlarda
gidip gelirken görmüş Ayşe’yi. Sonra nasip olmuş evlenmişler.
Ayşe yenge çok esaslı kadın olmuş. Remzi ustaların
evini çekip çevirmiş. Babasını babası, anasını anası bilmiş. Aynı sofrada
geçmiş ömürleri. Remzi usta da Ayşe'nin bir dediğini iki etmemiş.
Bunları Remzi usta dayıya kız istemeye gitmeden önce
anlatmış. “inşallah sana isteyeceğimiz kız da Ayşe yengen gibi olur. Çünkü
arada ben varım. Baban seni bana emanet etti” demiş.
Dayının karısı da Giritliymiş. Daha doğrusu ailesi
oradan göçmüş. Karısı burada doğmuş, ama kanındaki Giritlilik varmış tabi. Çok
otoriter, ama dayıya çok saygılı bir kadınmış.
Dayı burada güldü “hiç hissettirmeden bana her
dediğini yaptırdı. Sonraları fark ettim. Evin reisi ben değilmişim, asıl reis
oymuş” dedikten sonra “sağ olsun her sıkıntıma ortak oldu. Babam vefat edince
anamı yanıma aldım. Kendi anası gibi onu da baktı. Bana da iki oğlan iki kız
evlat verdi. Onları da öyle terbiye etti ki; hepsi tam istediğim gibi oldu.
Bize karşı saygılı, birbirlerine sevgili” dedi.
Çocuklarından anlatırken onlarla övündüğü belliydi.
Burada Hastafendi lafa girdi “doğru söylersin dayı. Çocuklar insanı ya vezir,
ya da rezil edermiş. Hani yeri geldi de söyleyeceğim. İki kızım var. Bu güne
kadar beni hiç üzmediler. Aklıma gelince bile canıma can katarlar” deyip uzu
uzun çocuklarından bahsetti. Sonra gülümseyerek “dayı lafını kestim kusura
bakma” dedi.
Dayı onu ilgiyle dinliyordu. O böyle deyince “ne
kusuru yeğen. Öyle bir anlattın ‘canıma can katarlar’ deyişin var ya. İşte onun
değerini kimse biçemez” deyip geçmişe döndü.
“İşte o akşam Remzi ustayla gelince karşılaştığım
Ayşe yenge böyle bir kadındı” dedikten sonra anlatmaya devam etti.
Remzi ustanın iki oğlu bir kızı varmış. Büyük oğlunun adı Hayri… Dayıyla aynı yaşta… Öteki oğlunun adı da Cafer… Yani kendi babasıyla Ayşe Yengenin babasını oğullarında yaşatmış. Kızı Hayri’nin küçüğüydü. Adı Esma'ydı. Onu yanında çalışan Necati ustaya vermiş. Necati usta tipik Karadenizli, Rize’nin Çayeli’nden neşeli biri… “Onunla ertesi gün inşaatta tanıştım” dedi ve devam etti. "Remzi usta beni karısına ve aynı bahçe içinde kendi yaptıkları evde oturan oğulları Hayri ve Cafer’le tanıştırdı. Hayri ve Cafer’in evleri ayrı olsa da özellikle akşam sofraları babasının evinde birlikte olurmuş. Hayri’nin karısı Remzi usta’nın Boşnak arkadaşı Recep’in kızıymış. Cafer’in karısı da Ayşe yengenin Arnavut komşularının kızıymış. Damadı hemen ileride küçük bahçenin içinde kendi yaptığı evinde oturuyormuş. Onlar hafta sonları Remzi ustanın evinde hep birlikte olurmuş. O sıra öğrendim bunları. O akşam aynı sofrada birlikte yemek yedikten sonra epey sohbet ettik" dedi ve anlatmaya devam etti.
Remzi ustanın iki oğlu bir kızı varmış. Büyük oğlunun adı Hayri… Dayıyla aynı yaşta… Öteki oğlunun adı da Cafer… Yani kendi babasıyla Ayşe Yengenin babasını oğullarında yaşatmış. Kızı Hayri’nin küçüğüydü. Adı Esma'ydı. Onu yanında çalışan Necati ustaya vermiş. Necati usta tipik Karadenizli, Rize’nin Çayeli’nden neşeli biri… “Onunla ertesi gün inşaatta tanıştım” dedi ve devam etti. "Remzi usta beni karısına ve aynı bahçe içinde kendi yaptıkları evde oturan oğulları Hayri ve Cafer’le tanıştırdı. Hayri ve Cafer’in evleri ayrı olsa da özellikle akşam sofraları babasının evinde birlikte olurmuş. Hayri’nin karısı Remzi usta’nın Boşnak arkadaşı Recep’in kızıymış. Cafer’in karısı da Ayşe yengenin Arnavut komşularının kızıymış. Damadı hemen ileride küçük bahçenin içinde kendi yaptığı evinde oturuyormuş. Onlar hafta sonları Remzi ustanın evinde hep birlikte olurmuş. O sıra öğrendim bunları. O akşam aynı sofrada birlikte yemek yedikten sonra epey sohbet ettik" dedi ve anlatmaya devam etti.
Remzi usta dayının babasından bilgiler almak için dayıya çok soru sormuş. Sonra dayının babasıyla askerlik anılarını anlatmış uzun uzun.
Öyle tatlı bir sohbet ortamı içinde Remzi ustanın
karısı, oğulları dayıyı sımsıcak bir yuva duygusu yaşatmışlar. Ertesi gün erkenden kalkılmış. Çünkü inşaat epey
uzaktaymış. Şimdi olduğu gibi öyle dolmuş taksi de yok tabi. Yolda şansına
çıkarsa bir at arabası onun üzerinde veya yayan inşaata gider gelirlermiş.
Sabahleyin erkenden yaptıkları kahvaltı sonrası Remzi
usta ve Hayri'yle yola düşmüşler.
Remzi Usta yolda ona “sen şimdi ustayım deme. Çünkü
ustalık bir duvar örmekle olmaz. Usta dediğin komple olmalı. Duvardan, sıvadan
en önemlisi de kalıptan anlamalı” deyince dayı “kalıp da neymiş?” gibi bakmış. Çünkü o babasıyla hep kerpiç ve taş evler yapmışlar.
Öyle kalıp beton ne bilmezmiş.
Remzi usta dayının “kalıp da neymiş?” der gibi
baktığını görünce gülmüş. “Belli ki sen kalıp görmemişsin. Kalıp inşaatın
esasıdır. Çünkü buralarda inşatta demir çimento kullanılır. Usta dediğin
kalıpcılıktan mutlaka anlamalı. Çünkü inşaat giderek fennileşiyor. Karşıda dört
beş katlı binalar hep demirli çimentolu harçla yapılır. Sen bunları benim
damattan Necati’den öğreneceksin. Necati biraz neşeli, hatta gevezedir, ama hoş
adamdır” demiş.
Böyle konuşa konuşa inşaata gelmişler. Remzi usta
onlardan ayrılıp yandaki inşaata geçmiş. O sırada geldikleri inşatta Necati
usta işçilere çoktan işbaşı yaptırmış. Onları görünce gülerek “oho beylerime,
ha gelmeseydinuz da. Biz işleri yapayruk nasıl olsa” diye seslenmiş.
O sırada ilerden Remzi ustayı görünce “şaka yapayrum
şaka. Ha pu uşak da kimdir da?” demiş. O sıra yanlarına gelen Remzi Usta Necati
ustaya “Necati usta bu uşak benim asker arkadaşımın oğlu. Buraya çalışmak için
gelmiş. Onu sana telim edeceğim. Biraz ustalığı var, ama kara ustalık. Yetiştir
onu göreyim” deyince Necati usta dayıya bakıp “baba benim bu uşağa gözüm tutti.
Kumaşı da iyi gibi… Ben onu bir kesip biçeyum da siz o zaman onu görün da”
deyince dayı biraz utanmış, ama Remzi usta ve Hayri gülmüşler tabi. Remzi usta
Necati ustaya “göreyim seni” deyip inşaata dolaşmaya çıkmış.
Dayı bunları anlattıktan sonra “Çok iyi ustaydı
rahmetli. Ne öğrendimse ondan öğrendim” dedi.
Sesi biraz mahzunlaşmıştı. Sonra kendini topladı. “Ya
işte böyle yeğen insan eskiye dalınca böyle duygusallaşıyor” deyip devam etti.
Necati usta Karadenizliliğin sıcaklığı ile kabul
etmiş onu. Sonra alıp inşaatı dolaştırmış. Sonra inşaatın biraz ilerisinde bir
barakaya götürüp “ha burda uşaklar yatıp kalkayu” demiş.
Remzi usta o inşaatın bahçesine inşaata başlamadan önce Necati ustaya bir baraka çaktırmış. İnşaatta çalışan gurbetçi işçileri burada yatırıyormuş.
Necati Usta ona baraka içindeki boş bir ranzayı
gösterip “haçan sen de burada kalırsın da” demiş. Böylece yatıp kalkacağı yer de belli olmuş. O gün
akşama kadar Necati ustanın yanında çalışmış. Akşama Remzi ustalarla birlikte
eve gelmiş. Ertesi gün bavulunu inşaata malzeme taşıyan arabaya yükleyip
inşaata gelmiş. O günden sonra üç dört ay o inşaatta çalışmış.
Bunları anlattıktan “sonraları hükümet karar almış.
Bağdat caddesinde tramvayı da kaldırıp o cadde üzerinde yapılaşmayı yasakladı.
Yolun iki tarafındaki bağ bahçeleri de istimlak etti. Ondan sonra Kadıköy
Florya, Çamlıca, Ankara caddesi üzerinde sağlı sollu yapılan fabrikalara yakın
yerlerde ve İstanbul’un diğer semtlerinde kat yüksekliğini artırınca; her
tarafta inşaatlarla doldu taştı. Dolayısıyla çok fazla usta ve işçiye ihtiyaç
oldu. Trenlerle otobüslerle akın akın İstanbul'a gelenler yine simsarlar
tarafından toparlanıp, toparlanıp bu inşaat sahalarına götürülmeye başladı.
İşte o sıra ben de Remzi ustanın büyük oğlu Hayri'yle birlikte sıkça Kadıköy'e
Ferhat'ın kahveye iniyor simsarların görmediği veya simsarlardan kurtulup gelen
işçilerden inşaata adam alıyorduk. Onları o sıra tanıdım. Üç kişiydi. Karşıda
Karadenizli bir simsarın götürdüğü inşaatta yatıp kalktıkları yeri görsen hayvan
bağlasan yatmaz. Yedikleri, içtikleri de öyle. Pislikte kokmuşlar adeta…
Yevmiyeleri onları götüren simsar dağıtıyormuş. Simsarın yevmiyelerinden
anlaştıklarının iki misli fazla kestiğini fark edince bu üçü bir olup simsarı
dövmüş. İnşaattan kaçmışlar. Sora sora karşıya geçmişler” dedi.
Ferhat'ın kahvesinin hemen yukarısında bekar
evlerinde birinin hemşehrisinin yanında kalıyorlarmış. Niyetleri memlekete geri
dönmekmiş.
Dayı onları dinleyince çok üzülmüş. Kendinin de
gurbetçi olduğunu söylemiş. Remzi ustayı methetmiş. Onun simsarlarla iş
yapmadığını yattıkları koğuşların çok temiz olduğunu, banyo yapmak için ayrı
yerlerinin bile olduğunu anlatmış.
Üçü de güçlü kuvvetliymiş. Yani tam Remzi ustanın
istediği gibi amelelermiş. Onları, kahveden de Kırşehir’den gelen iki ustayı
alıp gitmişler.
“O sıra gördüm bekar evlerini” dedi. Her odada onbeş
yirmi kişi üst üste yatıyormuş. Her yer pislik içindeymiş. O odalara adam
başına ayda on onbeş lira veriyorlarmış.
Dayı bunları anlattıktan sonra soluklandı. Hastafendi
“dayı yorulduysan burada keselim. Sonra vaktin olursa yine buluşuruz. O zaman
devam ederiz” dedi, ama aslında içinden “devam etse bari” diye geçiriyordu.
Dayı sanki onun içinden geçeni anlamış gibi “yeğen
aslında yoruldum, ama burada kesmeyeyim. Lafın sonuna varmadım. Oraya varıncaya
kadar senin çok işine yarar bilgiler vereceğimi umuyorum. O zaman nokta koruz.
Dediğin gibi ondan sonrası için olmazsa sonra devam ederiz” deyince Hastafendi
keyif olmuştu. “Sağ ol dayı” dedi ve garsona iki çay daha söyledi. Dayıya
“içeriz değil mi dayı?” diye sormayı da ihmal etmedi. Dayı “tabi yeğen içeriz”
deyince bekleyen garsona iki de su söyledi.
Garson çayları getirinceye kadar oradan buradan
söyleştiler. Hastafendi şekersiz çayını içerken, dayı iki şekerli çayını
karıştırıp içmeye başladı.
Çaydan bir iki yudum aldıktan sonra “birinin adı
Muhittin’di” dedi.
Hastafendi o sıra dalmıştı… Dayı “birinin adı
Muhittin’di” deyince irkildi.
Dayı onun dalgınlaştığını fark edince açıkladı. “O
üç işçi canım. İkisi Erzurumluydu. Dadaş olanın adı Muhittin’di. Öteki
Horasan’lı Kürt’dü. Adı Ahmet’ti. Üçüncüsü Ağrılı Nizam’dı. O da Kürt’dü. Azizim bunlar bizim Necati ustayla bir kaynaştı,
anlatamam. Sen bilmezsin aslında kalıpçı ustaları, hele Necati usta gibi baş
usta olanlar çok çalımlı olur, ama Necati Usta öyle değildi. Ve bu üç ameleyi
çok sevdi. Muhittin’le Nizam’ın sesi çok güzeldi. Nizam Kürtçe bir uzun havaya
başlasın, arkasından Necati Usta Karadeniz’in oynak türkülerinden girerdi.
Muhittinse tam dadaş… Amele mamele, ama çok mağrur. Omzuna koyduğu harç
tenekesini tahta merdivenleri tırmanıp kolonlara dökerken sen sanırsın Bar’a
çıkmış. Yani Bar oynuyor” dedikten sonra kafasını öne eğdi, sanki o günleri
hatırlamıştı “ne güzel insanlardı onlar” dedi.
Yine mahzunlaşmıştı…
“Nizam sözlüymüş. Başlık parası için gelmiş. Bizimle
çalıştığı yerde iyi para alıyordu. Başlığı biriktirirken adeta gün sayıyordu.
Parayı bitirir bitirmez köyüne gidip sözlüsünü alacak. Çok yiğit oğlandı. Neşeliydi de. Yemek molalarında
Necati usta oynak Karadeniz Türkülerine başlayınca Muhittin, Ahmet, Nizam
kalkıp ‘ha uşak’ deyip tempo tutarak hora teper, oradakileri güldürmekten kırar
geçirirdi. O gün Nizam kolonun üstünde elinde bir kazık dökülen
harcı şişliyor” dedikten sonra Hastafedi’ye açıklama yaptı. “O zamanlar şimdiki
gibi vibratör yok. Varsa bile o inşaatta yoktu. Ameleler harcı getirip kolon
kalıplarına boşaltınca biri elinde kazıkla betonu sıkıştırırdı” dedi.
Hastafendi işgüzarlık yapmamak veya lafı bölmemek için
kendi mesleğinin asıl inşaatçılık olduğunu söylemeden bunu ilk defa duyuyormuş
gibi başıyla anladım der gibi yaptı.
Dayı bu açıklamayı yaptıktan sonra “baktım Nizam çok
durgun. Yanaştım kolonun dibine. O sıra Muhittin geldi o da çok üzgün. Ahmet
geldi o da öyle. Bu sırada Nizam yanık yanık Kürtçe bir türkü söylüyordu, gözü
de yaşlı gibiydi. Ben Muhittin'e ‘ne oldu?’ der gibi baktım. Muhittin
bir şey demeden tenekeyi boşaltıp merdivenden inince peşi sıra gittim.
Nizam’dan epey uzaklaşınca Muhittin ‘abe ya, Nizam'ın sözlüsünü vermişler’
dedi. Ben ‘nasıl anlamadım?’ deyince anlattı. Gece telgraf gelmiş. Telgrafı
kardeşi çekmiş. Kızın babası kızı peşin daha yüksek başlık veren birine vermiş.
Nizam onun için çok üzgünmüş. Muhittin ‘abe valla geceden beri ağzını bıçak açmıyor.
Biz de ne yapacağımızı şaşırdık valla’ dedi. Nizam akşam Remzi ustadan parasını istemiş. O da bir
şey bilmediği için ‘ihtiyacı var’ diye bütün alacağını vermiş. Nizam'ı o günden sonra gören olmadı… Florya’da bir inşaatta çalışırken Muhittin söyledi… Nizam doğru Ağrı’ya köyüne gitmiş. Kızın babasını da,
onu alan adamı da vurup öldürmüş. Muhittin ‘Nizam oradan İran'a kaçmış. Kardeşi geldi
bizimle çalışıyor o söyledi’ dedi. Beni kardeşiyle tanıştırdı. O da aynı Nizam
gibiydi, ama sanırım ağabeyinin durumuna canı sıkın olduğu için çok durgundu”
dedi.
Sonra “işte böyle yeğen… Çok insan tanıdım. Çok
acılara, çok mutluluklara şahit oldum. Sana bir şey diyeyim mi? O zamanlar
İstanbul bir başka güzeldi. İnsanlarda bir samimiyet vardı. Biri düşkün olsa öteki
o düşkünün elinden tutardı. Elbet it, puşt insanlar da vardı. Ama inan; o
yılların itinde puştunda bile bir insanlık vardı. İstanbul altmışlardan sonra
hızla çok bozuldu” dedi.
Belli ki çok dertliydi.
Bu sözler üzerine Hastafedinin aklına bir yaşanmışlığı
gelmişti.
O askere çok geç, seksen birde gitmişti. Keşan’da
Askerlik yaparken seksen ikinin Kasım'ında tutuklanıp İzmir'e getirildiği gece
İnzibat merkezinde bir gece kalmış, ertesi gün sorguculara teslim edilmişti.
İşte o gece inzibat merkezindeki nezarethanede iki
kişi daha vardı. Asker kaçağı. Yaşları Hastafendiyle ‘aşağı yukarı aynı’.
Bunlar yıllardır asker kaçağıymış. Suç işleyip
cezaevine konmuşlar. Cezaları bitince de asker kaçağı oldukları için inzibata
teslim edilince oraya getirilmişler. Biri silahlı soygundan, öteki yankesicilik
yaparken birini bıçakla yaralamadan cezaevine girmiş.
Soyguncu İzmir’li, yankesici Diyabakırlı konuşkan
biriydi.
Diyarbakırlı anlatmıştı…
On üç ondört yaşlarındayken köylerine yakın köyden
İstanbul’da oturan biri gelmiş. Onu ‘İstanbul’da çalıştıracağım’ diye
babasından istemiş.
Babada evlat çok tabi… Biraz da para alınca razı olmuş.
O adam bunu İstanbul'a getirmiş, bir de kol saati
almış ona. O Kol saatine çok sevindiği söylemişti.
Neyse adam bununla getirdiği diğer çocuklara üç dört
ay yankesicilik kursu vermiş, sonra salmış İstanbul caddelerine.
Dayı “İstanbul
altmışlardan sonra çok bozuldu” deyince Hastafendinin aklına bu anısı gelmişti.
Bir de yankesicinin “ben büyüyünce restimi çekip tek
çalıştım. Ama bu sefer beni tanıyan aynasızlardan baş alamayınca beni
aynasızların tanımadığı küçük şehir ve kasabalara gittim” dediğini ve bu arada
onun Burdur Yeşilova’dan olduğunu öğrenince “sizin pazar Perşembe günü çok
kalabalık olur. Ben oraya çok gelip iş yaptım” deyince çok şaşırdığını
hatırlamıştı.
Hastafendinin aklından bunları geçirirken, dayı
çayını bitirmişti.
Dayı onun dalgınlaştığını görünce “ne o yeğen yine
daldın” deyince o “hiç dayı aklıma bir şey geldi de” diye cevap verdi.
Aklında dayının anlattıklarından kalan sorular vardı.
Birincisi ‘Bağdat Caddesinde inşaatlar yasaklandıysa
Remzi usta o inşaatlara nasıl devam etmişti? İkincisi hep Remzi ustayla mı
çalışmıştı? Üçüncüsü Fikirtepe’ye üşüşen baykuşlar kimdi? Onlarla ilgili
yaşadığı sıkıntılar neydi?’
Bunları sordu…
Dayı güldü. “Bravo gözünden bir şey kaçmıyor” dedi.
Ve anlatmaya başladı.
Doğru o yıl Bağdat Caddesinde inşaat yasaklanmıştı.
Ama Remzi ustanın inşaatını yaptığı yerin sahibi Kadıköy’de Vatan Cephesini
kurmuştu. “Bilirsin DP zamanında bir Vatan Cephesi vardı” dedi. Bu cephe elli
sekizlerde kurulmuştu. DP ye taraftar kaydediyormuş. O inşaatın sahibi
iktidardan torpilli olduğu için inşaatı devam etmiş.
Remzi usta o inşaatı bitirince o adam sayesinde başka
semtlerden çok iş almış. Dayı Altmış yedinin sonuna kadar Remzi ustayla devam
etmiş. Sonra kendi ekibiyle taşeronluk yapmaya başladıysa da Remzi Usta
ölünceye kadar ondan hiç kopmamış.
Fikirtepe’de yaşanan sıkıntılara gelince dayı “onu
anlatması uzun sürecek. Sonra denk gelirse anlatırım” dedi.
Kolundaki saate baktı “oo! vakit epey olmuş lafa
daldırınca fark etmedik. Başta da dedim ya benim hanım hasta. Hem merak da
etmiştir. Ben gideyim. İstersen sonra yine burada buluşuruz laflarız” dedi.
Hastafendi; “olur dayı ben sana telefonu vereyim. Sen
de bana ver. Birbirimizi arar müsait olursak buluşur laflarız; ben seni çok
sevdim, çok da şey öğrendim” dedi.
Dayı telefon numarasını verirken “estağfurullah
yeğen… Sen de beni aldın geçmişime savurdun, o günleri yeniden yaşattın. Ben de
bundan çok mutlu oldum” diye cevap verip ayağa kalktı.
Bu arada birbirine telefon numaralarını vermişlerdi.
Dayı garsonu çağırıp çay paralarını vermek isteyince
Hastafendi “şimdi olmadı dayı. Sen benim üstüme geldin. Yani benim
misafirimsin” deyince dayı güldü “öyle olsun, bir dahaki sefere ben ısmarlarım.
Hadi şimdi hoşça kal” dedi.
Hastafendi dayıyı bu şekilde yolcu edip yerine
oturduğu sırada telefonu çaldı. Arayan eşiydi. “Sabah erkenden tek başına
nereye gittin öyle?” diye sanki hesap soruyordu. Hastafendi eşine ifade
verirken aklı hala dayının anlattıklarındaydı…. Vakit öğleye yakındı.
Telefondaki eşine “Erkenden hava almak için çıktım. Şimdi in çık eve gelmem zor
olacak. Sen kahvaltını yap gel” dedi. Eşi “sen kahvaltı yapmadın, ilaçların
vardı” deyince de “sen onları da al gel. Ben burada simit yedim” deyip onu ikna
ettikten sonra bir çay daha söyledi.
Aklı dayıda gözü karşı sahildeydi. Bu sırada çayı da
gelmişti.
Karşıya bakarken aklına yıllar önce İstanbul'a ilk
gelişi geldi.
1964 yılıydı. On dört yaşındaydı. Dayısı onu kuleli
ve bahriye lisesi sınavına getirmişti.
Sirkeci’de bir otelde kalmışlardı. Otel’in adı
Isparta Burdur Oteliydi. O sıralar özellikle Sirkecide Anadolu’dan gelenlerin
kaldığı sürüyle otel vardı. Her birinin ismi bir şehir ismiydi. Yanında bir
arkadaşı daha vardı. Babası oğlunu dayıma emanet etmişti. İlk günler dayısıyla
birlikte kuleli sınavlarına gittiler. Tabi vapurla. O sıralar farklıydı.
‘Yandan çarklı’ dediklerinden…
Bu arada bu tarafa geçince veya Avrupa yakasında dayısı
onları bir iki kere plaja götürmüştü. Hastafendi hayatında ilk kez deniz
kenarında plaja o sıralar gitmiş; plajda özellikle yaşlı kadınların mayo ile
denizi girmesine çok şaşırmıştı.
Bunlar aklına geldi…
Heybeliada’daki bahriye lisesi sınavlarına yine
dayısıyla gittiler. İkinci sınavdan önce dayısı ona “siz kendiniz
gidebilirmisiniz?” diye sordu. Hastafendi bu soruya sevinerek “tabi dayı
gideriz” diye cevap verdi. O sıralar kaçamak sigar içiyordu. Dayısı yanlarında
olmadan arkadaşıyla büyükler gibi kendi başlarına gitmek onu çok
heyecanlandırmıştı.
Bunları hatırladı…
Sabah dayısı onları vapura bindirirken “kayıp olmayın
ha” diye de tembih etmeyi ihmal etmemişti.
O vapuru hatırladı. Yıllar sonra Sezen’in “lüks
kamaralarda kimler oturur” şarkısı onu hep o vapur yolculuğunu hatırlatırdı.
Çünkü o gün vapura binince yukarı çıkıp bir bölmeden geçtikten tenha olan bir
yere oturmuşlar, garsona da iki çay söylemişlerdi. Çayları beklerken biletçi
gelip biletlerini sormuş; biletlerini görünce “bu biletler aşağı için. Burası
lüks kamara” demişti. Hastafendi bozulan keyiflere canı sıkılıp biletçiye
“bilmiyorduk abi” diye cevap vermişti.
Sanırım biletçi onarın üzüldüklerini fark edip “fark
öderseniz burada oturabilirsiniz” deyince Hastafendi hemen farkı ödeyip ilave
biletleri almıştı.
Annesi babasından ayrı ona epey harçlık vermişti. O
da yeri geldi mi harcıyordu. Bu özelliği yıllardır devam ediyor.
Bunlar aklına gelince bütün yaşamı sanki film şeridi
gibi gözünün önünden akıp gitti.
Garson boşu alırken su söyledi. Sanırım çok ilaç kullanması bu kuruluğu yapıyor, günde en az iki litre içiyordu.
Garson suyu bırakıp gitti. Hastafendi suyu içerken
aklına Çoban Ali dayı geldi.
O Hastafendiyi böyle şişeden içerken görünce “sen de
gavallamayı seviyon her hal” demişti.
Ali dayı adı gibi çobandı. Tabi eskiden. Onu geçmişte
kaldığı hastane koğuşundan tanımıştı.
Çocukluktan başlayıp askerden sonra da devam eden bir
çobanlık hayatı…
Köyün üstünde ağılı varmış. “Epey de goyunum varıdı.
Nedcen buba mesleği… Emme heç şıkatcı değilin. Çobanlık peygamber mesleği… Hem
geçimi de goley. Dağ yerinde dakım elbise giyecek değilsin ya. Evde ne varısa
‘yırtık pırtık’ onu giyesin. Gışın acık zor oluyo emme. Kepinek sağ olsun.
Adamı ıscacık duta. Sonracım elektirk, su, telefon parası yok. Vesayite para
vermeyon. Sonracım yiyeceni, içeceni kendin çıkarıyon. En iyisi de temiz hava.
Yanim sağlıklı” deyince o dayanamayıp “valla Ali dayı öyle bir anlattın ki;
bana keşke çoban olsaydım dedirttin” demişti. Ama Ali dayı yine anlamamış,
oğluna bakmıştı.
O da babasının kulağına “abi çobalığı çok sevmiş.
Keşke ben de çoban oleydim deyo” diye açıklayınca Ali dayı gevrek gevrek gülmüş
“sağ olsun. Emme o iş öyle çok goley değil. Hem şindilede dağda bayırda ot
galmayıncek çok zoraldı” demişti.
Çobanlığa askerden gelince de devam etmiş…
“Emme garıyla tek durmeyoz ki. Çocukla pıtı pıtır
gelmiye başladı” dedikten sonra yanındaki oğluna bakıp “bu dördüncü. Bu
doğuncek aldı bene bi tasa. Hadi ben şindiye gadar idare eddim. Ya bunla ne
yiyecek içecek? Olup olacağı köyde bi ev, birez de goyun var. ‘Onlar bunlara ne
yeticek?’ dedim. Irahatımı bozdum. Garıya ‘garı şehre gidiyoz. Bu çocukla burda
aç galıcek valla. Onlara orda bir iş güç sahabı yapalım’ dedim. Garı da ‘eh’
deyincek; biz göçü sardık daldık şehre. Hana yüzme bilmiden denize dalar gibi. ‘Ya yüzücen ya
hep barabar boğulup ölcez. Başka çare göremedim” derken Hastafendi onun yüz
ifadesine baktı.
İçinden ‘bu yaşlı buruşuk bir yüzdeki kararlılık…
Sanırım bu yaşa gelip çoluğu çocuğu iş güç sahibi yapıp, çoluk çocuğa
karışmalarını sağlaması bu kararlılıkla olmuştur’ diye geçirdi.
Hastafendinin yüzüne dikkatli baktığını görünce “ne
bakıyon? Şaşırdın demi? Eee hayat böyle. Herkesin bi hayatı var. Kimbilir kim
ne yaşıyo? Kimse bilimez” dedi.
Hastafendinin edindiği dostlar uzun zamandır hep Ali
dayı gibi hastane dostlarıydı. O hastaneleri kendisi için bir yaşam biçimi
kabul ettiğinden tedavi süresinde tanıdığı oda arkadaşlarını, tedavisinde
yardımcı olan doktor hemşire ve hizmetlileri ailesinden, kendine çok yakın
görürdü.
Özellikle üniversite ve araştırma hastanesindeki tıp
ve meslek okulu öğrencilerini çok sevmiş, onların birer öğrenci olduğunu ve
öğrenmeleri için uygulama yapmaları gerektiğini düşünerek kendine istemeden
zaman zaman verdikleri sıkıntıyı hiç abartmadan onlara moral hocalığı yapmayı,
yapılan yanlışlıklar için üzülüp kusura bakmayın diye özür dileyen öğrencilere
“canınızı sıkmayın çocuklar. Siz böyle yanıla yanıla yanılmamasını
öğreneceksiniz, amcanız acılara alışkındır” diye espriyle karşılık onları
teselli etmeyi sanki görev bilir; onlar da ona hep saygı ve sevgiyle
yaklaşırdı.
Bunları aklından geçirirken Ali dayının “evi
göçerdim. Heç yüzme bilmiden denize dalar gibi, boğulcen mi demiden daldım
şehrin göbeğine; çünküm mecbur galdım. Çocukla peş peşe gelincek mecbur galdım”
deyişini hatırladı.
Çoban Ali dayı çok ilginç bir kişilikti. Yaşı sekseni
epey geçiyor, ama bir genç kadar enerjik, hayata, yaşama duyarlıydı.
Geldiğinin ilk günleriydi. Daha yeni yeni
tanışıyorlardı. Dayı yaşı gereği çok az duyuyordu. Oğlu ikisi
arasında tercüman gibiydi. O sıralar laf arasında hoş beş ederken hastalık falan
konuşulduğunda Hastafendi “gençlikte de epey sıkıntı çektik tabi. Onun da
izleri var” dediğinde dayının oğlu “ne deyo” diye soran babasına “bu da senin
gibi siyasetçiymiş” demişti.
Sonra babası için “abi babam burda çalışırken çok işe
girdi çıktı. Siyasete de meraklıdır. Hiç okuma yazma bilmez amma hızlı
siyasetçidir” deyince şaşırmış “Nasıl?” demişti.
İhtiyar onun sorusunu anlamış gülümseyerek “zamanımız
var nasılosa anladırın” demiş, eğilerek “Paris’de ne garar çıktı?” diye sormuştu.
Hastafendi anlamayınca dayının oğlu “bubam Ermeni
meselesini soruyo” deyince temelli afallamıştı. Nasıl afallamasın ki? Yaşı
sekseni çoktan geçmiş bir ihtiyar. Hastaneye yatmış. Okuma yazma bilmiyor.
Paris parlementosunun kararını merak ediyor. “Dayı benim de haberim yok. Yalnız
o işde bence Ermeniler az haklı gibi” diye cevap verişini anlamayıp; ‘ne diyor’
diye sorar gibi bakınca oğlu babasının kulağına eğilip “abi bilmiyomuş. O işde
Ermenile azıcık haklı diyo” demişti.
Bunlar aklına geldi. İhtiyarın “anlıyorum” der gibi
başını sallayışı gözünün önünde belirdi.
Sohbet öyle başlamıştı…
Dayı ona “hep o puşt Amerikanın işi” demiş, ABD’nin
bölgeyi karıştırdığını söylemiş; Arap baharı diye bir fırıldak çıkardığını
Arapları temelli “patenti” alacağını, Libya’da Kaddafi’ye buyur buyur edip
şehirlerinde çadır kurdururken, işlerine gelmeyince “depesine” bindiklerini
söylemişti.
Sonra Irak ve İran’ın yedi yıl süren savaş için “hep
Amerikan’ın, İngiliz’in barmağı var” demiş. “Bi ona bi ona silah satıp
duduşdurdula, sona henk baktıla. Saddam Amerikanın adamıydı, Kuveyte önce gir
dedi, sona neyi girdin dedi. Bişelere bahane edip depesine bindi. Bu araplada
incir çekirdene gatıcek akıl yok. Amerika, İngiliz bunların petrole gözünü dikmiş,
bu dangılagları hep gullanıyo. Osmanlı zamanında gandırıp bizi arkadan
vurdurdula” diye anlattıkça Hastafendi şaşkın öyle dinliyordu.
Bunlar aklına geldi…
Gerçekten çok ilginçti… Seksenini çoktan geçmiş okuma
yazma bilmeyen bir adam bunları söylemişti.
Sonra “şindi sıra bizi geldi. Bizim de durum kötü. Bu
Kürtlee bizim başımıza bela olucek” dediğinde Hastafendi “nasıl bela olacak?”
deyince oğluna dönmüştü.
O da kulağına eğilip “nasıl diyo” dediğinde ihtiyar
“nasıl olcek, her gün bi şehit, her gün bi şehit. Olmaz böyle. Depelene
binicen” diye cevap vermişti.
Bunlar notlarında da vardı. O notlara defalarca
bakmıştı. Çünkü gerçekten ilginç notları vardı.
Bu da onlardan biriydi.
Hastafendi bunları hatırlamıştı. O sıra dayıya “iyi
dayı da biz de onlara çok eziyet etmişiz. Adamların dilini yasaklamışız. Adını
yasaklamışız. Hep baskı altına almışız” dediğinde Ali dayı buna katılmadığını
söylemiş “neleri esik. Her şe oluyola. Cumhurbaşkanı bile oluyola. Özal Kürt
demiydi?” demişti.
Hastafendi ihtiyarın bu yaşta bu tepkilerine şaşırmış
“ama dayı şimdi bir adamın ana dilini yasaklıyorsun. Sen Kürt değil Türksün
diyorsun. Şimdi bize Amerika, Yunan gelse sen Türkçe konuşmayacaksın. Ben seni
Amerikan, Yunan, Alman yapacağım dese; yani bize böyle dese olur mu?. Camiye
gitmeyecek Kiliseye gideceksin dese olur mu? Adın Ali değil de Joni olcek, Hans
olcek ne bileyim Yorgo olcek dese olur mu?” deyince dayı “olmaz tabi. İyi emme
nasıl olcek? Onla biyana biz yana çekiyoz. Hep böle depişip birbirimizi mi
öldürcez?” diye sormuştu. O da “yok dayı niye depişip, savaşacağız. Baya bir
olacağız. Herkes neyse ol olacak. Kürtse Kürt Türkse Türk. Kardeş kardeş
yaşayıp gideceğiz” deyince dayının yüzü aydınlanıvermiş “olur mu, nasıl olcek
bu iş?” diye sormuştu.
Hastafendi de “Sen deminden beri ‘Amerika
karıştırıyor’ deyip durdun. Bu işin arkasında da o var. Silah tüccarları,
kaçakçılar var. Türkiye'nin hep içi karışsın biz de onu istediğimiz gibi
kullanalım diyenler var. Burada bu oyuna gelen politikacılar var” demişti. Ali
dayı “PKK nolcek? O orda hep başımıza bela mı olcek? “deyince Hastafendi “Olur
mu? Dayı. Biz Kürtlerle barışırsak PKK’nın ne hükmü kalır? O zaman; yani Kürt
ve Türk Halkı birbirini anlar barış içinde yaşamayı seçerse kim ne yapabilir
ki?” demişti. Bunun üzerine Ali dayı “doğru” der gibi başını sallamış “peki bu
dediklen olcek mi?” demişti. O da “olacak tabi. Önce bir şeye inanacaksın, ondan
sonra olsun diye uğraşacaksın” deyince Ali dayı ellerini açıp “işallah”
demişti.
Onlar böyle konuşurken Ali dayının oğlu arada bir
dışarı koridora çıkıp geliyordu. En son Kürt lafı ederken o da söze girmiş “abi
sen babama bakma. Bu öyle der de Kürtlere çok sever. Bunun Kürt eşkiyası bile
vardı” deyince ihtiyar anlamamış “ne diyor?” diye Hastafendiye bakmıştı. O sıra
oğlu “Nasip diyorum, Nasip. Hani senin eşkıya varımış ya, onu diyorum” deyince
İhtiyar gülmüş oğluna “zevzek sende; şindi bunun yeri mi bu?” derken, sanırım
anlatmak zorunda kalmıştı.
Hastafendi bunları hatırladı…
Gerçekten Çoban Ali dayının hayatı çok ilginçti.
İlerde yeri gelirse yazarım. Özellikle o (oğlunun babamın Kürt arkadaşı vardı
dediği) Kürt arkadaşıyla yaşadıkları aynı film gibiydi. Bunlar aklına gelmişti.
Aklına trende ‘elinde tahta bavulu ve yolluk
çıkısıyla taşı toprağı altın denen İstanbul'a doğru gelen’ Temur Efendi geldi.
Onun kompartımanda karşısında ‘çok bilmiş tavırla’
oturan adam, o sırada kompartımanda aynı Temur efendinin endişeleri ve umuduyla
İstanbul'a giden insanlar, daha önce İstanbul'a gelmiş olan; söylediğine göre
anasının cenazesine gelen ve kompartımandakilere ‘ballandıra ballandıra’
İstanbul'u, oradaki inşaatları, iş olanaklarını anlatan ‘kurnaz’ tipli adam
aklına geldi. İçinden “herhalde o iki adam da Kastamonulu dayının anlattığına
göre işçi simsarıydı” diye geçirdi. Onu ‘ağızları açık’ dinleyen köylüleri
düşündü.
Hepsi de tıpkı ‘Temur Efendi gibi, Kastamonulu dayı
gibi veya Çoban Ali dayı gibi’ bir umutla iş ekmek yolculuğuna çıkmışlardı. Bu
insanların hepsi gittikleri yerde başlarına ne geleceğini bilmeden, bunu
umursamadan bir umut yolculuğuna çıkmışlardı. Bunların ‘kim bilir?’ ne öyküleri
vardı?
Tıpkı altmışların başında başta Almanya olmak üzere
yurt dışına çalışmaya gidenler gibi.
Onlar da her türlü zorluğu, hatta aşağılanmayı bile
kabul edip çıkmışlardı gurbet yollarına.
Eskiden “kapının ardı” deyip bir köy öteye gelin
verdikleri kızlarına hasret ağıtları düzen Anadolu insanı; şimdi bırakın
‘kapının ardını’ dağların ardını bile aşıp nice memleketlerin ötesine gurbet
yollarına düşmüşlerdi.
Yanık yanık söylenen her gurbet türküsü aslında bir
ayrılığın, bir kavuşmamanın dile gelmesiydi.
Bu gurbet yollarında karşılaştıklarını ‘aşağılanma’
diye tanımlamamı sakın abartma sanmayın.
Birçoğunuz unuttu belki; ama ne ben ne Hastafendi o
yıllardaki yaşanmışlıkları hiç unutmamıştık. Bizim de aynı şeyleri yaşadığımız
için değil tabi; bilmemiz, unutmamamız. Hastafendiyi beni bu öykü yolculuğuna
çıkaran; hiç yaşamayıp sadece duyduğumuz, okuduğumuz bu yaşanmışlıkların farkına
varıp unutmamamızdı.
Neyse konumuz o değil zaten; ‘Taşı toprağı altın’
deyip İstanbul yollarına düşen, ‘sırtından kepeneği atıp, kara sabanı bir
köşeye dayadıktan sonra fersah fersah uzaklara; hiç bilmedikleri ülkelere umut
yolculuğuna çıkanların yaşadıklarının destansı öyküleriydi bizim farkına
vararak anlamaya çalıştığımız.
Çünkü o öyküler ‘adeta’ Anadolu’nun, Anadolu insanın
destanıydı. O öyküleri bilmeden, öğrenmeden, anlamadan insanımızı daha doğrusu
içinde yaşadığımız toplum içinde kendimizi anlamamızın olanağı yoktur.
Ancak o öykülerin gizemli yolculuğunda gezinerek fark
ederiz yaşamın gerçeklerini.
Bu kaygılarla bakınca göç yollarına; yurt dışı göçünde
ilk fark edilen o yıllarda İstanbul'a kurulan modern köle pazarlarıdır. Bu
tanımı abartı sanmayın. Tıpkı çağlar öncesi siyah insanın, savaş sırasında esir
edilenlerin satılmak için çıktıkları köle pazarlarında olduğu gibi; ekmek, iş
umudu için yurt dışına gitmek için başvuranlar da her işlemi bitirdikten sonra
onları götürmek için gelen işveren temsilcilerinin karşısına çıkarılıyordu.
Filmlerde gördüğümüz veya okuduğumuz kitaplarda eski
köle tüccarlarının satılan veya satın alınan kölenin dişinden bütün bedenine;
hatta cinsel organlarına kadar kontrol edip en sağlıklılarını seçip satın aldığı
gibi; yurt dışına götürülecek işçiler de aynı muayene ve kontrolden geçirilip;
sonunda en sağlıklıları ‘götürülmek üzere’ seçiliyordu.
Ve on insanlar ‘Kürt Türk Arap fark etmez’ aynı
kaderi paylaşarak gittikleri o gurbet ellerde en yakın birbirini görüp birbiriyle
evleniyor akrabalıklar, iş ortaklıkları kuruyor veya aynı iş yerlerinde aynı
mekanlarda dost, arkadaş oluyorlardı.
Tıpkı az önce giden dayının anlattığı Laz Necati usta
ile dadaş Muhittin’in, Kürt Ahmet’in ve Kürt Nizam’ın arasında oluşan samimiyet,
Gümüşhaneli Necati Ustanın Giritli bir kızla evlenip kızını bir laza verirken
küçük oğlunu Arnavut kızla evlendirmesi, Kastamonulu dayının Giritli bir kızla
evlenmesi gibi.
Ve hepsinin gönlünde kafasında memleket hasreti; daha
doğrusu doğup büyüdükleri çocukluğunu geçtiği, ana babasının hısım akrabasının
yaşadığı, geçmişlerinin gömülü olduğu mezarlıklarda yatanlar vardı.
Bu öyle bir hasrettir ki; insana memleketinin
mezarlıklarını bile özletirdi. Ve o insanların hemen hepsinin son dileği kendi
toprağı olan mezarlara gömülmek olurdu. Temur efendinin, dayının çocuklarına
“beni köyüme gömün” isteği işte bu hasreti anlatır.
Ancak yıllar geçtikçe sonraki kuşaklara bakınca
insanların köyüne, köyünün toprağına, hısım akrabasına, yıllar önceden kurulan
dostluk ve arkadaşlıklara yabacılaşması başladı. Yabancılaşmanın ötesinde
ayrışma düşmanlıklar başladı. Artık kimse kimseyi eskisi gibi görüp kabul
etmiyor.
Ve o insanların; bir umutla bir yerlere göçen,
oralarda birbiriyle arkadaşlık, hısımlık hatta iş ortaklığı kuran ve şimdilerde
çoğu temelli göçüp gitmiş o insanların ne ölüsünün ne de dirisinin bugün
yaşananları kavradığını, kavrayacağını veya anlayacağını hiç zannetmiyorum.
Eğer o insanlar bugün hala yaşıyor ve sözü dinleniyor
olsaydı eğer; eminim bugün yaşadığımız düşmanlıkları hiç yaşamadan var olan
sorunları konuşarak halledebilirdik.
Çünkü bana göre bugün yaşadığımız her ne varsa; hemen
hepsi bizim kendimize kendi gerçekliğimize giderek yabancılaşmamız hemen her
yerde hep ‘beni’ öne çıkarmamızdır. Yani ben öyle düşünüyorum.
Siz şimdi “öykü yolcuğunda bunların ne alemi var?
Bunların yeri mi burası?” diye tepki göstereceksiniz. Ama bana göre insanı,
yaşadığımız toplumu anlayabilmenin yolu insan öykülerinden gizlidir. Çünkü
öyküler o insanların yaşamının her alanına dokunarak oluşur. En azından biz
öykü anlatılarımızda bunu yapmaya çalışıyoruz.
Sadece bizim yazdıklarımıza değil; diğer
yaşanmışlıklarda gezinen öykülere bakarsak; oralarda da insan ve toplumun
özelliklerinin ustaca işlendiğini görürsünüz.
Örneğin Yaşar Kemal. Onun “Bir Bulut Kaynıyordu”
başlıklı Anadolu'daki insanları anlatan röportajlar veya romanları var.
Gezinirseniz o kitaplarda bu öykü yolculuğunda anlatılmaya çalışılanların çok
daha özgün anlatımlarını görüp, okursunuz.
Ben bu gevezelikleri düşünürken Hastafendi yine dalıp
gitti…
Yıllar önce hiç Türkçe bilmeyen Alevi bir Kürt kızına
duyduğu büyük sevgi, anasının ‘sanırım onu çok sevdiği için’ o kızı gelin
olarak kabul etmeye ‘evet’ demesi, kızın köyüne onunla evlenmek istediğini söylemeye
gidişi; o sırada kızın ani ölümünü öğrenip yaşadığı büyük acı aklına geldi.
Yıllar ne acıları, ne sevgileri tüketip bir dozer
gibi insanın ömrünü tüketip gidiyordu.
Onca yaşanmışlıklardan sonra sevmek değil de onun
ötesinde farklı bir ilgi duyduğu eşi ve tabi iki kızı onların sevgisi aklına
gelince içinden “yaşam galiba böyle bir şey… Acısıyla mutluluğuyla kabullenme”
diye geçirdi.
Bu sırada telefonu çaldı. ‘Arayan kim?’ diye bakınca
eşinin aradığını görüp telefonu kapattı. Sonra kendi onu aradı. Hep böyle
yapardı. Yalnız eşinin değil kızları arayınca (konturları yoktur veya azdır
diye) onların da telefonu kapatıp o arardı. O sıra eşi telefonun öbür
ucundan ‘geldiğini söylüyor’ onu nerede
bulacağını soruyordu.
Bulunduğu yeri tarif edip kalktı. Çünkü eşi onu orada
oturduğunu görünce kesin ‘ay burası çok pahalı. Yine pahalı yere oturmuşsun’
diye fırça atardı.
O eşinin bu tatlı ve iktisat içeren fırçalarına
alışmıştı; ama yine de fırça yememek için dikkat ederdi. Şimdi de o düşünceyle
çay paralarını ödeyip dışarı çıktı.
O sırada karşıdan eşi gözükmüştü. Elinde bir torba ve
su şişesi vardı.
“Ay burada mı oturdun. Pahalıdır burası. Evde çay
içmezsin, gelip böyle pahalı yerlerde içersin” diye söylenmeye başlamıştı. Onun
bir şey demesine fırsat vermeden “gel ilerideki banklara oturalım” dedi.
Hastafendi de mecbur kabul etti tabi.
İçinden “kabullenme bu işte” deyip eşinin peşi sıra
yürüdü…
Sabah dayı ile oturduğu bank boştu. Oraya oturdular.
Eşi torbadan peçeteye sarılı bir şey çıkardı “sen simit yedim dedin, ama ben
yine de sana tost yaptım. Hem de sevdiğin gibi kaşarlı. Çok ilaç içiyorsun.
Dokunur sonra” derken Hastafendi eşinin kendine zaman zaman farklı gelen bu
davranışlarına bakarken tostu aldı “çok sağ ol hayatım” deyip kaşarlı tostu
ısırdı.
Bazı anlar vardır. O sırada o insan nerede kiminle
bulunuyor olursa olsun, ne konuşuyorlarsa konuşuyor olsunlar; bir koku, bir ses
veya bir görüntünün etkisiyle o insanın aklı bir gezintiye çıkar.
Bu gezintide mekan, zaman ve görüntüler iç içe geçer.
Yani o kişinin aklı o gezintide aynı anda çok farklı zaman ve mekanda çok
farklı insanlarla buluşur. Ama bunu o fark etse bile birlikte sohbet ettiği
kişi ve kişiler pek fark etmez. Fark etse bile fark ettiği an kısa bir andır ve
tepkisi “ne o daldın ya?” olur.
Halbuki o kişi karşındakinin belki fark edebildiği
veya hiç fark etmediği anda belki sayfalar dolusu anlatabileceği geçmişinde
yaşadıklarını tekrar yaşayıp gelmiştir. Ve o an zamana bakılarak izlense, yani
kronometre tutulsa belki bir saniyeden bile çok kısa bir andır. Tıpkı
hastafendinin kaşarlı tosttan bir lokma alıp eşinin uzattığı şişeden bir yudum
su aldığı sırada aklının çıktığı gezintide hatırladıkları gibi.
Hastafendi kaşarlı tosttan ısırıp, eşinin uzattığı
sudan bir yudum almış, eşinin gelirken yaşadığı ilginçliği anlatışını
dinliyordu.
O sıra gözü karşı sahile; yeni kapının bulunduğu yeri
tahmin etmeye çalışırken aklı bir anda yetmiş iki yılına gitmişti.
Karşıda Yeni Kapı sahilinde o yıl bir gece bir gurup
arkadaşıyla o yıllar denizin içine doğru uzanan kayaların üzerinde bir yandan
ellerindeki ekmek arası salamı ısırırken bir yandan şarap galonundan bardaklara
koydukları şarabı içiyorlardı.
Yanlarında iki galon İzmir şarabı vardı.
Hatırladığına göre o sıralar İzmir şarabı üç buçuk kiloluk cam şişelerde
satılıyordu. Buna galon diyorlardı.
İşte o gece birinci galon bitmiş, ikinci galon da
yarılanmıştı.
Herkes çakırkeyifti…
O sırada sesi güzel arkadaş “biz her gece Heybelide
mehtaba çıkardık” diye bir şarkıyı söylüyor diğerleri koro halinde ona
katlıyordu.
Hastafendi o sıra o kızla arkadaşlarından ayrılmış,
az ötede kayanın kenarına oturmuştu.
O kızdan hoşlanıyordu; ama bunu uzun zamandır
söyleyememişti.
İşte o gece birlikte kafalar çakır keyif,
arkadaşlarının hemen ilerisinde kayanın kenarına oturdukları sırada
birbirlerine yakınlaşmışlar ve o sırada kıza ondan hoşlandığını söylemiş, o da
olumlu tepki verince onu öpmüştü.
Hastafendinin aklı orada gezinirken birden oradan
yıllar sonrasına yetmiş sekize kaymıştı. O sıra grevde oldukları iş yerinin
bahçesinde gece grev çadırının önüne yaktıkları grev ateşinin etrafına
toplaşmış sohbet ediyorlardı. Ama Hastafendinin aklı o sıra fırıl fırıl
fabrikanın etrafında nöbete çıkardıkları ve grev ateşinin uzağındaki
işçilerdeydi.
Çünkü grev çok zor koşullarda devam ediyor, işveren
de satın aldığı bir iki işçiyle (bunu sonradan işveren de itiraf etmişti) grevi
kırmaya çalışıyordu. Daha doğrusu böyle bir söylenti olduğu için tedirgindi.
İşte o sıra grev çadırının önündeki ateşin etrafında
toplaşmış sohbet sırasında, Hastafendi tedirgin yandan etrafı süzerken gözü
çadırın hemen yanında karanlıkta Nuri’nin Muhlise’nin elini tuttuğunu fark
etti. Tabi tedirgin oldu. Çünkü kız feryat edebilir, diğer işçiler buna tepki
gösterebilirdi.
Ama bunların hiç birisi olmamış, Muhlise de Nuri’ye
sokulmuştu.
Ertesi gün Nuri’ye bu durumu sorunca onun yüzü
kızarmıştı. Çünkü sarışın beyaz yüzlü bir çocuktu. Göçmendi. Muhlise de
göçmendi.
Aylardır aynı iş yerinde çalışmışlar, ama tıpkı
Hastafendinin o gece şarap içerken arkadaşlarından az ileride kıza sevdiğini
söyleyip, öptüğü fırsat gibi Nuri’de o gece o saat Muhlise’ye sevdiğini söyleme
fırsatı bulmuştu.
Bunu Hastafendiye anlatırken o arkadaşlarla şarap
içtiği geceyi hatırlayıp tedirginlikle Nuri’ye
“inşallah kızı öpmeye kalkmamışsındır. Yoksa bunu kızın ablasına zor
anlatırız dediğinde (çünkü Muhlise’nin ablası Feride de o sırada grev ateşinin
etrafında oturan kadınlar arasındaydı) Nuri’nin yüzü daha kızarmış “yok be ya
başkan. Bende kızı üpücek yürek mi var be ya? Elini bile zor tuttum” demişti.
İşte Hastafendi eşinin getirdiği tostu ısırıp,
uzattığı şişeden bir yudum su içtiği sırada aklı bu gezintiye çıkıp dönmüştü.
Hastafendiye kendine “sen çok ilaç içiyorsun. Bir
simit olmaz dedim, Sevdiğin kaşarlı tostu yaptım” deyip tostu uzatan eşine
ihanet etmiş gibi içinde bir duygu belirmişti. Bu duyguyla ‘sanki özür diler
gibi’ eşinin elini tutup sıktı.
Eşi onun bu aniden elini tutup sıkmasından bir şey
anlamamış öyle şaşkın bakıyordu.
Çünkü Hastafendinin ‘hem de ulu orta’ böyle eşinin
elini tutup sıkmasını eşi hiç yaşamamış, o yüzden çok şaşırmış Hastafendiye ‘bu
da nereden icap etti der gibi’ bakıyordu. Hastafendinin eşinin kendine şaşkın
baktığını görünce bir açıklama yapmak zorunda kaldı ve eşine “tost için çok teşekkür
ederim” dedi; bu sırada eşinin yüzünde çocuksu mutlu bir gülümseme oluşmuştu.
İşte böyle Hastafendinin tostu ısırdığı sırada yıllar
öncesinde iki yaşanmışlığı gezinip gelen aklı eşinin bile fark etmediği zaman
aralığında yaşadığı iki öyküyü hatırladığı gibi; bu öykü yolculuğunda anlatılan
öykülerde zamandan ve mekandan bağımsız akıp gidiyor.
Zaten bu öykü yolculuğuna çıkarken de Kelile Dimne
örneğini verirken açıkladığımız gibi bu yolculuk süresince her türlü zaman ve
mekandan bağımsız hepsini içine alarak insanlarda onların kimi
yaşanmışlıklarında gezinip, onlara kendi öykülerinde de gezindirmeyi
amaçladığımızı yazmıştık.
Hastafendinin o mekan ve zamandan bağımsız
yaşanmışlıkları gibi bu yolculuğa katılanlar ve bu öyküyü okuyanların da
‘kimbilir?’ hangi yaşanmışlıkları vardır.
Onlara bunu hatırlatmak için Hastafendinin eşinin
getirdiği tostu ısırıp, uzattığı şişeden bir yudum su içtiği sırada aklının
çıktığı gezintiyi anlattım.
Zaten yaşam da böyle bir şeydir. Zamanda ve mekandan
bağımsız bir seyir izler. Öyle ki; kişi yaşadığı anları geriye dönük
hatırladığında onca zaman içinde geçmiş sandıkları bir saniyeden de küçük zaman
içinde bir anda akıp gider.
Kişi çok yıllar yaşadığını düşünür veya zanneder; ama
o çok yıllar yaşadığı aslında öyle çok zamanı değil, çok kısa anları içerir.
Kişiye çok uzun gelen de o yaşam süresindeki
mutlulukları değil; çabaları, üzüntüleri, çektiği sıkıntılardır. Zamanı uzatan çoklaştıran asıl onlardır.
Bu yazdıklarımı kişi kendi yaşamına uyarladığında
görecektir ki onun yaşamı da okuduğu, duyduğu veya hatırladığı öykülerde her
türlü zaman ve mekandan bağımsız çok kısa bir andır.
Tıpkı Temur efendi gibi…
Tıpkı onun elinde tahta bavulla çıktığı yaşam
yolculuğundan tahta tabut içinde köyüne dönmek üzere olduğu zaman aralığında
onca yaşanmışlıkların, onca sıkıntıların hepsinin kızının “babam yıllar önce
bekar gelmiş İstanbul'a. Burada iş kurmuş. Dönmüş köyüne annemle evlenmiş. Biz
beş kardeş olmuşuz. Bizleri büyütmek için çok sıkıntı çekmiş. Tam rahata
ereceği sıra bundan sekiz yıl önce bu hastalığa yakalandı. Onu yaşatmak için
çok çabaladık. Şimdi buradayız” dediği ve bu kızının bu sözleri söylediği günün
ertesinde Hastafendinin izlediği gibi hayata “al bu senden aldığım son nefes,
bunu da sana geri veriyorum” der gibi son nefesini verdiği anda biten ve üç
dört cümleye sıkışan yaşam yolculuğu gibi.
Bu yazdıklarıma bakıp hemen ‘enseyi karartmayın’. Siz
yine yaşamı dolu dolu anlayarak, yaşayarak önünüzde çok zaman gibi gözüken o
sürenin (dönüp geriye baktığınızda size birkaç saniyenin altına sıkışıp
kalmayan, belki birkaç saniyeden fazla veya belki bir kaç dakikalık zaman
aralığını yaşatacak şekilde) içine birçok güzel yaşanmışlıkları katmak için
çabalayın.
Bunun için de öyle çok mekan veya zenginlikler
aramaya kalkmadan (Hastafendinin o kayanın gereltisinde yarattığı fırsatla
sevdiği kızı öptüğü veya Nuri’nin sevdiği kıza sevdiğini söylemek için o gece
grev çadırının arkasındaki karanlığı beklemesi gibi) fırsat yaratmak için
beklemeden kimi seviyorsanız ona sevdiğinizi hemen söyleyin.
Yıllarca bunu hiç belli etmeden yaşayıp aklına öptüğü
o kız gelince suçluluk duygusuyla veya gerçekten sevgiyle eşinin elini tutması
gibi sevgi göstermeyi geciktirdiyseniz; bu öyküyü okuduktan hemen sonra o
geciktirdiğiniz sevgiyi hemen gösterin.
Çünkü gerçekten Temur efendinin kızının üç dört
cümleyle anlattığı gibi çok kısa olan yaşamı dolu dolu yaşamak için fırsat
aramayın. Hemen her anı değerlendirip yaşayın.
Sınıf mücadelesi vermek veya demokratik tepki vermek
veya yaşamın kimi olumsuzluklarını yenmek için verdiğiniz, vereceğiniz mücadele
sizi yaşamı dolu dolu yaşamaktan alıkoymasın.
Aksine yaşamı anlayarak o süreci olabildiğince
mutlulukları doldurarak yaşamasını becerirsen eğer, insan olarak yaşam içinde
alman gereken onurlu duruşu daha bir keyifle, daha bir anlayarak gösterip
toplumsal yapı içinde sana düşen görevleri daha coşkulu ve güzel yerine
getirebilirsin.
Çünkü insan kendinin, kendi sevgisinin sevdasının,
yaşama ilgisinin farkındaysa eğer yaşamın diğer toplumsal alanlarına daha doğru
bir bakışla farkında olur.
Bakın etrafınıza; kim toplumsal sorumluluktan geri
duruyorsa, olması gereken yerde değil de onun aksi yerde duruyorsa; o insanın
veya insanların sevgi ve keyiften, sevdadan ve bunları yaşama veya ifade etme
sevincinden çok uzak yerde olduğunu göreceksiniz. Onların yaşamının etrafı
sevgiyi, sevmeyi inkar eden, güzelliklerin hiç farkında olmayan bir düşünce
zırhıyla çevrilidir. Buradan bakınca onların insanı veya insanları mutlu olarak
yaşatmaktan yana değil; öldürmekten ve yok etmeden yana olduğunu göreceksiniz.
Şehirlerin doğal ve tarihi dokusunu yok eden, yol vs.
bahanesiyle ağaçları ormanları yok eden; sevinç ve sevgiden uzak; mutlu yaşam
alanlarını yok etmek isteyenlerin; ya da insanlara işkence etmekten, öldürmekten
özel zevk alanların o insanlar olduğunu göreceksiniz.
Onun için; yaşamın kısa aralığında sen mutlu olmak
istiyorsan eğer; inadına birlikte olduğun veya hiç tanımadığın insanlarla
birlikte yaşamın güzelliklerinden yana var olan değerleri korumak, o değerlere yeni değerler katmak için çalış.
Ancak o zaman yaşadığınız süreyi hatırlayınca ‘belki
dakikalarca hatırlayıp’ yeniden yaşayacağınız mutlu yaşam öyküleriyle
doldurabilirsin.
Yoksa yaşadığınız da, yaşattığınız da göz açıp
kapayıncaya kadar geçen zaman aralığında kaybolup gidecek ve siz geriye dönüp
baktığınızda onca zaman geçti sandığınız zaman aralığında hiç yaşamadığınızı
fark edecek, belki onu bile fark etmeden yaşamdan gelip geçeceksiniz.
Hastafendi benzer duygular içinde tostunu bitirdi. Bu
sırada eşi de gelirken dolmuşta yaşadığı ilginçlikleri anlatıp bitirmişti.
Hastafendinin tostunun bittiğini görünce peçete
uzattı. Hastafendi peçete ile ağzını sildi. Eşinin getirdiği ilaçlarını alıp
elindeki su şişesindeki suyun takviyesiyle ilaçlarını yuttu.
Sonra eşine tekrar “çok teşekkür ederim hayatım. Tost
da güzel olmuş” dedi. Eşi “hadi istersen kalkalım ilerde geçen gün gittiğim
mağaza var; oraya gidelim. Sen mağazanın içinde otur. Ben içini biraz
dolaşayım” dedi.
Zaten son zamanlarda hep öyle oluyordu. Hastafendi
fazla yürüyemediği için eşiyle birlikte dolaşmaya çıkınca; önce ona oturacak
bir yer buluyorlar. O orada otururken eşi gittikleri yer neresiyse; o yerin
içini dolaşıp geliyordu.
Hele birlikte alış veriş merkezlerine giderlerse o
zaman oturacak yer bulması daha kolay oluyordu. Hem Hastafendi dolaşmış oluyor,
hem de ‘evde otur otur canı sıkılan eşi’ can sıkıntısını giderecek bir meşgale
buluyordu.
Onun için eşi öyle deyince Hastafendi ‘dünden razı’
“iyi olur; burada biraz sıkılmıştım” dedi. Aslında “sıkıldım dediğine”
inanmayın siz. Çünkü onun en mutlu olduğu anlar tek başına olduğu anlardı. O
anlar hiç canı sıkılmazdı.
Siz şimdi “etrafta o kadar kalabalık varken nasıl tek
başına olur ki insan?” diye biraz şaşıracaksınız. O dediğiniz normal, sıradan
insanlara göre. Hastafendi binlerce kalabalığın içinde bile, isterse tek başına
kalmayı becerirdi. Onun için eşi “sen orada bir yerde oturursun. Ben de
mağazayı dolaşırım” dediğinde içinden “yaşasın; ben de kaldığım yerden devam
ederim” dedi.
“Kaldığım yerden” dediği eşinin getirdiği tosttan bir
lokma ısırıp, şişeden bir yudum içtiği sırada aklının çıktığı gezintiydi.
Eşi mağazada reyon reyon gezinirken o da kendi başına
aklında istediği yeri gezebilecekti…
Bu düşünceyle kalktı eşinin koluna girdi. Birlikte
yavaş yavaş meydanı geçtikten sonra caddenin karşısına geçtiler.
O sıra aklına Haydar dayının o caddeyi gösterip “aha
deniz şu caddenin öte yanına kadar gelirdi” dediği geldi. Caddeyi geçerken
içinden “karaya ayak bastık” dedi. Bunu derken sanırım sesli demişti eşi
“anlamadım nereye bastık?” deyince Hastafendi “hiç aklıma bir şey geldi de”
dedi. Eşi bunun üzerinde durmadı. Çünkü kocasının böyle hallerine alışmıştı.
İçinden “bu da sıkıntıdan kafayı sıyırmaya başladı” diye geçirirken herhalde
‘canı acıdığı’ için kocasının koluna takılı elini sıktı…
Hastafendi de eşinin böyle sevgi gösterilerine
alışmıştı içinden “garibim, o da otur otur evde sıkılıyor. Böyle bir yere
gidince seviniyor” diye geçirdi.
İkisi de farklı farklı gerekçelerle olsa da;
birbirine sık sık böyle sevgi gösterileri yapardı. Onun için Hastafendi de
eşinin elini sıkmasına aynı tepkiyi verdi.
Bu sırada caddeyi geçip bankanın önüne gelmişlerdi.
Hastafendinin aklından Haydar dayıya uğrayıp sohbet etmek geldiyse de; hemen vazgeçerken
içinden “Haydar dayının tersi yönü belli değil. Böyle çat diye gitsem ters
davranabilir. En iyisi onun tatil ettiği günü öğreneyim. O zaman bir yerde
buluşur, ona bir yemek ısmarlarım. O sıra sohbet ederim” diye geçirdi. Eşi
kocasının aklından yine bir şey geçirdiğini hissetti, ama sormadı. Sorsa da
doğru bir cevap alamayacağını biliyordu.
Çünkü her ikisi de yıllardır birbirlerini tanımıştı.
‘Kim neye nasıl tepki verir? Neye kızar? Neye cevap verir? Neyi geçiştirir?’
bildikleri için birbirlerine kaşı duruşta nerede ısrar edip nerede firen
yapacaklarını iyi biliyordu.
Bu sırada eşinin karşıdan gösterdiği mağazanın önüne
gelmişlerdi. Eşi Hastafendiye “hadi girelim. Sen içeride otur, ben biraz
dolaşayım” dedi. Hastafendi “içeride oturacak yer bulamazsam” deyince eşi
gülümseyerek “merak etme. Seni bu halde görünce patron bile yerini verir”
deyince Hastafendi içinden “hamfendi lafı çaktı. Ben ona gösteririm” diye
geçirip eşinin peşi sıra mağazaya girdi. Gerçekten o oturacak bir yer
bakınırken ‘eşinin dediği gibi’ hemen oradaki tezgahtar bir tabure kapıp geldi
“amca yorulduysan buraya otur” dedi.
Hastafendi içinden “ne yorulması daha dükkana yeni
girdik” diye geçirirken eşinin “nasılmış?” der gibi gülümsediğini görünce
tezgahtara “teşekkür ederim kızım. Ben burada oturayım da hamfendi gönül
rahatlığıyla mağazayı dolaşsın” derken biraz öfkelenmişti. Eşi “hayatım merak
etme sana da bir şeyler bakarım” deyip içeri doğru yürüdü. Onların bu
didişmesine tezgahtar gülümseyerek katıldı “bravo amcama, çok anlayışlısınız”
dedi. Hastafendi ona da bir şey söyleyecekti vazgeçti. Zoraki gülümsemeyle
tabureye oturdu.
Siz onun böyle öfkelendiğine bakmayın. Tabureye
oturunca her şeyi unutmuş, etrafındaki kaynaşan insanlara bakıyordu.
Hepsi de hiç tanımadığı yüzlerdi tabi. O yüzlere
bakarken onları tanıdığı yüzlere benzeştirmeye çalışırken dalıp gitti. Aklına
kendinin üç buçuk günlük esnaflığı geldi.
“Şimdiye kadar ne iş yaptın?” diye bir soran olsa; ne
iş yaptığını sayarken “üç buçuk gün de esnaflık yapmaya çalıştım” derdi.
Gerçekten büyük heves ve umutla başladığı esnaflığı
çok çabuk ‘saman alevinin parlayıp sönmesi gibi’ olup bitmiş; hiç kimsenin
başaramayacağı şeyi yapmış; küçücük ilçede çok fazla miktarda parayı
batırmıştı.
Bu aklına gelince hemen ‘kendini savunma amacıyla
olacak’ peşinden zurnacı Gocaağız Ramazan dayı gelirdi.
Ramazan dayı geçmişinde çok varlıklıymış. İlk
gazyağılı traktörü alanlardanmış. Varlıklı günleri sırasında iki de eşi olmuş.
Tabi babadan kalan varlığı kısa sürede tükettikten sonra zurnacılığı öğrenmiş.
Düğünlerde zurna çalardı. Tabi adet olduğu üzere özellikle akşam içkili yemekte
saz da çalardı. ‘Saz çalar’ dedikse falın gelişi. Sazı bir akorda başlar, içki
muhabbeti bittiğinde akordu anca bitirirdi.
Onun zurnacılığının son zamanları hastafendinin
gençliğine denk gelir…
İşte o sıralar yine içki ortamında Gocaağız dayı sazı
akorda başlayıp ‘hiç dıngırdatmadan’ muhabbetin sonuna gelindiği sırada
anlatmıştı. “Ben saz çalmayı mapusta örendim. Emme kırkından keri tabi.
Kırkından keri saz da ancak bu gadar öğreniliyo” diye kendini savunmuştu.
Hastafendi de ticaretteki başarısızlığı mevzu olunca
“kırkından sonra öğrenilen esnaflık bu kadar olur” derdi. Zaten ondan sonra da
bir daha esnaflığa hiç heves etmedi. Ama böyle şıkır şıkır çalışan iş yerlerine
gelince içinden “ben burayı kaç günde batırırım acaba?” diye geçirmeden de
edemezdi.
Siz şimdi bu yazılanlara bakıp dalga geçtiğimi
sanmayın. Gerçekten Hastafendinin içinde başarılı bir esnaflık özlem olarak hep
kaldı, ama bir daha hiç cesaret edemedi.
Bu konu; yani esnaflık özellikle bakkallık benzeri
küçük esnaflık konusunun geçtiği yerde “bu işin piri İnarlı Kör Durmuş” derdi.
Gerçekten Durmuş bakkal etrafında üç dört toptancının
olduğu bir yerde kendi deyimiyle “göt içi kadar” dükkanda bakkallıktan emekli
olup, o “göt içi kadar” dükkanı oğluna miras bırakmıştı. Ama o sırada
etrafındaki toptancı veya toptancılığa hevesli bütün esnaflar da teker teker
batmıştı.
Halbuki Durmuş dükkanı küçük olduğundan; belki de
gerek görmediğinden kalabalık mal almazdı. Ama müşterisi gelip örneğin bir
torba makarna veya beş kiloluk zeytin yağı veya çiçek yağı istedi mi ‘bir koşu
gidip’ yandaki büyük dükkanlardan kapıp gelip satardı. Hem de o büyük
dükkanlardan daha pahalı. ‘Öyle ya o dükkanlar ona verdiği malı karınla
verirdi' O da üzerine kar koyup öyle satardı.
Siz şimdi “olur mu öyle şey? Veya bu nasıl oluyor?”
diyeceksiniz… Valla onun sırrı da bakkal Durmuş’ta.
Hastafendi onu gördüğü her yerde “bakkallığın piri bu
adamdır” der; Durmuş da gayet kibar “abartıyorsun beyim; o kadar da değil” diye
cevap verirdi.
İşte Hastafendi oturduğu mağazada etrafta
kaynaşanlara bakarken aklına bunlar gelmişti.
Bu sırada eşi geldi “sıkılıyormusun?” diye sordu.
Hastafendi “sıkıldım. Dışarıda banklar var. Ben oraya oturayım. İşin bitince
sen oraya gel” deyince eşi koluna girdi. Birlikte mağazanın dışında geniş
kaldırımdaki bankların yanına geldiler. O boş bir yere oturunca da eşi gönül
rahatlığıyla mağazaya girdi.
Eşinin en büyük zevki ‘hiç almayacağı halde’
reyonları gezip ‘alacakmış gibi’ gördüklerini alır giyinir, sonra geri bırakır.
Bir de pazarları çok sever. Onu koy bir pazarın içine ‘karışma artık’.
Hastafendi ve kızları onun bu huyunu bildiği için
İstanbul’a geldikleri günden bu yana ‘hastanelerden artan günlerde tabi’ onu
sık sık pazara götürdü. Kızları anneleriyle dolaşırken o bir yere oturup
beklerdi. Beklerken de gördüğü insanları tanımaya, onların yaşam öykülerini
tahmin etmeye çalışırdı.
Burada da deminden beri yaptığı buydu…
Dışarıda bankta otururken aklından bütün insanları,
mağazaları silip yok etti. ‘Ellilerde buralar nasıldı?’ diye düşünüp, etrafı o
gözle bakarken birden aklına trende bıraktığı Temur efendi geldi. En son Temur
efendi sıkıştığı için trenin ilk durduğu yerde tuvalete gitmiş; o sırada karşısındaki
adam onun için “bu adam komutan. İstanbol’a tayini çıkmış” deyince o
kompartoman ve diğer kompartımanlarda ve trenin koridorlarında ‘bir komutan’
muhabbeti almış yürümüş; herkes hiç görmediği veya tanımadığı komutanı
birbirine anlatmaya başlamış ve peşinden askerlik yarenliğine dalmıştı.
Temur efendi geri gelip ‘komutan şoförlüğü sırasında
bir astsubaydan satın aldığı” subay sigarasını çıkarıp yakınca, onun için
palavradan “komutan” diyen adam bile kendi yalanına inanıp Temur efendiyi
komutan zannetmiş ve az önce yayılarak otururken toplanmıştı.
Bu sırada ‘anam öldü’ diye patronundan izin alıp
köyüne gelen şimdi tekrar İstanbul'a dönen adam da yanındaki köylülere
ballandıra ballandıra anlatmayı kesmiş, ürküntüyle Temur efendiye bakıyordu.
Temur efendi oradaki herkesin elindeki sigaraya
baktığını fark edince bir açıklama gereği duymuştu. Bu düşünceyle “bunu askerde
bir ast subaydan satın aldım. O sırada komutan şoförüydüm’ diye açıklama
yapmıştı
O bu açıklamayı yapınca az önce ondan ürküp toplanan
karşısındaki adam yine yayılmış; köylülere ballandıra ballandıra İstanbul'u
anlatan adam da kaldığı yerden lafına devam ediyordu.
Hastafendi tren yolculuklarını çok severdi.
Gençliğinde; olanak bulursa trene atlar, trenin gittiği yere gider ve aynı trenle
geri dönerdi.
Bu tren yolculuklarında çok tanışı yoktu. Çünkü öyle
sohbeti çok seven biri değildi. En büyük zevki etrafı gözlemekti.
Bir keresinde restoranda en kenardaki masaya bir şişe
şarap açtırmış, gözü camdan dışarıda gördüğü manzaraları seyrediyordu. En
kenardaki masaya oturma nedeni başka gelen olursa boş olan diğer masalara
oturur, o da zorunlu olarak biriyle sohbet etmeye mecbur kalmazdı. Çünkü biri
yanına veya karşısına oturunca laf atacağını ve cevap vermek zorunda kalacağını
biliyordu.
Halbuki o bu yolculukları kendi başına özgürce etrafı
izlemek ve hayal kurmak için binerdi.
Siz şimdi “böyle yolculuklarda, trenlerde hayal mi
kurulurmuş? O ne biçim zevkmiş?” deyip şaşırdınız tabi.
Ama Hastafendi bu. Onun böyle çok garip huyları
vardı. Yolculuklarda camlardan dışarı gördüğü manzaralara bakarken adeta o
sırada içinde bulunduğu tren veya otobüs her neyse hayalinde onlardan inip o
gördüğü yerlerde dolaşır, evler varsa o evlerin içine girer orada yaşayanları
tanır; ama onlar hiç bunu fark etmezdi tabi.
Yani böyle farklı biriydi. Yaşarken yaşadığı ‘gerçek
mi? Yoksa düş mü?’ o bile bilemezdi.
O gün de gördüğü yerlerde tren ilerledikçe bir
kaybolan, sonra yeniden beliren tepelere, ovalara dalıp gitmişti.
Mevsim sonbahardı. Ovadaki tarlalarda kadın mı erkek
mi olduğu belli olmayan insanlar eğilip, kalkıp yerden bir şey topluyordu. Az
ilerde tepede yayılan koyunlar vardı. Koyunların hemen yanında iki köpek
görülüyordu. Oldukça uzaktılar, ama köpekleri kangal diye tahmin etmişti.
Koyunların hemen ilerisinde bir ağacın dibinde çoban gözleniyordu.
Ve o hayalinde o koyunların yanından geçip tarlalarda
eğilip kalkıp yerden bir şey toplayanların ne topladığını görmek için onların
yanına gidiyordu. Ama bu görüntü arazinin engebesiyle bir görünüp bir
kayboldukça hedefini kaybediyordu.
Bu sırada bir ses duyunca irkildi. “Ne güzel manzara
değil mi?” diyen sesin olduğu yere baktı. Karşısında kır saçlı bir bey vardı.
Başında siyah fötr şapka, üzerinde kırçıl kareli bir ceket vardı. Gömleği
aşağı doğru siyah çizgili beyaz bir gömlekti. Gömleğine uygun siyah benekli
kravatı vardı. Pos bıyıkları gür kaşlarının altında mavi gözleriyle babacan
görünüşlü biriydi.
O da şarap içiyordu. Onun önünde de dolu bardağın
yanında bir şişe şarap vardı. Hemen yanında da peynir tabağı vardı. Hastafendi
o kadar dalmıştı ki adamın gelip karşısına oturmasını, şarap açtırmasını falan
hiç fark etmemişti.
O şaşkınlıkla karşısındaki gülümseyen adama bakıp
kalmıştı…
Adam “çok dalmışsınız. Ama haklısınız manzara
gerçekten çok güzel” dedi…
Hastafendinin keyfi kaçmıştı. Biraz asık bir ifadeyle
“doğru, dalmıştım” dedi.
Adam Hastafendinin yalnızlığı sevdiğini anlamış, o
kadar boş masa varken sırf sohbet etmek için gelip onun karşısına oturduğuna
sanki pişman olmuştu.
Adeta özür diler gibi “aslında restoran boş. Başka
bir yere oturabilirdim. Ama sırf sohbet etmek için gelip karşınıza oturdum. Ama
sanırım yanlış yaptım. Sizin böyle kenara oturmanızın yalnızlığı sevdiğinizden
olduğunu anlayamadım” demiş ve öbür masaya gitmek için davranmıştı.
Hastafendi adamın, dost babacan görünüşü ve özür
beyanından duygulanmış “yok beyefendi. Oturun. Doğru ben yolculuklarda ilgili
ilgisiz çok geveze insan olduğunu ve can sıkıcı sohbete zorladıkları için
yalnızlığı severim. Ama siz farklı birine benziyorsunuz, sanırım sizinle sohbet
etmek zevk olur” deyince adam masadan kalkmaktan vazgeçmiş ve oradaki
dostlukları sonraları da bir şekilde devam etmişti.
Belki ilerde o adamla da bu yolculukta tekrar
karşılaşırız.
Neyse; orada kalabalığın içinde yalnızlaştığı sırada
bunlar aklına gelince Temur efendinin de karşısında ‘onun subay olmadığını
anlayınca’ yayılmış oturan adamın laf atmalarına çok sıkıldığını düşündü.
Temur efendiyi sadece iki gün, o da yoğun bakımdan
getirdikleri sıra görüp tanımıştı.
Ama onun çocuklarına ısrarla doktor çağırmalarını
söylediği sırada onların çağırdığı doktor gelince, onu duymak için kendine
doğru eğilen doktora ‘adeta çocuklarını duyurmak istemez gibi’ fısıltıyla “çok
ağrım var doktor bey. Lütfen yardımcı olun” derkenki asil davranışı, o acı
içinde bile acısını çocuklarıyla paylaşmaktan kaçınıp kendi başına yaşama
gayretini görünce içinden “bu adam bana ne kadar benziyor?” diye geçirmişti.
Çünkü o da yaşadığı tüm acıları hep bir başına yaşama
gayreti içinde olmuştu. Çünkü ne yaptıysa, ne yaşadıysa ve bunların sonucu
neyse bunlar onun hep kendi düşüncesinin, seçtiği yaşama biçiminin sonucuydu.
Sonra ‘ne çektiğini kim ne bilecekti ki?’ Onun için
‘vara yoğa’ başkalarına özellikle acılarını veya sıkıntılarını açmayı,
söylemeyi hiç sevmezdi. En yakınları bile onun bu ketumluğuna bakıp ‘sen ne
acayipsin böyle?’ diye tepkilerini dile getirirdi.
Onlar onun hayatı. Yeri geldi değinip geçtik.
İşte Temur efendiye de bu düşüncelerle, yani kendiyle
çok benzer yanlar görünce kafayı takmış, onu öykünün ana kahramanı yapmıştı.
‘Kim bilir? Belki anlattığı Temur Efendi değil kendisiydi’
O sıra kafasında İstanbul'a kendi hızında ‘oflaya
puflaya’ giden kara trene o da binmiş ve o kompartımanında oturan Temur
Efendinin karşısında yayılarak oturan adamın hemen yanın ilişmişti.
O sırada tren de Ankarayı yeni geçmiş ve hava da
kararmıştı.
Orada bulunan herkes yanlarında getirdikleri
çıkınları açtı. Hepsi de anasının veya varsa eşlerinin hazırladığı yolluğu
çıkardı. Birilerinin yanında su testileri vardı. O testileri de ortaya
koymuşlardı.
Herkes ‘birbirine buyur etse de, kimse kimseye
buyurmadığı için’ önünde ne varsa onu yemeye başladı.
Temur efendi öyle fazla yeme içme meraklısı değildi.
Onun için ‘anası ne kadar ısrar etse de’ fazla bir şey koydurmamıştı.
‘Fazla bir şey’ deyince yanlış anlamayın. Herkesin
evinde ne varsa onların evinde de o vardı. Anası erkenden kalkıp ona ot ekmeği
ve katmer yapmıştı. Onların yörenin en beylik yiyeceği içinde bunlar vardı.
İşte anasına onlardan fazla koydurmamıştı. Ama anası
yine de iki ot ekmeği dürümü ve kendi yaptığı peynirden bir küçük keseye
koymuştu. Ayrıca dört yumurta kaynatmış, bir tane de katmer koymuştu.
Temur efendi de o çıkını açtıktan sonra oradakilere
buyur edip ot ekmeği dürümünü almış ve yemeye başladı.
Bu sırada yediği boğazına alan her kimse ortaya konan
üç toprak testiden birini alıp içindeki suyla boğazına alan lokmayı
gideriyordu.
Bu şekilde herkes karnını doyurdu. Çıkınlar tekrar
toplanıp yerlerine kondu. Yumurta soyanlar kabuklarını ve yemek sırasında
oluşan çöpleri kapının yanında oturan gençten biri toplayıp, koridorda trenin
penceresinden atıp geldi.
Herkes ‘iyi kötü’ karınlarını doyurmuştu. Şimdi de
‘ister zengin ol ister fukara, garın doyunca can ister cuğara’ deyip hemen
hepsi de sigaralarını tellendirdi.
Bu sırada Hastafendi kompartımanı kaplayan sigara
dumanını görünce ‘içmeyin, sonra hepiniz coah olursunuz’ dedi, ama onun orada o
sıra cismi değil, sadece düşüncesi olduğu için kimse oralı olmadı.
Hastafendi Temur Efendiye bakıp ‘efendi akciğeri
böyle böyle yemiş’ dediği sırada kendi aklına gelince ‘efendi sen nasıl yedin
peki? Bu kadar biliyordun sen niye içtin?’ sorusunu kendine sorunca kendi
kendine ‘orasını karıştırma’ dedi.
Onun kafa böyle gidip gelirken eşinin yanına
geldiğini fark etmemişti. Eşi tam burnunun dibine gelip “efendi yine aklın
nerelerde” deyince irkilip baktı.
Eşi hemen yanına oturmuştu.
Gülümseyerek ona baktı. “Hiç kendi kendimi
gezdiriyordum” dedi.
Eşi onun bu hallerine alışık olduğu için ona “efendi
yine aklın nerelerde” demişti. Hastafendi ona “pazar hevesini aldın mı?” dedi.
Eşi “aldım almasına da orada güzel bir mont var. Tam san göre. Hadi del bak.
Beğenirsen alalım. Çok da ucuz” dedi.
Hastafendi “olmaz, gerek yok! Bakmayacağım” dese de
kurtulamayacağını bildiği için biraz da hayali bozulduğundan öfkeli “tamam
tamam. Bakalım da senin gönlün olsun” deyip kalktı. Eşi onun bu ‘tafralarına’
alışkındı. Çünkü hemen geçeceğini biliyordu. O düşünceyle “hadi gir koluma”
dedi. Birlikte mağazaya girdiler.
Eşi onu onun için beğendiği montun yanına götürdü.
“Giy bakalım” dedi. O da giydi. Az önce eşinin hayalini bozmasına duyduğu öfke
geçmişti. ‘Soyun, giyin’ kabinine girip üzerindekini çıkardı, eşinin onun için
beğendiği montu giyinip çıktı.
O sıra orada bulunan tezgahtar bayan “oo beyefendi
çok yakıştı” deyince bizimki bulunduğu durumu unutup eşine “ne haber?” der gibi
bakınca eşi usulca gülümsedi. Bu gülümseyişte sanki “şişinme efendi, seni onlar
değil en iyi ben bilirim” der gibi bir ifade vardı. Eşi böyle düşünmese bile o
öyle anlamış, bozulmuştu. “Ne gülüyorsun hanfendi? Sen beni gençliğimde
görecektin” diye tepki gösterecekti, ama konuştukça batacağını fark edip
somurttu.
Eşi onun durumunu fark edip üzüldüğünü görünce yanına
sokuldu, “kız doğru söyledi gerçekten çok yakıştı” deyince somurtması geçti.
Her insan gibi onun da ‘yalan da olsa’ inanmak işine
gelmişti sanırım…
“Eşi alıyoruz
değil mi?” deyince o “sen münasip görmüşsün. Almazsam olmaz” dedi.
Eşi gülümseyerek “benim beğendiğimi beğendiğin için
teşekkür ederim” dedim. Bu sırada onlara gülümseyerek bakan tezgahtar kıza eşi
“bunu alıyoruz” dedi. Tezgahtar kız “amcayla ne güzel anlaşıyorsunuz” dedi ve
montu bir naylon torbaya koyup “kasandan alırsınız” dedi.
Kasa önünde uzun kuyruk vardı… Eşi “istersen sen
dışarıda bir yere otur, ben kuyruğa gireyim. Sen bana kartını ver” dedi.
Hastafendi “ne güzel parayı ben ödeyeceğim. Sen
alıvermiş olacaksın” diyecekti, eşinin bir yerden geliri olmadığı aklına
gelince lafını yuttu.
“Peki ben dışarı çıkıyorum. Az önce oturduğum yerde
bir yere oturup seni bekleyeyim” dedi ve dışarı çıktı. Baktı az önce kalktığı
bankta iki kişi oturuyordu. Gitti, oturanlara selam verip oturdu. Oturanlar
selamını almış, sanki laf atmak için ona bakıyorlardı. O böyle düşündüğü için
onlara biraz sırtını dönüp yukarı doğru giden sokağa bakmaya başladı.
Sanki bayram arifesi gibi her yerde ‘mıh’ gibi
insanlar habire kaynaşıyordu.
Onlara bakarken içinden “bu insanların hepsi ayrı bir
yerli… Ama hepsi doğma büyüme buralı gibi alışkın adımlarla dolaşıyorlar” diye
geçirdi.
İstanbul’da hemen herkesin biraz tanıştıktan sonra
“aslen nerelisin?’ dediği aklına gelince gördüğü kalabalığın aslen bir yerlere
bağlı olup, sonradan İstanbul'a geldiğine adeta ikna oldu.
İçinden “acaba içlerinde doğma büyüme insanlar var
mı?” diye geçiriyor, etrafta kaynaşan insanlara bakarken ‘doğma büyüme
İstanbullu olanları tahmin etmeye çalışıyordu.
Gözünün kuyruğuyla yandaki adama bakınca göz göze
geldiler.
Kır saçlı, zayıf yüzü olan, renkli gözlü kendinden
oldukça yaşlı bir beydi...
Gülümseyerek bakarken elindeki bastonu işaret edip,
“ha punu çok erken almışsın eline da” dedi.
Hastafendi adamın bu sözüne bozulmuştu; ama belli
etmeden “hu bunu ele almanın yaşı kaç beyefendi?” deyince kır saçlı adam
gülümsemesini hafiften kahkahaya çevirdi “Ne kızaysun yeğenim?” dedi.
Adamın hoş hali, Karadeniz şivesi Hastafendinin
hoşuna gitmişti.
Gülümseyerek “hastayım, ondan bastonsuz yapamıyorum
beyefendi, anlatabildim mi?” dedi.
O öyle söyleyince adam birden durgunlaştı “kusura
kalma yeğenim. Orda öyle dalmış bakaysun da, laf atayum dediydum. Hani konuşmak
içun da” dedi.
Bu şekilde sohbet başlamıştı…
Adam Sürmeneliymiş. Adı Sefermiş. Eskiden herkes ona
Sefer usta dermiş. Hacıya gidip gelince artık herkes Hacı Sefer demeye
başlamış.
Bunu söyledikten sonra gülümsedi. “yani senin
anlayacuğun kırk yıllık Sefer oldi Hacı Sefer” dedi.
İstanbul’a altmış iki yılında babasıyla birlikte
ailecek gelmişler.
Yani ‘İstanbulun taşı toprağı altın’ deyip buraya
gelen herkes gibi aynı umutlarla gelmişler.
“Gelduk bu pok yiyen yere bakdık ki! Altun maltun yok.
Çalışırsan doyaysın, Yoksa acundan kebersen kimse bakmayu” dedi.
Babası inşaat ustasıymış…
Bunlar dört oğlan üç kız kardeşmiş. Oğlanların hepsi baba
mesleğini meslek seçmiş. Kız kardeşlerini de hayırlısıyla baş göz etmişler.
“Yani yegen boyle geldik bu pok yiyen yere. Geluş o
geluş. Kazık çaktuk buraya” dedi.
O bunları anlatınca Hastafendi çıktığı İstanbul
yolculuğunda yeni yol arkadaşı bulmanın sevinciyle “siz geldiğinizde İstanbul
bu kadar değildi herhalde” diye kışkırtıcı bir laf attı. Aslında İstanbul’un
yıl yıl nüfusunu, altmış iki de nüfusun kaç olduğunu biliyordu.
Ama kışkırtması işe yaramıştı. Hacı Sefer veya Sefer
Usta o böyle deyince bir şeyler bilip söylemenin heyecanıyla “yok be yegen.
İstanbukl o zaman ha pu kadar” derken iki avucunu açıp göstermişti. “ne oldiyse
çok sonra oldi. Biz geldiğimizde ha buralar yok idi. Hep bağ bahçeyidi buralar.
Zengin evleri varidi. Biz geldik Üsgüdar’a. Orada babamun emice oğli varidi. O
karşiladi bizi.
Üç beş gün onda kaldik. Ev eve üstünde olmayu. Babam
gitti bir ev tutti. Oradan başladuk işte. Önce başkalarının inşaatlarında
çalıştuk. Sonra yap sata girduk. Yani mutayit olduk senin anlayacağun. Oyle de
kaldık” dedi.
Hastafendi “nerelerde inşaat yaptınız?” diye sordu. O
“her yerde. İstanbul bom boş idi. Ankara yolunda fabrika inşaatları varidu.
Oradan başladuk işe. Sonra Pendik civarında, floryada ha buralarda çok inşaat
yaptuk. Benim bu gördiğin çok inşaatta imzam varidur. Yani İstanbul’i biz
kurduk desek yalan olmaz da” dedi.
Zaten inşaat tayfasının çoğu Karadenizliymiş. “Bizim
insanumuz kurbetçidir. Burada çok hamşerum var” dedi.
Hastafendi “ama İstanbul’da en çok Sivaslı varmış”
deyince o gülümsedi “kim saymuş ki buni. Doğri bizden sonra o taraftan çok
gelen oldi. Amma bana göre İstanbul Karadenizlilerden sorulmali. Çünkü biz
kurdik bu şehri” dedi.
Babası hakkın rahmetine kavuşunca kardeşleri
birbirinden ayrılmış. “Artıkın hepimiz eyi yüzüci olmuş iduk. Deduk; ‘herkes
kendi takasinin kaptanu olsun. Sadece dalgada hasar görene yardım edelum.’
Boylece herkes kendi işini kurdi. Hepsi mutayıt oldi.
Benim de üç oğlan oldi. İkisunu okuttim. Muyendis
oldi. Oteki benim yanumda kaldi.
Sonra muyendis olanlar gelince birlikte şirket
kurdilar. Penu emeklu ettiler. Oyle oldi” dedi.
Oğlanlar işin başına geçince Sefer Usta ‘almış kariyi
gitmiş haciya’
“Boylece Sefer Usta Oldi Hacı Sefer” dedi.
Hastafendi “Sefer amca onca yıldır İstanbul’dasın ama
şiven hiç değişmemiş” deyince o yine bu sefer hafif kahkaha attı. “Nasul
değişsun yegen. Ana dilum da. İnsana anasından iki miras kalur. Biru ana süti,
oteki ana dili” dedi.
Sonra devam etti. “Sen şimdu oğlanlar nasıl konuşayu
deyicaksun. Ha pak onlar İstanbul’ca konişir. Neden bileymusun? Kurbet adamun
anadilunu unutturur. Ana südi desen şimdu mamalar çıkınca o da bittu. Anladun
mu şimdi ne teduğumi?” deyince Hastafendi “valla çok iyi anladım. Dediğin gibi
zaman ve mekan her şeyi etkiliyor, değiştiriyor” deyince o “zaman buni eyu mi
eddu, yoğusam koti mu? İşte mesala bunda tabi” dedikten sonra çocuklarının
aldığı eğitimle dilleri değişse de karakterleri, ahlakının değişmediğini
söyledi. “Hepsu yerinde sağolsin. Saygida sevgide hiç kusir işlemezler” dedi.
Çocukları işin başına geçince ona “baba artık senin
dinlenme zamanın. Biz işi yürütürüz” demiş. O da “boylece emeklu olmiş”.
Evi yukarıda Moda’daymış... Orada kendi evi dışında
bir dairesi, bir dükkanı varmış. Onların kirası, bir de bağkur maaşı yetip de
artıyormuş. Çocukları kendi kardeşleri gibi ayrılmamış. Birlikte kurdukları
inşaat şirketinde çok büyük inşaatlar yapıyorlarmış.
Hastafendi “Sürmene’ye gidip geliyor musun?” deyince
“gitmez olurmiyim hiç. Orada kenduma bir ev yaptum da. Kariyle yazları gidip orada
kalayuz. Memleket topraği da. İnsan unutamayı. Çocuklara dedum ki kariyle benu
olince köye gömün. Topağına hasret kalduğum Süremen’nin olince doyayum
taprağina” dedi. O bu sözleri söyleyince Hastafendinin aklına Temur efendinin
çocuklarına “ben köyüme gömün” dediği geldi.
Bu sırada karşıdan eşinin mağazadan çıktığını görünce
Hacı Sefer’e “amca muhabbet iyiydi. Ama eşimin işi bitmiş. Benim de ilaç
zamanı. İzninle kalkacağım” dedi.
Hacı Sefer gülümseyerek “tabi karu dedinmu akan sular
durur. Buralara yolin düşerise belki yine karşılaşuruz” dedi.
Hastefendi Hacının elini sıkıp eşine yöneldi. O da
merakla ona bakıyordu. Yanına varınca “kim o adam?” dedi. Hastafendi “ha o mu
Sefer amca” diye cevap verdi. Karısı “Sefer kim?” diyecekti, eşinin doğru cevap
vermeyeceği aklına gelince yutkundu.
Hastafendinin aklında Hacı Sefer’in “Sürmene’nin
toprağına doyamadım, bari koynuna girince doyayım” dediği ve Temur efendiyi
hatırlayışı vardı. Onun için dalgınlaşmıştı.
Eşi “şimdi nereye gidelim?” deyince o “gel öğle geçiyor.
Sana döner ısmarlayayım, sonra eve gideriz. Ben biraz dinleneyim” dedi. Bunun
üzerine eşi telaşlanıp “kendini iyi hissetmiyorsan eve gidelim. Döneri sonra
yeriz” dedi.
Hastafendi eşinin döneri çok sevdiğini, kendi
rahatsız diye öyle söylediğini bildiği için eşinin elini sıktı “olmaz önce
döner yiyelim, sonra gideriz” dedi.
Onun bu davranışı belli ki eşini çok mutlu etmişti.
Samimiyetle koluna girdi. Birlikte caddenin karşısındaki dönerciye gidip
karınlarını doyurdular. Sonra evlerine giden dolmuşa binip eve geldiler. Bu
sırada Hastafendi suskunlaşmıştı. Eşi onun rahatsız olduğu için suskunlaştığını
düşünüp hiç konuşmadı.
Çünkü biliyordu ki eşinin nefesi sıkışınca konuşmak
bile onu yoruyordu. Yani eşi böyle düşünmüştü.
Ama Hasfendi rahatsızlandığı için değil kulaklarında
Hacı Sefer’in Sürmene’nin toprağına doyamadığını söyleyip ölünce toprağına
doymak için çocuklarına kendini ve eşini ölünce Sürmene’ye gömmelerini
söyledikleri çınlıyor, aklında Temur efendinin çocuklarının babalarının
vasiyetine uyup uymadıkları sorusu vardı.
Aslında bu soru kaç kere aklına gelmiş, Temur
Efendinin kızının telefonunu kaydetmediğine çok pişman olmuştu.
Böylece o ve eşi kafalarında farklı düşüncelerle
suskun, hiç konuşmadan eve geldiler.
Hastafendi oksijen alma bahanesiyle yattıkları odaya
geçti. Peşinden eşi elinde su şişesi geldi.
Hastafendi yatağa uzanıp oksijen maskesini burnuna
geçirip eşinin oksijeni açmasını bekledi. Eşi oksijeni açıp, kocasının
rahatsızlığına duyduğu üzüntüyle usulca kapıyı kapatıp gitti.
O eşinin arkasından bakarken ona haksızlık ettiğini
düşündü. Ama aklına takılan sorulara cevap aramak da onun takıntısı haline
geldiği için başka türlü davranmıyordu. Çünkü eşine aklına gelen soruları
söylese alacağı cevabın “sana ne onlardan. Sen kendini düşün” olacağını adı
gibi biliyordu.
Bu düşünceyle kendine hak verdi. Oksijenin
tokurtusuyla dalıp gitti. Çoban Ali dayı aklına gelmişti…
“Acaba şimdi nerede? Sağ mı?” diye düşünürken onun “bu
Kürtlere başımıza bela oldu” dediği sırada oğlunun “sen babama bakma abi.
Babamın Kürt eşkiyası bile var” dediği Ali dayının oğlunun sözlerini anlayınca
“bunu da nerden çıkardın?” deyip oğlunun deyimiyle ‘eşkiyası’ arkadaşını “Nasip
benim esker arkıdeşiydi” deyip anlatmaya başlamıştı.
Bunları hatırladı…
Ali dayın anlattığına göre askere İkinci Dünya
Savaşının sonlarına doğru gitmiş. Otuz altı ay askerlik yapmış. Bunları
söyledikten sonra gülmüş “eskerin bitli piyade deyi nam saldığı zaman” demişti.
Askerlik yaptığı yerde Nasip diye doğulu bir asker
arkadaşı varmış. Bunu anlatırken durmuş “Nasip Kürdüdü” demiş ve anlatmaya
devam etmişti.
Bu arkadaşına yüzbaşı kafayı takmış. Geliş, geçiş
tokat vurur, bir laf söylermiş. “hep Nasibe eziyet ediyodu” dedi. Nasip bir gün
bizim dayı çavuşla birlikte otururken bunların yanına geliyor. Yüzbaşıdan dert
yanıyor.
Gırtlağını göstererek “buraya kadar geldi. Ben bu
adama dersini vericem” diyor. Bizim dayı, çavuş “yapma Nasip şurda askerliğin
bitmesine ne galdı? Sık dişini” deyip Nasip’e başını derde sokmamasını
söylüyorlar.
Nasip kafasını sallayıp yanlarından kalkıp gidiyor.
Aradan iki gün geçmiş. Nasip gece nöbet yerine gelen yüzbaşıyı ayağından
vurmuş. Sonra çekip gitmiş. Tabi olay duyuluyor, Nasip aranıyor, ama yok…
Bizim ihtiyar askerliği bitirip kasabasına dönüyor. Tabi
Nasip’i falan unutuyor.
O yıllar askere gitmeden kasabanın dışında bir ağılda
çobanlık yaparmış. Kendi koyunlarının yanına biraz “gatıncı” başkalarının
koyunları olurmuş. Onları güder, geçimini öyle sağlarmış.
Köye dönünce sürüsünün başına dönüyor. Bu sırada
evlenip “çoluk çocuğa garışmış”.
Yıllar öyle geçip gidiyormuş… Ali dayı ağıldan
kasabaya lüzum olmazsa pek inmezmiş. “Ha lüzum nolcek. Arıda bi garının
hatırını soruyon o gadar. Öteğ gibi yeyim yeceni topluca getirin” dedi. “lüzum
olmadıkça” yaz kış ağılda kalırmış.
O yıllar harp bittikten sonra siyaset çok
hareketlenmiş. Seçimlerde DP iktidara gelmiş. Halk İnönü zamanında çekilen
yokluklardan bir de memur, özellikle jandarma, vergici baskısından çok yılmış.
Yol vergisi zamanı. Yol yapımı için para toplanıyor, veremeyene “yörü çalış”
deniyormuş.
O kadarını Hastafendi babasından da duymuştum. Babası
Ali dayıdan daha büyük doksan iki yaşındaydı.
Babası o yıllardaki baskılara kendi köylerinden örnek
olarak; bir gün köye gelen vergi memurunun on beş kuruş borcu olan Yusuf isimli
köylünün elinden iki koyunun nasıl aldığını, ayrıca onu “öküzün cinsel
organından yapılan” kırbaçla nasıl dövdüğünü anlatmıştı.
Benzeri yaşanmışlıklar Ali dayının kasabada da çok
yaşanmış. Hastafendinin babası da yol vergisi veremediği için, yol yapımında,
halk evi inşaatında çalıştığını anlatmıştı.
Devir tek parti devri. Yurttaş bilinci oluşmamış
toplum; yeni yeni örgütlenen ve demokratik geleneklerin, kurumların henüz
oluşmadığı bir devlet yapısı ve bu yapıda görev alan birçok çıkarcı, çarpık
insan. Bütün bunlardan yılan halk DP’ye sarılmış. “Gurtuluşu onda
görmüşle”. “Öncüleri iyi işle iyi
gidiyomuş”…
Dünya yıkılsa İnönü’den dönmeyecek olan babası,
dedesi bile oy vermedikleri halde DP iktidarını iyi gibi görmüşler.
Aradan birkaç yıl geçmiş. Bu sefer sazı eline
“demokratla almış” … Devir yine tek parti iktidarı gibi olmuş…
Yine birileri “asdığı asdık kesdiği kesdik” olmuş.
Kasabanın muhtarı aynı zamanda tek bakkalı olan adam aynı zaman DP başkanıymış.
Çok şımarık biriymiş. İstediğine istediğini verir, istemediğine veya partili
olmayana “yok” dermiş.
Bizim ihtiyar yani Çoban Ali de malum dededen
İnönücü, Halk Partili. Demokrat başkan bakkal Çoban Ali’den çekinse de arada
zorluk çıkarırmış.
Çoban Ali dayı buna çok içerlermiş. “Bir punduna
getirip şunun dersini versem” diye içinden geçirirmiş. Bazen de “ula döyüs bene
bela olmasın” dermiş.
Artık kasabaya geceleri kimseye gözükmeden inip, yine
kimseye gözükmeden ağıla geliyormuş… Bakkala çok mecbur kalırsa uğruyormuş.
Aradan epey zaman geçmiş… Derken bir gün “bi bakmış Nasip garşısında”. Onu
görünce “tingidek düşmüş”.
Aradan “bilmem şu gada yıl geçmiş. Ansızın garşısında
esger arkıdeşi”. Siz böyle bir durumda şaşırmazmısınız? Haliyle Ali dayı da çok
şaşırmış.
“Elinde” dedi “nerden almış kimbilir? Bi tüfek geldi,
selamünaleyküm Ali gardaş dedi” diye anlatıp burada biraz durmuştu.
O yılları hatırlamaya çalışıyordu veya hatırlamış
sanki yaşıyordu. “Haliyle çok şaşırmışım” demişti. Çünkü Nasip o sıra aklından
bile geçmiyormuş.
“Ooo! Goca arkıdeş Aleykümselam, emme sen nerden
çıktın böyle?” diye şaşkınlığını belli etmiş.
Nasip gayet sakin “gardaş ben o günden sonra çok
dolaştım. Memlekete gittim. Bizim oralarda duramadım. Çünkü bizim oralarda
insanın dostu kadar düşmanı da vardır. Epeydir dolaşıyorum. Senin şehre gelince
aklıma sen geldin. Dur şu bizim çoban gardaşa gideyim. Belki orda bir süre
kalırım deyip geldim. Ama olmaz Nasip ben seni misafir edemem dersen çeker
giderim” demiş.
Çoban Ali cahil mahil, ama adamın hası. Yani gelen
asker arkadaşına kapıyı gösterecek adam değil. “Safa geldin arkıdeş. İnsan heç
ekser arkıdeşine kapı mı gösterimiş? Burası dağ başı… Aslan dost bildine
sahaplanır, sırtlan galleşlik edemiş derle. Sen aslanın dedikten keri istediğin
gadar galırsın” demiş. Sonra “Nasıl olsa seni tanıyan olmaz. Soran olasa yanıma
çoban aldım derin. Barabar geçinir gideriz demiş.”
Bu şekilde asker arkadaşı Nasip de Çoban Ali’nin
ağılına yerleşmiş.
Çoban Ali’nin işlerine de yardım edermiş. Bu şekilde
birlikte kalırken, bir gün kasabaya inen Çoban Ali dönüşünde çok öfkeli gelmiş.
Kasabada parti başkanı muhtar bakkal ona “tütün ve
çay yok” demiş. Ağız kavgası yapmışlar, ama adam parti başkanı; arkasında da
hükümet var. Çoban Ali dişlerini “gıcırdada gıcırdada” ağıla dönmüş.
Nasip arkadaşı Çoban Ali’yi öyle öfkeli görünce
telaşlanmış. Kendiyle ilgili bir aksilik var sanmış. “Hayırdır gardaş bir
aksilik mi var?” demiş.
Çoban Ali burnundan soluyarak “döyüs muhtar çay,
şeker yok dedi. Kendi adamlana veriyo mualif olunca yok deyo pezevenk” diyerek
kasabada yaşadıklarını anlatmış. Ağılda bir süre daha yetecek kadar çay, şeker
ve tütün varmış. “Şindilik bunlarıla idare ederiz. Emme ben bu döyüsün dersini
vericen” demiş.
Nasip “gardaş öyle bir derdin var da bana ne
söylemiyorsun? Sen bana göster onu, ben dersini veririm. Beni nasıl olsa kimse
tanımıyor. Sen başını derde sokma, göster yeter” demiş. Çoban Ali “olur mu
arkıdeş? Adam sene değil bene tafra ediyo. Biz da ölmedik. Ben kendi işimi
kendim görürün” dese de Nasip alttan girmiş, üstten çıkmış Çoban Ali’nin aklını
erdirmiş. Sonunda DP’li partici muhtar bakkalın dersini Nasip’in vermesine
karar vermişler.
İş Nasip’e hedefi göstermeye kalmış. Çoban Ali “hemen
acele etmeyem. Pezevenge çok söydüm süpürdüm. Başına hemen bişe gelirse benden
bilir az aralayam, ondan keri dersini verem” demiş.
Böylece o iş için bir süre beklemeye karar vermişler.
Yine birlikte çobanlık yaparken, olacak işleri de birlikte yaparak günleri
geçiyorlarmış. Çoban Ali burada soluklandı. Sonra “Nasip çok faydalı arkıdeşdi.
Onlan orda silah gullanmak çocuk oyuca.
Gerçi benim avcılımda eyirdir ha. Ben de sıkı avcıyın, emme Nasip
askerdi de eyi atış yapadı” dedi. Sonra “ozmanla tabi av çok. Benim tüfek dolma
tüfek. Dolma tüfeğile avı vurması meseledir ha. Yanim tek sıkıyla vurdun
vurdun. Vurumadın mı av sene el salla gider.
Şindilede nolcek. Çiftesi va. Altılı atarı va.
Pompalısı va. Önüne gelene sıkı ata ata av mav galmadı. Ozmanla hep av
zamanında avlanırlırdı. Yavrıya basmış ava sıkı atılmazdı yani. Neysem; Nasip
gidiveridi davşan, kekli vura geliveridi. Yanim kendi nafakasını kendi çıkarı
desem yalan olmaz. Neysem biz böyle günleri geçiriken ikimizin aklım döyüs
muhtarda. Derken bigün Nasip ‘gardaş sen şu muhtarı göster. Ben dersini
vereyim. Yanlış anlama ben İstanbul’a gitmeyi düşünüyorum. Orada bizim epey
akraba var. Biraz da oralarda kalayım. Böyle böyle yaşayıp gideceğim. Hem bi
yerde çok kalınca yük oluyormuşum gibi geliyor’ dedi” diye anlattı.
Nasip’in bu sözü üzerine Çoban Ali “üle arkıdeş. Sen
ne yük olucen. Da bi çok faydan oluyo. Bırak bu nafları” dese de Nasip “gafayı
ganırmış”. Ne yapsın Ali dayı. “İyi öylese, ben sene o pezevenge gösteren”
demiş.
Ama beraber gitseler, iş meydana çıkacak. Nasip
“gardaş nasıl olsa beni kasabada tanıyan yok. Ben kendim gidip bir dolaşayım.
Sen başka bakkal yok dedin. Oraya uğrayıp adamı tanıyayım” diyor. Bu şekilde
anlaşıyorlar. Nasip ertesi gün akşama doğru kasabaya iniyor. Muhtarın dükkana
uğruyor. Tütün istiyor. Muhtar, Nasip yabancı diye “yok, galmadı” deyip
vermiyor.
Nasip göreceğini görmüş, tanıyacağını tanımış dönüp
Ali dayının yanına geliyor…
“Gardaş ben adamı gördüm. Tarif edeyim bakalım o mu?”
deyip Ali dayıya dükkanda gördüğü adamı tarif ediyor. Ali dayı “tamam işte o
döyüs” diye onaylıyor.
Artık geriye yalnız muhtara ders vermek kalıyor… O
işte Nasip için çocuk oyuncağı. “Gardaş neresinden vurayım. İstersen kafasını
uçuruvereyim” deyince Ali dayı “olmaz arkıdeş. Döyüs möyüs, emme çoluk çocuğu
var. Hem gatillik iyi şey değil. Sen bi bellik yap. O döyüs ne oldunu anna.
Millet de anla, dua bile ederler. Çünkü heç seven yok. Kasabıda vatan cephesine
gayıt yapmıya çok uğreşdi. Çoğu insan gayıt bile olmadı. O kafasından yazıp
göndermiş. Bene bile yazmış döyüs. Köylü ses edememiş. Benim habarım olunca
gidip gafa duttum. ‘Yanlışlığıla olmuş silen’ dedi. O günden sona ne isdisem
yok dedi çıktı” diye etraflıca niye olmaz dediğini açıklamış.
Nasip “sen bilirsin gardaş” demiş… “Devrisi gün aşam”
Nasip “gardaş ben bu akşam işimi görüp gidicem” deyince Ali dayının içi “bi
çeşit” olmuş. “Eyi arkıdeşti. O gitcen deyince sankim onu ölüme gönderiyom gibi
geldi. Olmaz desem, olmaz vaktı geçti.
Sarıldım. ‘gendine eyi bak. Dön dolaş gel. Sen bundan keri benim has
gardaşımsın’ deyip vedalaşdım” dedi.
Neyse; Nasip akşamın karanlığında kasabaya gidiyor.
Muhtarın bakkalının az ilerisinde ağaçlık var. Ağaçların arkasına gizleniyor.
Bakkalın oraya bir iki girip çıkan oluyor. Sonunda muhtar kapıda gözüküyor. Az
ilerde birileri var, kapıyı kilitleyip onların yanına gidecek gibi. Nasip “tam
zamanı” diyor, silahı doğrultuyor. Kapının önündeki muhtarın sağ omzuna nişan
alıyor. Çünkü solundan ölebilir. Nişan alıp basıyor sıkıyı. Muhtar “yandım”
deyip yıkılırken Nasip ağaçların arkasında “garanlıktan faydalanıp sıvışıyo”.
Kaybolup gidiyor.
Ali dayı ne olup bittiği konusunda meraklanıyor, ama
sabredip kasabaya inmiyor. Olayı ertesi gün kasabadan ağıldan tarafa gelip
gidenden öğreniyor. Muhtar “yandım” deyip yere yıkıldığında karşıya yanlarına
gideceği nahiye müdürü, yanında bir iki kişi koşup geliyor. Sağlık memuru
koşuyor.
“Döyüs” muhtar epey kan kaybetmiş, ama gebermemiş.
Sarıp sarmalayıp şehre hastaneye yetiştiriyorlar.
Ali dayı “o deyilikten ne olmuş?” “Kimi vurmuşla?
Niye vurmuşla? Vah! Vah” deyivermiş. İçinden “eferin Nasip’e işi iyi becermiş.
Döyüse dersini vermiş” diye sevinmiş.
Bu muhtar çok “nalet” biriymiş. Hastanede epey
kalmış. Sonra tedavisi bitince köye dönmüş.
Olay onu başlangıçta korkutmuş “epey pısmış”. Kendini
vuran kim? Vurduran kim? Çok merak etmiş. Jandarma çevrede çok arama baskın
yapmış. Ama kim olduğunu kimse öğrenememiş.
Muhtar, Ali dayıdan bile şüphelenmiş “ama elde avuçta
bişe yok” ne diyecek de Ali dayıyı şikayet edecek.
Derken günler geçmiş. “Huylu huyundan döner mi?”
Muhtar zaman geçince yine azmaya başlamış. O kadar azıtmış ki, çevrenin en
namlı demokratlarından olup çıkmış. Şehirde bile borusunu öttürüyormuş.
Bir gün yanında köy bekçisi şehre gitmiş… Şehrin
aşağı meydanında jandarma alay komutanıyla birlikte gölgelikte çay kahve
içiyorlarmış. Aklınca jandarma komutanına hava atacak… Bekçiye “git valiye
söyle, Muhtar buyurup gelsin, kahve
içelim diye sizi falan meydana çağırıyor de” diye bekçiye tembih ediyor.
Jandarma komutanı “muhtar ayıp olur. Koskoca vali. Kır
bekçisiyle çağrılmaz. Ben gidip haber vereyim” dese de muhtar aynı zamanda
parti başkanı ya “ayıp olmaz gelir gelir o” deyip bekçiyi gönderiyor.
Jandarma komutanı buna çok içerlemiş, ama “devir
bunların devri” deyip ses çıkarmamış.
Koskoca vali bekçinin arkasına takılıp geliyor.
Muhtar ve jandarma komutanıyla kahve içiyorlar. Komutan “koskoca devlet ne hale
geldi?” diye kızmış, ama ne yapsın? Susup oturmuş.
Muhtar bu olayı kasabaya dönüşte bekçinin de
şahitliğiyle ballandıra ballandıra anlatmış. Artık muhtarın önünde durana aşk
olsun…
Çoban Ali dayı bile “elle canına yandımın dünyası
kimlere galdı?” diye hayıflanmış. Söylediğine göre “azıcık ürkmüş”.
Günler böyle geçiyor; artık “ne olur ne olmaz” diye
kasabaya bile inmeyen Ali dayı ağılında koyunlarıyla meşgul kendi halinde
yaşayıp gidiyormuş.
Bu arada çocuklar da peşi sıra doğmaya devam
ediyormuş tabi.
Derken bir gün yine ansızın Nasip çıkıp gelmiş.
Elinde yine nerden bulduğunu söylemediği bir silah varmış. Ali dayı az şaşırsa
da sevinmiş. “Abooo! Arkıdeş, gine nerden çıktın böyle?” diye tepkisini dile
getirmiş.
Hoş beş, sarmaşmışlar. Nasip “gardaş beni görünce
şaşırdın değil mi?” diye gülerek sormuş. Ali dayı “valla arkıdeş şaşırmadım
desem yalan olur. Emme senin böyle göğden düşer gibi gelişine alışdım. Hem seni
merak ediyodum, nerlere gidik deyi” demiş.
Nasip, muhtarı vurduktan sonra nereye nasıl gittiğini
anlatmış. “yine epey dolaşdım. Sonra İstanbul’a gittim. Orda akrabaların
yanında kaldım. Yalnız gardaş ben bir haberle geldim. Duysan şaşarsın. Ben de
şaşırdım, ama olacak gibi” demiş.
Onun bu sözü üzerine merak eden Ali dayı “böyle
bilmice gibi ne gonuşuyon. Ne duydun söyle bizde bilem” demiş.
Nasip İstanbul’da memleketlisi bir binbaşıyı
tesadüfen bir akrabanın yanında gördüğünü; onunla ‘oradan buradan’ konuşurken
binbaşının “askerin hükümete çok kızdığını yakında devireceğini söylediğini”
söylemiş. İstanbul’da her gün nümayiş olduğunu, herkesin ayakta olduğunu
anlatmış.
Ali dayı burada durdu, soluklandı. Biraz yorulmuştu.
Ama devam etti. “ben önce bek inanamadım. ‘Goca Kürt salladı’ dedim. Üzerinde
durmadım.” Dedi. Nasip’e “arkıdeş onla nafdır, dedigodudur emme işallah dedin
gibi olur” demiş ve ona eski yerini göstermiş.
“Yerin boş duruyo, biz kendi işimize bakam. Yalnız az
dıkkatlı olam, muhtar son zaman çok azıddı” deyip. Muhtarın Valiye ettiğini,
sonraki yaptıklarını anlatmış. Ve ağılda birlikte yaşamaya başlamışlar.
Ali dayı yine soluklandı, sonra “aradan çok geçmedi,
bizim arkıdeşin dedi oldu” dedi. 27 Mayıs ihtilali olmuş. Tabi muhtarı,
adamlarını tutuklamışlar.
Ali dayıgile gün doğmuş. “Yalınız muhtarın valiyi
çağırdığı sırada yanında olan jandarma gomutanı o işi içine atıgomuş. İhtilal
olunca doğru bizim kasıbaya geldi. Muhtarı eşek urganıyla dört elli etti.
Isparta hapisanesine kapadıla. Orda epey galdı. Sona salıvedile. Emme ondan
keri guyru gulağı düşürdü. Kimsenin yüzüne bakımadı. Zaten çok yaşımadı ölüp
gitti” dedi.
Devam etti “İnsan bi iyiliğile, bi de kötülüğüle
anılır. Bu adama rahmet okuyan heç olmadı” diye açıkladı.
Bu sırada ihtilalden sonra şehirde tanıdık bir CHP
milletvekiline Nasip’in durumunu anlatmış. O milletvekili Nasip’i arkasına
takıp Ankara'ya götürmüş. Nasip’in askerdeyken yüzbaşı vurması affedilmiş.
Kalan askerliği için de rapor alınıp teskeresi verilmiş.
Nasip gelmiş; işlerinin halledildiğini söylemiş
vedalaşmışlar çekip gitmiş.
Ali dayı bir daha Nasip’i görmemiş. Bunları
anlattıktan sonra oğluna baktı “bizim zevzeğin eşkıya dediği işde o esger
arkıdeşi Nasip” dedi. Yorulmuştu.
O sıra Hastafendi de çok yorgundu. Yeniden yaşama
dönüşte epey efor harcamıştı. Eniştesi doktorun deyimiyle “resetlenmiş” olmanın
yorgunluğu vardı.
Ali dayının anlattığı asker arkadaşı Nasip’le
yaşadıklarını, çobanlık yaparken yaşadıklarını anlatırkenki ifadesi çok
tatlıydı. Hele “bu arada “bizim çocukla peşepeşe doğmuya başladı” demesi…
Dile kolay dört oğlan, dört kız sekiz çocuk. Bunlar
için, bunlarla birlikte verilen yaşam kavgası. Hiç okuma yazma bilmeyen cahil
bir insanın yaşam öyküsü de ilginçtir mutlaka.
Bunlar aklından geçti. O böyle insanlara her zaman
çok değer verirdi. Sıradan, ama sıra dışı öyküsü olan; yaşamları hep
mucizelerle dolu insanlar. Görmesini bilen mutlaka görecektir onları.
Onlar öylesine yaşanmış hayatlardır ki; bunun hiç
hesabı kitabı olmaz. İçinde yaşadıkları zorluklarla nasıl başa çıkmışlar, bu
sırada neler yaşamışlar ‘örneğin bir çoban sekiz çocuk yapmayı nasıl göze alır?
O çocuklar doğdukça neler düşünür? Nasıl geçimlerini sağlar? Sevinçleri,
mutlulukları nelerdir? Nelerden kaygılanır? Nelere tasalanır? Nelerden korkar?
Nelere umursamazlar?’
Düşünün seksen yedi koca yıl nasıl yaşandıysa
yaşanmış. Ama hala hayata sımsıkı bağlı; hasta yatağında Paris’teki
parlamentonun kararına ilgili… Yalnız ülkesinde değil, ülkesinin dışındaki olaylara
da doğru yanlış kafa yoran; yormaya çalışan ilgilenen bir ihtiyar.
Birçokları onları yok sayar, küçümser. Ama onları
küçük görenler ‘ne yaşamı? Ne de kendini? Kendi hadlerini bilmeyen insanlardır’
Eğer küçümsediği o insanların hayatını bir şekilde aynı biçimde yaşamak zorunda
kalsa hepsinin feleği şaşar. Çok bilinen ve kullanılan ifade ile hepsi strese
girer, belki kafayı üşütürler. Bazısı da onları hiç tanımadan tanıdığını
zannedip, onlar hakkında ahkam keserler.
Hastafendi bütün yaşamı süresince hep bu insanların
farkına varmaya, onları anlamaya çalıştı. Bunu yaparken onlar gibi olmaya da
çalışmadı. Çünkü onlar gibi olamayacağını biliyordu. Bu bilinçle onlarla var
olan bu farkının farkına varırken, onların da farkına varmayı becerdi. Öyle insanlar
tanıdı ki? Hepsi farklı yaşamlar içinde, farklı inanç ve farklı kültürde farklı
yaşamları yaşayan insanlardı.
Onlarla sıkı dostluklar kurdu. Onların sırlarına
girmeyi başardı. Yani onlara ‘yaban’ kalmadan, ama onlardan biri olmadığını da
hiç saklamadan onların onu kendilerinden sayması gibi zor bir işi becerdi. Ama
bu ilgisini, yani onlara duyduğu ilgiyi de onlara hiç fark ettirmedi. Bunun
için özel bir çaba da harcamadı. Sonunda kendini onlara onlardanmış gibi kabul
ettirdi.
Zaten o insanlara özel maksatla yaklaşıp veya niçin
yaklaştığını öne çıkarıp, bunu doğallığın dışında bir gayretkeşliğe
dönüştürürsen onları hiç tanıyamazsın. O zaman onlar sana kendilerini hiç
tanıtmazlar. Bunu da çok ustaca yaparlar. O sırada karşısındakiyle adeta dalga
bile geçerler. Onların bu özelliklerini bilmeyenlerin onları anlama ve
kendilerini onlara anlatma çabaları hep boşunadır ama bunu da çok geç fark
ederler.
Belli bir zaman sonra geçmişte yaşadıklarını yazmaya
karar verince de işe bu farklı yaşanmışlıklardan başlamayı düşündü.
Ali dayı bu insanlardan biriydi. Hastafendi o sıra
hastanedeyken böyle biriyle karşılaştığı için çok keyiflenmiş; şimdi yeri
gelince ondan kısa bir anekdot paylaşmıştı.
Siz de eğer bu tür yerlerde; yani hastane veya
hapishane gibi yerlerde kaldıysanız bilirsiniz. Böylesi dost insanlar varsa ve
onlarla ilişki kurabilirseniz; onlar içinizdeki ağıyı alır, acınızı azaltır.
Hele hastanelerdeyseniz öylelerini çok ararsınız. Yoksa vakit geçirmezsiniz.
Çok şükür onun bilumum böylesi hanelerde kalma
deneyimi vardı. O deneyimle oralarda böyle biriyle karşılaştığı zaman önce
karşılaştığı kişiyi gözlerdi. Yıllarca yaşadıklarının kazandırdığı deneyimden
biliyordu; bunların hepsinin çok farklı özellikleri vardır. Bazısı çok
çekilmezdir. Çıkarcıdır veya zor birdir. Genellikle de cahildirler. Ancak
hepsinin müthiş hayat deneyimi vardır. Farkına vardırmadan sizi kullanan,
sizden tıpkı bir sülük gibi yararlanmaya çalışanlar olur. Genelde yufka yürekli
gibi gözükürler; ama içlerinde çok insafsız olanları vardır.
O bunları
düşünürken epey yorulmuş; artık hiçbir şey düşünmeden uyumak istiyordu.
Ama yatarken Çoban Ali dayının sevecen bir dille
anlattıkları aklına gelince içini farklı bir duygu kaplamış; epey bir süre
gözleri kapalı olmasına rağmen uyuyamıyordu.
Bu sırada eşi
yemeği yapmış, yanına uzanmıştı. Onun uyumadığını görünce; “ne biçim insansın
sen. Ne uyuduğun belli, ne uyanık olduğun… Az önce kapıdan baktım, gözlerini
tavana dikmiş kendi kendine bir şeyler konuşup, gülümsüyordun. Gidip yemeğin altını
kapatıp döndüm, uyuyor sandım; yanına usulca uzandım. Baktım uyanmışsın” dedi.
Hastafendi ona aklına gelenleri söyleyecekti, üşendi.
Tavana bakmaya devam etti.
Onun bu hallerine eşi de alışmıştı. O nedenle
konuşmak için üstelemedi.
Bir süre sessizce tavana bakıştılar.
Hastafendi “Temur efendiyi ne yaptılar acaba?” dedi.
Eşi anlamamıştı “o kim?” diye baktı. Hastafendi “onu nereye gömdüler acaba?”
dedi. Eşi daha şaşırmıştı “kimi gömdüler?” diye sordu. O eşinin sorusunu
duymamıştı bile “inşallah köyüne götürmüşlerdir” dedikten sonra eşine “beni
mutlaka doğduğum yere gömeceksiniz değil mi?” dedi.
Kadın şaşırmış ve korkmuştu. “Sen ne diyorsun? Ne
ölmesi, ne gömmesi?” diye korkunun verdiği şaşkınlıkla sordu.
O her zamanki sakinliğiyle “ne şaşırdın. Temur
efendiyi diyorum. Acaba çocukları onu köyün götürüp gömdüler mi diye aklıma
takılınca kendimi düşündüm. Hani size hep diyorum ya; ölünce köyüme gömün diye.
Onu söylüyordum” dedi.
Eşi çok üzülmüştü. “Ölümü nereden aklına getirdin.
Maşallah iyisin. Ne ölümü?” dedi. Bu sırada ondan taraf dönmüş, üzüntüyle
bakıyordu.
Hastafendi “ne üzülüyorsun. Ben öleceğim demedim ki.
Hani ölünce dedim” dedi, ama eşinin üzüntüsünü giderememişti. “Hadi hadi kalk
yemeği hazırla. Az sonra kız gelir. Sen benim böyle abukluklarıma bakma. Yata
yata kafam karıştı dedi” Eşi biraz rahatlamıştı, kalktı yemeği hazırlamak için
çıktı.
Hastafendi onun arkasından bakarken “dert benim. Bir
de bunları teselli etmek zorunda kalıyorum. En zoru burası” diye
mırıldanıyordu.
Bu sırada trende Temur efendi aklına geldi.
Tren de İstanbul'a yakınlaşmıştı. Gece boyunca
kompartımandan ve koridordan uyuyan insanların homurtuyla karışık horlama
sesleri geliyordu.
Temur efendi ne kadar uğraşsa da uyuyamamıştı.
Aklında gittiği İstanbul vardı. Rifat’ın anlattığına göre çok büyükmüş. Her
tarafında deniz varmış.
Temur efendi hiç deniz görmemişti. Denizi merak
ediyordu. Bir de ara sıra “ya Rifat'ı bulamazsam? Ya yazdığı gibi davranmazsa?”
soruları aklına geliyor, hemen bu soruları akıldan siliyordu. Çünkü Rifat'la on
altı ay beraber askerlik yapmışlardı. O sürede hiç yanlış davranışı olmamıştı
ki. Çok mert bir arkadaştı. Onun kendisini kardeşi gibi karşılayacağına emindi.
Karşısındaki adam da uyuyordu. Ona şoför olduğunu
söylemişti. O da “o zaman İstanbul’da kolay iş bulursun. Eğer arkadaşı
bulamazsan gel beni bul” diye adres vermişti. Adres Haydarpaşa limanında bir
nakliye şirketinin adresiydi. Ona Anadolu’ya kamyonlarla mal sevk edildiğini.
Ona o kamyonlarda iş bulabileceğini söylemişti. Şimdi horul horul uyuyordu.
Anası öldüğü için işinden izin alıp köyüne gelen adam
da İstanbul’la iş için giden köylülere iş bulma sözü vermişti.
Ama Temur Efendi bir ara koridora çıkınca o adamın
öteki kompartımanlarda başka köylülerle de konuşup onlara bir şeyler
söylediğini görmüş, adamı hiç gözü tutmamıştı.
Bunları düşünürken camdan hafiften ağaran günün
aydınlattığı yerlere bakıyordu. Oralara bakarken köyünden çok uzaklarda olduğu
aklına gelmiş, içine bir gariplik çökmüştü.
“Anam babam ne yapıyorlar acaba?” diye düşündü. Kız
kardeşi küçük oğlan kardeşi aklına geldi. Şimdiden onları özlemişti. Ama gidip
iş bulup çalışmak zorundaydı. Çünkü köyde ekip dikecek fazla tarlaları yoktu.
Eğer İstanbul’da iş bulup para kazanırsa onlara da
gönderecekti. Çünkü babası oldukça yaşlanmıştı. Anası da öyle… Kız kardeşi
nişanlıydı. Bugün yarın evlenip giderdi. Evde anası, babası, küçük kardeşi
kalacaktı. Kardeşi babasına yardım etse de henüz küçüktü. Onun için Temur
efendi para kazanıp onlara yardım etmesi gerekiyordu.
Bu aklına gelince biraz da ha hırslandı. İçinden
“bekle beni İstanbul ben geliyorum” derken dişlerini sıkıyordu.
Az sonra yavaş yavaş herkes uyandı. Uyananların ilk
yaptığı şey sigaralarını yakmak oldu. Kompartımana bir yandan sigara dumanı
kaplarken öte yandan öksürük sesleri kaplamıştı.
Herkes öksüre öksüre sigarasını içiyordu. Az sonra
öksürük sesleri kesildi. Herkes uyku sersemliğiyle birbirine “daha ne kadar
gideceğiz?” der gibi bakıyordu. Anasının ölümü nedeniyle köyüne giden işçi
“öğleye İstanbul’a varırız” deyince kompartımanda herkeste bir heyecan dalgası
dolaştı. Hepsi de hedefe nihayet varacak olmanın sevinci ve heyecanı içindeydi.
‘Hedef’; herkesin bin bir düş ve umutla varmayı
düşündükleri yer. “Taşı toprağı altın” denen İstanbul.
Trende oraya ilk gidenler için bir bilinmezlik. Bir
muamma. Bir umut şehri… Kimbilir onları o şehirde neler bekliyordu? Şimdiden
kim bilebilirdi ki?
Aslında Temur efendi kendi açısından haklıydı.
İstanbul gerçekten ‘özellikle o yıllar için, hatta şimdi bile’ oraya Anadolu’dan
ilk gelen için hep bir ürkü, bir muamma kaynağı olmuş. Şimdi iş kolay;
otobüsler, uçak, tren, özel araba gani. Atla arabaya en uzak yerden geliş en
fazla otuz beş otuz altı, bilemedin kırk saat. Hele uçak ‘şıppıdak’ varacağın
yere varıyorsun.
Ama o zaman öyle mi? Otobüs veya özel araba hem ‘var’
hem ‘yok’ gibi. Uçak zaten yok. Eh tren desen; bildiğimiz ‘türküler konu olan’
kara tren. Deniz yolu ulaşımı hemen hiç yok.
Elliden sonra yollarda ‘Marsal planı’ gereği ‘tren
komünist işi out, karayolu taşımacılığı in’ durumunda kamyon taşımacılığı var;
ama onun da şoför mahalli ve kasalarda maldan geri kalan yerde ‘lebaleb’ salkım
saçak yolcu dolu.
Yani o yıllar ulaşım böyle. Köyün ardındaki tepeyi
aştın mı ‘gurbet’. Birçoğumuz belki bilir veya bilmez.
Bizdeki gurbet türkülerinin en uzağa tarifi at
arabasıyla en fazla bir günlük yol. Yani “arşın arşın yollar” türküsünü
dinleyende iç geçiren uzaklık bu.
Tabi ellilerin başına kadar yollar ve menzil daha
uzak. Elliden sonra ulaşım hızlandıkça mesafeler kısalmış. Şimdi ‘çat orda, pat
orda’. “Alamanya” bu yüzden artık Anadolu gibi.
Köylerde “şindilede ulaşım artdı. Sabah kak. Var üç
beş saatlık yolculuğula hava alanına. Ordan hade iki saatte Avrupa’nın en
ucunda bul kendini” sohbeti her geçen gün daha sık edilir oldu.
Yani Temur efendiyi garipseten, ürküten İstanbul’da
kendi şoför olduğu için komapartımanda iş için giden mesleksiz köylüler için
‘bunların işi da zor’ derken ‘haklıydı’. O yıllarda başlayan bu İstanbul akını
elli yedi elli sekizden sonra çok hızlandı.
Anadolu’dan gelenler ‘Avrupa’dan ürktüğü için
sanırım’ İstanbul’un Anadolu yakasına önce Kadıköy, Üsküdar; sonra her yakasına
doluştu.
İskele ve Haydarpaşa garının önü arkası, yanları,
limanın arkasındaki geniş arazi o yıllar kum gibi Anadolu köylüsü kaynardı.
Oralardan işlere, işyerlerine ‘önlerinde işçi
simsarları’ dağıldı.
Çünkü elli sekizden itibaren İstanbul ‘yapılaşacak’
diye ‘yağmaya’ açıldı.
Her yere inşaat işçisi, amele, yük boşaltıcı hamal
velhasıl ‘ilk denizi gördüklerinde “abov bu ne böyle?” deyip ürken korkan
İnsanlar Anadolu yakası dolunca sığmadı karşıya Avrupa yakasına aktı.
İlk vapurlar, kayıklar o sıralar binildi. Dolmuşu
çoğu o sıra gördü. Sonra ilk denizi görenler kendileri kayıkçı, şoför oldu;
geriden gelenleri oraya buraya taşıdı.
Anadolu yakasının Florya sahil hattındaki temelden
çıkan tarihi eserler yağmalandı. Sonra bu yağmalama bütün İstanbul’ da aldı
yürüdü; hala devam ediyor.
İlk mütahitler o sıra ortaya çıkmaya başladı. Ama
Ağaoğlu gibiler o sıra ‘işçi simsarı’ bile değildi. Onların devri yani iddia
ettikleri gibi Allah’ın “yürü ya kulum” demesi “yollar yürümekle aşılmaz” diyen
‘devri Süleyman’a denk gelir.
Ağaoğlu bir tv programında kendisi için “ben de
işçilikten geliyorum” dediği yıl yetmiş sonrasıdır. Ama ‘işçi değil’ işçi
simsarı olarak.
Neyse bunları bu öykü yolculuğunda uzun uzun
yazacağız. Şimdi genel özet oluyor bunlar.
İstanbul’a ilk gelen bu köylülerden ‘gurbeti
azaltmak, akşam bir kap sıcak çorba bulmak’ umudu taşıyanların, buldukları bu
işlere güvenip İstanbul’da kalmak isteyenlerin yaptıkları ilk gecekondulaşmalar
Kazlıçeşme; sonra Bulgurlu’da başladı. Giderek bütün İstanbul’a yayıldı.
O sıra yapılanlar hakikaten ‘gece kondu’ idi. Bir
gecede duvarı tavanı yapılıp sonra yavaş yavaş kapı pencere, para olursa cam
takma işleri yapıldı.
Tabi en çok bir oda ve bir mutfak gibi bir şey… Belki
yanında hem banyo olarak kullanılan ‘hela’ yapıldı. Tabi elektirk, yol, su yok.
Yani oralara İETT yok.
Yollar kışın çamur, bataklık. Gece işten gelip de
yolunu bulup eve gidene aşk olsun.
İstanbul’un yağmuru, fırtınası eksik olmaz. Gece
uyuyorsun ‘hadeee!! Çatı uçmuş, duvarlar üstünde sırılsıklam yaşsın’. Hemen
daha önce gelip daha sağlamlaştığı için sağlam kalan komşulara sığınırsın.
Onlar “olmaz” demez. Çünkü komşu ya köylü, ya yakın köylerden, ya da akrabadır.
İnsanca dostça dayanışarak birlikte yaşama o ilk gecekonduların adeta
destanıdır.
Bu gecekonduları en iyi Yaşar Kemal ellilerden altmış
ikiye kadar Cumhuriyet gazetesinde muhabirken röportajlarla anlatır.
Yaşar Kemal o röportajlarla İstanbul ve bütün Anadolu
izlenimlerini ‘Bu diyar baştanbaşa’ adlı dört ciltlik kitabında topladı.
Halkı, Anadolu insanını tanıma amacında olanlar için
bana göre en iyi kaynak odur.
Sait Faik, Orhan Kemal, Haldun Taner ve diğer yazarlar
yerleşik veya yerleşen İstanbul’u anlatır. Onların kitabı da İstanbul insanını
İstanbul’u çok iyi tanıtır. Fabrika işçilerinin, şehrin hayatı onlarda vardır.
Bunu yazmamızın nedeni; başkalarının bilgisini olduğu
gibi aktarmadan bilgi vermek için.
Burada anlatılanlar da Hastafendinin okuduğu o
kitaplardan veya yaşayıp gördüklerinden kurguladığı düşsel; ama gerçeğe denk
düşen öykülerdir.
Zaten biz Hastafendiyle bu yola çıkarken bu
yolculuğun adını ‘Öykülerle yolculuk’ koysak da; amacımızın daha çok anlatıcılık
olduğunu yazdık.
Herkesin hayal gücü ‘az veya çok’ vardır. Herkes
hayal kurar. Ama Hastafendi hayalinde yaşamayı, yaşatmayı çok sever.
Çocukken kafadan sallayıp arkadaşlarına ‘onların
hayretten gözleri açık dinlettiği’ hep palavradan çok hayali şeylerdi. O
arkadaşları sonradan kandırıldıklarını anlayınca ona ‘palavracı’ diye
takılmışlardı. Doğru onlar palavraydı. Çünkü hiç bilgi kaynağı yok.
Ama burada anlatılanlar bilgi kaynağı gerçek yaşam
öykülerdir. İsimler bazen hayali de olsa çoğu öykü bir şekilde yaşanmış
hayatlar.
Ve o yıllar; yani ellilerin başı İstanbul’un nüfusu
bir milyondan fazla, bir buçuk milyondan az. Net bir sayım sonucu yok; ama
bilgiler bu yönde.
O yıllar İstanbul Gebze’den çok beride bitiyor.
Pendik, Kartal onlar sonraki işler. İstanbul’un
köyleri; yani ‘Orta köv’, Arnavut köy, Feriköy, Bakırköy, Çengel köy, ‘Kadı
köv’ lafta değil gerçek köy. Geçmişten miras İstanbul’un köyü… Tarihi dokusu, Bizans ve Osmanlı yapıları ile
‘burcu burcu’ tarih kokan köyler.
İstanbul Avrupa yakasında Bakırköy’de bitiyor.
Tarabya marabya yok. Sarıyer ayrı bir balıkçı kasabası…
Şimdilerin Menekşe semti o sıra bir balıkçı köyü. Onu
kuranlar Karadeniz’den gelenler. İşleri balıkçılık…
Yani İstanbul o yıllardan bugün on altı milyon olan
metropole yetmiş senede döndü.
Önce yavaş yavaş yetmişlerin başında nüfus iki milyon
beş yüz bin civarında. Yetmişlerden sonra artarak tam yağma var.
Yani elliden sonra otuz iki senede bir milyon zor
artan şehir ondan sonraki kırk yılda on dört milyon artmış.
Bu yolculuk da o süreci, İstanbul’dan ellilerin
başında başlayıp, hızlanan yük trafiğinde kamyonlarda şoförler yaparak,
İstanbul’un kuruluşunda ter döken sonra bir yerlerden ölümüne yer kapmaya
çalışan insanları, gecekondu kavgalarını anlatacağız. Bu süreçte toplumsal
soysuzlaşma, mafyalaşma, altı yedi Eylül olayları, değişen toplumsal yapıdaki
tepkiler, Üniversitelilerin demokrasi mücadelesine ilk katılışlarını, yirmi
yedi Mayıs’a giden ve sonrası süreci anlatacağız.
İlk işçi eylemleri direniş ve grevler, on beş on altı
Haziran, altmış sekizden sonra İstanbul, gençlik vb bütün yaşamlardan
anlatımlarla bu yolculuk devam edecek.
Bunu yaparken ‘öykü yolculuğu veya’ anlatıcılığı hiç
bozmadan yapacağız. Bir siyasi görüşün propogandası ‘kesin’ değil amacımız. Bu
bir süreç… O süreçte İstanbul ve ona bağlı Anadolu’da insan öyküleri.
Elbet çalışan, çalan, çırpan, yiyen için, haksızlık
yapan ve ona karşı çıkan bu karşı çıkan, siyaset yapan; yani toplum içinde
farklı farklı özelliklerde bazen kesişen, bazen ayrışan insanın öykülerinde
yaşanarak bu günlere gelindi.
Bu anlatımlardan ‘neyin anlatıldığı? Kim? Hangi
düşüncenin öne çıktığı? Hangi düşüncenin gerilediği?’ kendiliğinden ortaya
çıkacak.
Bu arada İstanbul’dan ilk olarak Anadolu’ya Temur
efendinin kamyonuyla çıkacağımız yol anlatılarında uğramadığımız yer
kalmayacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder