Geçen hafta Hindistan’daki dinlerden bahsedip orada
Zerdüştlerin cenaze töreninden bahsederken lafı insanların birbirine saygısına
getirip yani "ya bunlar ‘Zerdüşt dinine inanıyordu veya onca tahsile rağmen de
yakınlarının o inanca göre defnine razıydılar.” Yani “böyle saçmalık olur mu?”
gibi kestanelik yapmıyorlardı. İnanmasalar bile inananlara saygılıydılar” diye
bitirmiştim.
İnsanların birbirine saygı göstermesi aslında insan
ilişkilerinde insanlığın temel göstergesidir. İlk insandan bu yana insanlık
ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkiler üzerine şekillenen toplumsal yapısında
her ne kadar inanç diye üzerine örtülen karanlığın etkisinde kalsa bile;
insanın evrimi esas olarak hayvandan farklılaşması üzerine şekillenmiştir.
Yani ilk insandan itibaren insanlar birbirine
davranışlarında hayvandan farklılık gösterdikçe insanlaşmış. Buna insanın
uygarlaşması da denebilir.
Burada tabi “uygarlık nedir?” sorusunun doğru tanımını
bilmek gerekir. Uygarlık kimilerinin sandığı gibi medeniyet değil;
insanlaşmadır.
Freud ilk uygar insanın ilk küfür eden insan olduğunu ifade
ederken tam da buna işaret ediyordu. Yani tepkisini hayvanlar gibi hırlaşarak,
ötekine saldırarak değil küfür ederek belli ederken hayvanlara ait; genlerine
işlemiş saldırgan dürtüyle değil küfürle tepkisini ifade etmesinin insanın uygarlaştığının
ilk işareti olarak ifade ediyordu. Bu ifadeden yola çıkarak uygarlığın insanın
davranışlarının hayvan davranışlarından ayrılması olarak ifade edebiliriz. Yani
insan genlerine kadar işlemiş hayvansal dürtülerden kurtuldukça uygarlaşır.
Buradan bakınca; ‘unutmadan hemen ifade edeyim’ emperyalist
çıkarlarla saldırganlaşan ve savaş araç gereçlerini geliştirmeye önem veren
toplumların giderek hayvansal dürtülerin esiri olmaya; yani hayvanlaşmaya
başladığını; yani evrimini geriye döndürdüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.
Geçen haftaki yazımda Patagonya yerlilerini anlatırken
orada yerlilerin anadan üryan; yani doğdukları gibi çırıl çıplak yaşadığını;
belgeselcilerin kendi ön yargıları gereği çekim yaparken kadınların çırıl
çıplak görünümünün hoş olmayacağını düşünüp onlara cinsel organlarını örtmeleri için bir şeyler verdiğine işaret etmiş ve yerlilerin çırıl çıplak olmaktan hiç
rahatsız olmadığı halde onları belgesele çekecek olan modern dünyadan gelmiş
ekibin kadınların çırıl çıplak olmasının hoş olmayacağını düşünmesini
sorgulamıştım.
Sonra içimden “hangisi daha çağdaş?” diye bir soru
geçtiğini yazmış; sonra kimi tatil yörelerinde çıplaklar kampı olduğunu
vurgulamış; o kampa giden bizim yazarlardan ‘isimlerini hatırlayamadığım için
öyle yazdım’ birinin yaşadıklarını anlatmıştım.
O yazar bir arkadaşıyla gittiği kampta bellerine sardıkları
peştemale kamptakilerin onlara nasıl ters ters baktığını yazmış; o sıra kazara
peştemalini düşürünce önünü arkasını elleriyle nasıl saklamaya çalıştığını;
çıplaklar kampında olduğunu hatırlayıp kendinden utandığını’ ifade etmişti.
Yazar orada düşüncesini “kamptaki çıplaklar bizi Ortaçağın
karanlığından gelmiş hortlaklar sanıp; irkilerek bize bakıyordu” diye ifade
etmişti.
Yazarın bu görüşünden yola çıkarak pekala çırılçıplak
yaşamayı seçen; bu sırada olağan ilişkileri ve işlevleri dışında “ellerinden
kollarından farklı görmedikleri cinsel organlarını örtmeyi düşünmeyen Patagonya
yerlilerinin mi? Yoksa onların yaşamını belgesele çekmek için geldiklerinde ilk
olarak kadınların cinsel organını örtmesini isteyen çekim ekibinin mi? Daha
uygar olduğunu” sorguladığımızda ilk cevap olarak "hayvanlar gibi çıplak yaşayan
yerlilere göre hayvanlardan farklı giyinen çekim ekibinin ‘hayvan
davranışlarından daha farklı davrandıkları için’ daha uygar olduğu cevabını
verebiliriz; ancak cinsel organlarını örterek daha uygar hale geldiğini iddia ettiğimiz
medeni insanın cinsel taciz ve tecavüzlerde hayvandan daha hayvan olduğuna
bakınca aynı iddiada bulunabilir miyiz?" bilmiyorum.
Çünkü giyinmek veya örtünmek uygarlığın ölçüsü olsaydı
Ortadoğuda yaşayanların veya bir burnu dışarıda kalan Eskimoların en uygar
insan olduklarını söyleyebilirdik; ama öyle değil. Yani uygarlığın ölçüsü
örtünmek değil; Freud’un tarif ettiği gibi öfkesini kontrol etmek. Yani insan
öfkesini kontrol edip tepkisini saldırıyla değil sözle ifadede geliştirdikçe
uygarlaşıyor.
Buradan bakınca “en uygar insan kendini en az küfürle ifade eden
insandır” diyebiliriz. İnsanın kendini saldırarak değil sözle ifade etmesi de
ancak kullandığı kelime zenginliğine bağlıdır. Buradan bakınca en uygar insanın
anlamını bilerek kullandığı veya anladığı kelime yönünden en zengin olan insan
olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz.
Bu tarifi yaptıktan sonra geriye çekilip dünya uygarlığına
baktığımızda; dünyadaki hayvandan en arınmış davranışlara sahip olan insanların
en sıkı giyinen toplumlar değil; veya silah yönünden en güçlü ülkeler değil; en çok kitap okuyan toplumların yaşadığı ülkeler olduğunu
söyleyebiliriz.
2016 yılı araştırmalarında en mutlu insanların yaşadığı; yani
insan olmaktan en mutlu olanların yaşadığı ülkeler sıralamasına bakınca da bunu
görebiliriz.
O araştırmada en mutlu; yani en uygarlaşmış; yani hayvansal
davranışlardan en arınmış ülkeler sırlamasında dünyanın emperyalist gücü
sayılan; yani silah yönünden en gelişmiş silahlara sahip insanların yaşadığı
ABD nin, Rusya’nın, Çin’in vb. ülkelerin değil en çok kitap okuyan ve insan
ilişkilerini en fazla geliştirmiş; gelecek kuşaklarının eğitimine en fazla önem
veren ülkelerin olduğu görülüyor.
Böylece Patagonya yerlilerinden itibaren çıktığımız
insanlığın uygarlık yolculuğunda geldiğimiz noktada insanlığı saran gecenin karanlığının en belirgin aydınlığa dönüştüğü yerlerin inanç diye dayatılan ön yargı
körlüğünün en az etkili yerler olduğu daha anlaşılır oluyor.
Sonuç olarak yazacağım; insanlık ilk insandan itibaren
adeta aidiyeti haline gelmiş inanç değerlerinin körlüğünde kaybolmadıkça
çıktığı insanlık yolculuğunda daha başarılı oluyor.
Burada kastettiğim elbet
inançlar değil; daha çok toplumda yönetimde egemen olanların kendi siyasi ve
ekonomik çıkarları için inanç diye; inanç adına dayattıklarıdır. Yoksa insanlık
ilk insandan itibaren özellikle çözemediği güçleri tanrılaştırarak kendinden
daha etkin bir gücün varlığını zaten kabul ederek yaşayıp gelmiş.
Bütün dinlerin ortaya çıkış nedeni de bu…
Burada kastedilen o gücü temsil ettiğini iddia edenlerin toplumda
etkinliğidir. İnsanlığı gecenin
karanlığına sokanın onların etkisiyle oluşan ön yargı körleşmesi olduğudur.
Yoksa insan inandığı güçle baş başa bırakılınca bir sorun
yaşamıyor. Kendi günlük yaşamından sosyal ve kültürel ilişkilerine kadar pekala
kendine göre bir yaşamı geliştirebiliyor.
Bunu insanlığın özellikle kültürel
birikimlerinde, kültürel zenginliklerinde pekala fark edebiliriz. İnsanlığın
kültürel gelişiminin ve sosyal ilişkilerinin akamete uğradığı dönemler hep o
karanlığı yaratan; yani yönetenlerin inanç diye kendi egemenliklerini dayattığı
dönemler olmuştur.
Bilinen ilk insanlık tarihinden bu yana bunu rahatlıkla
gözleyebiliriz.
En son tek tanrılı dinler döneminde yaşanan insanlığın
karanlık dönemleri de aynı inanç adına birilerinin kendi egemenlikleri
dayattığı dönemler olmuştur.
Ortaçağ karanlığından bahsederken ilk çağ karanlığından
bahsetmeyişimizin nedeni biraz da budur.
İlk çağ döneminde kendini tanrı olarak veya tanrının oğlu olarak
ifade eden tiranlar, krallar olsa da insanlık gelişimini hep sürdürmüş. Özellikle
felsefenin ve insanın kendini yönetme biçimi olan demokrasinin ilk bahsedildiği
dönem bugün antik çağ olarak bilinen ilk çağ dönemi olmuştur. Yazının icadı dahil insanlığın gelişimini ifade eden buluşların ilk ortaya çıktığı dönemler insanlığın çok tanrılı dinlerinin egemen olduğu en ilkel dönemleridir
Ancak Ortaçağın; 'başlangıcı olan' Hıristiyanlığın ortaya
çıkması ve özellikle yaygınlaşması ve sonrasında inanç veya tanrı adına söz söyleyen
yöneticilerin krallıklar üzerinde etkin olmasıyla insanın; insanlığın gelişiminin durduğunu; toplumların en karanlık; en kanlı sürecin yaşadığı dönem olduğunu görüyoruz.
Bu süreçte gözlenen yöneticilerin inanç adına
hareket ettiği ve inanç değerlerinden güç aldığı ve etkin olduğu dönemlerin
karanlığın şalının toplumun üzerine en kalın örtüldüğü; o toplumlar için
gecelerin çok uzun dönemler olduğudur.
Geri dönersek; Hindistan örneğinde olduğu gibi en ilkel
inançların etkin olduğu toplumlar dahil inanç adına söz söyleyenlerin toplumda
etkin olduğu dönemler insanlık için karanlığın en koyu olduğu dönemlerdir.
Onun
için Avrupa aydınlanmasının ve bilime önem veren İslam aydınlanmasının yaşandığı
dönemlerin insanlığın gecenin karanlığını dünya ölçeğinde araladığı dönemler
olduğunu söyleyebiliriz. Yani insanlık bir bütün olarak ilk insandan bu yana
insanlaşma sürecinde yaşadığı uzayan gecenin karanlığını henüz tamamen
aşabilmiş değildir.
İlk bölümlerde işaret ettiğim gibi bilim ve teknolojiyi
eğitimle bütünleştirip kendi içinde aydınlanma yaşayan toplumlar için bile
gecenin karanlığı tehlikesi henüz son bulmuş değildir.
İnsanlık bir bütün olarak bilimde; özellikle insanın çağdaş
eğitiminde buluşup inanç diye dayatılan karanlıktan kurtulamadıkça hiçbir
toplum için sinerli bir yaşam yoktur.
Çünkü inanç diye dayatılan karanlığın içinde üreyen terör
sonunda bütün insanlığı tehdit eder hale geldi. Emperyalist ülkeler gecenin
karanlığını yaşayan ülkelerin yer altı ve yer üstü zenginliklerini belli çıkar
gurupları için sömürürken bunun için hayvansal dürtülerini; yani
saldırganlıklarını ve tabi saldırı araçlarını geliştirirken inanç diye
dayatılan karanlığa destekleyip prim vermiştir. Sonunda gelinen noktada kendi
toplumlarının; yani kendi yurttaşlarının da güvenliği tehdit altına girmiştir.
Bu tehditi besleyen politikalar terk edilip; bütün insanlığın
aydınlanmasında buluşmadıkça; yani bugün çok sarınılan Samuel Huntington’un
geliştirdiği “Medeniyetler Çatışmasını” değil “Medeniyetlerin Uygarlıkta
buluşmasını” (ki bunun adı Kopenhang Kriterleridir) gerçekleştirmedikçe ilk
insandan bu yana insanlığın dünyasını karartan ve o zamandan bu zamana “Uzayan
Gecenin Karanlığından” insanlığın kurtulması ve o karanlığın cehenneminden
insanlığı koruyacak aydınlığa çıkması olanaksızdır.
Tabi burada her topluma; her ülkenin yurttaşlarına münferit
düşen görev öncelikle kendi toplumunda, kendi ülkesinde aydınlanmayı sağlayarak
kendini saran karanlığı yırtmasıdır. Bu şekilde oluşan aydınlığın dalga dalga
bütün dünyayı sarması sağlanabilir.
O zaman Hindistan toplumunun aşılmaz sanılan ön yargılarla
parçalayan kast sistemi denen sisteme son verilebilir. O zaman inanç adına
dayatmaların veya kimi feodal bağların oluşturduğu ön yargılarının esiri haline
gelmiş Asya ve Ortadoğu ülkeleri emperyalist kışkırtmalarla içine yuvarlandığı
cehennem çukurundan çıkıp aydınlıkla buluşabilir; Afrika’nın Asya’nın açlıktan
birbirini yiyecek hale gelen insanları doyabilir; dünya iklimini ve haliyle
dünyanın geleceğini tehdit eden doğal felaketlerin önüne geçilebilir ve belki o
zaman Patagonya yerlilerinin kanaatkar mutluluğunda buluşan uygar insanların
barış içinde dirlikli yaşadığı bir dünyada buluşulabilir.
Yazdıklarımı çok ütopik bulanlara özellikle Avrupa’nın
Ortaçağ karanlığından kurtuluş mücadelesi ve otuz yıl süren kanlı din
savaşlarının tarihiyle ve Avrupa aydınlanmasının kilometre taşları olan edebiyatıyla
doğru ilgilenmesini önereceğim.
O sürecin tarihi ve özellikle edebiyatı Avrupa’nın kendini
saran karanlıktan nasıl kurtulup bugün dünyanın en mutlu insanlarının
çoğunlukta olduğu Avrupa’ya ulaştığını kendi gerçeğinde gözler önüne seriyor.
Yani dostlarım; daha doğrusu “Uzayan Gecenin Hikayesini”
üşenmeden okuyup takip eden dostlarım; sizin de fark ettiğiniz gibi insanın;
daha doğrusu toplumların ilkelliği; yani yaşamlarını karartan gecenin karanlığı
kendi içinden yarattıkları ucubelere teslim oluşlarının ifadesidir. O ucubeden
kurtuluşun da tek yolu insanlığın ürettiği ortak kültürü ve edebiyatıyla
buluşup; mutlaka doğru bilgilerle donanmaktan geçer. Bunun için de üşengeçliği
terk etmek gerekir.
Çünkü oturduğun yerde ne bilgi sahibi olunuyor; ne de
uygarlaşılıyor.
Oturduğun yerden ancak bilgisiz fikirlerle birbiriyle
didişerek birbirini tüketen toplumlar haline gelinebilir. Tıpkı bizim bugün
toplum olarak yaşadığımız süreç gibi süreçler yaşanabilir.
Aslında “Uzayan Gecenin Hikayesi” burada bitmiyor. Ben
kendi çapımda yazdığım öykülerle o hikayeye devam ediyorum; ama bir şeyi çok
uzatmak; hele ‘gaydırıgubbak olmayan’ konularda uzatmak insanı sıkıyor. Bunu
blogdan paylaştığım hikayelerin okunma oranlarında görebiliyorum.
Onun için “efe donu gibi kısa olmasa da” hikayemi burada
bitiriyorum. Gerisini herkes kendi kafasından yazabilir.
Neyse en son diyeceğim; hikayemi buraya kadar takip eden
herkese buradan kocaman bir “MERHABA”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder