24 Eylül 2016 Cumartesi

"UZAYAN GECENİN HİKAYESİ" FİNAL



Geçen hafta Hindistan’daki dinlerden bahsedip orada Zerdüştlerin cenaze töreninden bahsederken lafı insanların birbirine saygısına getirip yani "ya bunlar ‘Zerdüşt dinine inanıyordu veya onca tahsile rağmen de yakınlarının o inanca göre defnine razıydılar.” Yani “böyle saçmalık olur mu?” gibi kestanelik yapmıyorlardı. İnanmasalar bile inananlara saygılıydılar” diye bitirmiştim.

İnsanların birbirine saygı göstermesi aslında insan ilişkilerinde insanlığın temel göstergesidir. İlk insandan bu yana insanlık ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkiler üzerine şekillenen toplumsal yapısında her ne kadar inanç diye üzerine örtülen karanlığın etkisinde kalsa bile; insanın evrimi esas olarak hayvandan farklılaşması üzerine şekillenmiştir.

Yani ilk insandan itibaren insanlar birbirine davranışlarında hayvandan farklılık gösterdikçe insanlaşmış. Buna insanın uygarlaşması da denebilir.

Burada tabi “uygarlık nedir?” sorusunun doğru tanımını bilmek gerekir. Uygarlık kimilerinin sandığı gibi medeniyet değil; insanlaşmadır.

Freud ilk uygar insanın ilk küfür eden insan olduğunu ifade ederken tam da buna işaret ediyordu. Yani tepkisini hayvanlar gibi hırlaşarak, ötekine saldırarak değil küfür ederek belli ederken hayvanlara ait; genlerine işlemiş saldırgan dürtüyle değil küfürle tepkisini ifade etmesinin insanın uygarlaştığının ilk işareti olarak ifade ediyordu. Bu ifadeden yola çıkarak uygarlığın insanın davranışlarının hayvan davranışlarından ayrılması olarak ifade edebiliriz. Yani insan genlerine kadar işlemiş hayvansal dürtülerden kurtuldukça uygarlaşır.

Buradan bakınca; ‘unutmadan hemen ifade edeyim’ emperyalist çıkarlarla saldırganlaşan ve savaş araç gereçlerini geliştirmeye önem veren toplumların giderek hayvansal dürtülerin esiri olmaya; yani hayvanlaşmaya başladığını; yani evrimini geriye döndürdüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.

Geçen haftaki yazımda Patagonya yerlilerini anlatırken orada yerlilerin anadan üryan; yani doğdukları gibi çırıl çıplak yaşadığını; belgeselcilerin kendi ön yargıları gereği çekim yaparken kadınların çırıl çıplak görünümünün hoş olmayacağını düşünüp onlara cinsel organlarını örtmeleri için bir şeyler verdiğine işaret etmiş ve yerlilerin çırıl çıplak olmaktan hiç rahatsız olmadığı halde onları belgesele çekecek olan modern dünyadan gelmiş ekibin kadınların çırıl çıplak olmasının hoş olmayacağını düşünmesini sorgulamıştım.

Sonra içimden “hangisi daha çağdaş?” diye bir soru geçtiğini yazmış; sonra kimi tatil yörelerinde çıplaklar kampı olduğunu vurgulamış; o kampa giden bizim yazarlardan ‘isimlerini hatırlayamadığım için öyle yazdım’ birinin yaşadıklarını anlatmıştım.

O yazar bir arkadaşıyla gittiği kampta bellerine sardıkları peştemale kamptakilerin onlara nasıl ters ters baktığını yazmış; o sıra kazara peştemalini düşürünce önünü arkasını elleriyle nasıl saklamaya çalıştığını; çıplaklar kampında olduğunu hatırlayıp kendinden utandığını’ ifade etmişti.

Yazar orada düşüncesini “kamptaki çıplaklar bizi Ortaçağın karanlığından gelmiş hortlaklar sanıp; irkilerek bize bakıyordu” diye ifade etmişti.

Yazarın bu görüşünden yola çıkarak pekala çırılçıplak yaşamayı seçen; bu sırada olağan ilişkileri ve işlevleri dışında “ellerinden kollarından farklı görmedikleri cinsel organlarını örtmeyi düşünmeyen Patagonya yerlilerinin mi? Yoksa onların yaşamını belgesele çekmek için geldiklerinde ilk olarak kadınların cinsel organını örtmesini isteyen çekim ekibinin mi? Daha uygar olduğunu” sorguladığımızda ilk cevap olarak "hayvanlar gibi çıplak yaşayan yerlilere göre hayvanlardan farklı giyinen çekim ekibinin ‘hayvan davranışlarından daha farklı davrandıkları için’ daha uygar olduğu cevabını verebiliriz; ancak cinsel organlarını örterek daha uygar hale geldiğini iddia ettiğimiz medeni insanın cinsel taciz ve tecavüzlerde hayvandan daha hayvan olduğuna bakınca aynı iddiada bulunabilir miyiz?" bilmiyorum.

Çünkü giyinmek veya örtünmek uygarlığın ölçüsü olsaydı Ortadoğuda yaşayanların veya bir burnu dışarıda kalan Eskimoların en uygar insan olduklarını söyleyebilirdik; ama öyle değil. Yani uygarlığın ölçüsü örtünmek değil; Freud’un tarif ettiği gibi öfkesini kontrol etmek. Yani insan öfkesini kontrol edip tepkisini saldırıyla değil sözle ifadede geliştirdikçe uygarlaşıyor. 

Buradan bakınca “en uygar insan kendini en az küfürle ifade eden insandır” diyebiliriz. İnsanın kendini saldırarak değil sözle ifade etmesi de ancak kullandığı kelime zenginliğine bağlıdır. Buradan bakınca en uygar insanın anlamını bilerek kullandığı veya anladığı kelime yönünden en zengin olan insan olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz.

Bu tarifi yaptıktan sonra geriye çekilip dünya uygarlığına baktığımızda; dünyadaki hayvandan en arınmış davranışlara sahip olan insanların en sıkı giyinen toplumlar değil;  veya silah yönünden en güçlü ülkeler değil; en çok kitap okuyan toplumların yaşadığı ülkeler olduğunu söyleyebiliriz. 

2016 yılı araştırmalarında en mutlu insanların yaşadığı; yani insan olmaktan en mutlu olanların yaşadığı ülkeler sıralamasına bakınca da bunu görebiliriz.

O araştırmada en mutlu; yani en uygarlaşmış; yani hayvansal davranışlardan en arınmış ülkeler sırlamasında dünyanın emperyalist gücü sayılan; yani silah yönünden en gelişmiş silahlara sahip insanların yaşadığı ABD nin, Rusya’nın, Çin’in vb. ülkelerin değil en çok kitap okuyan ve insan ilişkilerini en fazla geliştirmiş; gelecek kuşaklarının eğitimine en fazla önem veren ülkelerin olduğu görülüyor.

Böylece Patagonya yerlilerinden itibaren çıktığımız insanlığın uygarlık yolculuğunda geldiğimiz noktada insanlığı saran gecenin karanlığının en belirgin aydınlığa dönüştüğü yerlerin inanç diye dayatılan ön yargı körlüğünün en az etkili yerler olduğu daha anlaşılır oluyor.

Sonuç olarak yazacağım; insanlık ilk insandan itibaren adeta aidiyeti haline gelmiş inanç değerlerinin körlüğünde kaybolmadıkça çıktığı insanlık yolculuğunda daha başarılı oluyor. 

Burada kastettiğim elbet inançlar değil; daha çok toplumda yönetimde egemen olanların kendi siyasi ve ekonomik çıkarları için inanç diye; inanç adına dayattıklarıdır. Yoksa insanlık ilk insandan itibaren özellikle çözemediği güçleri tanrılaştırarak kendinden daha etkin bir gücün varlığını zaten kabul ederek yaşayıp gelmiş.

Bütün dinlerin ortaya çıkış nedeni de bu…

Burada kastedilen o gücü temsil ettiğini iddia edenlerin toplumda etkinliğidir. İnsanlığı gecenin karanlığına sokanın onların etkisiyle oluşan ön yargı körleşmesi olduğudur. 

Yoksa insan inandığı güçle baş başa bırakılınca bir sorun yaşamıyor. Kendi günlük yaşamından sosyal ve kültürel ilişkilerine kadar pekala kendine göre bir yaşamı geliştirebiliyor. 

Bunu insanlığın özellikle kültürel birikimlerinde, kültürel zenginliklerinde pekala fark edebiliriz. İnsanlığın kültürel gelişiminin ve sosyal ilişkilerinin akamete uğradığı dönemler hep o karanlığı yaratan; yani yönetenlerin inanç diye kendi egemenliklerini dayattığı dönemler olmuştur.

Bilinen ilk insanlık tarihinden bu yana bunu rahatlıkla gözleyebiliriz.

En son tek tanrılı dinler döneminde yaşanan insanlığın karanlık dönemleri de aynı inanç adına birilerinin kendi egemenlikleri dayattığı dönemler olmuştur.

Ortaçağ karanlığından bahsederken ilk çağ karanlığından bahsetmeyişimizin nedeni biraz da budur.

İlk çağ döneminde kendini tanrı olarak veya tanrının oğlu olarak ifade eden tiranlar, krallar olsa da insanlık gelişimini hep sürdürmüş. Özellikle felsefenin ve insanın kendini yönetme biçimi olan demokrasinin ilk bahsedildiği dönem bugün antik çağ olarak bilinen ilk çağ dönemi olmuştur. Yazının icadı dahil insanlığın gelişimini ifade eden buluşların ilk ortaya çıktığı dönemler insanlığın çok tanrılı dinlerinin egemen olduğu en ilkel dönemleridir

Ancak Ortaçağın; 'başlangıcı olan' Hıristiyanlığın ortaya çıkması ve özellikle yaygınlaşması ve sonrasında inanç veya tanrı adına söz söyleyen yöneticilerin krallıklar üzerinde etkin olmasıyla insanın; insanlığın gelişiminin durduğunu; toplumların en karanlık; en kanlı sürecin yaşadığı dönem olduğunu görüyoruz. 

Bu süreçte gözlenen yöneticilerin inanç adına hareket ettiği ve inanç değerlerinden güç aldığı ve etkin olduğu dönemlerin karanlığın şalının toplumun üzerine en kalın örtüldüğü; o toplumlar için gecelerin çok uzun dönemler olduğudur.

Geri dönersek; Hindistan örneğinde olduğu gibi en ilkel inançların etkin olduğu toplumlar dahil inanç adına söz söyleyenlerin toplumda etkin olduğu dönemler insanlık için karanlığın en koyu olduğu dönemlerdir. 

Onun için Avrupa aydınlanmasının ve bilime önem veren İslam aydınlanmasının yaşandığı dönemlerin insanlığın gecenin karanlığını dünya ölçeğinde araladığı dönemler olduğunu söyleyebiliriz. Yani insanlık bir bütün olarak ilk insandan bu yana insanlaşma sürecinde yaşadığı uzayan gecenin karanlığını henüz tamamen aşabilmiş değildir.

İlk bölümlerde işaret ettiğim gibi bilim ve teknolojiyi eğitimle bütünleştirip kendi içinde aydınlanma yaşayan toplumlar için bile gecenin karanlığı tehlikesi henüz son bulmuş değildir.

İnsanlık bir bütün olarak bilimde; özellikle insanın çağdaş eğitiminde buluşup inanç diye dayatılan karanlıktan kurtulamadıkça hiçbir toplum için sinerli bir yaşam yoktur.

Çünkü inanç diye dayatılan karanlığın içinde üreyen terör sonunda bütün insanlığı tehdit eder hale geldi. Emperyalist ülkeler gecenin karanlığını yaşayan ülkelerin yer altı ve yer üstü zenginliklerini belli çıkar gurupları için sömürürken bunun için hayvansal dürtülerini; yani saldırganlıklarını ve tabi saldırı araçlarını geliştirirken inanç diye dayatılan karanlığa destekleyip prim vermiştir. Sonunda gelinen noktada kendi toplumlarının; yani kendi yurttaşlarının da güvenliği tehdit altına girmiştir.

Bu tehditi besleyen politikalar terk edilip; bütün insanlığın aydınlanmasında buluşmadıkça; yani bugün çok sarınılan Samuel Huntington’un geliştirdiği “Medeniyetler Çatışmasını” değil “Medeniyetlerin Uygarlıkta buluşmasını” (ki bunun adı Kopenhang Kriterleridir) gerçekleştirmedikçe ilk insandan bu yana insanlığın dünyasını karartan ve o zamandan bu zamana “Uzayan Gecenin Karanlığından” insanlığın kurtulması ve o karanlığın cehenneminden insanlığı koruyacak aydınlığa çıkması olanaksızdır.

Tabi burada her topluma; her ülkenin yurttaşlarına münferit düşen görev öncelikle kendi toplumunda, kendi ülkesinde aydınlanmayı sağlayarak kendini saran karanlığı yırtmasıdır. Bu şekilde oluşan aydınlığın dalga dalga bütün dünyayı sarması sağlanabilir.

O zaman Hindistan toplumunun aşılmaz sanılan ön yargılarla parçalayan kast sistemi denen sisteme son verilebilir. O zaman inanç adına dayatmaların veya kimi feodal bağların oluşturduğu ön yargılarının esiri haline gelmiş Asya ve Ortadoğu ülkeleri emperyalist kışkırtmalarla içine yuvarlandığı cehennem çukurundan çıkıp aydınlıkla buluşabilir; Afrika’nın Asya’nın açlıktan birbirini yiyecek hale gelen insanları doyabilir; dünya iklimini ve haliyle dünyanın geleceğini tehdit eden doğal felaketlerin önüne geçilebilir ve belki o zaman Patagonya yerlilerinin kanaatkar mutluluğunda buluşan uygar insanların barış içinde dirlikli yaşadığı bir dünyada buluşulabilir.

Yazdıklarımı çok ütopik bulanlara özellikle Avrupa’nın Ortaçağ karanlığından kurtuluş mücadelesi ve otuz yıl süren kanlı din savaşlarının tarihiyle ve Avrupa aydınlanmasının kilometre taşları olan edebiyatıyla doğru ilgilenmesini önereceğim.

O sürecin tarihi ve özellikle edebiyatı Avrupa’nın kendini saran karanlıktan nasıl kurtulup bugün dünyanın en mutlu insanlarının çoğunlukta olduğu Avrupa’ya ulaştığını kendi gerçeğinde gözler önüne seriyor.

Yani dostlarım; daha doğrusu “Uzayan Gecenin Hikayesini” üşenmeden okuyup takip eden dostlarım; sizin de fark ettiğiniz gibi insanın; daha doğrusu toplumların ilkelliği; yani yaşamlarını karartan gecenin karanlığı kendi içinden yarattıkları ucubelere teslim oluşlarının ifadesidir. O ucubeden kurtuluşun da tek yolu insanlığın ürettiği ortak kültürü ve edebiyatıyla buluşup; mutlaka doğru bilgilerle donanmaktan geçer. Bunun için de üşengeçliği terk etmek gerekir.

Çünkü oturduğun yerde ne bilgi sahibi olunuyor; ne de uygarlaşılıyor.

Oturduğun yerden ancak bilgisiz fikirlerle birbiriyle didişerek birbirini tüketen toplumlar haline gelinebilir. Tıpkı bizim bugün toplum olarak yaşadığımız süreç gibi süreçler yaşanabilir.

Aslında “Uzayan Gecenin Hikayesi” burada bitmiyor. Ben kendi çapımda yazdığım öykülerle o hikayeye devam ediyorum; ama bir şeyi çok uzatmak; hele ‘gaydırıgubbak olmayan’ konularda uzatmak insanı sıkıyor. Bunu blogdan paylaştığım hikayelerin okunma oranlarında görebiliyorum.

Onun için “efe donu gibi kısa olmasa da” hikayemi burada bitiriyorum. Gerisini herkes kendi kafasından yazabilir.

Neyse en son diyeceğim; hikayemi buraya kadar takip eden herkese buradan kocaman bir “MERHABA”



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder