Büromda oturuyordum. Mal sahibim
girdi geldi. Onun da yan tarafta mağazası vardı. Biraz heyecanlı idi. Bir şey
görse, bir şey duysa hep böyle heyecanlanırdı.
“Biliyor musun?“ dedi. “Hani
parka gelen bayan var ya, onun oğlu geldi. Benim orada. Gel seni tanıştırayım”
dedi. Ben anlamamıştım. “Hangi bayan.
Parkta her gün değişik bayan olur.”
Dedim. O “Hani şu hep boynunda
fular taşıyan ikimizin de merak ettiği güzelce bayan” diye tarif etti.
Benim öyle kimseyi kolay kolay
merak ettiğim yoktu. O hep merak eder parka yeni biri gelip otursa koşar
gelirdi, “ Gel bak” diye gösterir “kim acaba?“ diye merak ederdi.
Karşı kebapçının da gelen gideni
çoktu. Onları merak ederken az daha başı belaya giriyordu. Güldüm. “Hani senin
gelip gelip sorduğun bayan mı?“ dedim.
Dalga geçtiğimi anlamamıştı.
“Hah işte o “ dedi. Birlikte mağazasına geçtik. Zaten yan taraftaydı. İçeride
biri oturuyordu. Beyefendi birine benziyordu. Temiz giyimli idi. Ben “hoş
geldiniz” dedim. Benim mal sahibi bizi tanıştırdı. “Demin sana bahsettiğim
bayanın oğlu imiş. Öyle söylüyor. Onu götürmek için gelmiş” dedi.
Ben “dur bakalım abi; belki o
değildir“ dedim. O ısrarla “tarif
ettiği, o bayan” diyordu. “Bak kendisi anlatsın” dedi. O efendiden temiz
giyimli bey, annesinin emekli İngilizce öğretmeni olduğunu söyledi.
Birkaç yıl önce kocasını içinde
kendisinin de bulunduğu arabada feci şekilde yanarak kaybedince girdiği
depresyon sonucu içine kapanmış. Bir süre odasına kapanıp hiç kimseyle
konuşmamış, sonra bir gün ansızın ortadan kaybolmuş. Oğlu diğer evlatları deli
olmuş. Dört bir yana dağılıp onu aramışlar. Polise gazetelere kayıp ilanı
vermişler; ama onu bulamamışlar.
Bu oğlu da bütün büyük şehirleri
Adana, Ankara, Bursa, İstanbul aramış en son İzmir’e gelmişti.
Bir dostu “İzmir’de Basmahane
diye bir semt var. Orada öyle kimsesiz çok insan barınır. Birde oraya bak” demiş.
O da bu söz üzerine geldiği İzmir’de oteller sokağında bir otele yerleşmiş.
Orada tanıştığı insanlar da bizim orayı parkı tarif etmişler. Kalkıp gelmiş
tesadüfen bizim mal sahibine derdini söylemiş.
Mal sahibim de böylesi öykülere
bayıldığı için adamı buyur edip çay söylemiş; bildiğiniz gibi gelip beni
çağırmıştı.
Gerçekten o beyin tarifine uygun
bir bayan tanıyorduk. O bayan genellikle hele havalar iyiyse; öğleden sonraları
sanki gezintiye çıkmış gibi gelip bizim ilerimizdeki kuşlu caminin parkında
oturur, orada akşama kadar vakit geçirirdi. Ama öyle hep sessiz 'hep tek başına' otururdu.
Herkes bir süre sonra onu
tanımıştı. Parkta kimse onu rahatsız etmezdi. O öyle tek başına oturur zaman
zaman gülümser; zaman zaman hüzünlenir sonra kalkar giderdi.
Kırlaşmış saçları, bembeyaz
yüzü, düzgün kaşları, uzun kirpikleri, siyah gözleriyle çok hoş bir bayandı.
Başörtüsünü hep boynunda fular gibi taşırdı. Elbisesi; soğuklarda giydiği
kareli ceketi biraz soluk ama hep temizdi. Topuksuz ayakkabı giyerdi.
Bacaklarında hep kalın ten rengi çorap olurdu. Görünüşüyle, duruşuyla, bakışıyla
karşısındaki her kimse; mutlaka onda saygı uyandırırdı.
Bazı akşamlar tektekçide bazı
akşam bir meyhanede bir köşeye çekilir; çok az bir meze bazen bir kadeh bazen
yarım şişe rakı söyler oturduğu yerde sessizce yer içer; sonra aynı sessizlikle
sokağın karanlığında kaybolur giderdi.
Kimse onun 'nereli olduğunu? oralarda ne aradığını?' bilmez, sormazdı. Zaten kimse kimsenin kim olduğunu falan
bilmezdi.
Ancak o sokaklarda,
meyhanelerde, otellerde bir başına yaşayan herkesin kendine göre mutlaka bir hikayesi vardı.
Sorsan hikayesini; kimse kimseye doğruyu söylemezdi.
Herkes kendi sırrını 'varsa kendi anısını' içinde gizlerdi. Yani burada yaşayan,
dolaşan herkes kalabalıklar içinde kendi yalnızlığında yaşar giderdi. Meğer
dışarıdan birileri çıkıp arayan soran olursa 'o kişi kimse?' o zaman onun kimliği ortada dolaşan haberle
öğrenilirdi.
İşte (eğer oysa) o bayanın da
oğlu gelmiş ve arıyordu. Ve eğer aradığı o bayansa onun sırrı bu şekilde ortaya
çıkacaktı.
“Bekleyelim; hava güzel.
İnşallah az sonra çıkar gelir. Eğer bu gün gelmezse akşam meyhaneleri dolaşır;
oralara bakarız” dedim.
Mağazanın önünde genişçe
kaldırım vardı. Birer sandalye alıp dışarı çıktık. Mal sahibi içeriden sehpa
getirip ortaya koydu. Çay söyledik; içip sohbet ediyorduk. Az sonra köşeden o
bayan gözüktü. Ben oğlu olduğunu söyleyen beye “siz içeri girin. Ne tepki
gösterir belli olmaz” dedim.
O bey ilerden gelen bayan ‘annesi
mi? değil mi?’ diye bakıyordu. Benzetememişti. İçeri girdi.
O bayan kendi halinde geldi;
parka girip her zaman oturduğu banka oturdu.
Parkta başka kimse yoktu. Ben o
tarafa yöneldim. Yanına yaklaştığımda bana doğru baktığını görüp “merhaba; iyi
günler” dedim. Gülümsedi “iyi günler” dedi.
Bana bakıyordu; ama sanki bana
değil de daha gerilerde bir yere uzaklara bakan bir hali vardı.
“Kusura bakmayın bayan bir bey
geldi. Sanırım sizi tanıyormuş. Görmek ister misiniz?” dedim.
Birden ciddileşti. Yüzü
bulanıklaştı. Bu arada oğlu olduğunu söyleyen beyde parka girmişti.
Birbirlerine bakıştılar. O bey birden “anneciğim” deyip bayana sarıldı. Bayan
da ona sarıldı. Biraz heyecanlanmış; biraz da şaşırmış gibiydi. Ben “buyurun benim büroya gidelim; orada
konuşup hasret giderirsiniz” dedim. İkisi birlikte birbirine sarılmış halde
arkamdan geldiler. Onlarla birlikte benim büroya girdim. “Siz görüşün” deyip
çıktım.
Mal sahibi merakla bakıyordu.
Onun koluna girip mağazasına gidip oturduk; beklemeye başladık.
Aradan bir saate yakın zaman
geçmişti. O bey yanımıza geldi. “Annemi bulmama yardımcı oldunuz; size çok
teşekkür ederim. Biz vakitlice gitmek istiyoruz” dedi. Biz de çok sevinmiştik.
Vedalaştık. Birlikte bayanın kaldığı yerden onun eşyalarını alıp gitmek için
çıktılar.
Bu olaydan üç dört ay sonraydı.
Mal sahibim benim bürodan içeri girdi. Yine çok heyecanlıydı. “Bizimki yine
buralarda” dedi. “Bizimki kim?” diye sordum. O “canım hani kadın vardı ya. Oğlu
alıp gitmişti. İşte o yine buralarda” dedi.
“Yok canım nerede gördün?” dedim. “Çık parka bak orada oturuyor” dedi.
Merakla çıkıp baktım. O bayana
benzer biri bankta oturuyordu. Caminin tuvaletine gidiyormuş gibi yaptım; parka
girip yanından geçtim. Göz ucuyla baktım pek benzetemedim. Tuvalete girdim.
Sonra geri döndüğümde bakınca tanıdım. Oydu. Yalnız biraz daha zayıflamıştı.
Boynunda aynı fular; üzerinde aynı elbise vardı. Öylece oturuyordu. Yanından
gelip geçtim. Yine uzaklara dalgın bakıyordu. Beni tanımadı.
Onu parkta gördükten üç dört gün
sonraydı. Mal sahibi yine heyecanla girdi. “Onu dostlar meyhanesinin sokağında
ölü bulmuşlar; belediye görevlileri alıp gitmiş” dedi.
Bu kez “kimmiş?” demedim. Çünkü
“Kör Kadı” adını verdiğim kediyi de taksi ezince; belediye görevlileri çöp
arabasına koyup gitmişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder