Az önce çıkmıştı Bilal’in kayın validesinin
evinden. Oraya pay tembih etmeye girmişti. Ama öyle bir pot kırmıştı ki!
Utanmıştı kendisinden ve gerisin geriye dönüp “gardeş sen benim deliliğime ver
deminki lafım için” diye özür dilemeye çalışmıştı.
Bilal’in kayınvalidesi şu koca
köyde ona en yakın davrananların başında geliyordu. Onun için ettiği laftan çok
utanmıştı.
Yoksulluğun yarattığı
çaresizliğin gözü kör olsun. O kadar çaresiz kalmasa ‘o lafı edermiydi hiç?’
Boş bulunmuş Bilal’in asker arkadaşı olan oğlu için “ha benim deli oğlan da Bilal
gibi şehit olaydı da. Bana mayışıyla bi hayrı dokunaydı” demişti; demişti ama o
anda pişman olmuştu ettiği laftan; çıkıp gitmişti kapıdan. Yukarıda yazdığım
gibi sonra bu lafından çok pişman olmuş, utanmış geri gelip özür dilemişti.
Gerçi ne kadar özür dilese de “laf
ağızdan, mermi namludan çıktıktan sonra ahın vahın para etmediğini bunca
geçirdiği ömürde iyi biliyordu ya” neyse.
Zaten Bilal’in kayın validesi
olgunlukla “önemli değil gardeş. Ben senin o lafı çaresizlikten ettiğini
biliyom” dese de o sıra onları dinleyen Bilal’in oğlunu gücendirdiği için
içinden kızmıştı Deli Hayriye’ye. Ama yine de onun çaresizliğini iyi bildiği
için anlayış göstermişti.
“Yukarıda Allah var” deli meli;
ama Hayriye kadın söylediklerinde çok haklıydı. Çünkü onların da köyün içinde
durumları ötekilere göre biraz iyiyse bunu kızının kocasından aldığı şehit
maaşına borçluydular. Zaten köyde onlar gibi her yıl rahatlıkla kurban kesen
ailelerin içinde kendi kızı gibi kocası şehit olanların aileleri geliyordu.
Gerçi o şehit maaşının başında
şehit olan gençlerin ana babasıyla eşleri az kavga etmemişti; ama devlet maaşın
çoğunu eşlerine vermişti. Sonra kocası şehit olan kadınların hepsinin kocası
askere gitmeden evlendiği için hepsi de eşlerine birer ikişer çocuk emanet
bırakmıştı.
Kocası şehit olan eşlerin ‘hiç
biri’ şehit maaşı aldıkları için “elin adamının ağzının kokusunu niye çekelim?”
diye evlenmemişler; evde edepleriyle oturarak şehit kocalarından aldıkları
maaşla kendilerini çocuklarını büyütmeye adamıştı.
Gerçi dul olarak onca yıl
yaşamak kolay olmamıştı; ‘ama ne yapalım? Bu da onların kaderiydi.’ Sonra başka
adama varıp yarın ahrette şehit olup cennete giden kocalarının kendileri için
şefaatinden mahrum olmak da vardı. Kadınların hepsi biraz da bu kaygıyla
evlenmemişti. Yani bu dünyaya zaten sıkıntı çekmek için gelmiş gibiydi hepsi.
Bir de öteki dünyayı sıkıntıya sokmanın alemi yoktu.
Bu satırları okuyan kimileri
“böyle saçma düşünce mi olur?” diye yazdıklarıma tepki duyabilir. Onlar da
belki kendi durdukları yerden haklı olabilirler. Çünkü onlar özellikle köy
yerinde köylünün ektiğinin diktiğinin zaten para etmediği bir dünyada
yoksulluğun insanlarda hangi kaygılarla hangi düşünceleri oluşturduğunu; o
düşüncelerin nasıl esiri olduğunu bilmezler.
Hem bilseler de; yani çoğu
aslında o yaşamlarla yakından ilgili olsalar da; kestane gibi içinden çıkıp
geldikleri yaşamları küçümseyerek kişilik bulmayı seçtikleri için bilmezden
gelirler.
Neyse hikayemizin konusu zaten o
insanlar değil; köyün belli başlı kurban paycısı Deli Hayriye ve içinde
yaşadığı köydekiler.
Gerçekten eskiden herkes iyi
kötü kurban kesecek durumda olduğu halde son yıllarda ‘ektikleri diktikleri
para etmediği için’ köyde yaşayanların çoğunun durumu bozulmuş; dolayısıyla
fitre ve kurban paylarına talibin sayısı artmıştı.
Onun için gedikli fitre ve
payları toplayan Deli Hayriye son yıllarda Ramazan’da erkenden fitre toplamaya
ve Kurban öncesi pay tembih etmeye çıkar olmuştu.
Gerçi köylü öteden beri Deli
Hayriyeyi gözetirdi. Çünkü o ‘bir yerde’ bütün köyün gelini sayılırdı; yani o
bu köyden değildi. Tepenin arkasındaki köylerden birindendi.
Kızlığında ilk görüşte aşık
olduğu Ali’sine babası vermeyince bir gün nüfus kağıdını ve biriktirdiği
paraları koynuna sokup Ali’sinin keçi güttüğü yere gitmiş “bubam beni sene
vermecek. Hadi gaçalım” demiş kendi deyimiyle ‘Ali’sini ordan aldığı gibi
gaçırmıştı’.
Onun bu hikayesi öyle üç beş
satırla anlatılacak gibi değil. Ona aşk hikayesini yazmaya söz verdiğim için tıpkı
“Leyla ile Mecnun’un” hikayesinde olduğu gibi uzunca “Hayriye ile Alinin”
hikayesi başlığıyla yazıyorum. Şimdi laf denk geldiği için kısaca yazdım.
Yani kocasını kaçırdığı günden
beri “deli Hayriye” diye ünlenen Hayriye kadın kocası Aliyi avda vurdukları
günden sonra ondan emanet kalan kızı Emine ve oğlu Zeynel’i köylünün de
yardımıyla bu köyde bir başına büyütmüştü.
O gün bugün köyde büyükler onu
hep kendi gelinleri saydığı için “gelin” diye çağırmış yaşıtları veya kendini
bilmez tazeler yüzüne olmasa ardından onun için “deli Hayriye” der olmuşlardı.
Hem zaten deli Hayriye bunu hep
bilip durduğu için bir de “atın delisi rahvan, adamın delisi pelifan” olur
dendiği için; kendi erkek olmasa da deliliği hep övgü olarak kabul edip
kızmamıştı. Zaten yeri geldi mi? ‘bugün Bilal’in kayınvalidesine’ “hayrına bene
deli Hayriye demeyola” diye kendi deliliğini kendi söylerdi.
Şimdi de kendinden fitre
parasını harçlık olarak alıp giden oğlu Zeynel’in ardından bakarken bunlar
aklından geçiyordu. Birden aklına Bilal’in kayınvalidesine “ha benim deli oğlan
da esgerde şehit oleydi de mayışı galaydı. Bene bi hayrı dokunurdu” dediği
geldi bin pişman oldu “töbe yarabbim. Bin kere töbe. Sen Zeynel’imi bene
bağışla” diye tövbeler etti.
Oğlu Zeynel iyiydi hoştu; ama
bir işin kulpundan tutmamıştı. Öyle olunca ona koca köyde kız veren olmamıştı.
'Hani evlenip de ona bir torun
hediye edeydi; o da eller gibi ‘saçını süpürge edip’ o torununu büyütüp Bilal’in
oğlu gibi büyük okullara göndereydi; ya da torun kız olursa onu hayırlı birine
vereydi.'
Hep bunları hayal etmiş; o öfkeyle ilenmişti Zeynel’e. Şimdi olduğu gibi sonra bin pişman olup tövbeler etmişti.
Hep bunları hayal etmiş; o öfkeyle ilenmişti Zeynel’e. Şimdi olduğu gibi sonra bin pişman olup tövbeler etmişti.
O şaşkınlık ve pişmanlıkla bir
süre daha oğlunun ardından baktı. Evine geldi. Fitrelerden kızına ayırdığı para
çıkınını aldı. Deli oğlan görüp onu da almasın diye saklamıştı o çıkını. Şimdi öte
köyün sığır çobanına kocaya verdiği kızına o parayı vermek için gitmeyi
düşünmüştü.
İçerinden bayramlarda giydiği
eteğini giydi. Bürgüsünü örtündü; bayramlık lastik pabuçlarını giydi. Eskiden
alışkanlığı olduğu gibi ‘yolda karşısına çıkacak itten, puştan’ kendini
savunmak için hazır ettiği meşe sopasını eline aldı ve kızının olduğu köye
doğru yola düştü.
Bu sırada içinden kızına “bu
bayramda pek pay olmayacağını” söylemek geçti. Çünkü kızı ve torunları her
kurbanda onun getireceği payları bekliyordu.
O düşüncelerle yürüdü gitti.
Gerisini merakla bekliyorum!
YanıtlaSilGerisi gelecek canım kızım. Hele siz merak ettikten sonra gerisi mecbur gelecek.:)
YanıtlaSilEğer insanlar; "hayırsız" dediği çocukları için bari "şehit olsa da maaşını alsam” noktasına gelmişlerse... Eğer yönetenler yoksulluğu yok etmeyi; paylarla, sadakalarla dualarla, iftar öğünleri ile çözmeyi düşünüyorlarsa…. Ve eğer yoksul insanlar onurlarını hiçe sayarak, kapı kapı dolaşıp dilenme anlayışına gelmişlerse….
YanıtlaSil