7 Eylül 2016 Çarşamba

BİR GARİP KADIN



Büromda oturuyordum. Mal sahibim girdi geldi. Onun da yan tarafta mağazası vardı. Biraz heyecanlı idi. Bir şey görse, bir şey duysa hep böyle heyecanlanırdı.

“Biliyor musun?“ dedi. “Hani parka gelen bayan var ya, onun oğlu geldi. Benim orada. Gel seni tanıştırayım” dedi.  Ben anlamamıştım. “Hangi bayan. Parkta her gün değişik bayan olur.”

Dedim. O “Hani şu hep boynunda fular taşıyan ikimizin de merak ettiği güzelce bayan” diye tarif etti.

Benim öyle kimseyi kolay kolay merak ettiğim yoktu. O hep merak eder parka yeni biri gelip otursa koşar gelirdi, “ Gel bak” diye gösterir “kim acaba?“ diye merak ederdi.

Karşı kebapçının da gelen gideni çoktu. Onları merak ederken az daha başı belaya giriyordu. Güldüm. “Hani senin gelip gelip sorduğun bayan mı?“ dedim.

Dalga geçtiğimi anlamamıştı. “Hah işte o “ dedi. Birlikte mağazasına geçtik. Zaten yan taraftaydı. İçeride biri oturuyordu. Beyefendi birine benziyordu. Temiz giyimli idi. Ben “hoş geldiniz” dedim. Benim mal sahibi bizi tanıştırdı. “Demin sana bahsettiğim bayanın oğlu imiş. Öyle söylüyor. Onu götürmek için gelmiş” dedi.

Ben “dur bakalım abi; belki o değildir“ dedim. O ısrarla  “tarif ettiği, o bayan” diyordu. “Bak kendisi anlatsın” dedi. O efendiden temiz giyimli bey, annesinin emekli İngilizce öğretmeni olduğunu söyledi.

Birkaç yıl önce kocasını içinde kendisinin de bulunduğu arabada feci şekilde yanarak kaybedince girdiği depresyon sonucu içine kapanmış. Bir süre odasına kapanıp hiç kimseyle konuşmamış, sonra bir gün ansızın ortadan kaybolmuş. Oğlu diğer evlatları deli olmuş. Dört bir yana dağılıp onu aramışlar. Polise gazetelere kayıp ilanı vermişler; ama onu bulamamışlar.

Bu oğlu da bütün büyük şehirleri Adana, Ankara, Bursa, İstanbul aramış en son İzmir’e gelmişti.

Bir dostu “İzmir’de Basmahane diye bir semt var. Orada öyle kimsesiz çok insan barınır. Birde oraya bak” demiş. O da bu söz üzerine geldiği İzmir’de oteller sokağında bir otele yerleşmiş. Orada tanıştığı insanlar da bizim orayı parkı tarif etmişler. Kalkıp gelmiş tesadüfen bizim mal sahibine derdini söylemiş.

Mal sahibim de böylesi öykülere bayıldığı için adamı buyur edip çay söylemiş; bildiğiniz gibi gelip beni çağırmıştı.

Gerçekten o beyin tarifine uygun bir bayan tanıyorduk. O bayan genellikle hele havalar iyiyse; öğleden sonraları sanki gezintiye çıkmış gibi gelip bizim ilerimizdeki kuşlu caminin parkında oturur, orada akşama kadar vakit geçirirdi. Ama öyle hep sessiz 'hep tek başına' otururdu.

Herkes bir süre sonra onu tanımıştı. Parkta kimse onu rahatsız etmezdi. O öyle tek başına oturur zaman zaman gülümser; zaman zaman hüzünlenir sonra kalkar giderdi.

Kırlaşmış saçları, bembeyaz yüzü, düzgün kaşları, uzun kirpikleri, siyah gözleriyle çok hoş bir bayandı. Başörtüsünü hep boynunda fular gibi taşırdı. Elbisesi; soğuklarda giydiği kareli ceketi biraz soluk ama hep temizdi. Topuksuz ayakkabı giyerdi. Bacaklarında hep kalın ten rengi çorap olurdu. Görünüşüyle, duruşuyla, bakışıyla karşısındaki her kimse; mutlaka onda saygı uyandırırdı.            

Bazı akşamlar tektekçide bazı akşam bir meyhanede bir köşeye çekilir; çok az bir meze bazen bir kadeh bazen yarım şişe rakı söyler oturduğu yerde sessizce yer içer; sonra aynı sessizlikle sokağın karanlığında kaybolur giderdi.

Kimse onun 'nereli olduğunu? oralarda ne aradığını?' bilmez, sormazdı. Zaten kimse kimsenin kim olduğunu falan bilmezdi.

Ancak o sokaklarda, meyhanelerde, otellerde bir başına yaşayan herkesin  kendine göre mutlaka bir hikayesi vardı.

Sorsan hikayesini; kimse kimseye doğruyu söylemezdi. Herkes kendi sırrını 'varsa kendi anısını' içinde gizlerdi. Yani burada yaşayan, dolaşan herkes kalabalıklar içinde kendi yalnızlığında yaşar giderdi. Meğer dışarıdan birileri çıkıp arayan soran olursa 'o kişi kimse?' o zaman onun kimliği ortada dolaşan haberle öğrenilirdi.

İşte (eğer oysa) o bayanın da oğlu gelmiş ve arıyordu. Ve eğer aradığı o bayansa onun sırrı bu şekilde ortaya çıkacaktı.

“Bekleyelim; hava güzel. İnşallah az sonra çıkar gelir. Eğer bu gün gelmezse akşam meyhaneleri dolaşır; oralara bakarız” dedim.

Mağazanın önünde genişçe kaldırım vardı. Birer sandalye alıp dışarı çıktık. Mal sahibi içeriden sehpa getirip ortaya koydu. Çay söyledik; içip sohbet ediyorduk. Az sonra köşeden o bayan gözüktü. Ben oğlu olduğunu söyleyen beye “siz içeri girin. Ne tepki gösterir belli olmaz” dedim.

O bey ilerden gelen bayan ‘annesi mi? değil mi?’ diye bakıyordu. Benzetememişti. İçeri girdi.

O bayan kendi halinde geldi; parka girip her zaman oturduğu banka oturdu.

Parkta başka kimse yoktu. Ben o tarafa yöneldim. Yanına yaklaştığımda bana doğru baktığını görüp “merhaba; iyi günler” dedim. Gülümsedi “iyi günler” dedi.

Bana bakıyordu; ama sanki bana değil de daha gerilerde bir yere uzaklara bakan bir hali vardı.

“Kusura bakmayın bayan bir bey geldi. Sanırım sizi tanıyormuş. Görmek ister misiniz?” dedim.

Birden ciddileşti. Yüzü bulanıklaştı. Bu arada oğlu olduğunu söyleyen beyde parka girmişti. Birbirlerine bakıştılar. O bey birden “anneciğim” deyip bayana sarıldı. Bayan da ona sarıldı. Biraz heyecanlanmış; biraz da şaşırmış gibiydi. Ben “buyurun benim büroya gidelim; orada konuşup hasret giderirsiniz” dedim. İkisi birlikte birbirine sarılmış halde arkamdan geldiler. Onlarla birlikte benim büroya girdim. “Siz görüşün” deyip çıktım.

Mal sahibi merakla bakıyordu. Onun koluna girip mağazasına gidip oturduk; beklemeye başladık.

Aradan bir saate yakın zaman geçmişti. O bey yanımıza geldi. “Annemi bulmama yardımcı oldunuz; size çok teşekkür ederim. Biz vakitlice gitmek istiyoruz” dedi. Biz de çok sevinmiştik. Vedalaştık. Birlikte bayanın kaldığı yerden onun eşyalarını alıp gitmek için çıktılar.

Bu olaydan üç dört ay sonraydı. Mal sahibim benim bürodan içeri girdi. Yine çok heyecanlıydı. “Bizimki yine buralarda” dedi. “Bizimki kim?” diye sordum. O “canım hani kadın vardı ya. Oğlu alıp gitmişti. İşte o yine buralarda” dedi.  “Yok canım nerede gördün?” dedim. “Çık parka bak orada oturuyor” dedi.

Merakla çıkıp baktım. O bayana benzer biri bankta oturuyordu. Caminin tuvaletine gidiyormuş gibi yaptım; parka girip yanından geçtim. Göz ucuyla baktım pek benzetemedim. Tuvalete girdim. Sonra geri döndüğümde bakınca tanıdım. Oydu. Yalnız biraz daha zayıflamıştı. Boynunda aynı fular; üzerinde aynı elbise vardı. Öylece oturuyordu. Yanından gelip geçtim. Yine uzaklara dalgın bakıyordu. Beni tanımadı.

Onu parkta gördükten üç dört gün sonraydı. Mal sahibi yine heyecanla girdi. “Onu dostlar meyhanesinin sokağında ölü bulmuşlar; belediye görevlileri alıp gitmiş” dedi.

Bu kez “kimmiş?” demedim. Çünkü “Kör Kadı” adını verdiğim kediyi de taksi ezince; belediye görevlileri çöp arabasına koyup gitmişti.
                                 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder